Hükümran esaret
Hani derler ya: “Cuk oturuyor” diye.
Düşünsenize, ağızlarını her açtıklarında sadece ülke içinde değil ülke dışında da “fevkalade duruma hâkim ve her istediğini başaran, kimsenin itiraz edemiyor ve hukuken alt edemiyor olmasının da avantajı ile ipleri istediği gibi çekebilme olanağına sahip” görüntüsü veriyorlar ya.
Oysa, işlerin hiç de öyle yürümediğinin, kazın ayağının da göründüğü gibi olmadığının farkına bile varamayacak noktayı çoktan geçtiler. Bu noktadan onra (yakınlarındaki) kimse de onlara söyleyemiyor sanırım. Bizler, yani “çooook uzaklarında” olanlar da bir şeyin değişeceğine ilişkin umudumuzdan değil de sırf tarihe not düşmek adına söylemekten çekinmiyoruz. Çekinmedik, çekinmeyeceğiz de. Çünkü hiç olmazsa tarih, adaletin ve hukukun yanında, doğrunun yanında olanlara bir şekilde, bir aşamada hakkını verir diye umduğumuzdan yapıyoruz bunu.
Hükümranlık diye avaz avaz bağırarak, dünyayı hayrete düşürecek bir kararla “Kiliseyi cami olarak kullanmaya” karar verirken, hiç hesap etmediler ki kendilerinden önce “Kiliseyi camiye değil, müzeye dönüştürme” kararını alan akil irade, yani Cumhuriyetin kurucu iradesi, bu konuda alınabilecek en aklıselim içeren kararı almıştır. Üstelik işgalci “Yedi Düvel”i bu topraklardan kovalayarak bu “Devlet”i kuran o “Kurucu irade” sayesinde bu ülkede 72 millet ve dinden insan özgürce ibadet edebilmekte ve bu “emanet”, bu ülkenin temel taşlarını bağlayan en güçlü harcı oluşturmaktaydı..
Hükümranlık diye çığırırken, kendi ülkesinin Bakanlar Kurulu’nun 86 yıl önce aldığı kararın üzerini çizerek sadece saygısızlık etmekle kalmıyor (Kurucu Yüce Önder ATATÜRK’ün ihanetle suçlanması küstahlığına girmek bile istemiyorum) aynı zamanda, “Bir devletin kendi aldığı bir kararın altındaki mührü söküp atarak” devletin mührünün yüceliğini, (hükümranlık diyelim mi?) kendi elleriyle berhava ettiğinin farkında bile değil.
Hükümranlık diye gerim gerim gerinirken, bir yandan kendi milletinin vergileri ile satın aldığı milyarlarca liralık silah sistemlerini, el âlemin parmak sallaması üzerine “depoya kapatmak zorunda kaldığını”, yine başka bir ülkeden parasını ödeyerek aldığı uçakların “Vermiyorum işte. Var mı diyeceğiniz?” diye terslendiğini, daha da ötesi, bunu sineye çektiğini (Don’t be a fool mektuplarına filan girmiyorum bile) unuttuk sanıyor.
Hükümranlık diye ortalığı kasıp kavururken, bu ülkenin bir mahkeme heyeti karar için toplanmaya hazırlanırken, aynı kentin bir havaalanında motorları çalışmaya başlayan bir uçağın, “uzaklardan gelen bir telefonla serbest bırakılıveren bir papazı alıp uçtuğu” gerçeği buharlaşıp uçuverdi sanıyor.
Hükümranlık diye gerinirken, kendimiz “Devlet” olarak ilk imzacılarından biri olduğumuz ve “Parlamento”dan (Yüce Meclis diyelim – daha iyi gider) onaylattığımız İstanbul Sözleşmesi’nin altındaki imzayı geri çekerek ele güne rezil olmamızın hazırlıklarını yapıyor.
Hükümranlık diye meydanlarda haykırırken Ege Adaları’nın tüm uluslararası sözleşmelere aykırı biçimde komşu bir ülkenin silahlı kuvvetleri tarafından bir bir işgal ve tahkim edilmesine ses çıkaramıyor olmamızın üzerini örtmeye çalışıyor.
Hükümranlık diye övünçle gezinirken, Birleşmiş Milletler nezdinde hükümran bir devlet olarak tanınan bir komşunun topraklarına topla, tankla, tüfekle dayanarak o devleti “rejim” diye küçümseyerek, başkentinin en önemli camisinde cuma namazı kılma niyetlerini ortalık yerde seslendirmekten sıkılmıyor.
Hükümranlık diye fiyaka satarken, en büyük kentinin tam orta yerindeki bir konsolosluk binasına ellerini kollarını sallayarak (havalimanından beri adım adım izlendikleri halde) giren 15 yabancı eşkıyanın, içeride adam öldürüp kıtır kıtır doğradıktan sonra, yine ellerini kollarını sallayarak çıkıp gittiklerini, arkalarından “çemkirmekten” başka bir şey yapmaya gücünün yetmediğini kimsecikler duymadı, görmedi, bilmiyor sanıyor.
Hükümranlık diye avazı çıktığı kadar bağırırken bu ülkenin yaşadığı en menfur, en alçakça, en hain darbe girişimlerinden birinin arkasında olduğunu sağır sultanın da duyduğu, herkesin de bildiği FETÖ elebaşı Ağlak Vaiz’i yüz bilmem kaç kez talep ettiğimiz halde adeta “nanik” yapılarak iade etmeyi reddettiklerini ve hâlâ kucakta beslediklerini bilmiyoruz, hepimiz salağız sanıyor.
“Hükümranlık” derken, bütün bu hatırlattığım komple yönetici acziyetinin “esiri” olmayı, ancak ülkeyi bu hale getiren kadrolar becerebilirdi.
Bu “esareti” kendi çabası ile yaratabilmek de bir “beceri” midir?
Bilemiyorum.
Vallahi beceri; adam verdiği sözü hiç hatasız yerine getirebilmiştir. Başta belirlenmiş hedefine tamı tamına ulaşmış durumdadır.