Ve gazetecilik Ve köle tüccarı Ve Ayasofya…
Zafer Arapkirli
12 Haziran 2020 Cumhuriyet
Bilen bilmeyen, başkasına “meslek kuralları ve ilkeleri” dersi vermeye kalkışınca iyi olmuyor. Ama en kötüsü ve zararlısı da demokrasiden ve fikir-ifade özgürlüğünden nasibini almamış insanların, kendisini subjektif bir “devlet” ve “devlet sırrı” kavramının arkasına konuşlandırarak hüküm vermeye çalışması.
İki tecrübeli ve yetkin meslektaşımız Müyesser Yıldız ve İsmail Dükel de kendilerinden önceki yiğit, pırıl pırıl ve onurlu gazeteciler gibi “susturulmak” amacıyla ve muktedire göre “çizgiyi aştıkları” gerekçesiyle evlerinden alınıp sorguya götürüldüler.
Her türlü hukuk kuralı ve adli ve medya etiği kuralları da çiğnenerek işleyen bir süreç devam ediyor. Bu yazı yazılırken, aradan 4 gün geçmesine karşın hâlâ sorguları bile başlamamıştı. Önden, “Aynı Ergenekon, Balyoz, OdaTV 1 kumpas süreçleri”ndeki gibi “Taraf-vari, Zaman-vari, Bugün-vari” pislik atma faaliyeti başlatılarak. Avukatların bile erişimi olmayan dosya içeriği yandaş besleme medyaya sızdırılarak.
Casuslukla suçlanan meslektaşlara yöneltilen iddia “Bir askeri görevli ile telefon görüşmesi yapmış ve bunları not almış olmaları.” Yanlış okumadınız, “Not almış” olmaları.
Önce şunu bir hatırlatalım…
Gazeteci herkesle her konuyu konuşur, görüşür. Asker, sivil, bürokrat, sıradan vatandaş, devlet büyüğü, politikacı vesaire. Bunları yazıp yazmaması da kendi kararı ve takdiridir.
İkincisi: Gazetecinin yazdığının “suç” sayılıp sayılmayacağına siyasetçiler ve onların beslemeleri değil, yasalar karar verir. Üstelik “devletin – siyasi iktidarın – yararı” ile “kamu yararı” denen şeylerin her zaman örtüşmeyebileceğine ilişkin ciltler dolusu içtihatlar, evrensel yargı arşivlerinde duruyorken…
Bunlar ortada iken, “Vay canına konuşmuş. Yazmamış ama konuşmuş ya.. Bana ne..” diye insan suçlanamaz.
Geçilmeyen köprünün, kullanılmayan havalimanının, trenin, yatılmayan hastanenin parasının ödetildiğini, yayımlanmamış kitap için gazeteci (Ahmet Şık) tutuklandığını, “sayelerinizde” duyduk da…
- Yazılmamış bilginin ve haberin davası mı olur?
Hatta ve hatta bu saçma sava sahip çıkanlar arasında geçmişte mahut “MİT TIR’ları hadisesi”nde olayı herkesten önce manşetten “çakmış” bazı zevat bulunuyorsa, kendilerini iyice soytarı durumuna düşürmüş olurlar.
Yani, kendin yapınca “Kamu yararı – haber değeri” başkası yapınca “Vatana ihanet… Casusluk…” vesaire. Haydi canım sen de!
Saçmalamanın da bir sınırı bir adabı var.
Sevgili sütun arkadaşım ve meslektaşım Mehmet Ali Güller’in kullandığı harika tanımlama ile “Kumpas 2.0”nin ayak sesleri mi bunlar?
Köle tüccarı…
Yazılı olup olmaması önemli değildir. Evrensel bir hukuki ve vicdani kuraldır:
İnsanlık suçunun zamanaşımı olmaz. İnsan hakkına, onuruna ve temel evrensel değerlere yönelik işlenen suçların mağdurları, aradan değil birkaç yıl, birkaç asır geçse de gelir “torunları eliyle dahi” yakanıza yapışırlar.
İngiltere’nin Bristol kentinde, ABD’deki siyahilere yapılan zulmü protesto amacıyla gerçekleşen gösterilerde bir köle tüccarının heykelinin yıkılarak suya atılmasını kastediyorum. Bristol doğumlu Edward Colston’ın gemilerinin, 1672-1689 arasında Afrika’dan Amerika kıtasına 80 binden fazla erkek, kadın ve çocuk köle taşımasının “faturasının” neredeyse 5 yüzyıl sonra önüne “şak” diye konmasından söz ediyorum. Yani, yok öyle “Ben yaparım. Yanıma kâr kalır…” diye masadan kalkıp gitmek. O “hesap pusulası” bir gün torununun masasına ya da heykelinin önüne gelir dikilir. Ödetirler. Herkes bilsin yani.
Tarih böyle bir şey.
Ayasofya meselesi
Meselenin hem inanç, hem kültürel hem de diplomatik yani uluslararası ilişkiler cepheleri iç içe geçmiş hali nedeniyle kolay izah edilebilecek ve çözülebilecek bir durum olmadığını kabul etmek lazım. Ama çözümün bundan tam 86 sene önce yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından zaten çözülmüş olduğunu hatırlamak gerek. 1453 senesinden itibaren fiilen ve statü olarak farklı şekillerde kullanılan bu kutsal mekânın, “Fetih”ten önce de asırlarca başka bir dinin “mabedi” olduğunu, yaklaşık 500 sene boyunca da Müslümanların ibadet ettiği bir yer olduğu gerçeğini çok iyi değerlendirerek “Evrensel bir kültür hazinesi” olarak yani “müze” olarak muhafazasına karar vererek. ATATÜRK, bence sayısız meselelerde olduğu gibi, en isabetli (ve hem de aklıselime hizmet eden dâhiyane) çözümü bulmuştur.
Dini açıdan tartışmasına girecek düzeyde teolojiden ve “dinler arası hukuk”tan anlamam. Ama şu doğruların ve gerçeklerin altını çizmeden bu olayı tartışmamalıyız : Ayasofya, orijinali bir Hıristiyan mabedi olarak inşa edildiği için bu saatten sonra içindeki Hz. İsa, Meryem ve birçok Hıristiyan değerlerini resmeden figürlerle, zaten Müslüman mabedi olarak kullanılması gariptir. (Ne yani, namaz kılmak için onları mı örteceksiniz?)
Geçmişte kullanılmış olması mazeret değildir. Ayrıca, İslam âlemi, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti, bu güzelim kentte bence Ayasofya’nın ihtişamını gölgede bırakacak nice mabetler inşa etmiştir ve bu mabetler zaten ibadet için “tıklım tıklım” dolmamaktadır.
Bir başka mesele de bütün dünyanın gözbebeği bir kültürel ve turistik mekânın, şimdi sırf ucuz siyasi malzeme edilmek maksadıyla “ibadet mekânına” dönüştürülmesine hem uluslararası kurumlardan hem de Hıristiyan Ortodoksların önemli ağırlıklarının bulunduğu ABD ve Rusya’dan göreceği tepkiyi hesaba katmak aklın yoludur.
“Kime ne kardeşim? Ben hükümran devletim. Büyük devletim. İstediğimi yaparım!..” demeye kalkana, “En iddialı askeri harekâtlarına ya da girişimlerine karşı” bir yerlerden gönderilen “Don’t be a fool” mektupları karşısında aldığınız ya da alamadığınız tavırları hatırlatırlar. Mahcup olursunuz.
Benden söylemesi.