Üniversitelerin perişanlığı

Üniversitelerin perişanlığı

Bir yığın özerkliğe aykırı yök uygulamaları vardır. Öğretim üye ve yardımcılarına, üniversite severlere son sözüm şudur: Gelin, 1981’den sonraki yıllarda verdiğimiz ve bir ölçüde geriletmeyi başardığımız ‘tümüyle ve resmen bağımsız özerk üniversite’ için yeniden o şanlı savaşımı başlatalım.

Prof. Dr. Tahir HATİPOĞLU
Cumhuriyet
, 23.02.2019

Üniversite çağdaş dünyada, “Üniversiteler devletten tümüyle ve resmen ayrı kurum” olarak tanımlanır. Türkiye Cumhuriyeti üniversiteleri bu ana tanımın neresindedir? Gelinen vahim sonuç şudur :

1800’lü yıllarda birkaç kez denemeden sonra, günümüzdeki üniversite, kesintisiz şekliyle “Darül-fünun” adıyla 1900 yılında açılmıştır. Buna göre üniversite tarihimiz yeni sayılır. Haliyle, devletten tümüyle ayrı, özerk kurum olarak kurulmamıştır. 1919’da; ‘nizamname- tüzük’ ile devletten koparılmaya çalışılmış; yöneticilerin seçimle geleceği yarı özerk yapıya kavuşturulmuştur. Bu tüzükle Rektör (o günkü adıyla Emin) seçilen iki adaydan biri padişah, 1923’ten sonra da cumhurbaşkanı tarafından atanmıştır. Devlete bağlılık çok aza inmiştir.
Üniversite 1933’te, ‘üniversite’ adıyla yeniden kurulmuştur. Buna ‘Atatürk’ün Üniversite Reformu(AS: Hazırlayan, M. Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’tir.) diyoruz. Üniversite 1900’deki konumuna inmiş, tümüyle ve resmen devlete bağlanmıştır. Amaç, üniversiteyi özekliğe hazırlamaktır. Nitekim, hemen özerklik getiren yasa hazırlıkları başlamış, Maarif Şûraları’nda tartışıldıktan sonra, 1946’da bugün efsane yasa dediğimiz 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu” çıkarılmıştır. Yasayı çıkaran Bakan H. Ali Yücel, TBMM’de yasayı sunarken, “Ana prensip üniversitelerin özerk olmasıdır, üniversitelerin otonomisidir” diyor. Bu ilk yasayla üniversite yukarıdaki çağdaş tanıma uygun olarak ‘tümüyle ve resmen’ devletten ayrı kurum olmuştur.
1946 üniversitesi, özerk yapısıyla siyasete ve devlet karışmalarına karşı direnmiştir. En büyük direnişini 1948 yılında Pertev Naili Boratav ve arkadaşlarının üniversiteden (DTCF Olayı) atılmaları istemine karşı göstermiştir. O günkü siyasal iktidar üniversiteye istediğini yaptırtamayınca, kadrolarını kaldırıp açığa alarak, yasa yoluyla üniversiteden uzaklaştırabilmiştir. Buna benzer direnişler sonra da olmuştur. Özerk yapı 1960 ve 1973 yasalarında güçlendirilmiştir.

Yökversite dönemi
Üniversitenin ‘tümüyle ve resmen’ devlete bağlı kurum olması 1981 tarihli 2547 sayılı YÖK yasasıyla gerçekleşmiş; bununla üniversite tümüyle ve resmen devlet (!) üniversitesi olmuştur. Bu da 12 Eylül 1980 Darbesi’nin ürünüdür. Yasa, faşist Pinoşe tarafından çıkarılan Şili YÖK yasasından on ay sonra çıkmış ve benzeridir. Şilili teorik fizikçi Texas Üniversitesi’nden Claudio Teitleboium yasa için şöyle diyor:

“Şurası açıktır ki yasa, devlet için risk saydığı bir kuruma son vermeye çalışmaktadır… Üniversite yasası Şili yaşamını kalbinden vurmuştur”*

Türkiye YÖK’ü de aynıdır. O gün bugün üniversite devlet için risk sayılmakta, devleti ele geçirenlerce terbiye edilmektedir. Ve halkın yaşamı kalbinden vurulmuştur. Başlangıçta Şili’de olduğu gibi binlerce öğretim elemanı farklı yöntemlerle doğranmıştır. Doğrananlara ‘1402’likler’ denmiştir.

Halk arasında söylenen “beterin beteri var” sözü vardır. 2007’den bu yana üniversiteler “beterin beterini” yaşıyorlar. YÖK çıktığında yök muhalifleri olarak dile getirdiğimiz tüm kötülükler son yıllarda çok ağır şekilde yaşanıyor. Özellikle YÖK başkanının cumhurbaşkanı tarafından atanmasının sakıncalı olduğuna ilişkin görüşlerimizin doğruluğunu görüyoruz. Neredeyse Doğramacı devri aranıyor. 1981’de başlayan ‘yökversite’ dönemi, 2007’den sonra ‘akversite’ olmuştur.

  • Artık Türkiye’de 1900-1981 üniversitesinden iz yoktur.

Akversite dönemi
Cumhurbaşkanı Sezer’in görevden ayrılması ile başlayan hızlı çöküş, tehlikeli biçimde devam ediyor.

  • Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni rejimin başına geçmesi, Yekta Saraç’ın yök başkanı olmasıyla çöküş dur durak bilmiyor.
  • Üniversite, “tümüyle ve resmen” devletin tek yetkilisi Erdoğan’a bağlanmıştır.

    Bu duruma gelmede üniversitelerde görevli hocaların günahı çoktur. Yazılı ve görsel basında hemen her gün profesör sanlı öğretim üyelerinin utanılacak saçmalıklarını yaşıyoruz. Üniversitenin hocaları ise susup seyrediyor. Emekli bir öğretim üyesi olarak utanıyorum.
    YÖK Reisi Saraç, kendini Saray’ın bitişiğindeki insan gibi görüyor; saraylılarla açılışlara, kapanışlara, temel törenlerine gidiyor. Ayıptır söylemesi ama bu duruş ‘mütemmim cüz’ gibi oluyor. Bu da ağırıma gidiyor. Üniversite gibi özgün ve saygın bir kurumun başı, böyle yer ve kişilerden uzak durmalıdır. Üniversitelerin en üst kurulu Saray’ın şubesi görüntüsünü vermemelidir. Gelişmiş ve demokratik ülkelerin hangisinde böyle bir durum vardır?
    İş o hale gelmiştir ki, adam sırf rektör olmak için AKP’den aday ya da bir tarikat üyesi olmak gibi son derece yanlışa sapıyor. Sayın Erdoğan da bunları atamada sakınca görmüyor. Bu yolla rektör olanlar da kendilerini, Cumhurbaşkanının üniversitedeki uzantısı gibi görüyorlar. Kanımca, Cumhurbaşkanı, üniversitenin tümüyle ve resmen devletten ayrı kurum olması gerektiğini bilmiyor. O, öbür kurumlarla karıştırıyor olabilir. Kendisine doğrusu anlatılmalıdır.

Sonuç
Bir yığın özerkliğe aykırı YÖK uygulamaları vardır. Örneğin son olarak MEB, ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ projesini sonlandırıyor, aynı gün YÖK reisi “Türkiye’ye mütenasip değil” deyip projeyi kaldırıyor. Ağır söz yazmak istemiyorum ama, böyle bir davranış (mütenasip demek de ne oluyor?) üniversite olmanın neresinde vardır?

Öğretim üye ve yardımcılarına, üniversite severlere son sözüm şudur     :

  • Gelin, 1981’den sonraki yıllarda verdiğimiz ve bir ölçüde geriletmeyi başardığımız ‘tümüyle ve resmen bağımsız özerk üniversite’ için yeniden o şanlı savaşımı başlatalım.
  • Bağlı ve perişan üniversite istemiyoruz. 
    * Tahir Hatipoğlu – Doğranan Üniversite, Selvi Yayınları, 1994

Üniversitelerin perişanlığı” hakkında 2 yorum

  1. Çoşkun Kesgin

    Ulusal üretimin sorunları ve bilim kucaklaştığında ülke ileri gider. Üretim bilimden koptuğunda kafası kesik tavuk gibi, nereye gittiğini bilemez. Güzelleştirme yerine Özelleştirme gündeme gelir ama o da çare olmaz. Üniversite özerkliği bir yana, tümüyle ulusun hizmetinde; ulusun sorunlarının peşinde olmalı. Yoksa çok uluslu şirketlerinin sorularının peşinde değil. Özerklikten veri kuluçkaları anlaşılıyor. Küba kısıtlı olanaklarıyla bir şeyler yapıyorsa özerkliği. veri kuluçkacılığını kaldırarak tümleşik bir yapıyla yapmış. Bütünleşik yapı olmayınca kıt kaynaklar benzer işler için, amaçsızca savruluyor. Sonuçtan bağımsız işlerle, kariyer peşinde koşuluyor. Sinanoğlu!nun da ilk başta şaşırdığı Bilimin yönsüzlüğü ve dağınıklığıydı.

    Cevapla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir