Her saray bir labirenttir – Prof. Dr. Zeliha Etöz 

Her saray bir labirenttir

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

William Beckford’ın Vathek adlı novellası, güce doymayan ve mutlak güce ulaşabilmek için önüne engeller oluşturduğunu düşündüğü herkesi, her şeyi gözünü kırpmaksızın katleden, yakıp yıkan bir hükümdarı anlatır.

Dokuzuncu Abbasi halifesi olan Vathek, öylesine bir güç düşkünüdür ki yeterince görkemli ve göz kamaştırıcı bulmadığı için seleflerine taht olan zelihaetöz2Samerra şehrindeki sarayı bile, her biri bir duyunun tatminine hasredilmiş beş kanatlı bir saraya dönüştürür. Ama bunu da yeterli görmez ve gücüne güç katacağını düşündüğü bilgilere sahip olabilmek için Babil kulesinin bir benzerini inşa ettirir. Onbirbin basamaklı bu kulenin tepesinden gökyüzünü her seyredişinde “görünmez maddenin bile amaçlarına hizmet ettiği” düşüncesiyle kendinden geçer adeta. Seyrettiği gökyüzünden gezegenlerin sahip olduğu sırlara vâkıf olacağını sanır ve kendisine mucizevî, muhteşem şeyler yaşayacağının müjdelerini verdikleri hayaline kapılır.

Güce ve ihtişama gark olmuş olayları başlatacak olan şeyin bilinmeyen bir ülkeden gelecek olan bir yabancı sayesinde olacağı müjdesini verdiğine inanır yıldızların. Handiyse bedeninde kan yerine bu vehmin dolaştığı Vathek, tüm gelen yabancılara karşı şehrin tüm sakinlerini uyarmaları için adamlarını salar her köşe bucağa. Gelen hiçbir yabancı alıkonulmayacak hemen saraya getirilecektir. Ve günlerden bir gün Samerra’ya bir tüccar gelir, yüzü bakılamayacak kadar korkunçtur. Hükümdarın huzuruna çıkarılır ve heybesinden ne hükümdarın ne de maiyetindekilerin daha önce gördüğü nadir olağanüstü nesneleri sunar hükümdara. Sunulan nesnelerden özellikle kılıçlar dikkatini çeker hükümdarın, keskin mi keskin ağızlarından bakanı adeta kör eden, gözleri kamaştıran ışıklar çıkmaktadır. Hükümdar, kılıçların karşılığı olarak hazinenin tüm altınlarını tüccarın önüne serer ve ne kadar isterse çekinmeden alabileceğini söyler, tüccar, hükümdarı şaşırtır ve çok az altın alır.

Kılıçların üzerinde hükümdarın okuyamadığı tuhaf harflerle bir şeyler yazmaktadır. Ve yazılanları okuyan biri çıkar en nihayetinde. “Her şeyin en iyi biçimde yapıldığı yerde meydana getirildik; her şeyin harikulade ve dünyanın en büyük hükümdarına layık olduğu bir ülkenin harikalarının en küçük parçasıyız biz” diye yazmaktadır kılıçların üzerinde. Ancak tuhaf olan bir şey vardır, çünkü ikinci kez okunmaya kalkındığında bu cümlenin yerine “Vay haline, bilmemesi gerekeni bilmek isteyenin ve gücünü aşan bir işe girişen gözüpek kişinin” yazılıdır kılıçların üzerinde artık. Ve bu ikinci cümle, oburcasına ve gözü dönmüşçesine gücün peşine düşen Vathek’in en nihayetinde kendisinin de düşeceği, ama kendisiyle birlikte ülkesinin insanlarını da yuvarlayacağı karanlığı özetler adeta. Yabancı tüccarın vaat ettiği “Yeraltı Ateşi Sarayı”nda hazinelerden, yeryüzünü dize getirecek tılsımlardan, “Adem’den önceki sultanların, Süleyman Peygamberin taçları”na kadar her türden servet ve güç alametleri vardır. Vathek bu saraya da sahip olabilmek için, zaafları ve hırslarına kapılıp gitmiş adamlarının işini çokça kolaylaştıran biatları sayesinde her bir adımda daha bir güçlenen sanrılarıyla birçok kanlı eyleme imzasını atar. Ve sonuçta bütün bu kanlı eylemlerden yüreği kapkara halde Yeraltı Ateşi Sarayı’na kavuşmuş olan Vathek’in gözlerinde sadece “tiksinti ve umutsuzluk” vardır.

Vathek, siyasal iktidarın mutlakiyetçi görünümünün fantastik edebiyat türünde en iyi dile getirildiği yapıtlardan biridir. Her biri birer metafor olarak değerlendirilmesi gereken sarayları, kuleyi ve buralarda olup bitenleri betimleyişiyle, yabancı tüccar aracılığıyla kifayetsiz muhterislere her koşulda cazip gelecek iktidar araçlarının usta pazarlamacısını resmedişiyle Beckford, iktidar namzetine gerçekten iktidar sahibi sanıp biat edenlerin budalalığı ve budalalığın ödediği ve ödettirdiği bedeller kadar, Vathek’te cisimleşen iktidarda olanın kendisini gerçekten iktidar sahibi sanmasındaki zır deliliği ve bunun korkunç sonuçlarını anlatır bizlere.

Yeraltı Ateşi Sarayı bir cehennemdir aslında, ancak Borges’in ifadesiyle bir ceza olarak değil, yanı sıra günaha teşvik eden bir cehennemdir. Ama bu kadar da değil, anlatının bize hatırlattığı bir şey daha vardır, o da Samerra’daki beş duyu sarayının ve kulenin söz konusu cehennemin eşiği olduğudur. Bu üç yerin tümü birden iktidarın uzamıdır, iktidar namzetince inşa edilmişlerdir elbette ama, iktidara yaşam öpücüğü sunarlar, biçim verirler. Her yürünen koridor, her çıkılan merdiven, her yükselen duvar; adımlara, bakışlara kudretin nefesini üfler adeta. İktidarın aurası olan bu binalar, buralarda dolaşıp duran bedenlere değişken postürlerini kazandırır, arzu ve iştahlarını kabartır. Budalalığın ve zır deliliğin vücut bulmasına ve güçlenmesine yardım eder her bir adımda.

Anlatıdaki her üç uzam da kötü olayların geçtiği yerler değil, doğrudan doğruya kötü ve korkunç yerlerdir adeta. Kötülüklere yol açan ilişkilere sahne olan bir yer değildir buralar çünkü, kötülük yaratan, her bir taşından kötülüğün fışkırdığı ve buraları arşınlayanların bu kötülüklerden kendini sıyıramadığı tam tersine teslim olduğu yerlerdir. Dolayısıyla da kötü olaylar geçtikten sonra ‘temizlenerek’ kullanılmaya devam edilecek yerler değildir buralar, kanla gözyaşıyla karılmıştır harçları ve tam da bu yüzden lanetlenmişlerdir, bu nedenle de tümden yıkılması gereken ya da yıkılmaya bırakılması gereken yerlerdir. Aksi takdirde ne içlerinde olanı ne de etraflarında dolaşanı beladan azade kılmak olasıdır sanki.

Bu yapıların her biri bir labirente benzer, daha doğrusu tümü birden bir labirentler kompleksine benzer, girişi olan ancak çıkışı olmayan bir labirent kompleksine. Yeraltı Ateşi Sarayı’na ulaşabilmek için daha öncekilerden geçmek gerekir, oralarda soluklanmadan, telaşlı gidiş gelişlerin parçası olmadan, didişip kakışmaların girdabına dâhil olmadan Yeraltı Ateşi Sarayı’nda asılı olanın tadı ve lezzeti nasıl tahayyül edilebilir ve arzulanabilir der demektedir yapıt. Üstüne üstlük Beckford’ın özellikle beş duyu sarayına ve Yeraltı Ateşi Sarayı’na ilişkin betimlemeleri, iktidar yolculuğunun kendisinin bizzat bir labirentteki yol alış olarak ele alınıp alınamayacağı ve böylesi bir yolculuğun gerçekleştiği her yeri bir labirente dönüştürüp dönüştürmediği sorularını aklımıza getirir.

Girişi ve çıkışıyla farklı ve çeşitli sapakları, çıkmazları, dolambaçları olan şeydir labirent dediğimiz en basitinden. Ve fakat iktidar yolculuğunun bir metaforu olarak ele alacaksak eğer labirenti, o zaman girişi olan ancak çıkışı olmayan bir labirenti düşünmeliyiz sanki, hedefinde arzuların en çekicisi ve imkansızı durduğu için özellikle tabii ki. Yapıtın sunduğu ipuçlarını da hiç küçümsemeden ve fakat ayrıca iktidar ve işleyişinin dinamiklerini kabaca şöyle bir gözden geçirdiğimizde, böylesi bir çıkarımda bulunmamız için epeyce gerekçelere sahip olduğumuz söylenebilir. Bir kez adım atılınca çıkışının olmadığı veya imkânsıza yakın olduğu, içine girenlerin bir kısmının nefesleri kesilerek yarı yolda kaldıkları, kaldıkları yerle ‘yarabbi şükür’ diyerek yetinenlerinin olduğu ya da yetinmeyip ahla vahla gerginlikten bitap düşenlerinin bulunduğu, bir kısmının tam hedeftekini avucuna aldığını zannederken hedefte asılanın daha bir uzağa düştüğünü gördükleri bir durum değil midir iktidar peşine düşmek ya da en hafif deyimiyle onunla haşır neşir olmak? İktidara kenetlenmek neredeyse bitimsiz bir baş dönmesine benzemez mi, tıpkı özellikle bazı labirentlerde yaşandığı gibi? Ve iktidar tekinsiz olanın yurdu değil midir? O tekinsizlik ki en çok da labirente uyan bir sıfattır hattı zatında. Burada iktidarın tekinsizliğinin en iyi timsalinin saraylar olduğu gerçeğini söylemeden de geçmeyelim, o saraylar ki bu tekinsizliği örtbas etmek üzere kurulmuşlardır aslında.

Ha bir de şu dikkate değer ayrıntıyı ekleyeyim söze noktalı virgül koyarak: Yolları Çatallanan Bahçe’de gerçek labirentin düz bir çizgi olduğunu söyleyen Borges’e kulak verirsek nasıl bir iktidar yorumuna varırız acaba?
(http://www.gazeteduvar.com.tr ‘den alınmıştır)

===============================
Dostlar,

Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fak. – MÜLKİYE‘den (bizim de mezun olduğumuz) OHAL KHK’sı ile uzaklaştırılan saygın öğretim üyelerinden Sn. Prof. Dr. Zeliha ETÖZ meramını ne denli ustalık ve derinlikle yazıya dökmüş değil mi?
İlgililer gerekeni iletileri alırlar mı acaba?
Ya da, endişe ederiz ki, yazının düzeyi ve bir parça soyut metaforarı vb. ağır gelir de sıkılır okumaz, olur anlamazlar mı??
Vakar mısınız aydın sorumluluğunun ağırlığına ve kapsamına..
Egemen ama entelektüel fukaralara ileti verirken yazdıklarınızı onların zeka – birikim düzeyine göre ayarlayacaksınız, basitleştirecek, Dilinizi ustalıkla kullanarak onu da geliştirecek yetkinlikte kullanmayacaksınız! Buna bile katlanacaksınız.. Zeliha hoca son noktada ödün vermemiş galiba.. Muhataplarn işleri ve bizim işimiz zor dostum zor..

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir