Değerli site okurlarımız,
Tarihçi (Doktora tez konusu : “İngiliz Kaynaklarında Pontus Sorunu 1918 – 1923“)
Sayın GÜZİDE FİLİZ TUZCU‘nun bize ulaştırdığı 2 önemli makaleden birini, değerli yazara teşekkür ederek ilginize sunuyoruz.. Oldukça kapsamlı ve çok geniş bir kaynakçaya dayalı.. Özetleyip pdf olarak eklemek yerine tümünü, dokunmaksızın sunuyoruz.
Özellikle son 2 paragrafın dikkatle okunmasını dileriz.
(Yazıdaki görüşler yazarı bağlar ve bilimsel sorumluluk da elbette sayın yazarındır.)
Doktora tezi jüri tarafından ‘muhteşem’ bulunan ama politik gerekçelerle unvanı verilmeyen Sn. Tuzcu’nun bize yazdığı ileti yazının en sonundadır. Türkiye üniversiteleri Sn. Tuzcu’yu deyim yerinde ise ”havada kapmalı” ve çok önemli tezini de kabul ederek doktorasını vermeli, tezi yayımlatmalı ve özellikle Dışişleri çevreleri ile Siyasal Tarihçiler ve Uluslararası Hukukçular hak ettiği değeri vermelidirler. Elbette kamuoyu da Pontus gerçeğini doğru öğrenmelidir.
Sayın Tuzcu’nun 25.09.2013’te sitemizde yer alan makalesi aşağıdaki başlığı taşıyordu :
– TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!
Yazar Tuzcu hem Tıp Tarihi ile ilgili önemli bir konuyu işliyor hem de bizim gibi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler – Mülkiye diplomalı Kanada eğitimine ek olarak.
Sevgi ve saygı ile. 03 Haziran 2017, Datça
Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
====================================================
ANTİK TÜRK KAVİMLERİNİN
TIP İLMİNE KATKILARI
GÜZİDE FİLİZ TUZCU
Tarihçi
İstanbul Üniversitesi – Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Tarihsel açıdan değerlendirilmesi son derece önemli olan “antik tarihin”, ne yazık ki tarafsız ve objektif değerlendirmelere paralel olarak gün ışığına çıkarılamadığı ve insanlık âlemine katkı sağlayabilecek bir seviyede ele alınmadığı kanaatini taşımaktayız. Şöyle ki çeşitli ön kabullerden dolayı gün yüzüne çıkarılmayan, ancak varlıkları ve medeniyetleri, tarihin derinliğinde binlerce yıl öncesine kadar geriye gittiği, bilimsel çalışmalara dayanan veriler ve kanıtlarla belirlenen Türklerin, söz konusu tarihi mevcudiyetlerinin on altı bin yılın üstünde, çok uzun bir zaman dilimini kapsadığından söz edilmektedir.[1] Bu bağlamda Türklerin, dünyada bilinen en eski milletlerin başında geldikleri sonucuna ulaşabiliriz. Ne var ki, böyle olmakla birlikte, Türklerin hayranlık uyandıran muazzam antik tarihlerinin bu yönüyle araştırılmayıp, yüzlerce yıl karanlıkta bırakılması, hatta daha da vahim olanı,
bu değerli antik mirasın sorgulanmadan, araştırılmadan, pek çok Türk bilim insanı tarafından ısrarla reddedilmesi, son derece kıymetli olan “antik tarih mirasının” başka milletler tarafından kolayca sahiplemesine uygun ortamı hazırlamıştır. Bilimsel çalışmalar incelendiğinde birçok kanıt bize göstermiştir ki, Büyük Atatürk’ün önemli ikazlarına rağmen, Türkler tarafından gereğince inceleme ve araştırma sahası olarak sahip çıkılmayan değerli tarih mirasımızın, konu üzerine eğilen ve gerçekte “antik kavimlerle akrabalık ilişkileri ve kültürel bağları bulunmayan, ancak güçlü emperyalist Batılı devletlerce hem siyasi ve ilmi, hem de maddi yönden desteklenen Grek ve İtalyanlarca” sahiplenilmesine yol açmıştır. [2]
Bu bağlamda konumuzla ilgili fevkalâde önemli bazı ön tespitler yapmak gereği hasıl olmuştur. Bunlardan ilki şudur; emperyalist Batılı devletlerce dünyaya empoze edilerek, ezberletilen mevcut antik tarihin, “Batı merkezli – dolayısıyla taraflı olduğu ve tarihi gerçekleri yansıtmadığı” hususuna özellikle dikkat çekmemiz gerekmektedir. Dünya “Antik Tarihi” çeşitli yerli ve yabancı kaynaklardan geniş bir perspektifle araştırılıp, tetkik edildiğinde ve söz konusu bu kaynaklar birbirleriyle karşılaştırıldığında görülmüştür ki, antik tarihin araştırılması, arkeolojik kazılar ve tarih yazılımı, 18. yüzyıldan itibaren Batılılarca başlatılmış ve geliştirilmiştir… 18. ve 19. yüzyılların, Batılıların her açıdan güçlendikleri ve dünya liderliğini ele geçirerek, “şiddetli bir Türk karşıtlığı tavrı sergiledikleri” dönemler olduğunu ileri sürebiliriz. Emperyalist Hıristiyan Batılılarca alınan siyasi karar gereğince antik tarih, “Türklerin aleyhine şekillendirilmeye ve kurgulanmaya” başlanmıştır… Böylece muazzam antik tarih mirası, emperyalist devletlerin, “kendilerinden gördükleri (Hıristiyan, beyaz ve Avrupalı) benimsedikleri ve himayeleri altına aldıkları” Hıristiyan Greklere ve İtalyanlara mâl edilmiştir! Bu bağlamda makalemizin konusu olan “tıp ilmiyle ilgili değerli antik miras” da, söz konusu bu genel mirasa dahil edilerek, aslında bu miras ile hiç ilgisi olmayan milletlerce sahiplenilmesine yol açmıştır. Oysaki “objektif tarih kaynaklarının” ortaya koymuş oldukları birçok arkeolojik bilgi ve veri, hatta tıbbi kanıtlar (2007 yılında Etrüsklere yapılan DNA testleri sonuçları), antik tarih ile ilgili günümüze kadar gelen Batı dayatması bütün ezberleri temelinden sarsıp, yıkacak nicelik ve nitelikte olduğu görülmüştür…
Dünya akademik çevrelerinde büyük dahilerden biri olduğu oybirliği ile kabul edilen, ünlü bilim adamı İsak Nüvtın (İsaac Newton) da, antik tarihe ilgi duyan bilim adamlarından biri olarak, Batı menşeli antik tarihi araştırmış, tetkik etmiş ve söz konusu Batı menşeli antik tarihteki yanlışları, sapma ve çelişkileri, hatta değiştirilen antik kronolojiyi tespit ederek, 18. yüzyılda bu konuya dikkat çeken bir kitap yazmıştır.[3] Görüldüğü üzere, yazılmaya başlandığı günden itibaren zihinlerde pek çok soru işaretleri uyandıran, içinde çelişki ve tutarsızlıklar ihtiva eden “Batı menşeli mevcut antik tarihin”, Türkiye’deki bilim çevrelerince 21. yüzyılda dahi şüphe uyandırmaması, sorgulanmaması ve söz konusu “sapma ve hataların, orijini değiştirilmiş antik alfabe- krallık – şehir- tanrılar panteonu ad ve yazıların, hatta kronolojik hataların”, Türk tarihçiler tarafından dünya kamuoyu gündemine getirilmemesi oldukça düşündürücü bulunmuştur!
Bu bağlamda “antik alfabe, şehir, devlet, kavim, kral, krallık, mitoloji, tanrı – tanrıça – tapınak vs… adlarının” değiştirilmesinde, ayrıca kronolojik sapmaların yapılmasında ve böylesine “bilimsellikten uzak, sübjektif (taraflı) Batı menşeli antik tarihin” bugünlere kadar rahatlıkla gelip, zihinlerde kök salmasında, pek çok Türk devlet ve bilim insanlarının da birinci derecede sorumluluk payları olduğunu ileri sürmek, kanaatimize göre abartılı bir tespit olmayacaktır. Çünkü bilimsel veri ve kanıtlara dayanılarak, söz konusu “antik tarih mirası” üzerinde gerçek anlamda hak sahibi oldukları ileri sürülen Türklerin, bu eşsiz mirasa zamanında ve gerektiği ölçüde sahip çıkmadıkları belirlenmiştir. 18. ve 19. yüz yıllar ve akabinde 20. ve 21. yüzyıllar da dahil olmak üzere, genelde Türk bilim insanlarının bu konuyu – konunun hayati önemi nispetinde – ele almamış olduklarını üzülerek ifade etmek zorundayız. Hatta Türklerin, yaşadıkları bu değerli topraklarda, bilhassa gözlerinin önünde duran muhteşem güzellik ve değerdeki antik tarihi eserlerin, yabancılarca tetkik edilmesine, ortaya çıkarılmasına ve pek çoğunun da alıp götürülmesine, yüzyıllarca sadece seyirci kalmış olduklarını söylemek mecburiyetindeyiz… Elbette ki “1923 – 1938 Büyük Atatürk Dönemi” bu tespitimizin dışındadır.
Şöyle ki söz konusu bu altın zaman dilimi, her hususta olduğu gibi, “objektif antik tarih çalışmaları” hususunda da, Büyük Atatürk’ün sayesinde altın bir çağ olmuştur. Ancak bu dönem öncesinde ve sonrasında, pek çok Türk aydını, devlet adamı, tarihçi! vs, yüzyıllarca ihmal edilen “Antik Türk Tarihi Konusunu” ciddiyetle ele alıp, o güne kadar yapılan vahim ihmalleri, Büyük Atatürk’ün değerli uyarıları doğrultusunda telafi etme yoluna gidecekleri yerde, “Antik Türk Tarihini” görmemezlikten gelmeye devam etmiş ve bu konuda Batılıların kendilerine dayatmış oldukları sözde bilgileri benimseyerek, bunları hiçbir şekilde sorgulamadan, doğru olup, olmadıklarını araştırmadan, olduğu gibi, hatta “gökten inmiş ilâhi gerçekler” gibi kabul etmiş olduklarını söyleyebiliriz.[4] Daha da vahim olanı şudur ki; bu konuyla ilgili düşünen, araştırma ve sorgulama yapan, bilimsel arkeolojik kanıtları gün ışığına çıkarmaya çalışan doktora öğrencilerinin takdir edilerek, teşvik edilmeleri gerekirken, maalesef engellenmekte oldukları bizzat müşahede edilmiştir… Oysaki henüz 19. yüzyılda tarafsız Batılı bilim insanlarının, “emperyalist devletlerin 18. yüzyıldan itibaren uyguladıkları stratejilerle ve devreye soktukları spekülasyonlarla, antik tarihi etkileri altına almaya çalıştıklarını” açıkça dile getirdiklerini görebiliyoruz. Örneğin 1882 yılında, İtalya Turin Üniversitesinden Profesör Karlo Kipolla konuyla ilgili şu hususlara dikkat çekmiştir; “yabancı akademisyenlerin İtalyan antik kaynaklarıyla yakından ilgilenmeleri beni endişelendirmektedir… Bu toprakların geçmişini ortaya çıkaracak olan belge ve eserlerin ortadan kaybolma (vanish) riski vardır. Söz konusu bu zenginliklere bizler sahip çıkmalıyız ve antik eserlerin, her sene dışarıdan bu topraklara hücum eden yabancılarca çalınmalarına izin vermemeliyiz. Kendi tarihimizi kendimiz yazmalıyız, ayrıca kendi kroniklerimizi ve arşivlerimizi de, yine kendimiz yayınlamalıyız.” [5]
Ne ilginçtir ki henüz 19. yüzyılda bu İtalyan bilim adamı, kendi topraklarında bulunan, ancak “kendi atalarına ait olmayan bir antik tarih mirasını” dahi, bu kadar büyük bir özen, titizlik ve azimle korumaya ve sahiplenmeye çalışırken, “bu mirasın gerçek sahibi olduğu ifade edilen Türklerin”, ne Osmanlı İmparatorluğu zamanında, ne de 1938 sonrasında, kanaatimize göre bu hassasiyetin yüzde birini dahi göstermemişlerdir! Oysaki bazı tarihçiler, “Ancak 1916 yılında ulus devlet olabilen İtalyan milleti tarihinin, antik Roma çağına kadar izinin sürülmesinin mümkün olmadığını” belirtmişlerdir.[6] Aynı durum Grekler için de söz konusudur… Bilindiği üzere, önce Rusya, daha sonra da İngiltere’nin kışkırtma ve destekleri ile, ayrıca Grek kökenli Osmanlı devlet ve iş adamları, Filik-i Eterya örgütü – Grek patriği ve Grek metropolitler liderliğinde 1821’den itibaren başlayan Grek ayaklanmaları, Osmanlı tebaası olan Grek azınlıkları örgütleyip – silahlandırarak, Türk resmi makamlarına ve Türk halkına saldırı ve katliamlarda bulunmalarıyla sınırlı kalmamıştır… Diğer yandan da Grekler, Türklerin elinden alıp, sahiplenmek istedikleri Doğu Avrupa toprakları ve çeşitli Ege ve Akdeniz adaları hakkında “Grek yanlısı bir antik tarih senaryosu kurgulayarak, bu senaryoyu ustaca devreye sokmuş ve sözü edilen bütün bu toprakların aslında antik Grek atalarına ait olduğu” iddiasını ortaya atarak, bu mesnetsiz iddianın Batılılarca da hararetle desteklenmesini sağlamışlardır.[7] Oysaki objektif antik tarih uzmanları, “1840 yılına kadar Greklerle ilgili herhangi bir orijinal tarihin olmadığına” bilhassa dikkat çekmişlerdir.[8]
Görüldüğü üzere 18 ve 19. yüzyıllarda devam eden “antik tarih tartışmalarıyla ortaya atılan mesnetsiz Grek ve İtalyan iddialarına” Türklerin hiçbir şekilde taraf olmamaları, itirazda bulunmamaları, kanaatimize göre hem çok şaşırtıcı, hem de üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken fevkalâde önemli bir husustur! Bunun neticesinde Türkler, çok büyük zararlara uğramışlardır ve halâ da uğramaktadırlar… Şöyle ki Türkler; hem kendi öz atalarına ait olan muhteşem zenginlikteki antik eserlerin Grekler ve İtalyanlarca kolayca sahip çıkılmasına neden olmuşlardır; bir başka deyişle bu kıymetli antik mirası, bizzat kendi elleriyle onlara sunmuşlardır; hem de Batılıların ağır iddia, hakaret ve suçlamalarının da hedefi olmuşlardır… Şöyle ki Batılılar, “Türklerin medeniyete hiçbir katkı sağlamadıklarını, Türklerin barbar, göçebe ve ilkel kavimler olduklarını, yaşadıkları topraklarda hak sahibi olmayıp, işgalci konumunda bulunduklarını, Türklerin devlet idaresinde aciz kaldıklarını, yakıp, yıkmaktan başka hiç bir şey bilmediklerini vs…” iddia etmişlerdir... Böylece Türkler, dünya kamuoyu gözünde de küçük düşürülmeye çalışılmıştır… 18. Yüzyıldan itibaren Türklere yönetilen söz konusu bu asılsız iddia ve suçlamaların, 21. yüzyılda da, maalesef devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz… Çünkü Türkler, Büyük Atatürk’ün onları hassasiyetle uyarmış olmasına rağmen, 21. yüzyılda dahi, antik tarihlerine sahip çıkmamakta ve Türkleri destekleyen bunca önemli – bariz bilimsel kanıta rağmen, halâ antik tarihlerini ortaya koymamaktadırlar!
Diğer yandan “her kademedeki Grekler, başta Grek devleti – Grek dışişleri bakanlığı, Grek cemiyetleri – dernekleri – kulüpleri – patrikhanesi, metropolleri, diasporası vs… – kısacası resmi ve gayri resmi – top yekûn – btün kuruluş ve kurumlarıyla Grekler”, antik tarihe titizlikle, ısrarla sahip çıkmakta ve ünlü antik küavimlerin kendi ataları olduğunu sürekli vurgulamaktadırlar… Bu bağlamda Grekler, “Anadolu Türk topraklarının, Kıbrıs’ın, hali hazırda Türklere ait kalabilen çok az sayıdaki birkaç adanın” dahi kendilerine ait olduğunu öne sürerek, sürekli olarak Türkler aleyhinde iddia, suçlama ve taleplerde bulunmaktadırlar… İstanbul Grek patriği Barthelomos, “ekümeniklik iddiasıyla” İstanbul’da “Vatikan Modeli” bağımsız bir Grek din devleti kurma çalışmaları içindedir… Ayrıca geçmişten günümüze Grek patrikler, “Binlerce Yıllık Kadim Türk Yurdu Anadolu’nun”, onların binlerce yıllık ata yurdu olduğunu dahi iddia etmektedirler! Hıristiyan Batılıların, tarihte olduğu gibi, çağımızda da her hususta Grekleri destekledikleri “Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporlarında, ABD ve Avrupalı devlet adamlarının Türkiye ile ilgili demeçlerinde” açıkça görülebilindiğini ifade edebiliriz… Türkiye’yi yakından ilgilendiren söz konusu bu hayati hususların, özellikle Büyük Türk Ulusundan gizlenmekte olduğuna da, kanaatimize göre dikkat çekmek gerekmektedir. Ancak lisansüstü öğrencilerinin “söz konusu bu raporlara değinmeleri ve böylece Türklerin aleyhine olan bazı hususları gün ışığına çıkarmaları” maalesef ki engellenmektedir.
Oysaki gerçek “Antik Türk Tarihinin” deşifre edilmesiyle, Türklerle ilgili mesnetsiz ezberlerin ve önyargıların tamamen ortadan kaldırabileceğini ve Türklere, göz kamaştırıcı, ışıltılı yeni ufuklar açabileceğini rahatlıkla ileri sürebiliriz… Onun içindir ki, diğer üstün meziyetlerinin yanı sıra, aynı zamanda çok da iyi bir tarihçi olduğu ifade edilen ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız husus ve bilgilere vakıf olan Büyük Atatürk, “Antik Tarihi” Batılıların tasallût, önyargı ve tekelinden kurtarmak istemiş ve Antik Türk Tarihinin, Türkler tarafından bizzat araştırılarak, bilimsel veri ve kanıtlara dayanılarak gün ışığına çıkarılmasını ısrarla ve önemle talep etmiştir. Büyük Atatürk bu amaçla, Türk Tarih Kurumunu, Türk Dil Kurumunu, Dil – Tarih – Coğrafya Fakültesini kurmuş ve antik tarih ile ilgili arkeolojik araştırma ve çalışmalara da bizzat öncülük etmiştir… Kanaatimize göre Büyük Atatürk’ün açmış olduğu yolda başlayan söz konusu bu antik tarih araştırma ve çalışmaları, o günkü ciddiyet, şevk ve hızıyla devam edebilseydi, “Antik Türk Tarihi” bütün görkem ve muhteşemliği ile ortaya çıkarılmış ve bugüne kadar dünya kamuoyuna duyurulmuş olacaktı. Böylece “Antik Tıp Tarihinde” de Türklerin ne kadar ileri bir seviyede oldukları ve tıp dünyasına da nasıl öncülük etmiş oldukları da anlaşılmış olacaktı.
Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere, Batılı devlet ve bilim! adamları, kendi ülkelerinin çıkarlarını temin misyonuyla “antik kavimlerin, Türklerle olan akrabalık bağlarını ortaya koyabilecek olan antik adları” tamamen değiştirmiş ve kamufle etmişlerdir. Örneğin İtalyanlar Asenalara “Etrüskler”, Grekler ise “Tyrianlar – Tryrsenoi – Tursenoi” demişlerdir.[9] Hatta bunlar, alfabe ve kültürel özellikleriyle Türklerle ilişkilendirilebilinen Hititler, Sümerliler, Lidyalılar, Karyalılar, Sakalar vs… gibi pek çok antik kavimlerin adlarını da değiştirmişler ve onlara “Fenikeliler, Krimerler, Frigyalılar, Lidyalılar, Denizci Kavimler, Tiranlar, Sidoyanlar, Palasklar, Syintiyanlar, Troyalılar, Trakyalılar, Doryalılar vs…” gibi akıl karıştıran, “bu kavimlerin gerçek etnik kimliklerini gizleyen” pek çok adlar takmışlardır… Bunun içindir ki objektif antik tarih uzmanları, antik kavimlerle ilgili olarak iki hayati derecede önemli hususa dikkat çekmişlerdir; bunlardan birincisi bu kavimlerin gerçek adlarının ortaya çıkarılması, yani “o kavimlerin kendilerini nasıl adlandırdıkları” ve ikincisi de,“bu kavimlerin alfabeleri, yazıları başta olmak üzere, nesiller boyu sürdürebildikleri belirgin kültürel özellikleridir”…[10]
Söz konusu bu kriterler dikkate alındığında Türklerin, ataları olan Etrüskler – Hititler – Sümerler vs… ile olan akrabalık bağlarını ortaya koyan “güçlü kanıt ve bilgilerin” olduğu ileri sürülmüştür. Hatta 2007 yılında Etrüsklerin Türklerle akbalık bağları DNA testleriyle de kanıtlandığı ifade edilmiştir. Profesör doktor Alfred Toth konuyla ilgili şu hususu ifade etmiştir; “2003’den itibaren yapılan genetik çalışmalar neticesinde – 2007 yılında, Etrüskler ve Türkler arasında biyolojik ve genetik bağların bulunduğu ispat edilmiştir…[11] ” Türklerin antik kavimlerle akrabalık bağlarıyla ilgili söz konusu bu bilgi ve veriler oldukça kapsamlı olduğundan, konumuzun dışına çıkmamak adına, bu konuya sadece kısa bir özet olarak değinmeye çalıştık…
Şimdi yukarıda değinmiş olduğumuz tespitler ışığında, Türklerin Atası olan Göktürklerin – Batı istikametine doğru göçler gerçekleştiren ana kollarından biri olan “Asenaların (Etrüsklerin)”[12] tıp ilmine katkılarına özetle değinmek isteriz. Bilindiği üzere Tıp İlminin babası olarak kabul edilen “Hipokrat – Hippocrat” ki, bu da “değiştirilmiş” bir Grek adlandırmasıdır…[13] Aslında “Hippocrat ya da Hipokrat” adının, söz konusu bu hekimin gerçek adı olmadığı, ona takılan bir lâkap olduğu dile getirilmiştir. Tıpkı “Barnabas İncili” yazarı olduğu söylenen ve Hz. İsa’nın en yakın havarisi olduğu ifade edilen Kıbrıslı Yusuf’a verilen “Barnabas” adının da bir lâkap olduğu gibi… Bu yüzden “Homer?, Hesiod?, Herodot?, Plato?, Aristo?, Sokrat? vs…” gibi adlarda olduğu üzere, “Hipokrat” ? adına da oldukça temkinli yaklaşmanın ve görünenin arka planında gizlenen gerçeği aydınlatmanın önemli olduğunu vurgulamak isteriz.
Bilindiği üzere Etrüsklerin, (yani Gök-Türk Asenalar – çünkü Etrüskler kendilerini bu şekilde adlandırmışlardır)) panteonlarında yer alan “Gök-Türk Asena Tanrı ve Tanrıçaların Adları”, Etrüsklerden sonra tarih sahnesine çıkan Grek ve İtalyanlarca, kendi yorumlarına göre değiştirilmiş ve bunlara farklı adlar takılarak, kendilerine mâl edildiği belirtilmiştir. Bunlardan ön plana çıkan bazı örnekler vermek isteriz: “Aplu/Alpan (Apollon), Turan (Aphrodit – Venüs), Turan’ın Oğlu Turna (Eros – Cupid), Minerva (Athene), Artume/Atun (Artemis – Diana), Bakkoy (Bacchus- Dionysios), Turms (Hermes), Herkle – Erkle – Erlik (Herakles – Hercules) vs…” Antik kaynaklarda, tabletlerde, ünlü Asena (Etrüsk) bronz aynalarında, bronz – gümüş – altın ve mermer sanatsal objeler üzerinde yer alan yazılarda, kaya ve anıt mezar yazıtlarında vs… özellikle Asena (Etrüsk) Tanrıçası Minerva’nın “hastaları tedavi etme, iyileştirme maharetine ve gücüne sahip olduğu, bu bağlamda insanlara sağlık, şifa ve canlılık bahşettiği” ön plana çıkartılmıştır.[14] Ayrıca Etrüsk Tanrıçası Minerva’nın, Minerva gibi, “sağlık kazandırma – iyileştirme ve şifa verme” özellikleri atfedilen Asena (Etrüsk) Tanrısı Aplu’nun[15] kız kardeşi olduğu da ifade edilmiştir.
Bu bağlamda “antik çağlardaki tıp ilminin başlangıç ve gelişme noktasının”, sağlıkla ilgili Tanrı ve Tanrıçalara atfedilen “Sağlık Tapınaklarıyla” başladığına dikkat çekilmiştir. Söz konusu bu tapınakların, şifalı kaynak suları – kaplıcalar yakınlarında, bol oksijen ihtiva eden, temiz havalı yüksek tepelere inşa edildiği ve bu şifa tapınaklarının sağlık, şifa ve tedavi hizmetleri sundukları söylenmiştir… Bu tapınaklarda, Tanrı veya Tanrıça adına – aracı olarak hareket eden – görev yapan “kutsal baş-rahibe veya baş-rahip ile tapınakta görevli olan diğer rahip ve rahibelerin”, toplumun “sağlığı – fiziki ve ruhsal hastalıkları, salgın hastalıklar, ilaç yapımı, bitkisel tedavi, tedavi seansları, dinsel ayinler, psikolojik telkinler, kurban merasimleri vs… gibi aktiviteleri“ düzenleyip, yürüttükleri dile getirilmiştir. Bu bağlamda “dinsel temelle” atıldığı ifade edilen Asena (Etrüsk) tıp ilminin, zamanla gelişip, ilerleme kaydederek, oldukça yüksek bir bilimsel düzeye ulaştığı ileri sürülmüştür.[16]
Belli başlı Etrüsk şehirlerinde yapılan arkeolojik kazılarda bulunan çeşitli maket vücut parçalarının (özellikle gövdede bulunan iç organları betimleyen kırmızı çamurdan yapılan objelerin (terra-cotta statues and figurines showing incision and internal organs), ayrıca el – ayak heykellerinin) tıbbı eğitim ve anlatım amaçlı olarak Etrüsklerce kullanıldıkları dile getirilmiştir. Örneğin Tarkan (Tarquinian) şehri ressamlarınca çizilen ve heykeltıraş sanatçıları tarafından yapılan çeşitli iç ve dış vücut parçaları, tıp eğitiminde ve bilhassa ameliyat işlemlerinde, ameliyat bölgesinin belirlenmesinde ve yapılacak olan işlemlerin tıbbi izahında kullanıldıkları ifade edilmiştir.[17] Bu bağlamda felsefenin doğuşundan çağlar öncesinde dahi, “Tanrı ya da Tanrıça adına inşa edilen Sağlık Tapınaklarında, insanlar ile Tanrı veya Tanrıça arasında aracı olarak hareket ettikleri vurgulanan” kutsal rahip ve rahibe – hekimler tarafından, en erken dönem tıbbı uygulamalarının ve ilaç yapımının büyük bir gayret ve başarıyla uygulandığı belirtilmiştir.[18]
Ayrıca bu Sağlık Tapınaklarının bulunduğu bölgelerde yapılan arkeolojik kazılarda, tıbbı rapor ve bilgilerin de yer aldığı eserleri barından “tapınak arşivleri ve zengin şehir kütüphaneleri” bulunduğuna da değinilmiştir. Örneğin Bergama Antik Kütüphanesinde, çok sayıda tıbbı eser de ihtiva eden, takriben iki yüz bin adet papirüs rulonun (silindir şeklinde sarılmış – el yazması eserlerin) bulunduğu kayıt edilmiştir; bu papirüs rulo şeklindeki tıbbi kitap koleksiyonlarında, “zatürree, sıtma, verem, veba vs… gibi hastalıkların tanımlanması, teşhisi ve tedavisi anlatılmış, ayrıca kemik kırık ve çıkıklarında – kemiğin yeniden yerine oturtulmasına değinilmiş, yaraların tedavisi ve bandajlanması, baş ağrıları, miğde ağrıları, bebek doğumu ve sağlığı, göz hastalıkları, diyet ve egzersiz, profesyonel açıdan hekimlerin görevleri, hekimlerin ahlâki açıdan hastalarına karşı nasıl davranmaları gerektiği vs…” gibi çeşitli tıbbı konuların ele alındığı ifade edilmiştir.[19] Ayrıca antik çağlarda yaşayan insanların, “kehanetlere – kahinlere, büyü ve büyücülere büyük önem verdikleri, insanüstü güçlere sahip olduklarını varsaydıkları Tanrı ve Tanrıçalara inanıp, onları yücelttikleri, onlara kurbanlar adadıkları göz önüne alındığında, bu rulo kitapların, söz konusu büyü, ya da batıl tedavi yöntemlerini içeren uygulamalara hiçbir şekilde yer vermemiş olmalarının oldukça dikkat çekici bir husus olduğu” vurgulanmıştır.[20]
Söz konusu Sağlık Tapınaklarına kabul edilen hastanın bir dizi işleme tabi tutulduğu ifade edilmiştir; ilk olarak hastanın fiziksel ve içsel olarak arındırılmasına önem ve öncelik verilmiştir. Bu bağlamda hasta tapınağın banyolarına götürülerek, özel kokulu sabun ve şampuanlarla iyice yıkanıp, temizlenmiş ve daha sonra da güzel kokulu – rahatlatıcı bitkilerle masaja tabi tutulmuştur. İlk bir iki gün genel olarak yiyeceklerden uzaklaştırılan ve oldukça sıkı bir perhize sokulan hastanın miğde ve bağırsak gibi iç organlarının temizlenip arındırılması sağlanmıştır. Daha sonra tapınağa kurban olarak adanan hayvanların etlerinden küçük porsiyonlarda yemesine izin verilmiştir. Şifa Tapınaklarında hasta kişinin hayâl gücünü harekete geçirmek, içsel bir meditasyon yapmasını sağlamak vs… gibi pek çok yöntemin uygulandığı ifade edilmiştir. Bu yöntemler neler olmuştur? Örneğin hastanın ruhuna sükunet veren yavaş bir müzik eşliğinde, doğayla iç içe yapılan huzur verici dinsel ayinler tertip edilmiştir, hastanın el ve ayakları toprakla temas ettirilerek, hastanın doğayla bütünleşmesi sağlanmıştır. Böylece hastanın, uygulanan tedaviye olan güveni ve sağlığına kavuşacağına dair inancının perçinlendiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca hayvanların insanlara sağladığı pozitif etkilerden de yararlanıldığına dikkat çekilmiş olması ilginçtir…[21] Böylece hastanın zihinsel, ruhsal ve fiziksel olmak üzere, her açıdan rahatlaması, oyalanması, eğlendirilmesi ve moral bulmasının temin edilmesine önem verildiği ifade edilmiştir. Günümüzde de her hastalıkta olduğu gibi, “kanser gibi son derece ciddi ve öldürücü bir hasatlıkta” dahi, hastanın moralinin yükseltilmesi ve iyileşeceğine dair olumlu duygular içinde olmasının sağlanmasının, tedavi ve iyileşme sürecinde, fevkalâde önemli rol oynadığı hekimlerce vurgulanmaktadır… Binlerce yıl öncesinde yukarıda bahsetmiş olduğumuz uygulamaların, hastanın tedavisine son derece olumlu katkı sağladığına antik atalarımızın inanmış olmaları ve hastanın moralini yükseltici çeşitli uygulamalarda bulunmaları oldukça dikkat çekici bulunmuştur…[22]
Şimdi de adına pek çok Sağlık Tapınakları inşa edilen, antik çağların en ünlü hekimlerinden, Tanrı Aplu’nun (Apollon’un) oğlu olduğu ifade edilen Rahip-Hekim Askilpiade’den (Asclepiad’den?) bahsetmek istiyoruz. Hatırlatmak isteriz ki, farklı eserlerde farklı harflerle ve yorumlarla yazılmış olan Askleipos / Asclepios vs… ? adları da, Greklerce maalesef değiştirilmiş – tahrif edilmiş adlardandır. Ancak asıl önemli olan husus şudur ki; Hipokrat lâkaplı hekim dahi, söz konusu bu ünlü Etrüks (Gök-Türk Asenalı) Rahip-Hekim Askilpiade’den etkilenmiş ve onun öğretilerinden yararlanmıştır. Rahip – Hekim Askilpiade’nin, ilk olarak hastalarının şikayetlerini dikkatle dinlediği, belirtileri tetkik ettiği ve hastalarının tapınakta gecelemelerini sağlayarak, onların gece görecekleri rüyaları, sabah olunca kendisine anlatmalarını söylediği ve ertesi gün rüyayı dikkatle dinledikten sonra, tapınak rahibe ve rahipleriyle istişarede bulunduğu ve kendince bir teşhis koyarak, hastasına bir tedavi metodu belirlediği ve buna göre ilaç ya da ilaçlar uyguladığı dile getirilmiştir. Söz konusu bu ilaçların, basit – hafif bitkisel ilaçlardan başlayarak, oldukça ağır – zehirleme olasılığı dahi bulunan, tehlikeli – ağır ilaçlara kadar geniş bir yelpazede olabileceği ifade edilmiştir. [23]
Ünlü Rahip-Hekim Askilpiade’nin “yarı dinsel, yarı tıbbi uygulamalarının”, kendinden sonraki çağlarda da tıp ilmine büyük faydalar sağladığı, hekimlerce ifade edilmiştir. Bu son derece önemli uygulamalardan kısaca bahsetmek isteriz; Sağlık tapınaklarının baş-rahip hekimi ya da baş-rahibe-hekimi ve onların yardımcıları konumunda olan tapınak rahip ve rahibelerinin, hastaların durumunu, hastalık belirtileri, hastaya konulan teşhis, hastaya uygulanan ilaçlar ve etkilerini muntazam raporlar halinde tuttukları ve bu raporları tapınak arşivlerinde titizlikle muhafaza ettikleri dile getirilmiştir. Ünlü Rahip-Hekim Askilpiade’nin (Asclepiade’nin) her hastası için ayrı ayrı rapor tuttuğu, hastasının şikayetlerini, hastalığın fiziksel belirtilerini, hastalıkla ilgili kendi gözlem ve analizlerini, hastasına koymuş olduğu teşhisi, uyguladığı ilaç tedavisini, kullandığı özel ilaç, iksir ve karışımları vs… tek tek yazdığı ve bu bağlamda oldukça dikkatli raporlar tuttuğu dile getirilmiştir.
Ancak günümüz bazı Batılı hekimlerin ve akademisyenlerin, Hipokrat ve onun haleflerinin, “insan anatomik bilgisi – hastalık belirtileri – isabetli teşhis ve tedavi, ilaç yapımı vs. gibi tıbbi konular hakkında”, Antik Sağlık Tapınaklarının rahip–hekim, rahibe-hekimlerden yararlandıkları hususunu fazla önemsemedikleri, oysaki Hipokrat’ın ve onun öğrencisi olan sonraki jenerasyon hekimlerin, “Antik Sağlık Tapınaklarında dikkatle arşivlenen söz konusu bu önemli hekim raporlarından büyük ölçüde yararlandıkları ve bu raporlardaki bilgiler ışığında hastalık belirtilerini tanıdıkları, hastalara isabetli teşhisler koyabildikleri ve çeşitli ilâçlar uygulayabildikleri ve aslında Hipokrat’ın, Etrüsk Tanrısı Aplu’nun (Apollon) oğlu, ünlü Rahip–Hekim Askilpiade’nin (Asclepiade’nin?) bir bakıma halefi olduğu” vurgulanmıştır.[24] Bu bağlamda Hipokrat’a atfedilen “Tıbbın Babası” payesinin, aslında Etrüsk (Gök-Türk Asena) Tanrısı Aplu’nun oğlu, çağının en ünlü Rahip – Hekimi olan Askilpiade’ye ait olduğu kanaatini taşımaktayız.
Şöyle ki “Asenaların (Etrüsklerin) tıbbı ilimlerde, tıbbı eserlerin yazılımında, diş hekimliğinde, ilaç yapımında, tıbbi raporlar içeren arşiv düzenlemelerinde, iç ve dış organları gösteren maket yapımında oldukça maharetli ve yetenekli olduklarına dair pek çok referansın, antik literatürde yer aldığı”, antik tarih uzmanlarınca dile getirilmiştir.[25] Ayrıca Asenaların (Etrüsklerin) “diş hekimliği” konusundaki üstün başarıları da övülerek, onların “diş tedavilerinde” çok ileri düzeyde olduklarına dikkat çekilmiştir; İtalya’da gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda bulunan insan başı iskeletleri ağızlarında mükemmel protez örneklerinin bulunduğu, hatta protez dişleri sabitleyen altın veya diğer metallerden yapılmış olan sanatsal incelikte köprülerin, altın veya diğer maddelerden yapılmış kuron diş kaplamaların ve dişlerle ilgili diğer teknik işlemlerin görülmesinin, hem çok şaşırtıcı, hem de oldukça etkileyici olduğu vurgulanmıştır.[26]
Aslında Asenaların (Etrüsklerin) tıp ilmi ile ilgili söz konusu bu başarılarının gayet doğal karşılanması gerekir kanaatindeyiz, çünkü onların genel olarak yüksek bir medeniyet seviyesine sahip oldukları ve Avrupa topraklarına ilk kez medeniyet götüren kavimler oldukları, istisnalar hariç olmak üzere, konunun uzmanı birçok bilim insanı tarafından kabul görmüş ve ifade edilmiştir. Asenaların (Etrüsklerin) genel olarak tıbbı uygulamalardaki başarıları ve özellikle diş hekimliği konusunda dikkat çeken maharetleri, onların ne kadar yüksek bir medeniyet seviyesine sahip olduklarını bir kez daha teyit etmiştir. Hatta ağızlara uygulanan altın ya da metal köprülerin, altın dış kaplamaları ve altın protezlerin, Asya’dan Anadolu’ya, Türk toplumlarında oldukça yaygın bir uygulama geleneği olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda tıp ilminin başlaması ve gelişmesinde Asena Türklerinin (Etrüsklerin) büyük katkıları olması da gayet tabiidir. Kendilerinden sonra gelen nesillere tıp ilminde büyük katkılar sağlayan, antik çağın söz konusu bu iki ünlü hekiminin (sırasıyla önce Askilpiade ve daha sonra Hipokrat’ın) mercek altına alınması, onların gerçek kimliklerinin aydınlığa kavuşturulmasında da yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Batılılarca ve bilhassa Greklerce sürekli olarak ön plana çıkarılan ve ısrarla Grek olduğu iddia edilen ve Greklerce “Hipokrat” ? olarak adlandırılan bu hekim gerçekte kimdir? İlk olarak şu hususu belirtmek isteriz ki, söz konusu bu hekime atfedilen “Tıbbın Babası” unvanının, aslında Askilpiade’nin hakkı olduğu ifade edilmiştir. Şöyle ki, bazı antik tarihçiler, Hipokrat’ın dahi izinden gittiği ve ondan büyük ölçüde faydalanarak, tıbbı konularda pek çok şey öğrendiği “Tanrı Aplu’nun oğlu olması nedeniyle, Yarı Tanrı sayılan – Rahip-Hekim Askilpiade‘nin tıp ilminin babası olma unvanını daha fazla hak ettiğini” ileri sürmüşlerdir.[27] Bir kez daha altını önemle çizmek isteriz ki, Asclepiade adı da “Grekce” bir adlandırmadır, tabi ki yanıltıcıdır ve söz konusu bu Rahip-Hekimin Etrüsk(Türk) etnik orijinini gizlemeye yöneliktir!
Yaşadığı çağın en ünlü hekimi olan “Askilpiade” denilen bu Yarı Tanrı – Rahip-Hekim kimdir? Araştırmalarımız bizi oldukça ilginç bilgilere götürmüştür; “Askilpiade, ünlü Asena (Etrüsk) Tanrısı “Aplu’nun” (Hittitçe Appu’nun ; Grekçe Apollon’un) oğludur”: Onun “hastalıkları iyileştirme gücüne sahip olan tanrı babasından bu bilgi ve becerileri aldığı ve bu bağlamda kendisinin de yarı – insan, yarı – tanrı bir hekim olduğu ve modern tıbbın da babası sayılabileceği” ifade edilmiştir. [28] Her halükarda babası Tanrı Aplu’nun da “hastalıkları iyi etme gücüne sahip olan bir tanrı olduğu[29] ve bu özel yeteneklerinin oğlunda ve kız kardeşi Tanrıça Minerva’da da bulunduğu” dile getirilmiştir. Antik tarihte, en erken dönem tıbbı uygulamaları ve ilaç yapımının, Etrüsk Tanrısı Aplu’nun oğlu zamanında “rahip-hekim ya da rahibe hekimler” tarafından uygulandıklarına dair kanıtlar bulunduğunun dile getirilmiş olunması dikkat çekicidir. [30]
Şöyle ki, Tanrı Aplu’nun kızkardeşi olduğu dile getirilen ve “Savaş Miğferiyle – Görkemli Heykelleriyle” betimlenen “Etrüsk Tanrıçası Minerva” da bir yandan savaşlarda kendisine inananların koruyucu tanrıçası olarak görülmüş, bir yandan da yaralı askerlerin ölümcül yaralarını tedavi eden, onları iyileştiren, hatta askerleri hayata bile döndürebilen tanrıça olarak tanıtılmıştır. Ayrıca Etrüsk “Sağlık Tapınaklarında” görev alan “kadın rahibe – hekimlerden” özellikle söz edilmesi, onların Türk kökenlerine işaret eden önemli bir kanıt olduğunu ileri sürebiliriz. Çünkü söz konusu bu bilgiler, Etrüsk kadınlarının, erkeklerle eşit şartlarda tıp sahasına girmelerine izin verildiğini, aynı tıbbı ahlâki ilkelere uymalarının beklendiğini, sağlık tapınaklarında hekimlik yapmalarına izin verildiği bilgileriyle örtüşmektedir…[31] Söz konusu bu bilgiler, kadınların erkeklerle eşit görüldüğü ve kadınların, hayatın her alanına katıldığı Asena (Etrüsk) toplum kültürünün, yani “Antik Türk Kültürünün” en belirgin özelliklerindendir…[32] Antik çağlardan itibaren Türk toplumlarında kadının erkekle eşit görüldüğü, erkeklerin yaptıkları her işi yapabildikleri, eşit eğitim aldıkları ve cemiyette her zaman kadının saygın bir yeri olduğu vurgulanmıştır.
Türk kadınlarının bu özgür ve saygın statüsü, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin zamanla Emevi Arap ve eski Grek adetlerini benimsemeleri ile son bulmuştur. Cumhuriyetle birlikte Türk kadınları, lâyık oldukları geleneksel tarihi hak ve özgürlüklerine, Büyük Atatürk sayesinde yeniden kavuşmuşlardır. Ancak 1938 sonrasında kadınlar, söz konusu bu hak ve özgürlüklere maalesef gerektiği ölçüde sahip çıkmamışlardır; böylece Türk kadınları, Osmanlı döneminde olduğu gibi, pek çok erkek tarafından aşağı görülmeye, kapanmaya, evlerde kapalı tutulmaya, eğitimden ve cemiyet hayatından mahrum bırakılmaya yeniden mahkum edilmişlerdir… 21. yüzyılda dahi Türk kadınları durumunun, binlerce yıl öncesi Türk kadınlarının durumundan daha geride olduğunu üzülerek ifade etmek isteriz! Benzer şekilde antik çağların Grek ve Roma toplumlarında yaşayan kadınların erkeklerden aşağı görüldükleri gibi… Söz konusu bu antik çağ kadınlarının statüsü, Asena (Etrüsk) kadınlarının statüsünden tamamen farklı olduğu pek çok kaynakta dile getirilmiştir. Birçok antik tarih kaynakta, antik Grek ya da Roma toplumları kadınlarının, erkeklerle eşit görülmedikleri, hatta erkeklerden aşağı görülerek, himaye ve baskı altına alındıkları ve cemiyet hayatından tamamen soyutlandıkları belirtilmiştir.[33]
Böylece söz konusu Grek ve geç dönem Roma toplumlarında “kadın tanrıçalara tapınılması, ya da maharetli kadın-hekimlerin olması, tapınaklarda baş dini görevli rahibe – hekim kadınların olabilmesi vs…” , antik Grek ve Romalılarla ilgili genel kabul görmüş bilgiler ışığında mümkün görünmemektedir. Görüldüğü üzere bu durum, aslında Etrüsklere (Asenalara – Gök-Türklere) ait olan “antik tanrı ve tanrıça panteonunun, tarihsel ünlü kişilerin ve top yekûn antik medeniyetin” Greklerce ya da İtalyanlarca nasıl haksız ve mesnetsiz yere sahiplendiğinin de önemli bir göstergesidir. Objektif antik tarihçiler, Latin kültürünün temelini atan Etrüsk (Gök-Türk Boyu Asena) medeniyetinin muhteşem ve göz kamaştırıcı olduğunu, büyük hayranlık uyandırdığını ve en önemlisi de, Etrüsk kültür ve medeniyetinin, Grek kültürüyle tamamen zıt olduğunu bilhassa vurgulamış[34] olmaları oldukça anlamlıdır.
Hal böyle olunca, “antik çağların ilk tıbbı uygulamalarını gerçekleştiren Sağlık Tapınaklarının, bu tapınaklarda uygulanan dinsel ve fiziksel tedavilerin, maharetli kadın hekimlerin, hayranlık uyandıran diş hekimliğinin, bitkisel ve kompleks ilâç yapımının, bilimsel gözlemlere dayanan teşhis ve tedavi yöntemlerinin, sağlık konularıyla ilgili yılanın evrensel bir amblem yapılmasının, titizlikle tutulan ilk tıbbi raporların, papirüs rulolarının, deri üzerine el yazmaların, tabletlerin, önemli tıbbi eserlerin de yer aldığı, yüz binlerce arşiv raporu ve kitabı ihtiva eden muazzam zenginlikte – devasa kütüphanelerin”[35] onur ve prestijinin, artık bu mirasın gerçek sahibi olan “Etrüsklere – yani Türklere” teslim edilmesinin gerekli olduğu kanaatindeyiz.
Batılı devletlerin manevi, mali ve ilmi destekleriyle Greklerin antik çağlara ait olan her şeyi sahiplenme hırsları neticesinde, adını değiştirmiş oldukları ünlü antik bir hekime, Hipokrat ? adını takmaları, o ünlü hekimin, Grek olduğunu elbette ki göstermez! Daha önce belirttiğimiz üzere, söz konusu bu hekimin, “Sağlık Tapınakları” ekolünden, yani bir başka deyişle, antik çağların önde gelen Rahip-Hekimi, Tanrı Aplu’nun oğlu olduğu ifade edilen Askilpiade’nin (Asclepiade) ekolünden geldiği pek çok kaynakta ifade edilmiştir. Hipokrat’ın takriben 460 B.C. yılında (İsa’dan Önce) doğduğu ve yine takriben 380 yılında B.C. (İsa’dan Önce) öldüğü ve Batı Anadolu sahiline çok yakın bir Ege Denizi adası olan – Kos? adası ile özdeşleştiği dile getirilmiştir. Ancak Hipokrat ile ilgili bazı hususların karanlıkta kaldığı hususuna da dikkat çekilmiştir. Örneğin yine antik çağın ünlü isimlerinden Eflatun’un (Plato’nun) ve Aristotele’nin, Hipokrat’ın doğum ve ölüm yılları ile ilgili farklı bilgiler aktardıkları belirtilmiştir; Plato’ya göre Hipokrat’ın doğumu; takriben 427 (B.C.) – Ölümü; takriben 347 (B.C.), buna göre seksen yıl yaşamış oluyor – Aristotele göre de doğumu: takriben 384 (B.C.) – Ölümü; takriben 322 (B.C), buna göre de altmış iki yıl yaşamış oluyor… [36] Hipokrat’ın farklı aktarılan doğum ve ölüm tarihleri dışında, Hipokrat’la[37] ilgili karanlıkta kalan başka hususların da olduğu ifade edilmiştir; ona atfedilen tıbbı eserlerin, gerçekten onun tarafından yazılıp, yazılmadığının net olarak bilinmediği, ayrıca iki yüz yıllık bir zaman dilimine yayılmış olarak yazılan bu tıbbi eserlerin (Hipokrat Kitapları Koleksiyonun) hepsinin Hipokrat tarafından yazılmasının mümkün olmadığına dikkat çekilmiştir. [38] Hipokrat’a mâl edilen söz konusu bu tıbbı eserlerle ilgili dikkat çeken bir başka husus şöyledir; “Hipokrat’ın yaşamış olduğu zaman dilimi olarak belirtilen dönemden önceki çağlarda yaşamış olan İskenderiyeli hekimlerin yazılı eserlerinde, “tıbbi çalışmaları sırasında, Hipokrat’a atfedilen kitaplardan yararlandıklarını biliyoruz” ifadesine yer verilmiş olması[39] oldukça ilginçtir… Böylece konunun uzmanları, Hipokrat’a atfedilen bütün tıbbı eserlerin, onun tarafından yazılmadığı ileri sürülmüşlerdir.
Hipokrat’ın kimliğine ışık tutacak olan diğer önemli bir hususa dikkat çekmek isteriz; Hipokrat’a atfedilen tıbbı eserlerin dilinin “İyonca” olduğu ileri sürülmüştür.[40] Bu bağlamda kanaatimizce “İyonya” kelimesine de açıklık getirilmesi gerekmektedir. İyonya kelimesinin, Farsçadan türetilerek Türkçeye “Yunan” olarak adapte edildiği, dil uzmanlarınca ifade edilmiştir.[41] Bu bağlamda Greklerle ilgili elde edilen tarihi bilgiler ışığında, Grekleri “Yunan” olarak nitelendirmenin doğru olmadığını da hemen belirtmek gerekmektedir. İyonya denildiği zaman, akla gelen ilk bölge neresidir? Bu bölge, Batı Anadolu’nun günümüz İzmir, Aydın, Manisa, Muğla ve bu illere bağlı Ege sahil şeridinde bulunan yerleşim birimleriyle, bu bölgelerin kıyılarına yakın komşu adaları da kapsayan geniş coğrafi bir bölgedir. Antik tarihte “İyonya” denilen bu bölgede yaşayan kavimlere “İyonyalılar”, dillerine de “İyonca” adı verilmiştir.[42] Ancak söz konusu bu bölgede, aynı anda, ya da yakın zamanlarda “Lidya Krallığının ve Lidyalıların”[43] da hüküm sürdüğü bilinmektedir. İtalyanların “Etrüskler” olarak adlandırdıkları, onların ise kendilerini “Asena” olarak adlandırdıkları Etrüsklerin, sahibi oldukları Lidya Krallığından, göç dalgalarıyla Batı istikametine – çeşitli bölgelere göç ettikleri ve yerleştikleri bilinmektedir. Bunu ifade edenlerden biri de tarihçiliğin babası addedilen Herodot’tur.[44]
Önyargıları olmayan birçok antik tarihçi, Batı merkezli antik tarihte, çoğu zaman aynı kökten gelen akraba kavimlere, kasıtlı olarak farklı adlar verildiği ve böylece bir ad karmaşası ve kaos yaratıldığı ve bunun da “antik kavimlerin gerçek kimliklerinin teşhis edilmesini zorlaştırdığına” dair dikkat çekmişlerdir.[45] Türklerle akrabalık bağları tespit edilmiş olan İyonya, Lidya, Etrüsk, Palask, Fenike (Hitit) vs… gibi antik kavimler, Batılılar tarafından, karanlık ve gizemli bir sis perdesi arkasına gizlenilmek istenilmiştir… Bu yüzden Lidyalıların, Etrüsklerin ve İyonyalıların (ki bunlar aynı coğrafi bölgelerde yaşamış, kültürel benzerlikleri bulunan akraba kavimlerdir…) kimliklerinin ortaya çıkarılması, Türkler için büyük bir önem arz ettiğini söyleyebiliriz. Hemen belirtmek isteriz ki, “İyonyalıların, Lidyalıların, Etrüsklerin, Palaskların vs…” Greklerle akrabalık bağlarının olmadığı hususu, birçok antik tarihçi tarafından, arkeolojik bilgi, bulgu ve kanıtlara dayanılarak, ortaya çıkarılmıştır. (Hatta makalemizin başında değinmiş olduğumuz gibi, Etrüsklerin Türk oldukları, tıbbı olarak, DNA testleriyle de kanıtlanmıştır.)
Anadolu’da yaşadıkları bilinen ve Greklerin ısrarla kendilerini ecdat olarak ilişkilendirmek istedikleri “antik çağ İyonyalıların”” kimliklerine ışık tutmak fevkalâde önemli bir husustur. Ünlü İngiliz arkeolog, tarihçi, İncil uzmanı ve Türk topraklarında uzun yıllar arkeolojik araştırmalar yapmış olan William Mitchell Ramsay’in, Greklerle ilgili olarak 1919 yılında ortaya koymuş olduğu bilgiler, antik bir Anadolu kavmi olarak bilinen İyonyalıların, Grek oldukları tezini çürüten önemli kanıtlardan sadece bir tanesidir; “Anadolu’da yaşamış antik milletlerden İyonyalıların Greklerle bağlantıları yoktur ve tarih boyunca olmamıştır. Bir başka deyişle İyonyalılar Grek olarak nitelendirilemezler. İyonyalılar, Anadolu’nun Batısında, Ege kıyılarında çoğalan ve gelişme kaydeden bir ırk olmuşlardır. Eski Ahitte (İncil’de), Nuh peygamberin oğlu Yafes’in (Japeth) oğulları ve torunlarının soyundan geldikleri bildirilen “İyonyalıların” kimlikleri konusuna açıklık getirilmeden, antik tarih konusunda mesafe kat edilmesine imkân yoktur. İyonyalıların daha sonraları Greklerle birleşmeleri etnik olarak değil, “dinsel olarak” nitelendirilmelidir. Unutulmamalıdır ki o devirlerde Ortodoks Kilisesi, farklı etnik grupları birleştirici bir rol oynamıştır.”[46] İngiliz arkeolog W. M. Ramsay’in, kendinden on asır önce yaşamış olan Arap tarihçisi El – Mesudi’i ile hemen hemen aynı şeyleri söylemiş olması oldukça dikkat çekicidir.
- yüzyılda yaşadığı ifade edilen Arap tarihçi El Mesudi, Türklerin kökenleri ile ilgili olarak “Türkler, Nuh peygamberin üç oğlundan biri olan Yafes’in (Japeth)[47] soyundan gelmişlerdir” diye ifade etmiştir.[48] Ayrıca Kaşgarlı Mahmut ve Reşideddin’in “Oğuznâmelerini” incelemiş ve kıyaslamalar yapmış olduğu ifade edilen V. Bartold’un da benzer görüş bildirerek “Oğuz seceresi, Nuh’un oğlu Yafes’e (Japeth) kadar gelip dayanmaktadır…”[49] diye ifade etmiş olması dikkat çekicidir. Yine benzer bir şekilde bilgi veren bir başka tarihçi de, ünlü Osmanlı tarihçisi Neşri’dir. Neşri’nin (Ö. 1520) Türk soyu ile ilgili olarak anlatmış oldukları da “İyonyalılar” tanımı ile bire bir örtüşmektedir. Neşri, tarih kitabında şu bilgilere yer vermiştir; “Mevcut Türkler birçok sınıflara ayrılırlar: bazıları şehirlerde, saray ve kaleler sahibidirler, ipek elbiseler giyer, başlarına altından taçlar koyarlar, bazıları derlenen-toplanan evleriyle dağ başlarında, sahralarda otururlar. Bunlardan kimisi güneşe, kimisi puta, kimisi öküze, kimi ağaca, kimi taşa tapar, bazıları da din nedir bilmezler. Bazıları da Yahudiliği taklit ederler. Türkler hükümdarlarına “Hakan” derler. Türkler son derece yiğit olurlar, hepsinin soyu Nuh peygamberin oğlu Yafes (Japhet) oğlu Bulcas evladıdırlar. Bu soy kesintisiz olarak devam ederek Oğuz Han ve oğullarına gelmiştir vs…”[50] diye devam etmektedir. [51]
Dikkatimizi çeken diğer bir husus da, Neşri tarafından Nuh peygamberin oğlu Yafes’ten olma torunu “Bulcas” adıdır; söz konusu bu ad, Türklerle akrabalık bağları olduğu tespit edilmiş olan Fenikelilerin (yani Hititlerin) ünlü efsanevi kralları – Etrüsklerin (Asenaların) üzüm Bağları Tanrısı Baküs /Bakoy (Bacchus) ile büyük benzerliklere sahip[52] olmasıdır. Ayrıca W. M. Ramsay’ın “İyonyalılarla” ilgili sözleri, aynı bölgede yaşamış olan “Lidyalıları” da anımsatmaktadır. Lidyalıların “İyonyalılar” olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Lidya Kralı Atti’nin ? oğlu önderliğinde Batı’ya, günümüz İtalya topraklarına göç edip, yerleşen ve muhteşem medeniyetlerini o topraklarda tesis eden, Grekler ve Romalılar tarafından “Etrüskler” olarak adlandırılan ve daha sonraları, Romalılarca ve Greklerce asimile edilen insanların da “İyonyalıların” yaşadıkları bölge ve zamanda yaşamış insanlar olmaları da, kanaatimize göre “İyonyalıların” kimliklerine ışık tutan bir başka bilgidir… [53]
Son olarak, bazı antik tarihçilerin, Türklerle akrabalık ilişkilerinin olabileceğini ifade etmiş oldukları Orta ve Güney Amerika “Maya – Aztek – İnka” medeniyetlerini tesis eden kavimlerin “ileri düzeyde tıbbı uygulamalarının tespit edilmiş olmasına” da değinmek isteriz. Söz konusu bu kavimlerin kültür ve uygulamaları incelendiğinde, Türklerin yüksek medeniyet ve kültür özelliklerini paylaştıkları hemen dikkat çekmekte ve kanaatimize göre bu husus, onların Türk menşeli olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir… Genel olarak Batılı tarihçiler, İspanyol asıllı denizci Kristofer Kolombus’un Amerika’yı keşif ettiği masalını yıllardır anlatıp, durmaktadırlar… Tabi ki bunun doğru olmadığını tarihçi bilim insanları bilmektedir. Amerika kıtası, Orta Asya’dan gelen kavimlerin göç dalgalarıyla antik çağlarda keşif edilmiş, yeni kıtaya göç eden antik kavimler, yerleştikleri bu topraklara, atalarından aldıkları bilgi, beceri ve kültürlerini götürmüş, böylece muazzam piramitler ihtiva eden – son derece medeni ve zengin şehirler inşa etmişlerdir… Denizci kavimler de denilen “Hititlerin” denizcilikte çağlarının en ileri düzeyinde oldukları, çok uzun deniz mesafelerini, hatta o çağlarda geçilmesi mümkün görünmeyen en tehlikeli denizleri dahi korkusuzca aşabildikleri ifade edildiğine göre, Maya, Aztek ve İnkaların, Türkler gibi, Hititlerle akrabalık bağlarının olabileceği ihtimalini ileri sürmek, kanaatimize göre pekalâ mümkündür.
Bu bağlamda “dünyadaki tek medeniyetin Avrupa’da olduğuna inanan Kolombus’un adamlarının” Yeni Dünya – Amerika Kıtasına geldiklerinde, büyük bir medeniyetin eseri olduğunu gördükleri muhteşem zenginlikte şehirleri ve oldukça lüks bir yaşam kalitesi yakalamış olan yerli insanları görmeleri, onları tamamen şaşkına çevirdiği ifade edilmiştir. Şöyle ki Avrupalıların , “yerli kavimlerin, Avrupalılardan çok daha ileri düzeyde bir medeniyete sahip olduklarını idrak ettiklerinde” oldukça büyük bir şaşkınlık yaşadıkları, hatta hayretlerini gizleyemedikleri “Bu gördüklerimiz gerçek mi? Yoksa bizler bir hayâl – ya da bir rüya mı görüyoruz” diyerek, birbirlerine sordukları” dile getirilmiştir.[54]
Mayaların da Asenalarla (Etrüsklerle) müşterek dinsel inançları ve kültürel özellikleri olduğu ileri sürülmüştür. Asenalarda (Etrüsklerde) olduğu gibi, Maya tapınaklarında da, rahip ve rahibe – hekimlerin, hastaların şifa bulmalarına aracı oldukları ve tıbbı uygulamalarda bulundukları belirtilmiştir. Hatta İspanyolların, Mayaların tıbbı bilgi ve uygulamaları karşısında çok şaşırdıkları, Avrupa’dan hekim getirmeye dahi gerek görmedikleri, yerli hekimlerin, Avrupalı hekimlerden bile daha iyi olduklarını müşahede ettikleri ifade edilmiştir. İspanyolların silah güçlerine dayanarak, kendi hakimiyetleri altına almak istedikleri yerlilerden, bilhassa kendilerine boyun eğmeyen yerli rahip ve rahibelerin görevlerine zorla son verdikleri, sayısız kitaplarını yok ettikleri, tapınaklarını – heykellerini tahrip ettikleri ve İspanyollara biat etmeyenleri katledildikleri belirtilmiştir.[55]
Görüldüğü üzere, edindikleri sömürge imparatorlukları sayesinde siyasi – iktisadi – ilmi askeri sahalarda oldukça güçlenen ve gelişen Hıristiyan Batılılar, kendilerini medeni ve üstün görmeye başlamış ve böylece kendilerinden binlerce yıl önce var olmuş antik medeniyetlere “İndo- European” diye asılsız bir iddia öne sürerek, sahip çıkmışlardır! Batılılar, söz konusu medeniyetler mirasının gerçek sahiplerini de baskı altına alarak, ortadan kaldırarak, susturarak, tarihi saptırmış ve muhteşem zenginlikteki medeniyetlerin gerçek varislerini “barbar ve medeniyetsiz” diye aşağılamışlardır! Onların bu şekilde davranmaları, elbette kendi menfaatlerinin bir gereği olmuştur. Kanaatimize göre burada asıl suçlu konumda olanlar, bu muhteşem medeniyetleri ortaya koyan atalarının “medeniyet mirasına” sahip çıkmayan torunlardadır… Bu bağlamda “dünyada Hıristiyan Emperyalist Batılıların zulümlerine boyun eğmeyen, Batı merkezli – taraflı antik tarihi reddederek, antik atalarının mirasına azimle sahip çıkan, işgalcilere ve zorbalara karşı direnen – topraklarını teslim etmeyen, Hıristiyanlığı kabul etmeyen, köleliği Türklere asla yakıştırmayan, ulusunun hakları için büyük savaş veren ve Batılıları alt ederek, onları dize getiren” tek bir lider olmuştur, o da Büyük Atatürk’tür. Bu bağlamda Büyük Atatürk’ü ölümsüz liderleri olarak kabul eden Büyük Türk Ulusu, Batılıların gözünde, kesinlikle bertaraf edilmesi gereken – en büyük düşmandır. Aslında onların, Türklerin antik tarihini çok iyi bilmelerine rağmen, şiddetle inkâr etmeleri de bu yüzdendir…
Dünya insanlık âlemine göz kamaştıran – muazzam medeniyetler sunmuş olan antik kavimler, Batılılarca her nasıl adlandırılmış olurlarsa olsunlar, onların “kavim özellikleri, dilleri, alfabeleri, kültürleri, dini inançları, ünlü kurgan kültürleri, üstün ahlâk yapıları, lüks yaşam standartları, sanat eserleri, yüksek eğitim düzeyleri, tıp ilmine yaptıkları temel katkıları, tıbbı kitaplar da içeren – fevkalâde zengin kütüphaneleri ve en önemlisi de, toplumlarında kadınlara karşı sergiledikleri saygın bakış açısıyla…” birbirlerine benzedikleri – kültürlerinin süreklilik arz ederek, çağlar boyu devam ettirildiği ve nihayetinde Türk Oğuz Han ve boylarına kadar geldiğini gösteren güçlü bilimsel kanıtlar olduğunu ifade edebiliriz… Böylece bundan böyle değerli Türk Hekimlerimizin, “Türk atalarının tıp ilmine sağladıkları büyük hizmetlerin” farkına varmalarını ve eşsiz “Antik Türk Mirasına” hassasiyetle sahip çıkarak, gerçek antik tarihlerini dünya kamuoyuna gururla duyurmalarını temenni ediyoruz.
KAYNAKÇA
Adams, Francis, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, Sydenham Society, C. & J. Adlard Printers, London, 1849.
Alinei, Mario, Ancient Link: The Magyar – Etrsucan Linguistic Relationship, Published By All Print Kiado, Budapest, 2005.
Bayat, Fuzuli, Oğuz Destan Dünyası – Oğuznâmelerin Tarihi, Mitolojik Kökenleri ve Teşekkülü, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, 2006.
Beekes, R.S.P., The Origin Of The Etruscans, Koninklijke Nederlandse Akademie Van Wetenschapper, Amsterdam, 2003.
Bonfante, Larissa, Etruscan Life and After Life, The Wayne State University Press, Detroit/Michigan, 1986.
Bynum, William, The History Of Medicine, Oxford University Press, New York, 2008.
Castleden, Rodney, Mycenaens, Published By Routledge, New York/USA, 2005.
Çay, M. Abdülhaluk – İlhami Durmuş, İskitler, Genel Türk Tarih Ansiklopedisi Cilt 1, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
De Grummond, Nancy Thomson, The Religion Of The Etruscans, The University Of Texas Press, Austin, 2006.
Franzero, Carlo Mario – Charles Marie Franzerio, The Life and Time Of Tarquin The Etruscan, Publisher: The John Day Company, New York, 1960.
Gow, Mary, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, Enslow Publishers İnc., 2009.
Köymen, Mehmet Altay, Neşri Tarihi Cilt I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1983.
Güvenç, Bozkurt, Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.
Haynes, Sybille, Etruscan Civilization (A Cultural History), The Paul Getty Trust Publications, Los Angeles, 2000.
Herodot, Herodot Tarihi, Türkiye İş-Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.
Hommel, Fritz, The Civilization Of The East, Elibron Classics, Adamont Media Corporation, London, 2005.
Jones, C.J. Emlyn, İonism and Hellenism, Routledge & Kegan Paul Ltd. Press, London, 1980.
Köymen, Mehmet Altay, Neşri Tarihi Cilt I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1983.
Macintyre, Stuart – Juan Maiguashca – Atilla Pok, The Oxford History Of Historical Writing (1800 – 1945), Oxford University Press, Oxford, 2011.
Milas, Herkül, Geçmişten Bugüne Yunanlılar (Dil, Din ve Kimlikleri), İletişim yayınları, İstanbul, 2004.
Morley, G. Sylvanus – George W. Brainerd, The Ancient Maya, Stanford University Press, Stanford/California, 1983.
Murray, Oswyn, Early Greece – Second Edition, Harvard University Press, 1993.
Myres, John Linton, Homer and His Critics, Published By Routledge and Kegan Paul, 1958.
Newton, İsaac, The Chronology Of Ancient Kingdoms Amended, Printed By J. Tonson – J. Osborn and T. Longman, London, 1728.
Özel, Oktay – Mehmet Öz, Victor L. Menage “Osmanlı Tarihyazıcılığının İlk Dönemleri” – Söğüt’ten İstanbul’a, İmge Kitabevi, Ankara, 2000.
Pallottino, Massimo, A History Of Earliest İtaly, Routledge Press, London, 1991.
Palmer, Leonard Robert, Minoans and Mycenaeans, Published By Faber and Faber, 1961.
Ramsay, M. William, The Letters To The Seven Churches, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2004.
Roudometof, Victor, Nationalism, Globalization and Orthodoxy: The Social Origins Of Ethnic Conflict İn The Balkans, Published By Greenwood Publishing Group, Westport/USA, 2001.
Sayce, A. H., Fresh Light From Ancient Monuments, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2003.
Smith, William, A School Dictionary Of Greek and Roman Antiquities, Published By Harper and Brothers, New York.
Toth, Alfred, Etruscans, Huns and Hungarians, Publisher Mikes İnternational, D. Haag, 2007.
Unat, Faik Reşit, Tarih Atlası, Kanat Yayınları, İstanbul, 1991.
Weissenrieder, Annette, Images of Illness in The Gospel, Germany, 2003.
Willets, R.F., The Civilization Of Ancient Crete, University Of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1977.
[1] Mario Alinei, Ancient Link: The Magyar – Etrsucan Linguistic Relationship, Published By All Print Kiado, Budapest, 2005, s. 12.
[2] “Daha önceki zamanlarda “Orient (Doğu’ya Özgü) Tarih” konusunu ele alan kaynakların neredeyse tamamı, Grek ve İtalyan yazarların bizlere sundukları bilgilerle sınırlıydı ki, bunların pek çoğu taraflıydı ve güvenilir olmaktan uzaktı…” Fritz Hommel, The Civilization Of The East, Elibron Classics, Adamont Media Corporation, London, 2005, s. 2 – 3.
[3] İsaac Newton, The Chronology Of Ancient Kingdoms Amended, Printed By J. Tonson – J. Osborn and T. Longman, London, 1728.
[4] Bu konuda çok çarpıcı bir örnek vermek isteriz; Grekler, “Girit antik medeniyetinin sahibi olan kavimleri, Minoyan? ve Mişeyan? olarak adlandırarak, bu medeniyetler hakkında değerli bilgiler içeren söz konusu Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olduğunu ve bu antik kavimlerin de Greklerin ataları olduklarını” iddia etmektedirler! İstanbul Üniversitesi – Edebiyat Fakültesi – Eski Çağ Tarihi Anabilimdalı öğretim üyesi bir profesörün de, eski Yunan ve Roma Tarihi ile ilgili 2008’de yazmış olduğu bir kitabında, Girit Adasında, İngiliz arkeolog Arthur Evans tarafından bulunan ve antik Minoan? ve Mişeyanlara? (bu adlar Greklerce değiştirilmiş adlardır…) ait antik medeniyetlerle ile ilgili önemli bilgiler ihtiva ettiği uzmanlarca ifade edilen ünlü “Çizgisel A ve B Tabletlerini” en ufak bir şüpheye dahi yer vermeden, doğrudan doğruya Greklere mal etmesi ve Grekleri desteklemesi oldukça dikkat çekici ve düşündürücü bulunmuştur… Oysaki yabancı kaynaklardan yapmış olduğumuz araştırmalarımız bu ünlü tabletlerle ilgili tamamen farklı bilgiler ortaya koymuştur; Girit adasında muhteşem güzellikte şehirler, saraylar, tapınaklar, sanat eserleri meydana getiren ve “göz kamaştıran bir medeniyetin sahibi oldukları ve lüks bir yaşam tarzı sürdürdükleri” ifade edilen Minoyanlar? ve onların torunları – mirasçıları Mişeyanların? dil ve kültürlerinin, Gök-Türk Asenalarda (Etrüsklerde) devam ettiği belirtilmiştir. Söz konusu Girit Adası medeniyetinin dili, yazıları, duvar resimleri, sanat eserleri ve kadınlara değer veren üst düzey kültürlerinin, Greklerle değil, Asenalarla (Etrüsklerle) benzerlik göstermektedir… Asenaların (Etrüsklerin) Anadolu’dan (Lidya Krallığından) Batı istikametine göç ederken, bir kısmının Ege adalarında kalıp, yerleştikleri, bir kısmının da Girit – İtalya – Sicilya ve çevresine yerleştikleri ifade edilmiştir. Şöyle ki Asenaların (Etrüsklerin) İtalyan topraklarına taşımış oldukları medeniyet, Girit ve Limni adasında yerleşen akrabalarının medeniyetleriyle bire bir benzerlik ve devamlılık göstermektedir… (“Girit adasına taşınan Hitit orijinli Etrüsk adları Helenleştirilmiş, tanrı ve tanrıça adları da Grek ve İtalyanlarca değiştirilmiştir. Adada bulunan arkeolojik kanıtlar, Anadolu’da bulunan eserlerle benzerlik göstermiştir. Hatta dış sınırları duvarlarla örülü Gordiyon şehrinin (Eskişehir Bölgesi) Grek öncesi döneme ait, hatta Etrüsklerle ilişkili olduğu belirlenmiştir.” R.F.Willetts, The Civilization Of Ancient Crete, University Of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1977, s.116.) Bu hususta delil olarak gösterilen ünlü Girit antik tabletleri “Çizgisel A ve Çizgisel B Tabletleri” olarak anılmaktadır. Girit adasında bulunan “Çizgisel B Tabletlerinin” Girit’te tesis edilen muazzam antik medeniyeti ortaya koyan en ünlü kanıtlar olduğu vurgulanmıştır. Söz konusu bu tabletlerin deşifre edilmesine büyük ilgi duyan, üzerinde uzun yıllar çalışmalar yaparak adeta hayatını bu sırra adayanlardan biri de amatör araştırmacı mimar Michael Ventris olmuştur. Latince ve Klasik Grekçe okuyabilen, ayrıca altı dil bilen mimar Michael Ventris’in araştırmaları neticesinde söz konusu tabletlerin dili çözülmüş ve M. Ventris, “Çizgisel B Tabletlerin dilinin Etrüskçe (yani Gök – Türkçe) olduğuna inandığını” ifade etmiştir. Hatta Michael Ventris, söz konusu bu inancını teyit ettirmek üzere 1949 yılında antik diller konusunda uzman birçok akademisyene bu yazılardan numuneler göndererek, konu ile ilgili farklı fikirler almış ve bunların hepsini bir raporda toplamıştır. 1950 tarihli – ünlü “Mid – Century Report” olarak adı geçen bu raporda, M. Ventris’in danışmış olduğu uzmanlardan, istisnasız hepsi de “Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olabileceğine ihtimal dahi vermediklerini” net olarak ortaya koymuşlardır. Ancak daha sonraları John Chadwick (1920 – 1998) adında bir “Grek Tarihçinin” ortaya çıktığı ve Michael Ventris’e bu konu üzerinde birlikte çalışmayı teklif ettiği, hatta bu hususta aşırı derecede ısrarcı olduğu, nihayetinde de Ventris’i ikna etmeyi başardığı ve birlikte çalışmaya başladıkları, ancak bir müddet sonra Michael Ventris’in anlaşılamaz bir biçimde fikir değiştirerek “Girit Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olduğunu” açıkladığı ifade edilmiştir! Daha da anlaşılmaz olanı ise, “Michael Ventris’in bir süre sonra, genç yaşta (34) elim bir trafik kazası geçirerek, aniden hayatını kaybettiğinin” duyurulmasıdır. O tarihten itibaren “John Chadwick’in, bu önemli ve son derece prestijli çalışmayı tek başına sahiplendiği, konu hakkında çeşitli kitaplar yazarak büyük ün ve servet kazandığına” dikkat çekilmiştir. Leonard Robert Palmer, Minoans and Mycenaeans, Published By Faber and Faber, 1961, s. 162. John Linton Myres, Homer and His Critics, Published By Routledge and Kegan Paul, 1958, s. 265 – 266.
“Girit adasında antik çağlarda var olmuş olan Minoyan ve Mişayan kültürü, kesinlikle Grek değildir.” Oswyn Murray, Early Greece – Second Edition, Harvard University Press, 1993, s. 5 -7.
Ayrıca Homer’e isnat edilen “İlayda ve Odessa Destanlarında” ve Homer’in çağdaşı Hesiod’un “Theogony” adlı eserinde adı geçen “sözde Grek panteon tanrı ve tanrıça adlarının”, Homer ve Hesiod’dan (takriben İsa’dan yedi yüz yıl önce) çok daha eski olan Çizgisel B Tabletlerinde (takriben İsa’dan önce 2500 ilâ 2000 yıl önce)” geçmesinin, akademik dünyaya çok büyük bir sürpriz olduğu” ifade edilmiştir. Rodney Castleden, Mycenaens, Published By Routledge, New York/USA, 2005, s. 89 – 91.
[5] Stuart Macintyre – Juan Maiguashca – Atilla Pok, The Oxford History Of Historical Writing (1800 – 1945), Oxford University Press, Oxford, 2011, s. 232.
[6] S. Macintyre – J. Maiguashca – A. Pok, The Oxford History Of Historical Writing (1800 – 1945), a.g.e., s. 236.
[7] “Bilhassa Alman bilim adamı Fallmerayer’in “bugünkü Grekler, antik dünyanın torunları değildir, antik milletlerle aralarında organik devamlılık ve devlet sürekliliği yoktur” tezi ortaya atıldıktan sonra, Grek tarih yazıcıları Zampelios ve Paparigopulos sayesinde, Grekler için yeni bir tarih anlayışı tesis edilmiş ve bu yeni yoruma göre Greker, üç bin yıldır tarih sahnesinde olan bir ulus yapılmıştır.” Herkül Milas, Geçmişten Bugüne Yunanlılar (Dil, Din ve Kimlikleri), İletişim yayınları, İstanbul, 2004, s. 165 – 167.
Cambridge Üniversitesinde “Grek davasını Türklere karşı destekleyen bir Konferans” düzenlenmiş ve bu Konferansta, “Greklerin, barbar Türklere karşı desteklenmelerinin, özgürlüğün baskıya, medeniyetin barbarlığa ve haçın hilâle karşı zaferi olacaktır” vurgusu yapılmıştır.The Times/December 19, 1823 The Greek Cause”, s. 3.
[8] Victor Roudometof, Nationalism, Globalization and Orthodoxy: The Social Origins Of Ethnic Conflict İn The Balkans, Published By Greenwood Publishing Group, Westport/USA, 2001, s. 107.
[9] “Grekler, İtalya’ya yerleşen Etrüsklere, Batı Anadolu halkına verdikleri bir ad olan “Tyresenoi” adını vermişlerdir – bu keline “Turse – noi” “Etruscus Tusci” adlarından türetilmiştir. Ben de dahil olmak üzere, pek çok akademisyen Etrüsklülerin Anadolu kökenli olduklarında dair hemfikirizdir. İtalyan akademisyenlerin büyük bir çoğunluğu bu hususa, ya şüpheyle bakmakta, ya da inkâr etmektedirler. Ancak günümüzde Etrüsklerin Batı Anadolu kökenli oldukları ve Küçük Asya’dan göç ettikleri görüşünü artık hiç kimse reddetmemektedir.” R.S.P. Beekes, The Origin Of The Etruscans, Koninklijke Nederlandse Akademie Van Wetenschapper, Amsterdam, 2003, s. 7.
“İtalyanlar, Etrüsk atalarını “denizci kavimler” olarak nitelendirmişlerdir. (Antik çağlarda, denizcilikte çok ileri seviyeye ulaşan Fenikelilere (Grekçe bir addır) , yani Hititlere “denizci kavimler” denilmekteydi…) Antik Mısır kaynaklarında da “denizci kavimler” “Trs – Turs” olarak adlandırmışlardır. İsa’dan önce birinci yüzyılda Halikarnaslı (Bodrumlu) Dionysius? Etrüsklerin kendilerini “Rasenna – Asenna” olarak adlandırdıklarını ifade etmiştir. Asya’dan sürekli göç dalgalarıyla günümüz İtalya topraklarına gelen Etrüskler, kendilerine has kültür ve medeniyetlerini de bu topraklara taşımışlardır.” Herald Haarman, Early Civilization and Literacy İn Europe, Published By Mouton Gruyteri Berlin – New York, 1996, s. 151.
Latinlerin Türklere verdikleri ad “Tur – cus”; Etruscan “Eturscus – Etruscus” ancient name of Tuscany “belonging to Tusci – earlier Truscus” ONLİNE ETYMOLOGY DİCTİONARY, www.etymonline.com
[10] Etrüskler konusunda uzman olan objektif tarihçiler, Batılıların nasıl Etrüskleri göz ardı etmeye çalıştıklarına dikkat çekmişlerdir; “Etrüsk medeniyeti”, İngilizce konuşan dünyadan, gerçek anlamda lâyık olduğu ilgi ve değeri görmemiştir. Oysaki Etrüskler, mensubu oldukları Yakın Doğu medeniyetinin kültür ve sanatını sadece İtalya’ya değil, bütün Avrupa’ya nakletmekte kati ve aşikâr bir rol oynamışlardır. Bronz çağına kadar geriye gidildiğinde izleri sürülebilen Etrüsklerin, Avrupa medeniyetine yapmış oldukları dolaylı ve dolaysız bütün katkılar yeterince vurgulanmamıştır.” Sybille Haynes, Etruscan Civilization (A Cultural History), The Paul Getty Trust Publications, Los Angeles, 2000, s. xvi, 2 – 4. (Türk oldukları için olmasın!)
“Antik tarih sahasında İsa’dan önce Grek olmayan pek çok antik eser – yazı – yapı – kavim vs… dahi Grek olmak zorundadır” diyen bir zihniyet dayatılmaktadır… Genel olarak Antik Akdeniz Tarihine, Grek ve İtalyan pencerelerinden bakılmıştır. Her gün ortaya çıkan yeni zengin kanıtlarla birlikte günümüzde artık bu zihniyet değişmektedir… Pek çok bilim insanı, Etrüsklerin tarih öncesi çağlardan itibaren Avrupa topraklarında yaşadıklarını artık kabul etmişlerdir.” Graeme Barker – Tom Rasmussen, The Etruscans – The Peoples Of Europe, Blackwell Publishers Ltd., Oxford, 2000, s. 1 – 6. (Bu bağlamda Etrüsklerin “alfabe başta olmak üzere medeniyetlerini Greklerden aldıklarını beyan eden kitaplar”, Grek yanlısıdır ve tarihi gerçekleri gizlemektedir. Aslında bunun tam tersi söz konusudur. Başta Grekler ve Romalılar (İtalyanlar) olmak üzere, bütün medeniyetlerini Etrüsklerden aldıkları ve zamanla da Etrüskleri asimile edip, onların muazzam miraslarına sahip çıktıkları dile getirilmiştir. Hatta Etrüsklere hayranlık ve kıskançlık hisleriyle yaklaşan söz konusu bu unsurların, “Etrüsklerin belirgin kültürel izlerini ve tarihlerini silmeye çalıştıkları, antik Etrüsk adlarını değiştirdikleri, antik tabletlerde adı geçen Etrüsk şehirlerinde inşa edilen devasa zenginlikte kütüphaneler dolusu Etrüsk Kitaplarının çoğunu da imha ettikleri” ifade edilmiştir.)
[11]Alfred Toth, Etrsucans, Huns and Hungarians, Published By Mikes İnternational, Den Haag, 2007, s.4.
[12] “Antik çağlarda yaşamış olan antik tarihçiler, Etrüsklerin orijinin çağlar öncesi eski zamanlara kadar geri gittiğini ifade etmişlerdir. Hatta Avrupa’da yaşayan diğer yerleşik insanlara göre Etrüskler, en erken çağlardan itibaren yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşarak, rakipsiz – eşsiz bir üstünlüğüne sahip olmuşlardır.” Larissa Bonfante, Etruscan Life and After Life, The Wayne State University Press, Detroit/Michigan, 1986, s. 48.
[13] “Antik çağlarda günümüz İtalya yarımadasında yaşayan Etrüsklerin, ilk muhteşem medeniyeti bu topraklara tesis eden kavim oldukları artık kesin olarak bilinmektedir. Etrüsklerin sayısız yazılı eserlerinin – kitaplarının korunmamasına – tahrip edilmesine rağmen, yine de, arkeolojik buluntular, kayıt ve kanıtlar, onları çok iyi tanımamızda bize yardımcı olmuşlardır. Ancak bir hususu ifade etmemiz gerekir ki, Etrüsk çalışmalarında, antik tarih ile ilgili bazı Grek ve İtalyan akademisyenlerin bilimsellikten uzak, Etrüsklerle ilgili asılsız yaklaşım ve yorumlarından uzak durmak ve Etrüsklerin bizzat geride bıraktıkları mitolojilerini, yazıtlarını, tabletlerini, sanatsal eserlerini, duvar resim ve süslemelerini, mezarlarını vs… inceleyerek, bunların bizlere anlattıkları bilgileri ortaya çıkarmamız gerekmektedir.”Nancy Thomson De Grummond, Etruscan Myth, Sacred History and Legend, University Of Pennslyvania Museum Of Archeology and Anthropology, Philadelphia, 2006, s. xii, xii, 1.
“Antik medeniyetlerin sanatsal – dinsel ve kültürel mirası, Grekler tarafından asimile edilmiştir.” C.J. Emlyn Kones, The İonians and Hellenism, Published By Routledge & Kagan Paul Ltd., London, s. 38.
[14] Sybille Haynes, Etruscan Civilization – A Cultural History, a.g.e., s. 184.
[15] “Homer’in İlayda Destanında, Aplu’nun (Apollon) hastaları iyileştirme gücü vurgulanmıştır”, Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, Enslow Publishers İnc.(USA, 2009, s. 35.
[16] Nancy Thomson De Grummond, The Religion Of The Etruscans, The University Of Texas Press, Austin, 2006, s. 104.
[17] Nancy Thomson De Grummond a.g.e., s. 105.
[18] Francis Adams, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, Sydenham Society, C. & J. Adlard Printers, London, 1849, s. 5.
[19] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e. s. 6 -7.
[20] Mary Gow, a.g.e., s. 7.
[21] Batılılar, antik medeniyetlere sadece şifahen sahip çıkmamış, söz konusu bu medeniyetlerin insanlığa sunduğu değerli tarihi bilgilerden faydalanmayı ve onları hayata geçirmeyi de bilmişleridir… Örneğin Kalgary’nin(Calgary/Kanada) ün yapmış bir Kanser Hastanesi vardır – Tom Baker Cancer Centre; bu hastanede perşembe günleri “hayvan ziyaret günü” uygulaması vardır. O gün, hasta yakınları, yatılı hastaların evlerinde besledikleri hayvanları, hastaların, hayvanlarıyla özlem gidermeleri ve sevmeleri için hastaneye getirmelerine izin verilmektedir; hayvanı olmayanların ise, bir hayvanı sevmek istediklerini belirtmeleri üzerine, hayvan barınaklarından hastanın istediği hayvan (kedi – köpek – kuş vs…) temin edilip, hastaneye getirilmekte, hastanın hayvanı sevmesi, ondan pozitif sevgi elektriği alması, moralinin yükseltilmesi ve iyi duygular yaşaması sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu şaşırtıcı ve aynı zamanda son derece insancıl uygulamanın kökeninde Türk Atalarımızın uygulamalarının olduğunu bilmek, kanaatimize göre oldukça gurur vericidir…
[22] Francis Adams, a.g.e., s. 5- 6.
[23]Francis Adams, a.g.e., s. 6.
[24] Francis Adams, a.g.e., s. 6 -7.
[25] Plinio Prioreschi, A History Of Medicine: Primitive and Ancient Medicine, Horatius Press, Omaha, 1995, s. 46 – 48.
[26] Plinio Prioreschi, a.g.e, 48.
[27] Francis Adams, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, Sydenham Society, C. & J. Adlard Printers, London, 1849, s. 5 – 9.
[28] William Bynum, The History Of Medicine, Oxford University Press, New York, 2008, s. 5 – 7.
[29] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e. s. 35.
[30] Francis Adams, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, a.g.e., s.. 8 – 9.
[31] Plinio Priorechi, A History Of Medicine: Primitive and Ancient Medicine, Horatius Press, Omaha, 1995, s. 508.
[32] Türklerin antik kavimlerle akrabalık bağlarını, alfabeden sonra ortaya koyan en güçlü kanıt “kültür benzerliğidir; bu bağlamda bir toplumun en belirgin medeniyet özelliğinin başında “kadına bakış açısı” olduğuna dikkat çekilmiştir… Etrüsklerin(Asenaların), Antik Türk Ataları gibi, toplumlarında kadınlara en üst seviyede değer verdikleri, oysaki Grek toplumlarda kadınların erkeklerden aşağı ve değersiz görüldükleri, antik tarih kaynaklarında sıkça dile getirilmiştir. Sarah B. Pomeroy, Women’s History and Ancient Hisitory, The University Of North Caroline Press, Chapel Hill/North Caroline, 1991, s. 119, 141.
Ziya Gökalp de, Türklerde köklü bir gelenek olan “kadınlara saygın bakış açısını” şöyle ifade etmiştir; “Eski Türklerde kadınlar genellikle amazon idiler (yani kadınlar da, erkekler gibi güçlü, ok atan – at binip – kılıç kuşanan, savaşlara dahi giden saygın – yiğit kişilerdi… Dede Korkut Destanları…) Usta binicilik, iyi silah kullanma, yiğitlik, Türk erkekleri kadar, kadınlarında da vardı. Kadınlar doğrudan doğruya hükümdar, kale koruyucusu, vali ve elçi olabilirlerdi.” Ziya Gökalap, Türkçülüğün Esasları, İnkılâp Kıtabevi, İstanbul, 1997, s. 145.
[33] Mary Gow, a.g.e., s. 24.
[34] Carlo Mario Franzero, Charles Marie Franzerio, The Life and Time Of Tarquin The Etruscan, Publisher: The John Day Company, New York, 1960, s. 13.
[35] Antik Bergama Kütüphanesinde, iki yüz bin rulonun üzerinde eser olduğu, bunların içerisinde, çeşitli tıbbı konuları ele alan – hastalık belirtileri – tanı ve teşhis, ilaç ve merhem yapımı, yara ve hastalık tedavileri, zatürree – sıtma tedavisi, bandaj ve sargı metotları, çeşitli ağrıların tedavisi, göz enfeksiyonları, kırık ve çıkıklar, bebek doğumu, hekim yemini (Hipokrat Yemini) vs… gibi konuları içeren pek çok yazmanın olduğu rapor edilmiştir. Söz konusu bu ilk tıbbı yazmalara genel olarak “Hipokrat Koleksiyonu” adı verilmiştir. Ancak bunlar uzun yıllar içerisinde, çeşitli hekimler tarafından yazılmış eserlerdir. Söz konusu bu tıbbı eserler, Batının İlmi anlamda “tıbbi çalışmalarının” temelini teşkil etmiştir. Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e., s. 6 – 10.
[36] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e., s. 11 – 13.
[37] Hipokrat’ın Ege’nin küçük adası – Kos adasında yaşadığı, yaşadığı evinin arka bahçesinde, yarı tanrı – ünlü rahip-hekim “Asclepiade – Asclepius’ya Ait Sağlık Tapınağının” bulunduğunun bildirilmesi, rahiplerin bu tapınaklarda yerleşik olarak yaşadıkları, hastaları kabul ettikleri, tıp öğrencileri yetiştirdikleri vs… bilgileri göz önüne alınırsa, kanaatimize göre Hipokrat ile Asklepiade’nin aynı kişiler olma olasılığı da mümkündür… Burada vurgulamak istediğimiz nokta şudur; Greklerin kendi yorumlarına göre yazdıkları sözde antik olaylar, kronolojik saptırmalar, adlarını değiştirerek, kendilerine mâl ettikleri antik tarihi kişiler, tanrılar, tanrıçalar, tapınaklar, şehirler vs… antik tarih konusunda gerçekten bir karışıklık yaratmaktadır… Ancak objektif antik tarihçiler, arkeologlar, onların yazmış olduğu objektif eserler ve dikkatli analizler, tarihi gerçek kanıtları gün ışığına çıkarmaktadır…
[38] William Bynum, The History Of Medicine, Oxford University Press, New York, 2008, s. 6.
[39] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e., s. 13.
[40] Annette Weissenrieder, İmages Of İllness İn The Gospel, Germany, 2003, s. 44.
[41] Sevan Nişanyan’ın “Sözlerin Soyağacı – Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü’nde” Yunan kelimesinin karşılığı “İyonya” olarak verilmiştir ki, bu diğer kaynaklarla örtüşmektedir… (Türk Dil Kurumunun Resmi İnternet Sitesi olan http://www.tdksozluk.com’dan “etimolojik sözlük bölümüne” bir türlü ulaşılamamıştır. Sitede problem vardır…) TDK sözlüğünde Grek adının karşılığı olarak “Eski Yunanlı” tanımı yapıldığı görülmüştür. Bu da “Antik çağlarda Greklerin, Batı Anodolu’nun sakinleri olduğunu söylemekle” eş anlamlıdır ki, bu arkeoloji ve antik tarihçilerin tespit ve ifadelerine göre doğru değildir. (Bu hususa tezimizde açıklık getirilmeye çalışılmıştır…) Bu konu ile ilgili İngilizce internet araştırmalarımızdan daha verimli sonuçlar elde etmiş bulunuyoruz. Açıklamalı ve kapsamlı bir sözlük olan “Online Etymology Dictionary’de” “İonian” sözcüğünün anlamı şöyle verilmiştir; “The Turkish name for the country of Greece is “Yunanistan” which means, “The Land Of The İonians”. İonian name is pre – Greek word and perhaps related to Skyt”. (Yunanistan, Greece ülkesine Türkçe olarak verilmiş bir ad olup, bunun anlamı “İyonyalıların ülkesi” demektir. Ancak İyonya adı Grek öncesi bir isim olup, Skyt’lerle ilgili olma ihtimali vardır.) www.etymonline.com (Skyt ya da Skythai adı araştırıldığında, bunun “Grek kökenli” bir kelime olduğu ve Grek kaynaklarında “İskit – Saka Türklerine” Grekler tarafından verilmiş olan bir ad olduğu ortaya çıkmaktadır. Abdülhaluk M. Çay – İlhami Durmuş, İskitler, Genel Türk Tarih Ansiklopedisi Cilt 1, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 477. )
[42] Faik Reşit Unat, Tarih Atlası, Kanat Yayınları, İstanbul, 1991, s. 7.
[43] “Etrüskler Anadolu’nun yerli halkı olup, Lidyalı ve Etrüsk adları birbirleriyle özdeşlemiş ve bir birlerinin yerine kullanılmış olan kelimelerdir. Mezopotamya’da bilinen en eski medeniyetini tesis eden Sümerli kavimlerin de Türklerle ilişki oldukları – benzerlikleri bulunduğu görülmüştür.” Jemima Simcox, Primitive Civilizations, Cambridge University Press, Cambrdige, 2010, s. 229, 425.
[44] Herodot, Herodot Tarihi, Türkiye İş-Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s. 31, 32, 55 – 56.
“Etrüskler, genelde Lidyalılar (Lydians) veya Palasklar (Pelasgians) olarak tanımlanmışlardır.” Massimo Pallottino, A History Of Earliest İtaly, Routledge Press, London, 1991, s. 28, 37.
[45] “Çok eski çağlara ait olan antik medeniyetler mirası, genel olarak Grek tarafından asimile edilmiştir…” C.J. Emlyn Jones, İonism and Hellenism, Routledge & Kegan Paul Ltd. Press, Lomdon, 1980, s. 38.
[46] The Guardian/May 29, 1919, “The İncalculable Evils Of Partition – By Sir William Mitchell Ramsay”, s. 9.
[47] “Asur yazıtlarına göre Gomer? , Yafes’in (Japhet) oğludur ve (Kuzey Karadeniz (Sinop bölgesi) kıyılarına yerleşen Aşkenaz da Gomer’in oğludur) Sümerlileri temsil etmektedirler…” A.H. Sayce, Fresh Light From Ancient Monuments, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2003, s. 20, 21, 37 – 38.
[48] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000, s. 23.
[49] Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası – Oğuznâmelerin Tarihi, Mitolojik Kökönleri ve Teşekkülü, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, 2006, s. 42.
[50] Mehmet Altay Köymen, Neşri Tarihi Cilt I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1983, s. 12 -13.
[51] Neşri Tarihini bizde incelemiş bulunuyoruz, onun anlattıklarında Türk köklerine ışık tutan önemli bilgiler tespit edilmiştir. Neşri Tarihini incelemiş ve yorumlamış olan Osmanlı tarihçisi Victor L. Menage’nin şu görüşlerini bizde paylaşmaktayız; “Neşri’nin “Osmanlı Tarihi” önemlidir. Neşri, Aşıkpaşazade’yi takip etmiştir, ancak onun tarihi daha objektiftir. Neşri gerçek bir tarihçidir, çünkü o tarihçinin temel özelliği olan, olayların hakikatini tespit etmek arzusuna sahip olmuştur.” Oktay Özel – Mehmet Öz, Victor L. Menage “Osmanlı Tarihyazıcılığının İlk Dönemleri” – Söğüt’ten İstanbul’a, İmge Kitabevi, Ankara, 2000, s. 85 – 87.
[52] William Smith, A School Dictionary Of Greek and Roman Antiquities, Published By Harper and Brothers, New York, 1851, s. 64.
[53] “Etrüsklerle akrabalık bağları olduğu bilinen Lidya, Bergama ve Karya Krallarının ülkeleri Greklerce ele geçirilmiş, bu bölgeler Helenleştirilmiş ve bu topraklarda yerli dillerin yerini artık Grekçe almıştır. Hıristiyanlık Anadolu topraklarında kendini Grek kimliği ile ifade etmiş ve Anadolu halkları Greklerce asimile edilmişlerdir.” William M. Ramsay, The Letters To The Seven Churches, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2004, s. 119, 120, 378.
[54] Sylvanus G. Morley – George W. Brainerd, The Ancient Maya, Stanford University Press, Stanford/California, 1983, s. 5.
[55] Sylvanus G. Morley – George W. Brainerd, The Ancient Maya, a.g.e., s. 462.
================================================
Merhaba Hocam;
Bu gün (AS: 02 Haziran 2017) öğleden sonra 4:30 gibi sizi telefonla aramıştım. Göstermiş olduğunuz mütevaziliğe ve ilgiye teşekkür ederim. Doğal olarak telefonda benim kim olduğumu merak edip, kendimi tanıtmamı istemiştiniz, telefonda sizi fazla meşgul etmek istemedim. Müsaadenizle şimdi kısaca kendimi tanıtmak istiyorum:
– Ben ilk okulu Ankara Kolejinde (TED) tamamladıktan sonra, babamın görevi dolayısıyla ailece Kanada’ya gittik.
– Orta okul, lise ve üniversite tahsilimi Kanada’da tamamladım.
– Calgary Üniversitesi/Siyasal Bilgiler Fakültesi – Uluslararası İlişkiler Bölümü mevzunuyum.
– Ankara’ya döndüğümüzde Ankara Üniversitesi – Siyasal Bilgiler Fakültesi – Uluslararası İlişikler Bölümünden denkliğimi de aldım. (Değerli Türkkaya Ataöv Hocamı da o zaman tanımıştım. Kendisine ulaşabileceğim bir e-posta adresi veya telefon varsa ve bana iletirseniz çok sevinirim)
– Tarih ile ilgili araştırma ve okumalarım neticesinde tarihin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu ve Türkiye’de 1938 sonrası tarihin ne kadar ihmal edildiğini – işlevinden saptırıldığını görünce, tarih konusunda uzmanlaşmak istedim.
– Tarih konusunda Yüksek Lisans ve Doktora yaptım. (Hem İstanbul Üniversitesi’nin,
hem de Ankara Üniversitesi’nin doktora programını kazandım. Tercihimi İstanbul’dan yana yaptım.)
– Yüksek Lisansımı Antalya – Akdeniz Üniversitesi – Fen & Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümünde yaptım. Yüksek Lisans Tezim: “Cumhuriyetin İlk Muhalefet Partisi – Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”
– Doktoramı, İstanbul Üniversitesi – Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsünde yaptım.
– Doktora Tezim: “İngiliz Kaynaklarında Pontus Sorunu 1918 – 1923”
– Doktora Tezim için uzun yıllar kapsamlı araştırmalar ve çalışmalar yaptım ve Greklerin, Türk topraklarıyla ilgili “tarihi hedef ve iddialarını“, antik tarihi köklerine inerek ve gizlenen tarihi gerçekleri ortaya çıkararak, her açıdan çürüttüm…
Doktora Tez savunmasında jüri üyeleri bana “tezin gerçekten muhteşem bir çalışma, bu tezden iki üç kitap çıkar, ancak Patrikhane üstümüze gelir, hükümet bizi dava eder” diyerek, önce tezime düzeltme verdiler – yani tezimi kuşa çevirmemi söylediler (“antik tarih ile ilgili bölümünü çıkar, Avrupa Birliği Raporlarıyla ilgili bölümü çıkar, Osmanlı Tarihi ile ilgili bölümü çıkar vs..”.),arkasından ikinci tez kurulunda da tezimi reddettiler; yani “doktora unvanımı” vermediler! Ben de mahkemeye gittim, ancak 5 yıldır bir sonuç maalesef alamadım! (Demek ki Türkiye’de vatanına ve bilime gerçekten hizmet etmek isteyenler, işte böyle cezalandırılıyor…)
İşte böyle hocam, doktora tezi çalışmalarımda antik tarihi yıllarca derinlemesine araştırdım ve iyi ki araştırmışım, Türkleri fevkalâde yakından ilgilendiren önemli bilgilere ulaştım, istiyorum ki bu bilgileri oldukça geniş kitlelerle paylaşayım…
Bu hususta yardımcı olabileceğinizi düşündüm; daha önce Türk Dil Bayramı ile ilgili bir makalemin sitenizde yayınladığını görmüş ve çok memnun olmuştum, bu beni çok onurlandırmıştı.
– Hocam size “Antik Türk Tarihi” ile ilgili iki adet makalemi yolluyorum, ilgiyle okuyacağınıza ve paylaşacağınıza inanıyorum;
Bunlardan biri Ege Üniversitesi TÜRKBİLİM DERGİSİNDE (Şubat 2013, Sayı 11) yayınlanan makalem: “ANTİK TÜRK TARİHİ VE ÜNLÜ TANRIÇA TURAN“;
Öbürü de Ankara’da, Ankara Üniversitesi – Ulusaltıp’ın davetlisi olarak katıldığım Kongrede yapmış olduğum bir sunum: “ANTİK TÜRK KAVİMLERİNİN TIP İLMİNE KATKILARI“
En içten saygı ve selâmlarımla, (02 Haziran 2017)
G. Filiz Tuzcu
“…Bütün Dünya, Hunlar, Etrüskler, Sümerler, Hititler, Samiler….vs. vs. vs. Türktür…” yaklaşımın kabul edilebilir bir bilimsel temeli yoktur. Kavimlerin atasal özelliklerini, çıkış ve hareket süreçlerini en doğru belirleyecek Bilim Genetik ve biraz da Linguistiktir. Özetle, Türk ve Türkçe (diğer tüm homo-sapienslerde olduğu gibi) yaklaşık 170 bin yıl önce Afrika’dan çıkmış, (5-6 kere kabaca eşit olasılıklı dallanan göç yollarından geçerek) Bu günkü Altay dağları civarında (Ötüken) yerleşerek binlerce yıldan bu yana diğerlerinden farklılaştıran evrim geçirmiş insanlardır ki, tahminen homo sapienslerin en az %1-2 kadarını ancak temsil ederler… ki sayısal büyüklüğü kabaca
[ (1/2)^6 =0,016 ] yani bu günkü 7,5 milyarlık Dünyada (Kültürel asimilasyon dışında, Genetik ve Linguistik bağlamda tutarlı ) ancak 120 milyon kadardır. Elbette bugünkü Anadolu’da yaşayan bizlerin ataları sadece Orta Asya’dan göç eden Asyalılar ve burada karşılaştıkları tarihi Hititlere kadar uzanan diğer Anadolu kavimleridir. *
Facit: ‘Neredeyse Bütün Dünyayı Türk yapan’ zorlama efsane/Masalları bırakalım lütfen.. Tarih’i sadece Arkeoloji’nin değil, Genetik ve Linguistik bilimlerinin ışığında okuyalım…
Sevgi ve saygılarımla. æ
______
* Anadolu halkı, Kan gruplarındaki Rh +/- oranlarına bakıldığında ~2/3 oranında Avrupalı, ~1/3 oranında Asyalı kavimlerin karışımıdır..
Sayın Ali Ercan Hocam;
Ben eleştirinizi dikkatle okudum. Sizin de benim makalemi komple, yani başından sonuna kadar dikkatle okumanızı naçizane rica eder ve dip notlarımı, yani bilimsel kaynaklarımı iyi kontrol etmenizi önemle tavsiye ederim.
Bilge Büyük Atatürk’ün ne kadar çok tarih kitabı okuduğu ve çok iyi bir tarihçi olduğu akademik çevrelerince çok iyi bilinir. Onun yüzyıllarca ihmal edilen, hatta tamamen görmemezlikten gelinen “Antik Türk Tarihine” büyük önem verdiği ve söz konusu bu tarihin Batılıların tasallutundan kurtarılarak, tamamen bağımsız ve objektif olarak araştırılmasını ve bilimsel kanıtlarla gün ışığına çıkarılmasını ne kadar çok istediği gayet iyi bilinmektedir.
“Bilim genetik ve biraz da Linguistiktir”; yani Türkçesi “bilim genetik ve biraz da dillerin bilimidir” demişsiniz.
Bilim, “MUTLAK GERÇEKLERİN” geçerli kanıtlarla ortaya çıkarılmasından ibarettir. Antik Tarih söz konusu olduğunda “antik kavimlere ait arkeolojik bulgular, yanı başta antik alfabeleri olmak üzere çeşitli yazıtlar ve çeşitli sanatsal objeler” gelmektedir…
Dünyada bilinen en eski alfabe, “Futhark Alfabesi” olarak belirtilmiştir; Futhark Alfabesi harfleri incelendiğinde de bunların Gök-Türklere ait Runik Harfleri olduğu açıkça görülmektedir.
Türklerle ilişkilendirilen antik kavimlerin dilleri – alfabeleri – yazıları ve kültürleri mercek altına alındığında bunların birbirine benzeyerek bir süreklilik arz ettiği ve Oğuz Türklerine kadar geldiği açıkça görülmektedir.
Antik Tarih konusunda uzman ve objektif olan yabancı bilim insanları Türklerin belli başlı antik kavimlerle – örneğin Avrupa’ya ilk kez medeniyet götüren atalarımız Etrüsklerle (Gök-Türk Asenalarla) hem dil, hem kültür, hem de genetik bağlarımız olduğunu kanıtlamışlardır. Bu bilgileri ve kaynaklarını makalemde verdim.
Söz konusu bu uzmanlar, Batının önyargılı ve taraflı devlet ve bilim insanlarının “gerçek Antik tarihi” gizlemeye çalıştıklarını açıkça beyan etmektedirler… Onlar antik kavimlerin günümüz bir milleti ile akrabalık bağlarının kanıtını üç kriterle orta koymuşlardır;
1. Antik kavimlerin kendilerini nasıl adlandırdıkları fevkalâde önemlidir; Etrüskler olarak bilenen kavim kendini, “Asena” olarak adlandırmıştır.
2. Etrüsk Alfabesi ve Yazıtları, ki, bunlar “Türk Runik Harfleriyle” yazılmıştır.
3. Etrüsklerin, antik Grek veya diğer kavimlere hiç benzemeyen kendine has kültürel özellikleri ve bilhassa antik çağlardan Oğuz boylarına kadar gelen kadınlara verilen üstün değer vardır.
Şahsınızı tenzih ederek ve üzülerek bir gerçeği söylemeden geçemeyeceğim: Türkiye’de pek çok Batı hayranı, Batı sözcüsü bilim insanı, bilimi tamamen arka plana atarak, Batı dünyasında kendisine bir yer edinmek ve takdir edilmek üzere, önyargılı Batılıların öne sürdüğü, mesnetsiz sözde tarihi bilgileri, gökten inmiş “ilahi bilgiler” gibi kabul etmekte ve canhıraş savunmaktadır! Oysaki gerçek bir bilim insanı, objektif – farklı kaynakları da incelemeli ve ancak ondan sonra bir kanaatte bulunmalıdır.
Sizden ricam, sırf yazımı eleştirmek adına “masal – efsane” yakıştırmaları yapmadan önce, kaynaklarımı ve kanıtlarımı incelemenizdir.
BİZLER BİLİM İNSANLARIYIZ, MASAL VE EFSANE İLE YAKINDAN – UZAKTAN İŞİMİZ OLMAZ.
Saygılarımla,
G. Filiz Tuzcu
Okuduğum yazı çok güzel. Atatürk’ün ortaya koyduğu Türk Tarih Tezi’nin çizgisinde yorumlar yapılmış. Batının Tarihimizi ne amaçla ve nasıl tahrip ettiği çok güzel anlatılmış. Bu tahribatın boyutlarının nekadar büyük olduğu pek tahmin edilememiş. Batı tahribatı o kadar etkili olmuştur ki hala farkında olmadan yapay terimleri, algısı değiştirilmiş isimleri kullanıyoruz. Böylece doğruları anlatırken bile hatalar yapıyoruz. Bu tür hatalara, gerçekçiliği ile tanınmış Gumilev bile düşmüştür.
Yazıdaki fikirler oldukça doğru, gerçekçi ve samimi. Ancak naçizane bir önerim var. Grek’lerle Yunan’lıları(İyon’lular) (Helenler) birbirinden ayrı tutmalıyız. Bu yazıda geçen her Grek sözünün yerine Yunan veya Helen sözcüğünü koyarsak batının şeytanca oluşturduğu karışıklıklardan birini düzeltmiş oluruz. Çünkü Yunanlılar Grek değldir. Grekler, Heredot’un Pelask(Palasaka) dediği bir Türk kavmidir. Heredot onların Helence konuşmadıklarını söylemiştir.
Bu konuda değerli hocalarımızın Kazım Mirşan’ın da kitaplarını sabırla incelemeleri benim arzumdur. Grekler konusundaki bilgiler daha çok “Altı Yarık Tigin ve Akınış Mekaniği” adlı kitabında var.
Sevgiler, saygılar.
Sayın Ertuğrul Tezcan,
Yazımı okuyup, yorumda bulunduğunuz için teşekkür ederim. Emperyalist Batılılar 16. yüzyıldan itibaren önemli coğrafi keşiflerde bulunmuşlar ( Kuzey ve Güney Amerika, Orta ve Uzak Doğu, Asya, Afrika vs…) çeşitli bölgeleri işgal ederek ve halklarını esaret altına alarak onların değerli madenlerini, ürünlerini, kısacası servetlerini sömürmeye başlamışlardır… Söz konusu bu bölgelerde muazzam sömürge imparatorlukları kurmuşlar, muazzam servetlere ulaşarak, iktisadi, siyasi, askeri ve ilmi olarak fevkalâde güçlenmişlerdir…
Böylece gittikleri yerlerde bulunan muhteşem antik medeniyetleri, yapıları, göz kamaştıran kalıntıları merak etmişler ve bilhassa 18. yüzyıldan itibaren bunları incelemeye alarak, “antik tarih” ile ilgili eserler yazılmasını sağlamışlardır… Bu arada Türkler, maalesef ki yüzlerce yıl “antik tarih” konusunda tamamen bir gaflet ve uyku durumunda kalmışlardır! Bilindiği üzere ünlü Orhun Gök-Türk Anıtları ve Yazıtlarını da bulan ve dünyaya duyuranlar yine Batılılar olmuştur!
Batılı devlet liderleri ve onlarla işbirliği içinde olan “sözde bilim insanları”, yani pek çok antik tarihçi, antik dil uzmanı, arkeologlar vs… de “tamamen siyasi hedeflerle” antik tarihi günümüzde Grek olarak bilinen (yani Hıristiyan – Avrupalı ve beyaz olarak benimsedikleri) insanlara mal etmişlerdir ve böylece antik yerlerin – “şehirler, kavimler, saraylar, tapınaklar, tanrılar ve tanrıçalar panteonundaki adlar” – değiştirilmiş ve tarih kronolojisi de maalesef ki saptırılmıştır. Ancak yüzlerce yıl buna hiç itiraz eden olmadığı için, “Batı merkezli – taraflı antik tarih” devasa maddi katkılarla – propaganda ağlarıyla dünya milletlerine, ki bunlara Türkler de dahildir, ezberletilmiştir… Türkiye’de ekseriyet bilim insanı da, Büyük Atatürk’ün “antik tarihi kendimiz araştıralım – gerçekleri bilimsel kanıtlarıyla gün ışığına çıkaralım” istek ve uyarılarına rağmen, Batılıların söz konusu bu taraflı “antik tarihini” gökten inmiş ilâhi gerçek gibi kabul ederek, maalesef ki canhıraş savunmaktadırlar!
Sizin de değinmiş olduğunuz gibi, evet günümüz Greklerinin antik çağ kavmi olan İyonyalılarla ilgileri yoktur. (Gerçi onlar, “İyonyalılar bizim antik atalarımızdır” diye iddia etmektedirler! Hatta onlar daha da ileri giderek, “Anadolu dahi bizim antik atalarımıza aittir” diyerek, kadim Türk topraklarımıza göz dikmektedirler! Tabi meydanı çok boş bulmuşlardır…)
Bu konuyla ilgili Ege Üniversitesi “Türk Bilim Dergisi’nde” yayınlanmış olan bir makalem var, onu bir zahmet okursanız daha iyi anlaşılacağımı zannederim; Google’a “Güzide Filiz Tuzcu – Tanrıça Turan (Afrodit) ” diye yazarsanız makale ekrana gelecektir; sağ olsun Değerli Hocamız Prof. Ahmet Saltık bu makalemi sitesinde yayınlamıştır.
Sizin e- posta adresiniz varsa, haberleşebiliriz… Bahsetmiş olduğunuz Sayın Kazım Mirşan Hoca’dan, değerli çalışma ve eserlerinden elbette haberim vardır; hatta Onun izinden giden Sayın Haluk Tarcan’ın bir kitabı dahi bende vardır. (Sayın Hulki Cevizoğlu’nun programlarında da bu değerli Türk Büyüklerimizi izlemiştim)
Ben de uzun yıllar yabancı kaynaklardan yaptığım araştırmalar (ki hala araştırıyorum…) ve bu araştırmalarım neticesinde edindiğim değerli bilgilerimi, Antik Türk Tarihine ciddi olarak ilgi duyanlarla memnuniyetle paylaşırım.
Saygılarımla,
G. Filiz Tuzcu