Dostlar,
Ulusal tarihimizin en önemli dönemeçlerinden olan bu kutlu ve mutlu günde,
gönül dolusu coşku ile Ulusumuzun ve Ulus çocuklarımızın haklı gururlarının ürünü Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı kutluyoruz..
İzmir’den dostumuz Sn. Profç Dr. Kemal ARI’ın bu gün için birbirinden güzel 2 yazısını sizlerle paylaşıyoruz..
AYDINLANMA kazanacak!
Sevgi ve saygı ile.
23 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
================================================
23 NİSAN…
Prof. Dr. Kemal Arı
Ulus tarih sahnesinde yerini aldı ve haykırdı:
“Ben varım, ben!”
Yarın 23 Nisan…
Hepimizi kaynaştıracak ulusal bayramlar zincirinin ilk halkası…
23 Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak,
Büyük Millet Meclisini topladı.
Ulusal bayramlar zincirinin ilk halkası…
Öyle ya, o gün başlayan yolculuk, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sonuçlanacak; ardından da toplumsal temelde köklü devrimlere başlanacaktı…
23 Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak,
büyük millet meclisini topladı.
İş o noktaya gelmişti ki; artık ne saltanatın dediklerinin önemi vardı,
ne halifelik makamının…
Ulus, kendisi için idam fermanlarını yazanlara ve buna dinen fetva hazırlayanlara karşı öyle bir duruş sergiledi ki:
“Hey, dur bakalım dur!
Sen kim oluyorsun ki?
Yedi bin yıllık tarihim var benim…
Köklerimde Oğuzlar, Bilge Kağanlar, Dede Korkutlar, Sultan Alparslanlar, Fatihler; Kanuniler var benim!
Dur bakalım dur, çekil aradan! Sen kim oluyorsun ki?
Tahtlar, taçlar uğruna koca bir ulusu tarihin çöplüğüne atamazlar; sen de ona aracı olamazsın. Bana bunu reva görenler için de diyorum ki ‘İşte ben varım’… Meydanlardayım. Ya ölüm, ya kalım davasıdır artık bu… Savaşsa ölümüne savaş…
Madem beni tarihten silmek istiyorsunuz uygarlık, hak, hukuk ve adalet adına;
ey emperyalizm, savaştan başka yolu yok bunun… Büyük bir hesaplaşma olmadan, benim tarihsel varlığıma son veremezsin. Bunu istiyorsan, son bir hesaplaşmaya da hazır ol! İşte giydim kefenimi ortadayım; buyur gel, savaşsa savaş…
- Ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Onun bu haykırışı karşısında, onu o zamana değin küçük görüp aşağılayanların yapacağı ne vardı ki? Ancak ihanet edercesine, ulusun üzerine ordularını sürebilirlerdi.
Sürdüler de…
Ali Galipler, Anzavur Ahmetler orada burada kışkırtılan insanların kütleler halinde çıkardığı iç ayaklanmalar…
Derken Hilafet Orduları; Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öldürülmelerinin
“dinen vacip”; yani dinsel bir görev olduğuna ilişkin fermanları…
Bütün bu kötülükler, yollara döküp, Anadolu’yu kasıp kavurmaya başlamıştı bile…
Kardeşin kardeşle kavgasına göz yumacak kadar davayı bel altına indirmeyi başarmıştı emperyalizm…
Binbaşı Noel bununla yetinmiyor; doğuyu batının üzerine kışkırtarak,
iç savaşı daha da cehennemi bir boyuta ulaştırmak için çırpınıyordu.
Kışkırtıcı ajanlar, casuslar, işbirlikçiler ve bozguncular sarmıştı her yanı…
- Tek bir hedefleri vardı;
– Meclisi dağıtmak,
– Mustafa Kemal’i ipte sallandırmak;
– Ulusun iradesini ortadan kaldırmak…
Ulus, bir ölüm savaşına girerken, ona tepeden bakanlar onu “sürü” olarak görüyorlardı. Ulus sürüyse, kendilerinin de “çoban” olduğunu düşünüyorlardı.
Kendileri yoksa başsız ve çaresiz ulusun hiçbir şey yapamayacağını düşünüyorlardı.
Ancak, hayır!
Ulus tarih sahnesinde yerini aldı ve haykırdı: “Ben varım, ben!”
Ve hiç beklenmedik bir anda ulus şahlandı.
O artık çağlayandı; bendine sığmayacak kadar büyük bir nehirdi…
Seylap olmuş, içindeki bütün kötücülleri arındırarak temiz bedeninden,
tarih önünde Misak-ı Milli sınırları içinde yayılıyordu.
Bu gücün karşısında kimse duracak gibi değildi.
Ulus tarihin bu kritik evresinde, nice ulusal kahramanları yaratmayı başarmıştı.
Ve Atatürk de Türk Ulusu’nun bağrından çıkan basit (AS: Basit değil bize göre!)
bir birey olarak, bunlardan yalnızca bir tanesiydi.
Ortam hazırdı; iklim koşulları oluşmuş ve maya tutmuştu.
Bu mayayı ve kıvamı yakalayan ulus bıkmadı, korkmadı, çekinmedi, irkilmedi
ve yedi düvelle savaştı.
Ya yok olacaktı, ya başaracaktı…
Ve başardı.
Ordusu için ulus, varını yoğunu ortaya koymuştu:
1922 yılının 9 Eylülü’ydü.
O gün İzmir’e Türk Orduları ve Yüzbaşı Şerafettin, göğsünden çıkardığı,
kanının bulaştığı al bayrağı iki arkadaşıyla birlikte (Teğmen Hamdi ve Ali Rıza)
İzmir Hükümet Konağı’na astı.
Yaralı haliyle O, bayrağına bulaşmış al kanına bakarak şunları söylüyordu:
- “Al bayrağıma, kanım bulaşmış.
Ağlıyorum.
Şimdi de gözyaşlarım bulaşıyor.
Öpüyorum, Öpüyorum, Öpüyorum.
Ölsek ne gam! İzmir’e ilk ulaşan bizlerdik ya!”
Sanki rüzgarın oğullarıydı onlar…
Türk Ulusu, yedi bin yıllık tarihinden gelen güçle büyük bir rüzgar olmuş;
savurmuştu çocuklarını bağrından çıkarıp o şanlı hedefe doğru.
Ve rüzgar olup, Anadolu bozkırlarını, o sıcakta, o zor koşullarda dokuz günde aşarak
ve aynı zamanda savaşarak, İzmir’e ulaşmışlardı.
Çünkü, Gazi Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1922’den sonra,
ünlü buyruğunu vermişti:
- “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”…
O ordular; Türkiye Büyük Millet Meclisinin ordularıydı…
O başkaldırışın başında, Meclis bulunuyordu.
Atatürk bile Meclisin buyruğundaydı.
Çünkü Meclis çalanın, çırpanın; millete yalan söyleyenlerin,
beyin uyuşturmayı hüner sayanların yeri değildi ki?
Doruk Bey vardı örneğin.
Düşman Sakarya Savaşı’nda Ankara önlerine geldiğinde;
Ankara’nın boşaltılmasını önerenlere;
“Biz buraya ölmeye geldik!.. Kaçmak da ne?” diyordu.
Ve Fevzi Paşa düşmanın ölümüne ilerleyişine bakıp tanıyı çoktan koymuştu:
“İlerleyen düşman, mezarına geliyor”.
Atatürk ise Hacianestis’e sesleniyordu:
“Hey, Hacianestis; gel de ordularını kurtar!”
Bugün kimileri 23 Nisanı küçümsüyor; çarpık çurpuk, kazınmış, artık hallerine bakmadan.
Varoluşlarının en büyük nedenlerini yadsımayı demokratlık sayıyorlar.
Nereden çıktı bunlar; neyi, kimi temsil ediyorlar, anlamak güç.
Derin derin tarih yazıyorlar, övünerek…
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı, o büyük kalkışmada, vuruşmada,
tarihsel hesaplaşmada saygıyla anmalarını beklemiyoruz artık da;
bir tavuk kümesine saklanacak denli korkak gösterecek üslup kullanmaktan
geri kalmıyorlar.
Hatta çıktılar; Atatürk’ün 23 Nisan’ı Türk çocuklarına bayram olarak armağan etmediğine dek götürdüler iftiralarını… Himaye-i Eftal Reisi’ne bağlayıverdiler işi…
Devletin başında Cumhurbaşkanı ve yürütme erkinin başında Atatürk varken;
Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı’nın böyle bir iradesi nasıl olabilir?
Düşüncesi varsa da Himaye-i Etfal Cemiyeti başkanının;
o günün bayram olmasını sağlayan kim ey saftirikler?
Benim, senin, onun; hepimizin ne düşünceleri var. Biz düşünüyoruz diye,
her düşündüğümüz şeyi gerçekleştirebilecek yetki ve görevlerimiz mi var?
Tarihe nasıl bu kadar şaşı bakıyorsunuz; kör oldunuz artık kör!
Siz kimsiniz, nereden çıktınız; kime hizmet ediyorsunuz; davanız ne?
Ancak, gerçek değişmiyor ki! Gerçek olduğu kadar gerçektir.
Halep orda ise, Arşın da buradadır.
Yalan, gerçeğin yüzüne vurulduğunda, o çirkin haliyle ne kadar orada kalabilir ki?
- Tek bir belge koyabildiler mi;
Vahdettin’in ulusal mücadeleye yardım ettiğine ilişkin?
Koyamazlar… Çünkü yalan üzerine, doğrunun binası yapılamaz…
Güneş balçıkla sıvanmaz.
O nedenle diyoruz ki: Yaşasın Millet; soylu ve asil Türk Milleti;
Yaşasın onun tek tecelligahı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi;
Yaşasın Türk Ordusu;
Ve yaşasın, bütün bunları bize doğuşumuzda, varoluşumuzda, yarınlarımızda
tek önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk…
Yaşasın Aydınlık Türkiye…
Çok işimiz var daha, çok!