Etiket arşivi: Yağma ve talan ekonomisi

İslamo faşizmin kitle tabanı/ruhu

AKP ve İslamcı faşist koalisyonun, 14-28 Mayıs 2023 seçimlerini adil ve demokratik bir yarış ve siyasal mücadele sonucu kazanmadıklarını biliyoruz. Dahası, bu ülkede 2007-2008 döneminden sonra dürüst bir seçim yapılmadığı da açık bir gerçektir. Bu dönemden sonra yapılan her seçim sandık güvenliği, hile, oy hırsızlığı, yalan, iftira ve kara propaganda tartışmaları yaşanmadan yapılamadı. Yasaya açıkça aykırı olan mühürsüz zarflardan çıkan 1,5 milyon oy bile geçerli sayıldı.

Bu anlamda, 2007-2008 önemli bir kırılma noktasıdır. Öyle ki; gerici ve faşizan bir rejim kurma girişimine karşı en büyük ve kitlesel sivil direniş olan “Cumhuriyet Mitingleri” ile Türkiye’nin sarsıldığı, ancak liberal ve sol liberallerin desteği ile halkın direniş refleksinin lekelenerek kırıldığı bir dönemdir. Liberal ve dönek solcuların paha biçilmez katkılarıyla Cumhuriyetin kazanımlarını imha etmek için başlatılan Ergenekon soruşturmalarının “demokratikleşme” diye pazarlandığı yıllardır.

İşte bu tarihsel dönemeci, solun ve demokratik güçlerin aklıyla alay ederek aşan siyasal İslamcı hareket, devleti fethetmeye yöneldi. Ünlü “12 Eylül 2010 Referandumu” bu süreçte kritik bir rol oynadı. Artık iktidarın seçim yoluyla değiştirilmesi de neredeyse imkânsız hale getiriliyor, devletteki kadrolaşma ve kurumların ele geçirilmesi ile iktidar garanti altına alınıyordu. Batılı siyaset bilimcilerin “seçimli otoriter rejimler” dediği, siyasal rekabetin serbest, iktidar değişiminin âdeta demokratik yoldan imkânsız olduğu bir düzen kuruldu. Seçimin yapıldığı ama muhalefetin kazanmasının neredeyse yasak olduğu bir tezgâhtı kurulan. Muhalefet edebilir ama iktidar olamazdınız. Her şey, seçim kuralları bile, âdeta iktidarın, yani islamo-faşist hareketin ve koalisyonun kazanmasına göre ayarlanmıştı. Bu tezgâh 2010 yerel seçimlerinde olduğu gibi zaman zaman bozulsa da genel amaç tutturuluyordu. Bu tezgâh ancak siyasal cesaret ve devrimci bir tutum ile bozulabilirdi. Halktan, cumhuriyetin kazanımlarından ve insanlığın ilerici birikiminden yana net bir program ve siyasal cesaret ile… Bu da ana muhalefet partisinin liderliğinde, ona yön veren anlayışta maalesef yoktu.

Neredeyse Cumhuriyeti kurduğu için özür dileyecek bir anlayışla, gericiliğe karşı mücadele etmek mümkün değildir. Nitekim, 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin yarattığı moral yıkımının nedeni de, anlamı da buradadır. Yapılması gereken şey yerel seçimlerde ortaya konulan irade ve siyasal cesareti, ideolojik bakımdan da tahkim ederek ulusal ölçekte yaşama geçirmekti. Olmadı!

Kendi cephesinin entelektüellerini, gazetecilerini ve kitle önderlerini bile koruyamayan, bu konuda tereddüt eden bir muhalefet önderliğinden kimseye hayır gelmez.

Yukarıda söylenenleri akılda tutarak belirtirsek eğer; yani adil ve demokratik olmayan seçim ortamına, hile ve hurdaya karşın AKP’nin kitle desteği ve aldığı oy oranı, yine de toplum bilimsel bakımdan açıklanmaya muhtaç. Çünkü seçimleri gerçekte kaybettiğini varsaysak bile yüzde 30 bandının altına düşmeyen bir toplumsal desteğinin olduğu açık. Bunun nedenlerinin, bu toplum kesimlerinin, niteliğinin, ideolojik motivasyonlarının kültürel dokusu ve ruh halinin incelenmesi şarttır. Bir süredir yapmaya çalıştığım bu işi okuduğunuz yazıda biraz daha derinleştirmeye çalışacağım. Çünkü, bu kitlenin özelliklerini tarihsel-sosyolojik bir perspektiften (açıdan) irdelemeden, sosyo-psikolojik derinliğini çözümlemeden islamo-faşizme karşı esaslı ve sonuç alıcı bir mücadele yürütmek zordur.

MAZLUM-ZALİM DİYALEKTİĞİ

Siyasal İslamcı hareketin kitle desteğinin nitelikleri, AKP’ye verilen desteğin bütün olumsuz şartlarına karşın kararlılık kazanması, liberallerin yaratığı tuhaf bir “suçluluk kompleksi” ve entelektüel ortamın terörize edilmesi dürüst şekilde tartışılmadı. Veballeri büyüktür. Sonuçta yolunu döşedikleri cehennemin ateşi onların bir bölümünü de yaktı. Ama olan memlekete…

Mazlumluk ile zalimlik hiçbir zaman İslam coğrafyasında olduğu kadar geniş toplum kesimlerinin kolayca geçiş yapabildikleri iki tutum, birbirinin yerine geçebilen iki yüz olmadı. Bu nedenle mazlum-zalim diyalektiğini anlamadan islamo-faşizmin toplumsal desteğini, gericiliğin kitle ruhunu kavrayamayız.

  • AKP ve siyasal İslamcı hareket; toplumun en geri, en eğitimsiz, geleneksel kültürün etkisindeki en yoksul, mesleksiz ve sınıf bilincinden uzak kesimlerini toplumun kültürel merkezine, eğitimli kesimlerine, estetik anlayışı gelişmiş seçkinlerine (zengin değil) karşı kışkırttı.

Onların bu kesimlere karşı duyduğu kıskançlık ve öfkeyi ideolojik olarak besledi. Bu kesimlerin kenarda kalmışlık, dışlanmışlık, ülkenin nimetlerinden uzak kalmışlık duygularını istismar ederek, bu durumun asıl sorumlusu olan kapitalizm yerine, aydınlanma ve moderniteye karşı bir düşmanlığa dönüştürdü. Söz konusu kitle de zaten bu tutuma hazır bir çizgide duruyordu. Öyle ki, toplumda “eziklik” duygusu içindeki kesimlerin çağdaş yaşam alanlarına, akılcılığı ve bilimi esas alan çevrelere karşı tepkilerini –ki bu ilkel ve haklı olmayan, sınıf bilincinden uzak tepkilerdi– bir “intikam” ideolojisine dönüştürdü. Oysa toplumun eğitimli, meslek sahibi, Aydınlanma ve çağdaş yaşamdan yana kesimleri onların ne yoksulluklarından ne de ezilmişliklerinden sorumluydu. Kontrgerilla, 6-7 Eylül 1955’te azınlıklara karşı aynı özelliklere sahip kitleye karşı aynı ideolojik-kültürel motifleri kullanmıştı.

AKP ve İslamcı entelijansiya, söz konusu “ezik özne” üzerinden öyle yaygın bir ideolojik ve kültürel kampanya yürüttü ki; bir süre sonra “kutsal mazlum”dan acımasız ve saldırgan bir “zalim” yarattı. Gündelik siyasette “mağdurluk edebiyatı” denilen durum budur.

Kendisinden olmayana düşman gözüyle bakan, kin tutan, bu kini bir türlü dinmeyen ve iktidara gelince “sıra bizde” diyen karanlık ve cehalet içindeki mekanizmaları aracılığıyla bu zihniyet dünyası ve onun taşıyıcısı olan kitle, sürekli beslenerek yeniden üretildi.

Vasatın, niteliksiz olanın, liyakatsizliğin, kayırmacılığın, yağmacılığın ve servet açlığının saldırganlığı ve iktidarı ile karşı karşıya kaldı ülke. İyi ve nitelikli olanın elendiği, kötü ve niteliksiz olanın yükseldiği bir düzen kuruldu. Diplomasızların dönemiydi artık.

  • Ülkenin 200-250 yıllık bir modernleşme, aydınlanma ve rasyonalite (akılcılık) sürecinin ve deneyimin ürünü olan kurumsal yapısı, bir bedevi saldırganlığı ve yağmacılığı ile imha edildi.
  • Ülke geriye savrulmaya ve statü yitirmeye başladı.

Yağma ve talana dayalı bir ilkel sermaye birikimi yöntemiyle İslamcı-muhafazakâr bir sermaye sınıfı oluştu.

Toplumda derin bir eşitsizlik, gelir ve servet adaletsizliği gelişti. İslami bir oligarşi meydana geldi ve ülkenin kaynaklarına el koydu. Din ve “kutsal mazlumluk” söylemi üzerinden bu tablo için rıza üretildi.

Yalana, çarpıtmaya ve ideolojik hileye dayalı yeni bir tarih anlayışı ve okuması geliştirildi. Günümüzün “ezik öznesi” o görkemli tarih ile avutuldu ve o tarih üzerinden sanal ve mistik hedefler konuldu. Kutlu dava hedefe ulaşırsa herkes istediği ve hakkı olan şeyi alacaktı. Ancak henüz “kâfirlerin”, “vesayetçilerin” ve “halka yukarıdan bakan” seçkinlerin kökü kurutulmamıştı.

Oysa sözü edilen kesimlerin neredeyse canı çıkmıştı. Dışlanan, ezilen, hakaret edilen, hapse atılan onlardı. Eziklik kompleksi ve ilkel intikamcılık öyle kışkırtılmıştı ki dinmek bilmiyordu.

Yoksullar, efendilerinin iktidarı için “kutsal kurbana” dönüşmüştü.

Bu arada ülke çöküyor, kendisini çevirecek rezervleri tükeniyordu. Yağma ve talan ekonomisinin sonucu olan derin ve yıkıcı bir ekonomik kriz, ülkeyi kasıp kavuruyordu.

Devrimci ve sosyalist hareketin, gerek 12 Eylül 1980 darbesi gerekse 1990’da dünyada gerçekleşen ve sonuçlarını hâlâ yaşadığımız büyük geriye savrulma sonucu devreden büyük ölçüde çıkmasının sonuçları da çok ağır oldu. İnsanlık, çıkan bu maliyeti hâlâ karşılayabilmiş değil. Sosyalistlerin güç yitirmesiyle, ülkenin yoksulları ve düzenin mazlumları siyasal İslamcıların ajitasyonuna açık ve korumasız hale geldi. Böylece, söz konusu kitle sınıfsal bir perspektif (bakış) kazanamadı. Dolayısıyla özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesinin bir parçası ve öznesi de olamadı. İslamo-faşizmin kıyıcı ve hoyrat kitle tabanına dönüştü.

“Kutsal mazlumluk” kutsal zalimliğe evrildi.

Durum sosyolojik bakımdan İspanyol yazar Ortega Gasset’in önemli kitabı “Kitlelerin İsyanı” çalışmasında ortaya attığı “vasatın iktidarı” durumundan daha farklı ve derin bir yıkıcılığa sahiptir. Çünkü, esas olarak İslam’ın ortaçağına ait değerler dünyasına yaslanan ilkel bir saldırı, imha edici bir düşmanlık söz konusudur.

Taliban’ın büyük bir ülkede iktidar olduğu İslam dünyasında, aydınlanma ve modernitenin zamanını dolduran tarihsel ve toplumsal projeler/aşamalar olduğunu savunmak ahmaklıktır.
***
TELE1 İzleyici Hattı
Yazarın Son Yazıları
13 Ağustos 2023 Pazar – İslamo faşizmin kitle tabanı/ruhu
6 Ağustos 2023 Pazar – Yenilginin ve değişimin anatomisi
30 Temmuz 2023 Pazar – Tarihin çağrısı ve cezası
24 Temmuz 2023 Pazartesi – Değişimin yönü ve CHP
23 Temmuz 2023 Pazar – Silivri’de de hayat sürüyor
Yazarın Tüm Yazıları

ŞUURSUZ TOPLUM

Yavuz Alogan

Şuursuz toplumDevrimler ve karşı devrimler eski rejimden devraldıkları Devlet mekanizmasını yok etmezler, dönüştürürler. Devlet aygıtlarına hükmeden kast bir başkasıyla yer değiştirir, yeni kurumlar eski kurumların yerini alır, bazı durumlarda üretim ilişkileri, sınıfsal yapılar değişim geçirir.

Fakat ülkenin tarihî özelliklerinden, halkın tecrübe birikiminden gelen yönetim felsefesi ana hatlarıyla değişmeden kalır. Böylece, söz gelimi Rus Devrimi’ne baktığımızda, 1921’den sonra, fakat özellikle 1930’lu yıllarda Çarlık İmparatorluğu’nun yönetim felsefesini en kaba hatlarıyla Stalin rejiminde, 1980’lerin sonunda ve 1990’larda yaşanan bir bocalama döneminin ardından Putin oligarşisinde görebiliriz. Putin’i kazıdığınızda Stalin’in yüz hatları belirir.

Çin’de de aynı şey yaşanmıştır. Günümüzde Komünist Partisi Konfüçyüs Felsefesi’ni, Mao Zedung Düşüncesi’ni ve Deng Şiaoping’in “Dört Modernleşme”sini, Hanlar Çini’nden başlayan binlerce yıllık yönetim felsefesiyle birleştirmiştir. 1949 Devrimi’ni kazırsanız altından 1911 Cumhuriyet Devrimi’ni gerçekleştiren Sun Yatsen’in “üç halk ilkesi” çıkar.

1789 Fransız Devrimi’nin ilkeleri Konsüllük Yönetimi’nden, Napoleon savaşlarından, iki Restorasyon döneminden, Louis Bonaparte’ın darbesinden, 1871 Paris Komünü’nden, iki Dünya Savaşı’ndan geçerek, André Malraux’nun sözleriyle, “cesedi ayağa kaldıran ve bütün dünyaya onun canlı olduğunu kanıtlayan” Charles de Gaulle’ün Jakobenlerin son karargâhı Hotel de Ville’de direnişçilerle birlikte La Marseillaise marşını söylediği 26 Ağustos 1944’e kadar inişli çıkışlı bir yol izlemiştir. Günümüze kadar gelen Fransa tarihini kazırsanız, altında 1791’de Fransız anayasasına giren 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi belirir.

Devletlerin ve milletlerin karakteri vardır.

Bizde de öyle olmuştur. Mustafa Kemal’in arkasında Jön Türkler, Cumhuriyet Devrimi’nin arkasında 1908 Hürriyet Devrimi belirir. 1960 Devrimi (AS: 27 Mayıs) dahil bizdeki bütün atılımlar Aydınlanma, ilerleme, bilimsel eğitim, planlı kalkınma yönünde olmuştur. Bu atılımların birbirine devrettiği yönetim felsefesi 12 Eylül darbesinin getirdiği yıkıma rağmen etkilerini 2000’li yıllara kadar sürdürmüştür.

  • Sayın Saray’ı kazıdığımızda altından Prens Sabahattin, Derviş Vahdeti, Sultan Vahidettin, Dürrizade Abdullah ve İskilipli Atıf’tan başkası çıkmıyor.

Anayasalar da değişir. Fransız Anayasası 1789’dan sonra 15 kez, Amerikan Anayasası 1788’den sonra 27 kez, Alman Anayasası 1871’den sonra 3 kez değişmiştir. Fakat

  • hiçbir iktidar partisi kendi anayasasını yaparak ülkesinin geçmişine parantez koymaya,
  • kendi ulus-devlet’inin kurucusuyla hesaplaşmaya,
  • ele geçirdiği Devlet’i kurumlarıyla birlikte yok etmeye,
  • varlıklarını hunharca pazarlamaya kalkışmamıştır.

2000’lerin başında Türkiye’ye yerleştirilen siyasî yapı;
– geleneksel Devlet’i bütün kurumlarıyla, ideolojik ve kültürel temelleriyle yıktı,
– yönetim felsefesini yozlaştırdı,
– yandaşlarını zengin etti.
– Karşıdevrimini tamamlayacak bilgi birikiminden, örgütleme yeteneğinden yoksun ve vicdansız olduğu için açtığı boşluğu dolduramadı.
– Ülkeyi yağmalattı, Devlet’i de ülkeyi de battal etti!
– Şimdi bir de yeni ve “sivil” anayasa hazırlayıp üzerine tüy dikecek! Öyle mi?

  • Biz nasıl şuursuz bir toplumuz ki böyle bir iktidarın ülkeyi 20 yıl yönetmesine, siyasî partilerimizin emperyalist güç odakları tarafından düzenlenip yönlendirilmesine izin verdik?

Devleti anonim şirket gibi yöneteceğim,” “demokrasi bir tramvaydır” denildiğinde, siyasî partilere ve Türk Ordusu’na neredeyse eşzamanlı komplo kurulduğunda uyanmamız gerekirdi.

Rejimin tehlikeli bir dönüşüm geçirdiğini referandumlardan sonra ortaya çıkan manzaraya bakarak, kararnamelerle yönetilmeye başlayınca anladık.

Yağma ve talan ekonomisi yerleşene kadar Devlet Planlama Teşkilatı’nın tarihe karıştığını fark edemedik.

Havuz medyası kurulduktan sonra basın özgürlüğünün olmadığını, AA ve TRT’nin iktidarın borazanına dönüştüğünü gördük.

Üniversite özerkliğini Boğaziçi Üniversitesi direnince hatırladık.

Hıfzıssıhha kurumunun kapatıldığını pandemi sırasında fark ettik.

Yangınlar turizm bölgelerini ve seraları yakınca THK’nın ne kadar değerli ve önemli olduğunu anladık.

Merkez Bankası boşaltılıncaya, vatandaş açlık çekmeye başlayıncaya kadar Saray’ın ekonomiyi yönettiğini zannettik.

Afganlar delik deşik olmuş sınırlarımızdan içeriye akın edince ülkenin nüfus yapısının değiştirilmekte olduğunu, milletin muhacir ümmetle kuşatıldığını anladık.

NATO’dan Kâbil’e sefer görev emri alınca,

Şantaj altındaki siyasî iktidarın batı emperyalizmine mecbur olduğunu fark ettik.

Her krizde Saray rejiminin, krizi çözmek şöyle dursun, müdahale kabiliyetinin bile olmadığını gördük. Enerji ve telekomünikasyon sistemlerini özelleştirmenin, ormanların güvenliğini taşeron şirketlere emanet etmenin yarattığı felaketleri gördük.

Şimdi yana yakıla, feryat ederek Devlet’i arıyoruz

  • Saray ve külliye istemiyoruz, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti istiyoruz!…

Bakın, bu Saray Rejimi’nin devamı hâlinde bugün yaşadığımız büyük felaketler, bundan sonra yaşayacaklarımızın yanında sivri sinek ısırığı gibi kalacaktır.

Tarih içindeki istikametimiz kesinlikle Ortadoğu’nun Yugoslavya’sı olma yönündedir.

Nazi işgaline silahlı direnişle kurulan Yugoslavya, Sovyetler Birliği dâhil hiçbir ülkeye boyun eğmeyerek bağımsız bir özyönetim ekonomisi kurdu, kendi içindeki dinî ve etnik ayrımcılığı yurttaşlık hukukuyla, Federal Cumhuriyet yapısı içinde “özgür üreticilerin birliği”yle aştı, Bağlantısızlar Hareketi’ne öncülük etti. Fakat neoliberal dönemde Avrupa’nın içinde bağımsız ve kamucu bir ülke istemediler. Hırvatlardan ve Slovenlerden başlayarak ülkenin yapısını etnik ve dinî olarak parçaladılar. Tito’nun özgür ve bağımsız ülkesinden geriye bir şey kalmadı.

Bize de aynısını yapacaklar.

Burada topraklarına, mavi ve yeşil vatanına sahip çıkan, ekonomisi ve ordusu güçlü, halkı eğitimli ve kültürlü, Cumhuriyet’in Devrim Kanunlarına bağlı, laik demokratik sosyal bir hukuk devleti, kendi çıkarlarını koruyan, örgütlü ve güçlü bir ulus-devlet istemiyorlar.

  • Sayın Saray bilerek ya da bilinçsizce bu emperyalist hedefin aleti olmuştur.
  • Egemenliğimizi tamamen kaybedip Devlet olmaktan çıktığımız zaman mı bu Saray rejiminin bize ne yaptığını fark edeceğiz?

Bakın, Cumhurbaşkanınız ne diyor:

“Yerleşim bölgelerindeki yangın VESAİRELERİN sorumluluğu kimin? O da oradaki büyükşehir belediyelerinin sorumluluğundadır.”

Bu sözler üzerine düşünün mesela. Ardında nasıl bir yönetim felsefesi yatıyor?

  • Cumhuriyet’in değerlerine sahip çıkalım.
  • Cumhuriyet’i, bütün kazanımlarıyla savunalım.
  • Türk milleti olarak genç Mustafa Kemal’de birleşelim.
  • Çok geç olmadan, geri dönüşü olmayan bir noktaya gelmeden, ayrıntılarda boğulmadan, inceleme değil kalınlama yaparak, bölmeyip bölünmeyip birleşerek…

yalogan@gmail.com
Şuursuz toplum – Son Dakika Özel Haberler Köşe Yazıları (veryansintv.com)