Etiket arşivi: Tayfun Atay

Sayın Cumhurbaşkanı, ‘Siz’ kimsiniz?

 Sayın Cumhurbaşkanı, ‘Siz’ kimsiniz?

Tayfun Atay
Cumhuriyet
, 17.09.2017

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Gölgesi olan surete heykel, gölgesi olmayan surete resim denir ve İslam, bunların her ikisini birlikte değerlendirir. O yüzden Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’ne “Heykel” hususunda bilgilenmek üzere müracaat ettiğinizde sizi “Resim” maddesine yönlendirecektir. İslam, resim ve heykel, yani suret (tasvir) yasağında Yahudiliğin izinden gider. Tevrat’ta açık, seçik, kesin ve bir hayli de keskin belirtilmiştir:

“Kendin için oyma put, yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin; ve onlara ibadet etmeyeceksin; çünkü ben, senin Allah’ın Rab, (…) ve beni seven ve emirlerimi tutanların binlercesine inayet eden, kıskanç bir Allah’ım” (Çıkış, Bap 20: 4-6; “Kitabı Mukaddes”, İstanbul, 1993, s. 73). (AS: Allah’ın kıskanç olmasını da, bunu kutsal kitapta bildirmesini de aklımız almıyor!?..)

Hristiyanlıkta durum farklı. Özellikle “kök” ve en yaygın mezhep Katoliklik, resim-heykel, yani tasvir ve görsellikle haşir neşirdir. Protestanlık, bunu da protesto etmiştir! Luther ve diğer reformistler, Roma paganizminin (putperestliğinin) Hristiyanlığa duhulü saydığı resim ve heykelleri kiliselerden kaldırtmış, İsa-Mesih inanlılarını görselin çekiciliğinden kitabın derinliğine sevk etmek istemiştir. Ortodoks Hıristiyanlıkta da bir dönem “put kırıcılık” (“ikonoklazm”) hareketi görülmüşse de tasvir geleneği varlığını sürdürür.

Fark, üç semavi dinin “siyasi tarih” pratiklerinden kaynaklanmakta olsa gerektir. Yahudilik de, İslam da putperestlik, diğer deyişle çoktanrıcılıkla kıyasıya mücadelelerin kazanılmasıyla kurumsallaştı. Hristiyanlık ise çoktanrıcı Roma, daha geniş anlamda pagan Greko-Romen gelenekle uzlaşma sonucu kurumsallaşmıştır. Malum, İslam Peygamberi zaferini Kâbe’de putların kırılmasını emredip “Hak geldi, bâtıl yok oldu” ayetini okuyarak ilan etmiştir.
***
Bu uzun girizgâh, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen haftaki heykel reddiyesinden dolayı kaleme alındı. Erdoğan bazı belediyelerin, kendisinin heykel ve masklarını yapmasına ilişkin olarak “Bunlar bizim değerlerimize ters” dedi ve “Lütfen bu yanlışlara tevessül etmesinler” diye de ekledi. Ancak ifadedeki bazı “örtük” noktalar tartışma yarattı. “Hangi değerler” diye soranlar, “Bizim değerlerimiz” ifadesini sorgulayanlar oldu. Girizgâhı bu sebeple yaptım; Cumhurbaşkanı “İslami” değerleri kastederek heykeli, maskı putperestlik sayıyorAyrıca kuvvetle muhtemel ki tek heykeltıraş Allah’tır diye inanıp düşünüyor. Çünkü “suret” ve çoğulu “suver”den türeme “musavvir”, yani “biçimlendiren”, yani “tasvir eden”, Allah’ın isimlerindendir.
***
Cumhurbaşkanı’nın inanç ve düşünceleri doğrultusunda kendi heykelinin yapılmasına kişisel olarak hayır demesine kimsenin söyleyecek sözü olamaz. Sorun, “Ben” değil “Biz” demesinde. “Bizim değerlerimiz”, “Bizim değerlerimize ters” demesinde.

Bu “Biz”, kimdir?

“Biz”, aile efradı mı, Ehli Sünnet mi, İslam ümmeti mi, Türk milleti mi, Türkiye ahalisi mi?..

Bu ülkede üniversitelerin güzel sanatlar fakültelerinde resim ve heykel bölümleri, ayrıca sayısız resim-heykel galerileri, müzeleri var. Buralara rağbet eden insanlar; resim ve heykel bölümlerinde okuyan öğrenciler, resim ve heykel sanatçıları, eğitmenleri ve onların eserlerini ilgiyle, sevgiyle takip eden milyonlarca vatandaş var. Bunlar sizin “Biz”inizin içinde mi, dışında mı? Dışındaysa ayrı düştük demektir. Dışındaysa yandık, zaten çoktan eline balyoz alıp heykel ve büst avcılığına çıkmışların sayısında patlama olacak demektir. Dışındaysa mahvolduk, Taliban’ın Buddha heykellerine, IŞİD’in antik kent kalıntılarına reva gördüğüne benzer manzaraları Efes’te, Aspendos’ta, Perge’de göreceğiz demektir.
***
Dolayısıyla, Sayın Erdoğan, “Bu, bizim değerlerimize ters” sözünüz, bir saatli bombadır.
Birey olarak siz, heykelinizin yapılmasını istemiyor olabilirsiniz.
Ama siz, birey olmaktan öte 80 milyonun Cumhurbaşkanı olarak siz, bu memlekette heykel yapımına, heykel sanatına, heykel eğitimine karşı mısınız, değil misiniz, onu söyleyin!..
Ona göre bakalım istikbalimize…
***
Tabii meselenin es geçilmemesi gereken önemli bir başka yönü daha var. “Asr-ı Saadet”te resim ve heykelle insanları cezbetmeye çalışan görselliğin bugünkü hayatımızdaki karşılığı, fotoğraf, sinema, televizyon, billboardlar, reklamlar, kısacası hayatımıza hâkim “görsel medya”dır. Kültür eleştirmeni Camille Paglia, tele-dijital görsel kültür çağının, “paganik” itki ve arzunun en çok kışkırtıldığı dönem olduğunu bunun için belirtiyor. Yani “görüntü”nün her şeye galebe çaldığı “pop” bir dünyanın içindeyiz; starlar, ikonlar, ikonalar, idoller dünyasında…

Sayın Cumhurbaşkanı, siz böyle bir dünyada dini de, kendinizi de tele-dijital ortama bol bol sunuyor musunuz, sunmuyor musunuz? Daha dün gibi! Referandum kampanyası boyunca, hepimize adeta “göklerden” muazzam bir haşmetle bakan devasa posterlerinizi binaların tüm cephesini kaplar şekilde ve yüzümüzü nereye çevirsek (Kıble dâhil!) karşımızda görmedik mi?!

E, daha ne olsun ki İslam’ın yasakladığı suret, tasvir ve temsil adına?..
Heykeliniz yapılmış, yapılmamış, ne fark eder artık!..
===========================================
Dostlar,

Sn. Tayfun Atay‘a teşekkür ederiz, gölgede kalan bir önemli konuyu irdelediği için. Aynı Erdoğan değil miydi Kars’ta belediyenin yaptırdığı insanlık anıtı yontusunu (heykelini) kendince “ucube” (!?) diye mahkum edip iş makineleriyle basının önünde, tüm kamuoyuna gözdağı verircesine hoyratça parçalatan Başbakan? Taliban da Afganistan’da Buda yontularını parçaladı.
Üstelik Ermenistan-Türkiye arasında barışı simgeleyen “İnsanlık Anıtı” somut bir kişilik, çehre – yüz betimlemesi (tasviri) de yapmıyordu. Soyut tiplemelerdi (figürlerdi), 2 komşu ülkeye ve halka biri iletisi vardı. Ermenistan ile sınır kenti Kars’ın yerel yönetimince halka danışarak yaptırılmıştı. 2 ülke – halk arasında barışı – el ele vermeye- insanlığa özlem duygu ve düşüncelerinin dışavurumuydu.
Herhangi özgün bir insan yüzü yontulmamıştı taşlara yaratıcı akıl ve göz nuruyla..
Yontu sanatçısı (Heykeltraş) Mehmet Aksoyun İnsanlık Anıtı, Hasan Harakani vb. “ermişler” in türbelerinin yanında olamazdı Erdoğan’a göre.. Kutsallığa meydan okunur muydu, geçelim öbür dikkate alınabilecek kaygıları. Estetik, çevre düzenlemesi, statik koreografi, yer seçimi, boyut, tasarım. 3 yıl içinde bir Koruma Kurulu 5 kez karar değiştirir mi?
Uzatmayalım..
Erdoğan’a bu soruları da sormak gerek.. Tayfun Atay’ın köşesindeki yeri sınırlı.
Okuyucunun da hem sabrı hem zamanı kıt.
Birkaç soru daha eklemek ve yorum katmak da bize düştü.
Sonuç olarak bu anlayış arkaik ve çok tehlikeli boyutlar, açılımlar taşıyor.
Varolan portre, büst, mask, yontu vb. ürünlere toptancı bir gönderme de kodlu..
Başta, Cumhuriyetimizin kurtarıcı ve kurucusu Büyük ATATÜRK‘ün büst, yontu, mask vb. simgeleri de var. Dikkat buyurulsun; bunlara eylemli, baltalı saldırılar belirgin patlama yapıyor; ancak AKP = RTE ağzını açıp yüksek perdeden “Eyyy gafiller..” gibisinden bir ayar vermiyor. Üstelik bu saldırılara karşı net – açık – kararlı kınama yapması ve adli işlemlerin yapılmasına dönük kamuoyundan “epey” isteme, yakınmaya, çağrıya karşın..
Sayın yazar Tayfun Akay hâlâ “Siz kimsiniz??” diye soruyor..

Sevgi ve saygı ile. 17 Eylül 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

‘Buraya kitap okumaya değil diploma almaya geldik!’

‘Buraya kitap okumaya değil,
diploma almaya geldik!’

Tayfun Atay
Cumhuriyet
, 13.8.17

ÖSYS sonuçları ve kontenjan açıkları tartışılması gereken o kadar çok eksene sahip ki kanımca en doğrusu bir “yazı dizisi” hazırlamak olabilir. Bunu düşünecek arkadaşlarım için başlık da önereyim: “Üniversite nereye?”

Veya çok daha güçlü ve vurucu şekilde, “Elveda Üniversite!..”

Böyle bir başlığı bana en çok duyumsatan, sevgili hocam Prof. Bozkurt Güvenç’in öğrenciliği dahil olmak üzere neredeyse ömrünün 70 yılını verdiği üniversite ortamına “veda”sına sebep teşkil eden bir hadise…

Kendisinden insan nedir, kültür nedir, toplum nedir, bilim nedir öğrendiğim, dolayısıyla öğrettikleriyle bırakın bin yılı sonsuza dek kulu-kölesi olacağım Bozkurt Hoca, 1990’larda emekli olduktan sonra da okumaya, yazmaya, öğrenmeye, öğretmeye devam etmiş, neredeyse asırlık bir üniversite emekçisi…

Daha önce de yazmıştım, ben ondan öğretmenliğin “ebedi öğrencilik” olduğunu öğrendim!..

Bozkurt Hoca çok yakın zamanlara kadar bazı vakıf üniversitelerinde ders vermeye davet edilmekteydi. En son, özel bir üniversite, farklı disiplinlerden doktora öğrencilerine bir “insanbilim” (antropoloji) formasyonu kazandırma düşüncesiyle ondan ders talep etti.

Hoca, kendisinin “rahle-i tedris”inden geçmiş hepimiz için bir örnek-model oluşturan yöntemiyle, ilk derste dersin temel okuma listesini sunarak kitapların içerik tanıtımını yapmış. Ve hayli “yetişkin” konumdaki 25 öğrencisinin her birinden bu kitaplardan birini okuyup derste ayrıntılı eleştirel değerlendirmeye tâbi tutan bir sunuş yapmasını, sonrasında da bunu bir yazılı rapor haline getirmesini istemiş.

Bu, öğrencinin dersteki başarısını belirleme yolunda temel ölçütlerden biriydi. Dersten sonra Bozkurt Hoca odasına çekildiğinde kapı çalındı. Bir öğrenci dersteki öğrenciler adına konuşmaya geldiğini belirterek ona şunları söyledi:

  • “Hocam, biz buraya okuyup yazma öğrenmeye değil, diploma almaya geldik. Bizim kitap okuyacak vaktimiz olsaydı zaten buraya gelmezdik.”

Bozkurt Hoca ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra, bu kitaplar okunup topluca değerlendirmeye açılmadan böyle bir dersin amacına ulaşamayacağını ve onlara da bir yararı olmayacağını ifade etti. Bunun üzerine öğrenci kendi “ara çözüm”ünü önerdi:

“Siz zaten bu kitapları okumuşsunuz. Bize bunların bir özetini verseniz, biz de o özetleri çalışıp sınava girsek olmaz mı?”

Hoca’nın cevabı: “Olur tabii, ama bunun adı üniversite olmaz, medrese olur.”

Öğrenci hiç mi hiç tatmin olmamış bir yüz ifadesiyle çıkıp gitmiş. Ama bitmedi! Ertesi gün, üniversitenin ilgili enstitüsünden bir yönetici, muhtemelen kendisinin yaşından çok daha fazla yıl üniversitede ve üniversiteyi “yaşamış” Bozkurt Hoca’yı aramış bu meseleye binaen (AS : sorun nedeniyle..) ve…

“Aman Hocam, öğrenciler bizim velinimetimiz, onlara bu kadar sert davranmayalım! Emeğinizin karşılığını da onlar sayesinde ödüyoruz…” demiş!..

Bozkurt Hoca’nın cevabı, teşekkür etmek ve “Artık benim burada yapabileceğim hiçbir şey olamaz” diyerek ayrılma kararını bildirmek olmuş. Bu, ömrünü bilime, düşünceye, eğitime adamış bir insanın, emekçisi, gönüllüsü, tutkunu olduğu üniversiteye elveda dediği an… Ama aslına bakılırsa gerçek anlamda “Üniversite”nin bu ülkeye, topluma, hepimize “Elveda” dediği anlardan biri!.. Şimdi kontenjanları sinek avlayan üniversitelere de böyle geldik.

“Çalıştım, okudum, yazdım, öğrendim, anlattım, yorumladım, tartıştım” diyerek değil… “Bedava mı sandın, para verip aldım” diyerek ortalıkta dolaşan… “Diplomalılar” üreterek!..
=====================================
Evet dostlar,

Bozkurt hocamızla 1978-79’da Hacettepe Tıp Fakültesi Toplum Hekimliği Bölümünde tıpta uzmanlık eğitimi için bulunduğumuz yıllarda tanıştık. Biz asistan hekimlere Sosyal ve Kültürel Antropoloji konferansları verdi. Sağlık ile Kültür arasındaki bağları kurmamız için yol gösterdi. ”Sosyaş ve Kültürel Değişme” adlı klasik yapıtını o zaman da tanıdık ve doğallıkla, nazlanmadan bir güzel okuduk. Zaten o yıllarda Vakıf üniversiteleri yoktu. Bir – iki özel yüksek okul açılması denemesi olmuş, onların da yanılmıyorsak 1971’de Anayasa Mahkemesince güzelim 1961 Anayasasına aykırılığı nedeniyle kapatılmasına karar verilmişti. Sonasında Bozkurt hoca Japonya’da bulundu bir süre ve ”Japon Kültürü” adlı bir başka klasik daha üretti. Cumhuriyet‘te  tadına doyulmaz makaleler yazdı. ADD (Atattürkçü Düşünce Derneği) Bilim – Danışma Kurulunda birlikte çalışma olanağı bulduk..

Bozkurt hocamız gerçekte bir mimar.. Bize derslere geldiğinde sorumuz üzerine açıklamıştı.. Doktora eğitimi için ABD’ye gittiğinde, bir öğrenci sosyal etkinliğinde çok değişik uluslarda insanlarla karşılaşıyor ve orada bu kültürel varsıllık dikkatini ve ilgisini uyarıyor. Rotasını mimarlıktan Antropolojiye döndürüyor ve bizi çoook yetenekli bir mimardan yoksun bırakmakla birlikte benzersiz bir İnsanbilimci örneği sundu hatta bu alanda bir ”ekol”, rol modeli oldu. Tıp Fakütesinde öğrencilerimize, asistanlarımıza…. Tıbbi Antropoloji derslerini O’nun sayesinde zaman zaman üstleniyoruz.

İşte Vakıf Üniversitelerinin perişan durumu bu.. Sözde kâr amacı olmayan eğitim kurumları. O zaman temel amaç üniversiter eğitime katkı vermek kalmıyor mu geriye? Dolayısıyla paralı öğrencilerin

  • “Bedava mı sandın, para verip aldım” söylemi nasıl doğdu ve bu ürkütücü aşamaya geldi?

Sevgi ve saygı ile. 13 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail..com