Etiket arşivi: Prof. Dr. Metin KALE

‘Meş’um ve uğursuz’ mütareke Mondros

Prof. Dr. Metin KALE
Eskişehir Osmangazi Tıp Fakültesi
Em. Öğretim Üyesi
Cumhuriyet
, 30 Ekim 2021

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlılar için, 30 Ekim 1918’de ölümcül bir teslimiyet antlaşması olan Mondros Mütarekesi ile sona erdi. İngiliz Agamemnon zırhlısında müzakereler, 27 Ekim sabahı başladı ve dört gün sürerek 30 Ekim’de sonlandı. Mütarekeyi İngiltere adına Amiral Calthorpe, Osmanlı devleti adına Bahriye Nazırı Rauf Bey imzaladı. Ateşkes antlaşmasını Sadrazam İzzet Paşa ve Vahdettin son derece memnuniyetle karşıladılar. Mustafa Kemal ise Mondros’un metnini 3 Kasım’da kendisine gönderilen telgrafta okuduğunda, imparatorluğun sonunun geldiğini gördü. Şöylece değerlendirdi:
  • Osmanlı devleti bu antlaşmayla kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslime razı olmuştur. Sadece razı olmamış, onların memleketi işgali için yardım da vaat etmiştir. Bu, beni çok hazin düşüncelere sevk etti.
TESLİMİYET VE DİRENİŞ
Mustafa Kemal 3-8 Kasım 1918 arasında beş gün süreyle Mondros’un vahametini ve Türkiye’yi düşman işgaline açık hale getireceğini, hatta Osmanlı hükümetini bile İngiltere’nin tayin edeceğini, teslimiyetten başka düşünceleri olmayan Vahdettin ve Sadrazam İzzet Paşa’ya anlatmaya çalıştıysa da nafile. 6 Kasım’da İzzet Paşa’ya sert bir telgraf çeker:
  • “İngilizlerin aldatıcı davranışlarını haklı gösterecek ve buna karşılık iyilik göstermeyi de kapsayan emirleri güzellikle uygulamaya yaratılışım müsait olmadığından (…) kumandayı hemen teslim etmek üzere yerime birisinin tayin edilmesini istirham ederim.”
Bunun üzerine sadrazam, Yıldırım Orduları Grubu’nu lağvetti. Mustafa Kemal ayrıca sadrazama “Böyle giderse korkarım ki siz de o koltuktan düşman süngüleriyle kovulacaksınız” dedi ve çok geçmeden dediği çıktı. İzzet Paşa’dan 10 Kasım’da “Görevden ayrılıyorum, sizinle görüşmem lazım” cevabı geldi.
Bu arada Padişah Vahdettin “Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, hemen kabul edelim. İngiltere’nin bize dost politikası değişmemiştir. İngilizlerin hoşgörüsünü sonra sağlarız” sözleriyle teslimiyetini ilan ediyordu.

Mustafa Kemal’in İzzet Paşa’yla telgraf savaşına Adana’daki karargâhta tanık olan Fahrettin Altay, o günü şöyle anlatıyor:

  • “Elini haritada Anadolu’nun üzerine koyarak ‘Burası kıtaların kalbi, kıtaların buluştuğu yer. Burayı bize bırakmak istemeyecekler, ama dur bakalım. Bozkırda bir ateş yanacak’ dedi.”

Mustafa Kemal Mondros’tan hemen sonra 4 Kasım 1918’de Adana’da Ali Fuat Paşa’ya şu tarihi sözleri söyler:

  • “Bundan sonra padişah tahtını düşünecek. Milletin artık kendi haklarını kendi araması ve savunması, bizim de ona yol göstermemiz (…) lazımdır.” Bir bağımsızlık savaşı başlatmanın zamanının geldiği zihninde netleşmiştir. Artık bir yanda direniş ve Milli Mücadele ruhu ile diğer tarafta teslimiyet ve işgal anlayışı karşı karşıyadır.

BİR ULUSU CEZALANDIRMAK

Ali Fuat Paşa anılarında Mondros için “Hiç kimse, Mustafa Kemal kadar tam zamanında, yıkımın yakınlığını ve hatta başlamış olduğunu görememiştir” diyor.

Mondros’un basit bir silah bırakışması değil, tam bir teslimiyet olduğuna inanan ve ondan “Bu meş’um -uğursuz- mütareke” diye söz eden Mustafa Kemal, sadece yenik bir devletin değil, Türk ulusu ile beraber Türk tarihinin de cezalandırılmak üzere olduğunu işaret etmekteydi.

GERİ KALMIŞLIĞIN ÜRÜNÜ

Kendi neslinin, emperyalistler arasında bir o yana bir bu yana savrulmadan ayakta duran yegâne örneğidir Mustafa Kemal. İzzet Paşa’ya telgrafında şunları söyler:

İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye olanak kalmayacaktır.” Atatürk Mondros’u, kaybedilmiş bir savaşın sadece askeri ve diplomatik bir sonucu olarak değil, onun arkasındaki geri kalmışlığın ve bağımlılık sürecinin ürünü olarak niteler.

Mondros, Osmanlı devleti için bir son iken, Türkiye Cumhuriyeti için de bir başlangıç olmuştur. Osmanlı devletinin nasıl parçalandığı doğru okunmazsa, Türkiye’nin yaşadığımız süreçte emperyalizmin yeni oyunlarıyla karşı karşıya kaldığı anlaşılamaz. Çağdaş Türk ulusu örtülü bir savaşla bir karanlığa çekilmek istendiğini görüyor ve o tuzağa düşülmemesi gerektiğinin de bilinciyle hareket ediyor.

Tarihten silinmek istenen bir milletin öcü

Tarihten silinmek istenen bir milletin öcü

Atatürk’te Cumhuriyet ve devrim fikri bir gecede oluşmadı kuşkusuz. Emperyalist Batı’nın dayattığı Sevr’i reddederek, onlara Lozan’ı kabul ettirdi ve ulusal ve çağdaş bir devlet kurdu. Adına “Cumhuriyet” dedi.

Tarihten silinmek istenen bir milletin öcü

Bu tarihi dönemeci ve başardığı bu devrimi, 9 Mart 1935’te şöyle özetledi:
  • “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, ondan sonra içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız devrimler. İşte Türk genel devriminin en kısa tarifi.”
Bu sözlerinden yıllar önce, henüz 26 yaşında genç bir kurmay yüzbaşı iken 1907 yılında Selanik’te Bulgar Türkoloğu Manolof’a da ifade etmişti:
  • “Düşündüklerim demagoji ürünü değildir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı, kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek Batı uygarlığına aktarılmalıyız. Latin kökenli bir alfabe seçilmeli, kılık kıyafetimize kadar her şeyimizle Batılılara uymalıyız. Yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi bir gün olacaktır…”
ATATÜRK’ÜN CUMHURİYETE İNANCI
Atatürk, Samsun’a çıkmadan çok önce bir karar almıştı:
  • “Milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!”
İşte, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başlanan karar bu karar olmuştur. Karizması, sabır ve zekâ ile ikna gücünden beslenen Atatürk, Cumhuriyet’e olan inancını yurdun çeşitli yörelerinde halkla olan konuşmalarında hep dile getirdi.
Gerçekleştirdiği devrimi,
  • “Az zamanda çok ve büyük isler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
sözleriyle vurguluyordu. Cumhuriyet rejiminin temelini oluşturan laikliğe verdiği önemi de 20 Aralık 1930’da Kırklareli’nde
  • “…Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok ıstırap çekmiştir. Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır.”
sözleriyle vurguluyordu. Çok partili döneme geçişle başlayan, giderek artan ve son zamanlarda ivme kazanan ve rejimin temeli olan laiklik, başta eğitim olmak üzere diğer alanlarda da ayaklar altına alınarak çiğnendi.
CUMHURİYETİN TARİHİNİ SEÇERKEN BİLE…
Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1918’de imzalanmış, Vatan istilaya uğramıştı. 30 Ekim 1918’ den, İzmir’e girdiğimiz 9 Eylül 1922’ye dek dört yıl geçti. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Beş yıla sığdırılan bu büyük devrim, Türk milletinin yaşadığı koşullara duçar olmuş hiçbir milletin tarihinde yoktur.
Mütareke koşullarına şiddetli itirazını ve o günkü ıstırabını ve çektiği azabını çok iyi bilen Fahrettin Altay’ın, Ekim 1925’te Çankaya’da Cumhuriyetin niçin 29 Ekim günü ilan edildiğini sorması üzerine, şunları söyler:
  • “Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”
Bir an elini masanın üzerine vurarak:
  • “Deyiniz ki bu, tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…”
Atatürk, Cumhuriyetin tarihini seçerken bile, dünyaya ve Türk ulusuna bir deha örneği daha göstermiş oluyordu.
30 Ağustos 1925 günü Kastamonu Türk Ocağı’nda bir konuşma yapar ve
  • “Ey millet, biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” der.
Cumhuriyeti gençliğe emanet eden Atatürk, Dumlupınar’da 30 Ağustos 1924 günü
“Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.” diyordu.
Türk milleti ve Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün olumsuzluklara karşın daima koruyacak ve eserlerini sonsuza kadar yaşatacaktır.

Ahmet SALTIK

21 Ekim 2012


Geleneksel Türk Dış Politikasında Savaşın Yeri

© Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır.  Bundan dolayı, dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar.

 

Prof. Dr. Metin KALE
Osmangazi Üniv. Tıp Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi

  • “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir.” Atatürk

Prensipleri ve ilkeleri Atatürk tarafından saptanan Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkileri gelenekselleşmiş bazı özellikler gösterir.

Bu ilişkileri düzenlerken Atatürk’ün, eylemini olayların akışına bırakmayıp önceden planladığı, bu ilişkilerde maddi değerlerden çok manevi değerlere önem verdiği,
bütün kararlarının altında halka inanç, güven ve saygının yattığı, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlığı vazgeçilmez koşul saydığı ve bu ilişkileri realizm ve akılcılık temelleri üzerine inşa ettiği görülür.

Cumhuriyetin kuruluş aşamalarında Atatürk’ün maddi değerlere çok önem vermemiş olması, O’nu, Osmanlı devlet adamlarından ayıran özelliklerinden biridir. İmparatorluğun çöküş dönemleriyle Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen devrede Osmanlı devlet adamlarında akıllılığın ve becerikliliğin ölçütü Avrupalılardan borç bulabilmekti. Bu kişilere göre, borç bulunmadıkça devletin yaşayabilmesine olanak yoktu. Hatta bazıları işi daha da ileri götürerek, devletin yaşayabilmesi için Türkiye’nin başka bir devletin güdümü altına girmesini istiyordu. Bu tür düşünceleri asla benimsemeyen ve şiddetle reddeden Atatürk, bir ulusu maddi yıkımdan çok, moral değerlerin yozlaşmasının çöküntüye götüreceğini belirtiyordu.

O’nu bu şekilde düşünmeye iten, özgün ruh yapısı ve Türk ulusuna olan engin sevgisi ile halkta gördüğü mücadele ve dayanma gücüydü.

Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır. Bundan dolayı dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar. Ulustan yetki almayan, ona dayanmayan veya inanmayan kişi ve kurumların ulus adına, yabancı uluslarla görüşmeye ve konuşmaya yetkileri olamayacağı bellidir. Diğer taraftan, yabancı uluslar da giriştikleri taahhütleri ulusuna benimsetebilecek kişi ve kurumları muhatap sayarlar.

Atatürk’e göre ulusal iradeye dayanmayanların, bir ülke adına hareket etmeleri yasal değildir ve yetkisiz şekilde yapılan uluslararası işlemler de adına yapılan ülkeyi bağlamaz. Bu düşünce, yabancı devletlerin de ciddiye aldığı bir yöntemdir.

Atatürk döneminin dış politikasının vazgeçilmez ana hedefi “tam bağımsızlık”tır.

Bu görüşünü 9 Haziran 1921’de Ankara’ya gelen Fransa temsilcisi Franklin Bouillon’a

  • “Tam bağımsızlık bugün bizim üzerimize aldığımız görevin özüdür.
    Bu görev bütün tarihe ve ulusa karşı yüklenilmiştir.” şeklinde ifade eder.

Tam bağımsızlığın önemli bir koşulu, dünyadaki güç dengelerini iyi hesap edebilmek ve büyük bir devletin etkisi altına girmemeye özen göstermektir. Tam bağımsızlık ülkeyi, uluslararası ilişkilerde tek başına ulusal sınırlar içine hapseden bir anlayış olmadığı gibi, “Dış yardımla çatışır, onu engeller” görüşü de yanlıştır. Ulusal bağımsızlığı ve ulusal çıkarları tehlikeye sokmayacak dış yardımdan kaçınılmaz.

Geleneksel Türk dış politikasında çok önemli ilkeler söz konusudur.
Bunların başında, başka ulusların içişlerine ve ülke bütünlüğüne karışmama gelir. Bu ilkeye başta İslam ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere bütün komşularımızla olan ilişkilerde özen gösterilmelidir. Bu özellik büyük güçlüklerle ve uğraşlarla dış politikaya kazandırılabilmiştir. Bu ilkeye bağlı kalınmadığı takdirde neler olabileceğini Atatürk şöyle dile getiriyor:

  • “Ulusa şunu ihtar ettim ki; kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti,
    artık devam etmemelidir. Gerçek yerimizi, dünyanın vaziyetini tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz felaketler yetişir.
    Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.”

Yurtta barış, dünyada barış” uluslararası ilişkilerdeki diğer bir ilkedir. Yurtta ve dünyada barışı savaşta olsun, zaferden sonra olsun Atatürk kadar gerçekten isteyen ve koşullarını sağlayan başka bir lider yoktur. Yaptığı bütün savaşlar aslında, barışın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Ondaki barışçılık yurt ve ulus bilinciyle, tarihi doğru yorumlamasının bir sonucudur. Bu barışçı anlayışladır ki, ulusal savaş “Misakı Milli veya Ulusal And” sınırları içinde kalmıştır. Türk ulusal Kurtuluş Savaşı yasal bir savaş olup, uluslararası hukukun bir devlete izin verdiği yegâne savaştır. Atatürk, “Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikeye düşmedikçe” savaşı bir cinayet olarak gören bir anlayışa sahiptir.

Hayalci ve maceracı davranışlardan çok, çile çeken Türk milletinin ıstıraplarını çok iyi bilen Atatürk serüvencilikten uzak bir dış politika izlerken, aynı zamanda aktif olmayı da ihmal etmemiştir. 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi öncesi dönemde görüldüğü gibi aktif bir diplomasi uygulanmış, Türkiye 1930’larda Avrupa gelişmeleri hakkında fikrine değer verilen bir ülke olmuştur. 1928 tarihli Briand Kellog Paktı konusundaki Türkiye’nin ilgi ve desteği, 1934’te Balkan Antantı ve l937’de Sadabat Paktı konusundaki öncü rolü aktif politikanın bir göstergesidir.

Ayrıca 1937’de Hatay’ın anavatana katılması sorununda izlediği aktif politika ile yine dost ve komşu bazı İslam ülkelerinin Milletler Cemiyeti’ne katılmasındaki Türkiye’nin çabaları ve başarısı bu çerçeve içinde değerlendirilebilir.

Türk dış politikasında kamuoyunun ulusal sorunlarda önceden hazırlanmasına da
çok önem verilir. Kamuoyunu inandırmadan eyleme geçmek dış politikada çoğu zaman talihsizliklere yol açar.  Bir ulusun bölünmez bütünlüğü çeşitli şekil ve davranışlarla saldırı emelleri besleyenlere gösterilebiliyorsa, saldırı heveslileri bu emellerinden vazgeçebilirler.

İçine düşeceğimiz her karanlık durumda;

  • Işığımız her zamanki gibi Atatürk ilkeleri ve devrimleri olacaktır.

(Cumhuriyet, 20.10.12)