Sabahları KRT TV’de, Yön Radyo ile de aynı anda yayımlanan MEDYAterapi isimli güncel bir haber programı yapıyorum. Rast geldiyseniz, hem haber hem de yorum içeren, yaklaşık iki saatlik program. Programın akışı içinde, gazeteleri ve köşe yazarlarından alıntılar okuduğumuz bölümler, bir de “TV ve sosyal medyadan seçmeler” köşesi var.
Genç ve başarılı editörüm Eren Çaylan’la birlikte, her sabah bu bölüm için “rutin haber trafiği içinde görülen” ya da “kıyıda köşede kalmış” ilginç ve kimi zaman eğlenceli – mizahi görüntülere de yer veriyoruz. O görüntü ve haberleri seçerken kimi zaman önümüze düşen bir haberin gerçek mi, kurgu mu, mizah mı, asparagas mı, birilerinin toplumla dalga geçmek üzere “bestelediği” bir malzeme mi veya “kurgu – montaj – fotoşop ürünü” mü olduğuna karar veremiyoruz. Eren, birkaç kaynaktan titiz şekilde araştırıp “Evet Abi. Doğruymuş, kullanalım bunu” dedikten sonra yayın akışına koyabiliyoruz.
AKP iktidarında, öyle bir dönemden geçiyoruz ki geçmişte olmadığı kadar çok sayıda “Yok artık! Bu kadarı da gerçek olamaz” dedirten şeyler oluyor. Ama maalesef, oluyor bunlar.
Mesela, geçen gün Sayın Cumhurbaşkanı’nın, şu minik yavrunun kafasına “tok tok tok” diye, parmak orta boğumunu “kapı tokmağı” gibi kullanarak hırsla, sanki cezalandırırcasına vurması olayı.
O gün, o temel atma ya da kurdele kesme törenini canlı yayında görmediğim için, yemin ediyorum bir tür kurgu sandım. İnternette, sosyal medyada yüzlerce kaynakta görünce ancak inandım bunun gerçekliğine.
Mesela, AKP’nin “renkli” isimlerinden, grup başkanvekili Sayın Özlem Zengin’in, bir grup gencin, internette yayımlandıktan sonra bir tür “aparma, aşırma, intihal” ürünü olduğu anlaşılan bestesini, Cumhurbaşkanı’na dinletip “aferin” alma çabası. Çalıntı bestenin üzerine yazılan sözlerin abukluğu. Cumhurbaşkanı’nın da telefonla “Sizleri en kalbi duygularla selamlıyorum” diye onları kutlaması…
İnsan kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Yetişkin insanlar böyle durumlara nasıl düşebiliyorlar? Bunları nasıl yapabiliyorlar? Gerçekten kurgu mu diye tereddüt etmedim değil…
Mesela, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Sayın Adil Karaismailoğlu’nun, durup dururken çıkıp da “Bundan böyle metroların girişlerindeki tabelalarda M harfi değil U harfi olacak” deyivermesi. Nasıl yani? Niye yani? Niçin yani? Pardon yani? Nereden esti yani? Siz? Hayırdır yani!
Mesela, Sayın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’ın, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir bürokratı olduğunu unutup Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temel hükümlerine aykırı bir konuşmayı, olağanüstü bir pişkinlikle yapabilmesi.
Mesela şu sözleri edebilmesi:
“Hani ‘inanç sokakta olmasın, mahallede olmasın, insanın içinde olsun’ diye bir anlayış var ya. ‘İnanç işte insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın.’ Görüyorsunuz ya ortalığı ayağa kaldırıyorlar. İnançtan ayıklansın oralar, adeta bu düşünce insanlığı bu noktaya getirmektedir.”
Bu nasıl bir kafadır? Bu nasıl bir “insanların aklı, zekâsı ve mantığı ile alay edebilme” cüretidir?
Eğer devlet ve ülke bu hale geldiyse, yani devleti ve ülkeyi yönetme, yönlendirme durumunda olan insanlar gerçekten bu denli “Gerçek ile sanal arası gidip gelen” eylem ve söylemlere imza atmaya başladılarsa, bu nasıl bir olağanüstü talihsizliktir milletimiz için?
Ali Bey’e bakar mısınız?
Diyor ki, “Ben laiklik maiklik tanımam. Bana kalkıp da dini inancı ve ibadeti adalete, siyasete, ticarete bulaştırmayın diyenle mücadele ederim.”
E, o zaman da şu cevabı hak ediyor, “Ali Bey Kafası”…
Bu ülkenin temel harcını karanların kullandığı en önemli hammadde “Laikliktir” Ali Bey.
Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Neredeyse doğduğunuz andan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini yıkmaya yeminli olduğu anlaşılan bir zihniyetin ürünü olarak, bundan rahatsız olabilirsiniz. Laiklik ve demokrasinin bu topraklarda arızalı, yamuk yumuk da olsa hayatlarını düşe kalka idame ettirmesine tepkili ve bir tür “hınç ve kin” içinde olabilirsiniz.
Ama bu kafanızın, bu mücadelenizin ve bu kavganızın başarılı olmayacağını size garanti edebilirim.
Vazgeçin bu sevdadan.
Ya da isterseniz, vazgeçmeyin de görün.
Bunu bir meydan okuma olarak alın.
Sizlere bu Cumhuriyetin temellerine, kolonlarına ve kirişlerine dinamit koyma ve patlatma şansını tanımayacağız.
Elbette ki yukarıda aktardığım sözleri bir vatandaş olarak söyleme, yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bizlere bıraktığı mirasa meydan okuma özgürlüğünü size tanıyoruz. Her ne kadar sizler, farklı düşüncelerin dillendirilmesine hatta akıldan bile geçirilmesine tahammülsüz bir zihniyetin temsilcileri olsanız da bu sizin en doğal hakkınızdır.
Ama “sade bir vatandaş” olarak hakkınızdır. Özel ortamınızda istediğiniz gibi küfredin Cumhuriyete ve anayasaya ve ATATÜRK ilke ve inkılaplarına.
Ama bunu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vergileri ile maaşını alan bir bürokrat olarak, resmi bir şahsiyet olarak yaparsanız, orada “Dur” derler adama.
Dur. Ve bir adım daha atma!.
Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık.
Bu ülkeyi emperyalist çizmesinden arındırırken Anadolu toprağına akıtılan kanla kazanılmış bir ayrıcalıktır “Cumhuriyet Rejimi”.
Yıktırmaya niyetimiz yok.
Bunu öyle “erkler arasındaki ilişkileri yeniden düzenlediğiniz hileli dandik referandumlarla” filan da yapamayacağınızı bildiğinizden, tiz perdeden ötüyorsunuz ama.
Aklınızı başınıza devşirin.
O kadar da “uzun boylu” değil.
İlk sandıkta zaten “yüksek sesle” alacaksınız cevabı.
Hodri meydan!