Etiket arşivi: Amiraller Bildirisi

Rıza Türmen: ‘Solun görevi demokrasiyi demokratikleştirmek!’

Türkiye’nin haklar ve özgürlükler alanındaki referans hukukçusu Rıza Türmen’in kitabı Türkiye’de Demokrasi Arayışı (Doğan Kitap); ülkenin siyasal açıdan köklü bir dönüşüm geçirdiği, özgürlük alanlarının yukarıdan aşağıya müdahalelerle yeniden tanımlandığı, ileriye gitme olanaklarının ise görmezden gelindiği ya da bastırıldığı bu dönemin bu siyasal ve hukuksal eleştirisi, gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırma çabasına önemli bir katkı sağlıyor.

25 Eylül 2021

Kitap, Türkiye’nin haklar ve özgürlükler alanındaki referans hukukçusu Rıza Türmen’in, 2014’ten bu yana düzenli olarak yazdığı ve “Barış”, “Demokrasi”, “Ütopya”, “Seçim” ve “İnsan Hakları ve AİHM Yazıları” temaları altında toplanan yazılardan oluşuyor. Her bir bölüm Türmen’in hukuk ve diplomasi uzmanlıklarıyla derinleşiyor.

Yazılar tek tek ele alındıklarında ise Hannah Arendt’ten Henri Lefebvre’a uzanan referans yelpazesiyle ve müzikten sinemaya, kent haklarından dünyadaki barış girişimlerine yayılan bir konu çeşitliliğine sahip.

Türmen’in kitabı; ülkenin siyasal açıdan köklü bir dönüşüm geçirdiği, özgürlük alanlarının yukarıdan aşağıya müdahalelerle yeniden tanımlandığı, ileriye gitme olanaklarının ise görmezden gelindiği ya da bastırıldığı bu dönemin bu siyasal ve hukuksal eleştirisi, gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırma çabasına önemli bir katkı sağlıyor. Kitabın temayı yetkin biçemde bütünleyen kapak çizimi ise Selçuk Demirel’e ait.

“Çöken sınıfların akşamları yükselmekte olanların sabahıyla ölçülür”.

Antonio Gramsci


DEMOKRASİ MÜCADELESİNE ARENDT IŞIĞI!’


– Kitabınızda “Barış”, “Demokrasi”, “Ütopya”, “Seçim” ve “İnsan Hakları ve AİHM Yazıları” temaları altında toplanan yazılarınızda özellikle 20’inci yüzyılın önde gelen düşünürlerinden Hannah Arendt’e sıkça gönderme yapıyorsunuz. Arendt’i açmanızı rica ederek başlayalım…

Arendt’in 1930’ların otoriter-totaliter rejimlerine ilişkin görüşlerinin, vardığı sonuçların günümüzdeki otoriter rejimler bakımından da geçerli olduğu görüldü. Zaten Arendt de yazılarında totaliter rejimler sona erse bile, siyasal, toplumsal, ekonomik sorunlara insan onuruna uygun çözümler üretilemediği yerlerde totaliter çözümler getirilmesi eğilimlerinin ortaya çıkacağını belirtmiş.

Arendt’in yazıları, insan hakları ve demokrasi bakımından en karanlık dönemlerde bile bir umut ışığı. Arendt, düşünce ile eylemi birleştirir. Hak sahibi olmanın herkesin eşit olarak hak talebinde bulunabileceği bir dünya yaratmak anlamına geldiğini söyler. Totaliter-otoriter rejimlerde yaşayanların sorumluluklarına dikkati çeker. Mücadele ruhunu ayakta tutar.

Günümüz Türkiye’sinin koşullarında bir demokrasi mücadelesi verilmesi moral bir sorumluluk. Arendt’in düşünceleri, böyle mücadeleye ışık tutması bakımından önem taşıyor.

‘OTORİTER İKTİDAR ÇÜRÜYOR!

– Karanlık bir dönemden geçtiğimizi vurguladığınız günümüzde umutla “gerçekçi” mesafeniz nedir?

Karanlık bir dönemden geçtiğimiz doğru. Kitapta, bu karanlığı anlatan birçok yazıyı bulabilirsiniz. Ama umutsuzluğa kapılmak için bir neden yok. Tersine umutlanmak için pek çok neden var. Bir kere devleti yöneten bu baskıcı, otoriter iktidar, bütün otoriter yönetimler gibi kendi çürüme tohumlarını içinde taşıyor. Her geçen gün iktidarın aşağı doğru gidişini görüyoruz. Bununla birlikte baskı da artıyor. İktidarda kalmanın, muhalifleri sindirmeye, karşı bloku bölmeye bağlı olduğu düşünülüyor.

Öte yandan, iktidarın sahip olduğu destek giderek azalıyor.

  • Yoksulluk, işsizlik arttıkça iktidarın tabanı daralıyor.

Ama bütün bunlara determinist bir açıdan yaklaşıp “nasıl olsa kendi kendine çöküyor. Bir şey yapmaya gerek yok.” deyip seyretmek yanlış bir tutum.

Kitapta bir yandan bu koşullar altında etkili bir demokrasi mücadelesi nasıl verilir, bunun arayışı var, öbür yandan AKP iktidarı sonrasında yeni bir demokrasi inşasına ilişkin görüşleri içeren yazılar var.

Gramsci’nin dediği gibi, “çöken sınıfların akşamları yükselmekte olanların sabahıyla ölçülür”.

‘YEREL SEÇİMLER İÇİN BİR ÖNERİM VAR’

– Yazılarınızda da otaya koyduğunuz üzere seçim, seçmek, seçilmek içi giderek boşaltılan kavramlara dönüştü / dönüşüyor öte yandan.

Seçim sadece oy verme sürecini değil, kampanya sürecini de kapsar. Özgür bir seçim için her şeyden önce özgür bir basın gerekir. Türkiye’de basın özgürlüğünden söz etmek olanağı yok.

Bunun yanında, kampanya sırasında muhalif partilere yapılan saldırılar, yazılı ve görsel basında iktidara ve muhalefete ayrılan zamanın eşitsizliği, devlet olanaklarının iktidar partisi için kullanılması ve YSK’nın oy işlemleri, seçimin yenilenmesine ilişkin olarak verdiği tarafsızlıkla bağdaşmayan kararlar, Türkiye’deki seçimlerin eşit, serbest ve adil olduğu sonucuna varmayı güçleştiriyor.

Bunun yanında Cumhurbaşkanı adayı bir parti başkanının cezaevinden kampanya yürütmek zorunda kalması, AİHM kararında da belirtildiği gibi seçme ve seçilme hakkıyla bağdaştırmak güç.

Kitapta yerel seçimler için bir öneri var. Bazı il ve ilçelerde, adayların halk tarafından bu amaçla düzenlenecek forumlarda belirlenmesi öneriliyor.

Böylece, siyasal partilerin adayları yanında halkın adayları da yarışa katılma olanağı bulurlar. Seçilirlerse, katılımcı demokrasi açısından büyük bir başarı olur. Yeni bir demokrasinin kapılarını açar.

AMİRALLER BİLDİRİSİ

  • Demokrasinin temel taşı ifade özgürlüğüdür.

İnsanlar düşündüklerini, şiddete teşvik olmamak koşuluyla, serbestçe, korkmadan söyleyebilmeli ya da yazabilmelidir. Türkiye’de ifade özgürlüğünün giderek daha fazla baskı altına alındığını görüyoruz.

  • AİHM istatistiklerine göre, Türkiye Avrupa Konseyi üyesi 47 devlet arasında ifade özgürlüğünü en fazla ihlal eden ülkedir.

Bunun en son örneğini, amiraller bildirisinde görüyoruz. Bu bir ifade özgürlüğü sorunudur. Üslup yanlışmış, gece yarısı yayınlanmış, Türkiye’de geçmişte askeri darbeler olmuş, kolektif bir davranışmış bunların hiçbiri emekli asker dolayısıyla sivil birey olan bu kişilerin ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını haklı göstermez. AİHM’in Handyside / İngiltere kararında belirttiği gibi,

  • İfade özgürlüğü” sadece zararsız ve lehte olan görüşleri değil, aynı zamanda devleti ve toplumun bir bölümünü rahatsız eden, inciten, şok eden görüşleri de kapsar.

    Demokratik bir toplumu meydana getiren çoğulculuğun, açık fikirliliğin, hoşgörünün gereği budur.”

Bir darbe girişimi olarak yorumlanması olanaksız olan bu bildiriyi yazanlarla ilgili soruşturma, bu kişilerin ifade özgürlüğüne yapılan haksız bir müdahaledir. İfade özgürlüğünün açık bir ihlalidir.

‘TOPLUMDA DAHA İYİYE YÖNELİK BİR ENERJİ VAR’

– Kitabınızdaki özellikle geleceğe yönelik yazılarınızdan hareketle Türkiye’nin potansiyeline ilişkin vargılarınız? Bir aydınlık var ki yok edilemiyor…


Türkiye dinamik bir toplum. Toplumda daha iyiyi, daha güzeli gerçekleştirmeye, daha özgür, daha iyi yaşam koşullarına kavuşmaya yönelik bir enerji var. Demokratik kanallar açık tutulursa, bu potansiyel büyük bir itici güce dönüşebilir. 
Oysa, AKP iktidarında halk siyaset dışı bırakıldı. Seçimden seçime anımsanan bir oy deposu ya da iktidarın icraatlarının edilgen bir alıcısı olarak görüldü. Buna karşılık muhalefet de halkı siyasetin seyircisi değil, oyuncusu yapacak bir seçenek geliştiremedi. Kitaptaki ütopya yazıları, demokratik kanalları açacak halkı siyasetin öznesi yapacak öneriler içeriyor.

‘GÜNÜMÜZDE DEMOKRASİ VE SOSYALİZM BİR BÜTÜN!’

– Yeni çağ, neoliberalizmin tarumar ettiği demokrasinin aleyhine işledi / işliyor. Değişim kaçınılmaz kuşkusuz fakat gitgide yaşanılanlar değişim değil dönüşüm! Lehe değil aleyhe! İnsana yönelik değil robotik!

Siyasi, sosyal ve bunu bu çağda özellikle biçimleyen teknoloji alanlarındaki her kaçınılmaz değişim, demokrasi kavramına adeta saldırıyor!

21. yüzyılda, içinde bulunduğumuz dönemde, sizce demokrasi ve sosyalizmin anlamı nedir?


Demokrasi ile sosyalizm el ele yürürler. Günümüzün koşullarında demokrasi ile sosyalizm birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarını dönüşmüştür.

Günümüzdeki eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için getirilen çözümler 19’uncu yüzyıldakinden farklıdır.

Örneğin, 19’uncu yüzyıldaki üretimin kamusallaştırılması görüşü, sermayenin sınır tanımadığı günümüzde çözüm olamaz. Demokrasinin, ekonomik altyapıya bağlı bir üstyapı olduğu görüşü de günümüz için geçerli değildir.

Günümüzün değişen koşulları karşısında solun görevi, liberal demokratik ideolojiyi terk etmek değil, tersine liberal demokrasiyi benimseyerek onu katılımcı, çoğulcu bir yapıya dönüştürmek, başka bir deyişle demokrasiyi demokratikleştirmektir.

Bu amaçla solun yapması gereken, baskıya, tahakküme karşı mücadele veren bütün grupları birleştirici bir rol oynamak, bütün bu mücadeleleri bir siyasal proje çevresinde birleştirmek, tahakkümsüz, özgürlük ve eşitliğe dayanan yeni bir toplum inşa etmek olmalı.


‘DEMOKRASİ KONFERANSI’NA HERKES KATILMALI!’


Özgürlük talepleriyle aş, ekmek talepleri birbirini tamamlayan bir bütün oluşturur. Biri olmazsa, öbürü de olmaz.
Bütün hak talepleri eş değerdedir. Hiçbiri daha az ya da daha çok önemli değildir.

O nedenle, hak talebinde bulunan kişi ya da gruplar, başka hak taleplerine karşı kayıtsız kalamazlar. Kendi talepleriyle başka talepler arasındaki ilişkiyi görmezden gelemezler.

Ancak talep grupları aynı tehditle karşı karşıya olmalarına ve aynı amaçla aynı mücadeleyi vermelerine karşın aralarında eşgüdüm bir yana bir diyalog bile bulunmamakta.

  • Böylesine parçalanmış, bölük pörçük yürütülen mücadele etkisiz kalmakta, tek adam yönetiminin giderek artan baskılarına karşı cılız itiraz sesleri bir sonuç vermemekte.

Bu eksikliği gidermek ve hak talebinde bulunan bütün sivil toplum örgütleri arasında bağlantı kurarak bunları siyasal bir proje çerçevesine oturtmak amacıyla bir “Demokrasi Konferansı”nın toplanmasına karar verildi. Konferansın hazırlık çalışmaları yapılıyor. Konferansa demokrasi ve hak talepleri bulunan bütün örgütler, siyasal ideolojileri, dünya görüşleri ne olursa olsun katılmalı. Bu konferans Türkiye’de ezilenlerin sesinin duyulacağı yeni bir aşama. Konferans amaçlarına ulaşırsa, demokrasi mücadelesinde yeni bir başlangıç olacak.

BUGÜN YARGIÇ OLSAYDIM…

– AİHM’de bugün yargıç olsanız, Türkiye’ye ilişkin vereceğiniz ilk karar/kararlar neler olurdu?


AİHM’de bugün yargıç olsaydım, iki konu üzerinde dururdum:

1. AİHM’in, KHK mağdurlarının davalarına bakmayı reddetmesi ne kadar doğrudur? Uygulamanın ışığında, İnceleme Komisyonu’nun etkili bir iç yargı yolu olduğu söylenebilir mi? Kanımca buna verilecek yanıt olumsuzdur.

2. Özellikle AYM’ye yapılan son atama ve Osman Kavala başvurusunda verdiği kararın gerekçesi ışığında, AYM’nin hala etkili bir iç yargı yolu olduğu söylenebilir mi? AİHM’in bu konuyu yeniden incelemesi gerekmez mi?

Türkiye’de Demokrasi Arayışı / Rıza Türmen / Doğan Kitap / 328 s. / 2021.

‘Darbeci siyaseti’ aşmak için…

TÜBİTAK Yönetim Kurulu üyelerini, zamanın Başbakanı, yasa değişikliğiyle (2003) görevden alarak yerlerine yandaşlarını atadı.

ÖSYM Başkanlığı’na atanan (2011) Prof. A.D. bu göreve uzmanlık temelinde değil siyasal yandaşlık sonucu getirilmiş olmasını eleştirenlere, “Siyasal istikrarı bozarak darbe ortamını oluşturmak” suçlaması yapılıyordu.

Bunlar, 2000’li yıllardan sadece iki örnek. Yani, ‘AKP-Cemaat balayı’ döneminden…

“Balayı dönemi” tanığı olarak, 17-25 Aralık kapışması ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, AKP-Cemaat arası safları değiştiren kişilerin durumu, bileşik kapları aratmıyordu.

Ya bugün? Mesela, ÖSYM ve TÜBİTAK operasyonunu canhıraş destekleyip, bu liyakat ve hukuk dışı uygulamaları eleştirenleri darbe ortamını oluşturmakla suçlayanlar, bugün de, Amiraller Bildirisi’ni ve muhalif söylemleri ifade özgürlüğü olarak görenleri darbe ortamını hazırlamakla suçluyor.

Özetle, iktidar ve yandaşlar aynı. TV ekranlarında, üniversitelerde ve kamu kurumlarında yerlerini koruyanların sayısı hayli kabarık. Gerçek yüzlerini, AKP-MHP ittifakı değil, çoğu zaman kendi faaliyetleri ortaya çıkarıyor.

27 Nisan 2007 e-muhtırası mimarı Genel Kurmay Başkanı’nı ödüllendiren iktidar, 4 Nisan 2021 Amiraller Bildirisi rızacılarını değil sadece bunun, “İfade özgürlüğünün toplu kullanımı” olduğunu öne sürenleri, hatta bunları kınamayanları da darbecilikle suçlayarak yaptırım uyguladı.
128 milyar doların akıbetini soranlara karşı alınan polisiye tedbirlerin ötesinde, en üst amir konumundaki Cumhurbaşkanı, kendisine soru sormanın “milleti suçlamak” olduğunu söyleyebiliyor. Merkez Bankası Başkanı ise, 128 milyar sorgulamasının “Merkez Bankası’nı yıpratmak” anlamına geldiğini söylüyor.

Dahası, birkaç hafta önce, bir Saray görevlisi, çok maaşlı bir başka görevliyi savunmak için, şöyle dedi: “…Başkanını eleştirmek, Devlet’e hakarettir”.

  • Bürokrat, “Devlet benim” diyor. Cumhurbaşkanı, “millet benim” diyor.

Merkez Bankası Başkanı ise, “kayıp paraların sorumlusu yöneticileri değil, Bankadır” demeye getiriyor.

DARBE ORTAMI VE DIŞ GÜÇLER

Bu söylemler doğrultusunda yürürlüğe konulan uygulamalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlar ve kişiler üstü kamu tüzel kişiliğini zedeliyor. Hesap verebilir yönetim kuralını 2017 değişikliği ile Anayasa’dan çıkaranlar, şimdi hesap vermek bir yana, soruya muhatap olmaktan bile rahatsızlık duyuyor. CHP ve HDP’li vekiller hakkında fezleke düzenlettiriyor, dokunulmazlıklarını kaldırmak ve vekilliklerini düşürmekle tehdit ediyor; onları dış güçler ile işbirliği yapmakla veya darbe ortamını hazırlamakla itham ediyor.

DÜNYEVİLİK VE BİLİMSELLİK

Demokratik siyasetle birlikte demokratik toplum alanı da daraltılıyor.

  • Düşünce, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri, demokratik toplumun temel taşlarıdır.

Ne var ki, emekçilerin, gençlerin, köylülerin, sağlıkçıların, çevre ve doğa savunucularının haklı eylemleri şiddet yoluyla bastırıldığı gibi açıklamaları bile engelleniyor.

Sosyal devletin en az gereklerini bile yerine getirmeyen yönetimin en üst amiri, Covid-19 mücadelesinde yaşamını yitiren sağlıkçıları, peygamberin yanına gitmekle ödüllendiriyor(!); maiyetindeki kişiler (kolluk) ise, sesini duyurmak isteyen hekimlere şiddet uyguluyor.

Bir Bakan, 23 Nisan törenlerini, çocukları ve dini istismar aracı yapıyor. Bir başka Bakan, fiili sokağa çıkma yasaklarını bile istismar edilerek, alkollü içecek yasağı koyuyor.

Demokrasiye yabancılaştıkça, düşünce özgürlüğü kapsamındaki eleştirel görüşler, dahası söylenmeyenler, niyet okuma yoluyla, “darbe tehdidi” algısına dönüştürülüyor.

Özet olarak;

– hukuk devleti ve sosyal devleti askıya alan
– “Parti başkanlığı yoluyla Devlet yönetimi”,
– bilim dışı söylem ve uygulamalarla toplum mühendisliği için
– Covid-19 fırsatçılığı yaparak “Sürekli darbe” ortamını yaratıyor.

Darbe siyasetine karşı;
dünyevilik ve bilimsellik,
hukuk ve liyakat,
demokratik cumhuriyetçilerin mücadelesi için

eksen değer ve kavramlar olmalıdır.

10 maddede Amiraller Bildirisi

Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet, 08 Nisan 2021

1) Bildiride “darbecilik” ve dolayısıyla suç var mı? Yok. Olmadığı için de bildiriyi hedef alan iktidar, darbe “iması” ve darbe “çağrışımı” diyor. Ancak hukukta “teşebbüs” suçu var, “ima” ya da “çağrışım” diye bir suç yok!

2) Bildiri Milli Savunma Bakanlığı’nın açıklamasındaki gibi “düşmanları sevindirdi” mi? Ya da çeşitli kesimlerin iddia ettiği gibi ABD ve Yunanistan seviniyor mu? ABD ve Yunanistan, amiraller bildiri yazdığı için değil, gözaltına alındıkları için sevinçliler. Dolayısıyla ABD ve Yunanistan’ı sevindirenler amiraller değil, iktidardır!

3) Nereden çıktı Montrö? İddia edildiği gibi ortada Montrö diye bir sorun yokken amiraller suni gündem mi oluşturuyor? Hayır, tersine; 19 Aralık 2019’dan itibaren “Montrö’de bize tanınan bir hak yok” diyerek konuyu tartışmaya açan bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır!

Erdoğan, daha yeni, 5 Nisan 2021 akşamı Amiraller Bildirisi’ne yanıt verirken “Daha iyisi için imkân bulana kadar Montrö’ye bağlılığımızı sürdürüyoruz” demiştir. Bu sözler, sözleşmeden rahatsız olan taraflara “daha iyisi” diyerek “yeni masa kurma” teklifi sunma fırsatı doğurur…

ERDOĞAN’IN KANAL’DAN SAVAŞ GEMİSİ GEÇİRME HEDEFİ

4) Kanal İstanbul ile Montrö arasında hiçbir ilişki yok mu? Kanal İstanbul Montrö’yü riske atmıyor mu? Kanal İstanbul, Montrö’yü büyük riske sokuyor. Bizzat Erdoğan, 5 Ocak 2020’de “Savaş gemileri gerekirse Kanal İstanbul’dan geçer” diyerek Montrö’nün zeminini torpilliyor! Yine Erdoğan 5 Nisan 2021’de amirallere yanıt verirken “Şu anda İstanbul Boğazı’nda egemen miyiz? Maalesef. Kanal İstanbul Boğaz’daki egemenlik haklarımızı güçlendirecektir” diyerek kanalla Montrö arasında bağ olduğunu ortaya koymuştur.

5) Erdoğan’ın iddiasının tersine, Kanal İstanbul, Boğaz’daki egemenlik haklarımızı güçlendirmeyecek, Montrö’yü tartışmaya açarak egemenliğimizi de tartışmaya açmış olacak. Zira şu şartlarda Montrö’den “daha iyisi” yok! Çünkü Montrö feshedilirse, taraflar 1982 tarihli Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni zemin alarak uzlaşma aramak durumunda kalacaktır ve o sözleşmeden hareketle kazanacağımız haklar, Montrö’nün gerisindedir.

MONTRÖ’DEN ABD RAHATSIZ

6) Montrö’den kim rahatsız? Montrö’den en çok rahatsız olan ABD’dir. Çünkü ABD, Montrö kısıtlamaları nedeniyle Karadeniz’e “sınırsızca” girememektedir.

Örneğin ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, 4 Mart 2006’da “Montrö Antlaşması oldukça açık. Ve biz Karadeniz’in uluslararası sularda bulunmasından kaynaklanan haklarımızdan yararlanmak istiyoruz. Yani gerektiğinde gemilerimiz buraya girebilir” demişti!

7) ABD, bu amaçla Ankara’ya çeşitli öneriler getirdi. İmzacı amirallerden Atilla Kıyat açıklamıştı. Dönemin ABD Büyükelçisi James Jeffrey, Türk ordusuna Montrö’yü delmeyi önermişti. Teklife itiraz eden amiraller, FETÖ’nün Ergenekon-Balyoz kumpaslarına uğramıştı!

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği daha geçen yıl Karadeniz’deki bir tatbikatla ilgili mesajında “Karadeniz’in dünyanın tüm milletlerine açık ve serbest olması umuduyla” diyerek Montrö rahatsızlığını ortaya koymuştu.

8) Ruslar nasıl bakıyor peki? Haliyle Rusya, ABD’nin Karadeniz’e girmek istemesinden oldukça rahatsız. Örneğin Rusya Deniz Kuvvetleri Komutanı Vladimir Visotskiy, Türkiye ile Karadeniz’de çıkarlarının örtüştüğünü, Karadeniz’in sorunlarının sadece Karadeniz ülkeleri tarafından çözülmesi gerektiğini, bunun zemininin de Montrö Sözleşmesi olduğunu, Moskova ve Ankara arasında bu konuda “kesin mutabakat” olduğunu belirtmişti. Yine o dönemde Orgeneral İlker Başbuğ, “Karadeniz, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere ait bir konudur” demişti.

KARADENİZ-MONTRÖ’YE ‘DARBECİLİK’ ÖRTÜSÜ

9) Darbecilik tartışması, bildirideki Montrö ve Karadeniz uyarılarının örtüsüdür. 126 emekli diplomat yaklaşık bir yıl önce, bir tehlikeyi görerek o uyarıyı yapmıştı. O tehlike, şimdi Ukrayna merkezli olarak Karadeniz’deki yeni cepheleşme nedeniyle artan bir tehdide dönüşmüştür. İşte emekli büyükelçilerden sonra emekli amirallerin de dört ay sonra aynı uyarıyı yapması bu nedenledir. Darbecilik tartışmasıyla Türkiye’nin önündeki bu çok önemli tehlikenin üstü örtülmektedir.

10) Devletin Anadolu Ajansı, tam da bu süreçte, 5 Nisan 2021’de, güya iktidarın pek hazzetmediği ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Jamess Jeffrey ile bir söyleşi yaptı. Jeffrey özetle “Türk-Amerikan ilişkilerinin sakinleşme döneminde olduğunu, 6 ay sonra çok daha iyi olacağını” söyledi.

Jeffrey neye dayanarak bunu iddia ediyor peki? Biz söyleyelim: ABD, Türkiye’yi NATO üzerinden, Karadeniz’de ve Ukrayna cephesinde Rusya’yla karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Bu konudaki gelişmeleri bu köşede sık sık yazıyorum. Risk büyük. Türkiye kamuoyu, emekli büyükelçilerin ve amirallerin bu uyarısını o nedenle önemle dikkate almalı ve tartışmalıdır. Konuyu “darbecilikle” boğmak, üzerini örtmek, Türkiye’ye kötülüktür!