Etiket arşivi: ahmet saltık

KEMALİST DİKTATÖRLÜK KONUSU

KEMALİST DİKTATÖRLÜK KONUSU

Dr. Doğu Perinçek

(Aydınlık gazetesi,7 Mart 2012)

Her devlet, kaçınılmaz olarak diktatörlükdür. Bizim gibi ülkelerde, ya emperyalizmin ve gericiliğin halk üzerindeki diktatörlüğüdür. Ya da halkın emperyalizm işbirlikçiliği ve Ortaçağ gericiliği üzerindeki diktatörlüğüdür. Bunun istisnası yoktur.

Demokrasi de diktatörlüktür.

Demokrasi de bir devlet ve hükümet biçimi olarak diktatörlüktür; başka bir şey olma şansı yoktur. Demokrasi,halk sınıflarının krallığı ve senyörlüğü yıkıp temizleyen diktatörlüğüdür. Fransız devriminin giyotinleri, demokrasi için çalışmıştır. Washington’un, Cromwell’in süngüleri de.

Demokrasinin doğru tanımı.

Türkiye tarihinde demokrasiyi en doğru tanımlayan Atatürk olmuştur:

“Türkiye, şeyhler, müritler, dervişler, mensuplar ülkesi olamaz”.

Bu programı hayata geçirdiniz mi, halk özgürleşir ve halk hakimiyetinin koşulları oluşur. Atatürk’ün demokrasi tanımı, Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya yedi iklimde geçerli ve bilimseldir.Bu tanım, aynı zamanda Ortaçağ kurum ve ilişkilerine karşı diktatörlük tanımıdır ve dünyanın her yerinde, bütün demokrasilerde uygulanmıştır. Adam gibi uygu-layanlar, demokrasiyi kurmuş ve pekiştirmiştir.

Yarım bırakanlar, tekrar emperyalizmin denetimine girmiş ve tasfiye edemediği
Ortaçağ sınıflarının diktatörlüğü altına düşmüştür. İşte Türkiye!

Adam gibi uygulayanlara örnek, Washington önderliğindedeki Amerikan İstiklal savaşı, Robespierre’in Fransız Devrimi ve Mao’nun Çin Devrimi’dir. Hepsinin geldikleri yerler ortadadır. Atatürk de bunu yaptı ama tamamlayamadı.

Örgütlü ve özgür toplum

Demokrasiyi, halkın örgütlü olması diye tanımlarsak eksik ve yanlış olur. Çünkü, halkı kimin örgütlediği önemlidir. Bugün ABD’den İngiltere’ye ve Ezilen Dünya’daki Amerikancı diktalara kadar, gerici devletler de halkı örgütlüyor. NGO’lar da sarı sendikalar da, cemaatlar da, tarikatlar da halkı örgütleyerek kontrol altına alıyorlar. O nedenle demokrasinin örgütlü halkı, emperyalizmin boyunduruğundan ve Ortaçağ ilişkilerinden kurtulmuş özgür kalktır.

Bu nedenle demokrasinin tarihsel ve toplumsal özü, bağımsızlık ve Ortaçağ’dan kurtuluş anlamında özgürlük ve laikliktir. Laiklik, halk egemenliğidir.

Demokrasi teorisinin kurucuları

Bu yazılanlara sakın “teorik laflar” diye burun kıvırmayınız. Bunlar, Sümerlerden
bu yana sınıflı ve devletli toplumların 5 bin yıllık tecrübesidir. Bu tecrübeyi
ilk özeteyenler Marx ve Engels değil, Guizot, Thierry ve Mignet gibi 19.yüzyılın burjuva liberal tarihçileridir.

Liberal-Sosyal Fransız Tarih Okulu diye anılırlar ve çağdaş tarihçiliğin tartışılmaz kurucularıdır.

Ama onlardan önce bizim İbn Haldun’umuz var. 1332-1406 yılları arasında yaşayan
bu büyük alim, o sırada Asya’nın her yerinde hükümran olan Türk devletlerinin ve emirliklerinin tecrübelerini de inceleyerek çağdaş devlet teorisinin esaslarını
daha 14. yüzyılda keşfetmiştir. Devletlerin asabiye bağlarını (kabile bağlarını) tasfiye ederek kılıçla kuruluşunu ve sınıfsal kılıçla yaşayışını bilimsel ölçülerde teorileştirmiştir. Çağdaş demokrasiyi anlamak için, devleti anlamak gerekir.

Hatta 8.yüzyılın Orhun Yazıtları’nı inceleyiniz, orada feodal devlet kuruculuğunun
çok açık yürekli açıklamalarını bulursunuz. 11. yüzyılın Kudatgu Bilig’i ve Siyasetname’si öyledir. Yusuf Has Hacip ve Nizamül-mülk, yüzyılın Machiavelli’sinden önce feodal devletin özünü ortaya koymuştur. Hepsinin temeli, yüzyılların Pers devleti teorisini aktaran Şahnamelerdir. Hepsinin şahı ise Firdevsi’nin Şahname’sidir.
23 yıl yazmış, 1004 yılında son noktayı koymuştur.

Kemalist Devrimin demokrasisi

Kemalist yönetim, tıpkı Fransız ve Amerikan demokratik devrimleri gibi, Ortaçağ gericiliği üzerinde diktatörlüktür. Türkiye’de demokrasi adına ne yapılmışsa o zaman yapılmıştır. 27 Mayıs Devrimi, o çizgide bir atılım olarak, özgürleştirici bir Anayasa ve siyaset ortamı getirmiştir. Türkiye’nin demokrasi süreci, 12 Mart 1971 darbesiyle kapanmıştır.

Karşı devrim diktatörlüğü

12 Eylül 1980’den ve hele 3 Kasım 2002’den sonra yaşadığımız ise emperyalizmin ve gericiliğin demokrasi üzerindeki diktatörlüğüdür. Şu sırada faşizme doğru gitmektedir. Suriye seferi belirleyici olacaktır.

Özellikle gazetemizin ekonomi yazarları ve bazı sol partiler için söylüyorum :
Bugün Türkiye’deki diktatörlük; ABD, Almanya veya Japonya’daki türden “sermaye sınıfı” diktatörlüğü değildir.

Sıcak para diktatörlüğü

Türkiye’deki diktatörlük 1980’lerden beri emperyalizmin güdümlü mafya-tarikat diktatörlüğüdür. Mafya da kuşkusuz işbirlikçi sermayenin çok dar bir bölümüdür;
ama çok dar bölümü!

Tanımlarsak: Sıcak para komisyoncuları, borsa vurguncuları, hortumcular ve tarikat rantçılarından oluşmaktadır. Üretimle uğraşan sanayici ve tüccar, hakim sınıfların kenarlarına sürülmüştür. Bu olay, çok ama çok önemlidir. En büyük 100 zengin listesindeki değişiklikler ve “sanayici” kılıklı büyük holdinglerin gelirlerinin
% 80’ine yaklaşan faiz kalemleri, bu sürecin göstergeleridir. Türkiye’deki işbirlikçi para babalarının diktasına, kısacası Sıcak Para Diktatörlüğü denebilir.
Çünkü, “sıcak para” bu hakim sınıfın hayat damarıdır.

Sıcak para diktası nasıl yıkılır?

Eğer, Sıcak Para Dikta’sından kurtulmak istiyorsak, o mafyanın kenarlara sürdüğü sanayiciyi ve tüccarı onlardan ayırmak ve mümkün olduğu kadar kazanmak durumundayız.
Bu mümkündür, çünkü Sıcak Para Diktası, ülke üretimi için bir cendereye dönmüştür. Mafya diktatörlüğü, işçi, köylü ve küçük sermaye ve diğer emekçi sınıflar yanında, tüccar ve sanayici üzerinde de diktatörlüğünü kurmaktadır.

Milletin/halkın devrimci demokrasisi

Geldiğimiz bu tarihsel durakta, demokrasinin bir millet ve halk diktatörlüğü olduğunu anlamayan budalalıklarda direterek, demokrasiyi sıcak paranın ayakları altından kurtarma şansı yoktur. Ve kurtarılacak “demokrasi”, Kemalist Devrim ve 27 Mayıs Devriminden kalan ne varsa, odur: Özgür ve başı dik yurttaş!

Türkiye’de demokrasinin kurtuluşu, ancak Kemalist Devrimi katillerinin elinden kurtararak başlar. Milletin / halkın demokrasisi, ancak Haçlının millet düşmanı
mafya-tarikat” ilişkilerinin kararlı olarak tasfiyesiyle ilerler. Türkiye’yi etnik, mezhepsel, cemaat eksenli ilişkilerden temizleyerek ve halkın yönetimini sağlayacak olan budur.

Türkiye’de demokrasi, artık ya devrimcilikle kurulur ya da hiç kurulmaz.
========================================

Sn. Dr. Doğu Perinçek’e bu son derece yerinde ve çok öğretici irdelemesi için teşekkür borçluyuz.
Üstelik tutsaklığının 4. yılında, son derece olumsuz, kabulü olanaksız, insan onurunu hiçe sayan hücre koşullarında, hiçbir donanımı olmadan.. Örn. kütüphanesiz ve bilgisayarsız.. Elle yazarak.. Aşkolsun çocuk derler ya.. İşte öylesine.. Bugünler de geçecek.. Türk halkı bir kez daha demokratik devrimini yapacak ve Kemalist devrimi tamamlayacak.. Buna mahkum..

Sevgi ve saygı ile. 9.8.12

Dr.Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

Genelkurmay Başkanı Terör Örgütü Yöneticisi ise Başbakan Ne Yapar?

Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genelkurmay Başkanı Em. Org. Sayın İlker Başbuğ’u kutluyoruz.. Hem bu görevi hem de terör örgütü yöneticiliğini birlikte yürütmüş!

Genelkurmay Başkanı Terör Örgütü Yöneticisi ise Başbakan Ne Yapar?

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. / ADD Bilim Danışma Kurulu
8.8.12, www.ahmetsaltik.net

Aklımıza takılan ve içinden çıkamadığımız birkaç soruyu kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz ..

1. Orta boy – büyücek bir ülkenin, 80 milyon dolayında nüfusu olan, 700 bini aşkın silahlı kuvvetler mensubu olan bir ordunun en düzey komutanının bir yandan da “terör örgütü yönettiğinin” tarihte örneği var mıdır ?

2. “terör örgütü yönetimi” Sayın Başbuğ Genelkurmay Başkanı olmadan önce de yürütülmüş müdür? Yanıt “evet” ise, Sn. Başbuğ askeri üstlerini de atlatarak bu görevi nasıl yapabilmiştir? Örn. kendisi KKK Komutanı iken Genelkurmay Başkanını nasıl atlatmıştır?

3. Sn. Başbuğ’un TSK içindeki suç ortakları kimlerdir? Bir başka deyişle söz konusu terör örgütünün başkaca üye komutanları, subayları.. kimlerdir?

4. Sn. Başbuğ Genelkurmay Başkanı olduğunda da gizli terör örgütü yönetme görevini sürdürmüş müdür? 700 bin kişilik dünyanın sayılı ordularından birinin en üst komutanı, askeri istihbarat dahil elindeki-emrindeki yasal muazzam olanakları kullanmak yerine, neden terör örgütü kurmuş ve yıllarca yönetmiştir? Bu terör örgütü, başlıca hangi hedeflerini gerçekleştirmiştir?

5. Sn. Başbuğ’un sözde yöneticisi olduğu terör örgütünün hangi avantajları ve üstünlükleri vardır, düzenli ordunun muazzam yasal olanakları karşısında?

6. Bu terör örgütünün adı ve kurmayları kimlerdir, merkezi neresidir, hangi belge ve bilgiler, kanıtlar elde edilmiştir bu örgüte ilişkin ? “Postmodern mertlik” (!) ürünü dijital solucanlar dışında..

7. Ülkemizin yasal ve çok güçlü, çok donanımlı istihbarat örgütü MİT, ülkenin Genelkurmay Başkanı’nın kurup yönettiği terör örgütünü neden deşifre edememiştir?

8. MOSSAD, CIA, BND, MI6.. gibi anlı şanlı uluslararası malum istihbarat örgütleri yıllarca, “bu dünyanın biricik terör örgütünü”, “Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı’nın kurup yönettiği terör örgütünü” atlamışlar mıdır veya hayretten donarak uzun yıllar sessizce, ibretle izlemeyi mi seçmişlerdir? Ülkelerinde yaptırım görmüşler midir, görev ihmalleri yüzünden, biz Sn. Başbuğ’u “suçüstü enseleyip” (!?) kodese tıktıktan sonra ?

9. Sn. İlker Başbuğ görevde iken her şeyden ve herkesten güçlü müdür ki, gizli terör örgütü yöneticiliği sırasında O’na dokunul(a)mamıştır ?

10. Bu terör örgütü hangi suçlara karışmıştır, kanıtları nelerdir ve nerededir? Niçin, ana hedefi hükümet darbesini yıllarca başaramamıştır? Başbuğ nasıl özel bir insandır ki, yıllarca terör örgütü patronluğunu tekelinde tutabilmiştir? Kendisinden sonra bu sözde terör örgütünün başına kim(ler) getirilmiştir?

11. Bu terör örgütünün, tek kişilik örgüt olmayacağına göre, yakalandı ise öbür yöneticileri ve eylemcileri ne tür sorumluluklar üstlenmiştir, yargılanmakta mıdırlar? Hiç “muhterem itirafçı” yok mudur bu davada?

12. Bu arada 4 dev istihbarat kurumu Jandarma İstihbarat, MİT, Emniyet İstihbaratı, Genelkurmay İstihbaratı, nasıl atlatılmış ya da baskılanmıştır? Davada bu kurum yetkilileri sorgulanmış mıdır, ne söylemişlerdir? Bunlardan, sonki dışında öbür 3’ü “doğrudan” hükümete bağlı değil midir? (Sonki de dolaylı bağlı..)

13. ve son, biraz uzun, “uğursuz” soru :

Kendisinin, atamasını Cumhurbaşkanı’na önerdiği ve görevlerinden dolayı kendisine karşı sorumlu olduğu Anayasada yazılı iken (md. 117), Genelkurmay Başkanı gizli terör örgütü kurabiliyor, yıllarca bu suç örgütünün başkanlığını yapıyor ve bu arada 7 yıllık Orgenerallik döneminde hep aynı hükümet ve aynı başbakan tarafından terfi ettirilerek son olarak 2 yıllığına en tepeye getiriliyorsa;

O ülkenin Başbakanı’na hangi sıfatlar yakışır? Bu sıfatlarla ülke yönetilebilir mi?
Bu olası sıfatları yazabilme olanağı yasal olarak ve fiilen var mıdır? Dahası, aklımdan geçirebilir miyim??

Bu ülke basın özgürlüğünde 170 küsur ülke içinde 140 küsuruncu sırada ise, bir üstteki hipotetik soru bile ciddi risk olabilecekse;

O ülkenin başbakanı en azından bu olayı çok ağır bir skandal, gaflet içinde olma…(daha ötesini yazamıyoruz!?..) sayarak bu gerekçelerle görevinden istifa etmez mi?

Cumhurbaşkanı o başbakanı bu denli ağır skandal karşısında yıllarca “uyuduğu” (?) için istifaya davet etmez mi?

TBMM olaya el koymaz ve hükümeti istifaya zorlamaz mı?

TBMM’deki muhalefet yeri göğü yıkmaz mı?

Basın halkı uyarıp, demokratik-yasal sokak eylemleri için örgütlemez mi ?

Bu Başbakan’a, “stratejik müttefik” (?) oldukları ülkelerin istihbarat ülkeleri hiç dosyalar sunmaz mı? Sunmamışlar mıdır ? Niçin ? Sundular ise ne zaman ve bu dosyalar bekletilmiş midir, kimler, niçin ??

Bu başbakan, kendine bağlı MİT’ten, İçişlerine bağlı Jandarma İstihbarattan ve Emniyet İstihbaratından hesap sormuş mudur?

Tüm bu kurumlar, yetkilileri ve çalışanları ülkenin Genelkurmay Başkanı’nın kurup yıllarca yönettiği terör örgütünü büyük bir ketumlukla ve sadakatla nasıl saklamışlardır? Hiç su sızmamış, köstebekler çıkmamış mıdır?

Sn. Başbuğ emekli olduktan sonra ne olmuştur da diller çözülmüş, dosyalar servise sokulmuş ve sayın muhbir dünyalılar (eskiden salt “muhbir vatandaş” derdik..) bilgisayarlarının başına geçerek klavyelerinden e-iletiler yağdırmaya başlamışlardır?

Davaya bakan savcı ve yargıçlar bu sorulara yanıt arıyorlar herhalde, 6 Ocak 2012’den bu yana geçen 7 ayda..

Bizim çıkarımımız odur ki; Sn. İlker Başbuğ, insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en yüksek düzeyde “örgütsel zekaya” sahip gizli örgüt kurucusu ve yöneticisidir. Bu husus, uzman bilirkişi kurullarına yaptırılacak inceleme ile rahatlıkla ortaya konabilir, konmalıdır da. Ya Sn. Başbuğ “normal örgütsel zekalı” çıkarsa ne olacaktır??

Türkiye; dünya hukuk, istihbarat, kültür, ahlak, adalet, etik, komplo kuramları, entelijansiya ve espiyonaj, basın, tarih, askerlik, insan hakları .. alemine paha biçilmez trajikomik kara mizah örnekleri vermeyi sürdürüyor..

Necip milletimiz hiç soru sormaz mı, merak etmez mi bütün bunları?

Asıl soru / sorun da bu galiba..

Kemalizm ve Sosyal Demokrasi

Anıl hocanın bu önemli ve kapsamlı makalesini özenle okuyalım.. Odakta 2 tıp doktoru var.. 1918’de SOSYAL DEMOKRAT PARTİ’yi kuran Dr.Hasan Rıza ve Atatürk’ün Kasım 1925’te bu partiyi kapatan babkanlar kurulu kararını ortaya koyan, bizim de dostumuz Dr. Hasan İleri ve kitabı.. Dr. İleri en az 10 yıl önce bu Bakanlar Kurulu kararını bizimle paylaşmıştı ve biz de yaygın olarak konferanslarımızda, yazılarımızda işledik bu önemli hususu.
Artık bu konuda Türk Ulusu’nun bir karar vermesinin zamanı gelmiştir.
 Ya Türkiye Cumhuriyetini ve ulusal – üniter devleti yaratan Kemalizm
ya da küresel emperyalizmin merkezi coğrafyaya egemen olmasını sağlayacak
Sosyal Demokrasi görünümlü yeni demokrasi…
Türk ulusu için var olma ve yok olma mücadelesi bugünün koşullarında da devam etmektedir.
Kemalizm ve Sosyal Demokrasi tartışmalarının arkasında yatan gerçekler bunlardır.
Sevgi ve saygı ile. 8.8.12, Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

Kemalizm_ve_Sosyal_Demokrasi_Anil_Cecen_8.8.12

Hiroşima Belediye Başkanından Barış Bildirgesi..

Hiroşima Belediye Başkanı MATSUI Kazumi, BARIŞ BİLDİRGESİ’ni
(Peace Declaration) sunarken, 6 Ağustos 2012, Hiroşima

Hiroshima_Mayor_ Peace_Declaration_6.8.12

Dostlar,

Hiroşima Belediye Başkanı MATSUI Kazumi, 6 Ağustos 2012’de bir
Barış Bildirgesi (Peace Declaration) yayımladı tüm dünyaya..

Kalıcı barış çağrısı yaptı.. Nükleer silahsızlanma önerdi.

6 Ağustos 1945’te yaşanan atom bombası ile bombalanmanın tarifi olanaksız acılarını özetledi, dünya insanlarını Hiroşima’ya davet ederek dayanılmaz tabloyu 67 yıl sonra da olsa yerinde görmelerini önerdi.

Çok çarpıcı bir metin.. İngilizce olan bu 2 sayfalık kısa ama çok etkileyici tarihsel nitelik kazanan bildiriyi okumalı, okutmalısınız bence..

KIZ ÇOCUĞU

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
`şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk`.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
`çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler`.

NAZIM HİKMET

Biz de eklemek istiyoruz :
HİROŞİMALAR OLMASIN.. FUKUŞİMALAR OLMASIN..

Sevgi ve saygı ile.
8.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

CUMHURİYET DONANMASINA VEDA EDERKEN

CUMHURİYET DONANMASINA VEDA EDERKEN..
Kendi deyimi ile Mustafa kemal’in amirali,
Tümamiral Cem Gürdeniz, 4 Ağustos 2012, Hasdal Cezaevi’nden yazdı..
Tarihe not düşen 4/4’lük İBRET DOLU BİR METİN..
LÜTFEN, lütfen okuyun, okutun, okuyun, okutun..
Sevgi ve saygı ile. 8.8.12, Ankara
Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

Dostlar,

CUMHURİYET DONANMASINA VEDA EDERKEN

Mustafa kemal’in amirali,
Tümamiral Cem Gürdeniz, 4 Ağustos 2012, Hasdal Cezaevi’nden yazdı..

Tarihe not düşen 4/4’lük İBRET DOLU BİR METİN..

LÜTFEN,lütfen okuyun, okutun, okuyun, okutun..

Sevgi ve saygı ile.
8.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================================================

CUMHURİYET DONANMASINA VEDA EDERKEN

Tümamiral Cem Gürdeniz
4 Ağustos 2012, Hasdal Cezaevi

972 yılının Ağusts ayının ilk haftasında Deniz Lisesi öğrencisi olarak, 14 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi-TCB’nin bir denizcisi oldum. Tam tamına 40 yıl sonra, 2012 yılının gene Ağustos ayının ilk haftasında 12 Orgeneral ve Oramiralin de imzası olan Yüksek Askeri Şura kararları neticesinde emekliye sevk edildim.

Diğer bir deyişle, sahte delillere dayalı Balyoz komplosu sonucu, diğer 13 kıymetli Amiral ile birlikte, aynı zamanda silah arkadaşlarımız ve komutanlarımız olan YAŞ üyesi orgeneral ve oramirallerin onayı ile Tümamiral rütbesinde tasfiye edildim. Tasfiye edildiğimi, 18 aydır tutuklu bulunduğum Hasdal Cezaevinde televizyondan öğrendim.

Beni tasfiye veya emeklilikten daha çok yaralayan, Balyoz komplosunun bini aşkın maddi hata ve onlarca bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş olmasına rağmen, bu çıplak gerçeğin görülmemesi, masumiyetimizin savunulmaması ve tasfiyeye imzalarla onay verilmesi oldu.

Mustafa Kemal’in sadık bir denizcisi ve Amirali olarak Cumhuriyet Donanması ile dolu dolu geçen 40 yılın her gününden, yaptığım her görevden büyük haz ve onur duydum. Başarılardan ve başarısızlıklardan ayrı ayrı dersler çıkardım. Denizde gemi komutanı, komodor ve filo komutanı olarak değişik rütbelerde yaptığım tüm görevlerde gemimi ve gemilerimi her görev sonrası limana kazasız ve sapasağlam geri getirdim. Bayrağımızı fırkateyn komutanı olarak yedi denizlerde dolaştırma onuruna sahip oldum. Yurt içi ve yurt dışında icra ettiğim tüm kara görevleri ve toplantılarda denizlerimizdeki hak ve çıkarlarımızı sonuna kadar savundum. Lekesiz ve tertemiz geçen yıllar sonunda 2004 yılında Amirallik ile onurlandırıldım.

Sadece ben değil, benimle beraber hukuk adına, hukuk katledilerek Hasdal, Maltepe, Hadımköy ve Silivri’de bu acıları aileleri ile beraber çeken ve sahte davalar sonucu tasfiye edilen çok kıymetli, seçkin, ulusal duruşu yüksek, Atatürk’ün rotasından en küçük bir sapma göstermeyecek Deniz Kuvvetleri mensubu Amiral, subay ve astsubayların aslında tek suçu, Deniz Kuvvetlerine 90’lı yıllardan sonra tek kelime ile büyük sıçrama yaptıran üretken ve yaratıcı değerler arasında bulunmalarıydı.

Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran Cumhuriyet Donanmasını ne ekonomik krizler, ne de 1999 Gölcük depreminin yok edici enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan başlayarak tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti. Türk Deniz Gücünün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır. Kıbrıs’a 1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi harekâtı başarabilmiştir. Bu başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak 1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.

Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel emperyal kurgular ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücünün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.

Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.

Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri, Atatürk’ün hayalindeki denizci Türkiye’nin mükemmel bir eseriydi. Bu olağanüstü başarı çok göze batıyordu. 2008 yılından başlayarak Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu.

Hasdal, Silivri, Hadımköy ve Maltepe’de bu tip komplolar sonucu rehin alınan bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin altın vardiyası idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını aratmayacak bir baskının, Silivri Baskınının rehinleri olarak deniz tarihimizde yerlerini aldılar.

Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır”[1] değerlendirmesi, 2008 ile 2011 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine karşı, tasfiye amaçlı acımasızca uygulanan asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana teması oldu.

Bu komploda önce propaganda medyası oluşturuldu. Ardından etki tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan neo liberal ve dinci medya terörü ile sürdürüldü. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz” tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile
yutmaya devam etti.

Maalesef bu operasyonun perde arkasındaki makro hedeflerden en önemlisinin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir deniz gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar
göremedi. Görmek istemedi.

1571 yılının İnebahtı deniz yenilgisinden sonra, Türklerin yaşadığı toprakların kaderini belirleyenlerin gizli tarihlerinde, Anadolu’nun denizcileşmesinin önlenmesi ve Türklerin denizlerden uzak tutulmasına yönelik yüksek bir hedef olduğunu görebilmek için , tarih doktorası yapmaya gerek yoktur. 21’inci yüzyıl başında yaşanan bu savaşın sonunda beklenen açık ve net hedef, Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanmasının bölgesel bir güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte sözde darbe suçu ya da akla ziyan diğer sahte suçlar ile yargılananlar Deniz Kuvvetlerinin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin denizcileşmesinin ta kendisidir.

Unutulmamalıdır ki Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girmiş ve bedelini Kıbrıs, Girit ve Ege Adalarının tümünün kaybı ile ödemiştir. Daha kötüsü, donanmasızlık, Birinci Dünya Savaşında, Gelibolu’ya müttefiklerin aç kurtlar gibi saldırmasının yolunu açmıştır. Bu kez Türkler gene emperyal bir komplo sonucu 21’inci yüzyıla Amiralsiz giriyor. Muharip 48 Amiralinin 25’inin tutuklu olduğu
ve 4 Ağustos 2012 YAŞ kararları ile 13’ünün acımazsıca tasfiye edildiği bir ortamda, başka söze gerek yoktur.

Amiralsizlik ve ehliyetli denizci eksikliğinin ülkelerin başına neler açtığının en güzel örneği Fransız İhtilalinde yaşanmıştır. İhtilal tasfiyesinden 15 yıl içinde Fransız Donanması önce Akdeniz’den, sonra da Atlantik’ten atılmıştır.

İlerde tarih kitapları, Türk deniz tarihinin bugünlerini anlatırken, bindiği dalı kesen Türkiye’nin durumunu açıklamakta zorlanacaktır. Gelecekte yazılacak bu kitaplardan birinde özgürlüklerimizin çalındığı bu günler sanırım şöyle anlatılacak:

“2008 ile 2012 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine dünya deniz tarihinde örneği görülmemiş bir saldırı yapıldı.

Bu saldırıda Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı hedef alındı. Kuvvet yapısına dokunulmadı. Bu saldırı ile moral ve komuta kontrol birliği çökertildi. Bu saldırıyı yapanlar, şüphesiz Türk Deniz Kuvvetlerinin emperyal yapının denetimi dışında güçlendiğini, onun iradesi dışına çıktığını ve gelecekte Avrasya/Ortadoğu merkezli bir çatışmada ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde göreceğini tahmin etti. Zira tarihinde, sadece ulusal çıkarlara hizmet eden Cumhuriyet Donanması Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Anadolu’nun deniz çıkarlarını sadece korumadı, aynı zamanda geliştirdi. Türklerin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.

Bu saldırı Osmanlı deniz tarihinde yaşanmış Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarından çok farklı oldu. Bu baskınlarda Türk Donanması müttefik düşmanlar tarafından yakılmış, Türklerin kendi içinden düşmana yardım eden ve Donanmayı iç cepheden çökertmeye çalışanlar olmamıştı.

21’inci yüzyıldaki baskın bu nedenle çok farklıydı. Zira baskını yapanlar; tetikçi olarak çalışan, sahte dijital belge üreten, sahte delil eken, yalan ve iftiralarla dolu fezlekeler düzenleyen, sahte haberler yaparak Deniz Kuvvetlerini, çete kuran, fuhuş, casusluk, şantaj yapan, Amirallerine suikast planlayan suç şebekesi gibi gösteren ve bu masum vatanseverleri tasfiye edenler onların
kendi silah arkadaşları, polisi, savcısı ve medyası yani kendi vatandaşları oldu. Ancak iç savaşlarda yaşanabilecek böyle bir durum, dünya tarihinde pek az gözlenir.

Bu kadar güçlü bir Donanmanın, Hükümeti’nin ve Parlamentosu’nun gözü önünde zayıflatılmasına, komplolar kurulmasına, moralinin çökertilmesine, denizde bir çatışma yaşansa en yetenekli denizcileri hapiste tutulduğu için kaybetme riski ciddi şekilde artmasına rağmen, yüzlerce seçkin denizcinin iddianamelerde yer alarak çoğunluğunun tutuklanmasına birçok stratejist ve analist anlam veremedi.

Ancak 2011’den sonra yaşananlar bu komplonun yüksek stratejisinin tasarlandığı emperyal yapının ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Onların düşünce yapısı son derece sade idi. Anadolu’nun stratejik baskı altında tutulması için önce Donanma
yok edilmeli ya da dönüştürülmeliydi. Bunun için gemi batırmaya hiç de gerek yoktu.
O gerekirse zaten akıllı füzeler ile kolayca yapılabilirdi.

O yıllarda acil yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç vardı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) endüstriyel medeniyeti sürdürebilmek için 2030’a kadar altı tane yeni Suudi Arabistan’a ihtiyaç var diyordu. Petrol bitiyor nerede olursa olsun yeni kaynaklar bulunmalı, mevcutlar Irak ve Libya’da olduğu gibi küresel sermayenin kontrolüne alınmalı, diyen yüksek emperyal irade bu yolda önüne çıkanı ezmeliydi.

O yıllarda Doğu Akdeniz petrol ve gaz kaynıyordu, ancak Türk Donanması kendi alanlarını ve Kıbrıslı soydaşlarının gelecekteki çıkarlarını korumak uğruna bu alandaki faaliyetlere mani oluyordu. Daha da kötüsü Karadeniz’de beş sahildar ülkeyi de yanlarına alarak dünya denizlerinde örneği görülmeyen bir başarı ile başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı olmak üzere çeşitli girişimlere liderlik ediyor ve Karadeniz’i dış dünyanın karmaşasından ve askeri rekabetinden uzak tutuyorlardı.

Bunların üzerine bir de Heybeliada isimli korveti % 70 ulusal olanaklarla inşa etmediler mi?

Emperyal okul ne diyordu? Anadolu denizci ve Atatürkçü olmamalı. Aksi takdirde Türkleri tutamazsınız. O halde söz konusu iki kavramın en çok geliştiği kurum olan Türk Deniz Kuvvetlerinde emperyal çıkarlara karşı duran Amiral, subay ve astsubaylar ile potansiyel yetenek ve düşüncede olanlar yok edilmeliydi. Geri kalanlar da polis fezlekesi ve malum medyada fuhuşçu, suikastçı, şantajcı ya da pornocu olarak kapak olma tehdidi ile baskı altında tutulmalıydı. Haksızlıklara ve oldubittilere karşı sesini çıkaran biri oldu mu, sahte bir e-posta ve dehşetli bir fezleke ile içeri atılmalıydı.”

Kitabı okumaya devam ediyorum. Bakın 2012 sonrasında neler olmuş:

“Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ten ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinden her gün uzaklaşmış. Devletin jeopolitik ve stratejik çıkarlarını koruma refleksi diye bir kavram kalmamış. Türklük, vatanseverlik ve Mehmetçik gibi kavramlarının yerini daha çok para puan, kontör, borsa endeksi, şimdi eğlence zamanı gibi kavramlar almış. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yargının bağımsızlığı
ve tarafsızlığı yok edilerek her kavramın yandaşı ortaya çıkmış.

Gelelim denizlere :

Doğu Akdeniz’de İsrail ve GKRY tarihinde yaşanmadığı kadar birbirlerine yakınlaşmış, Doğu Akdeniz’deki en büyük doğal gaz kaynaklarından birine erişmişler. Küresel sermaye ve enerji devleri bu duruma çok sevinmiş. Zira Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de haklarının olduğu sahalar dâhil Doğu Akdeniz’de o yıllarda 13 milyar varil petrol ile 21 trilyon m³ doğal gaz bulunduğu tahmin ediliyormuş. Doğal gaz kapasitesi Hazar havzasının neredeyse üç katına yakınmış. 2011 yılında Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası pek çok Avrupa ülkesi nükleer santralleri kapama kararı verdiğinden, enerji açığının doğal gaz ile karşılanması kaçınılmaz olmuş. O nedenle Akdeniz kaynakları, Libya sonrası küresel sermayeye ilaç gibi gelmiş.”

Ünlü Romalı devlet adamı Çiçero şöyle diyor:

“Bir ulus dış düşmanları ile baş edebilir. Fakat içindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.”

Bugün Türkiye’de etrafımız Çiçero’nun tarif ettiği hainlerle çevrilidir. Ancak, Deniz Kuvvetleri içinde çıyan gibi yıllarca bugünleri bekleyen hainler kadar, bu hainlerle baş edemeyen, onlarla savaşı göze alamayan, savaşmayarak teslim olan ve böylece Cumhuriyet Donanmasına, onun değerlerine ve geçmişine ihanet edenler de artık en az onlar kadar geleceğimize zarar vermişlerdir.

82 yıl önce Kubilay’ın Menemen’de vatandaşların gözleri önünde katledildiği gibi, bugün Deniz Kuvvetlerinin yüzlerce emekli ve muvazzaf personeli Türk halkının, Türk denizcisinin ve silah arkadaşlarının gözleri önünde katlediliyor.

Maalesef halkımız kan uykusunda…

Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz.
Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere
şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı:

“Çıkmadı mı bu genci bir tek kurtaranınız,
varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız,
gövdeyi kan götürse demek ki razıydınız,
ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.”

Ben şimdi Türk halkına soruyorum :

Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız?

Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl görmediniz?

Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordunun, Donanmanın ve Hava Kuvvetlerinin sahte davalar ve iftiralar ile sindirilmesine nasıl göz yumdunuz.

Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak sonsuza dek
hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem gene Cumhuriyet Donanmasında denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum.

Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanmasından, tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm varlığımla bu kutsal dönem içinde
sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesine helal ediyorum.

Tümamiral Cem Gürdeniz
4 Ağustos 2012, Hasdal Cezaevi

• Tümamiral Cem Gürdeniz ve öbür yurtsever subaylarımızı saygı ile,
şükran ile selamlıyorum.. Dr. Ahmet Saltık, 8.8.12, www.ahmetsaltik.net

Hiroşima Nükleer Kıyımının Yıldönümünde Savaş Tehlikesine Karşı Çağrı

http://www.ippnw-students.org/hibakusha.html, 8th August 2012

Dostlar,

Üyesi olduğumuz ATO (Ankara Tabip Odası) ve yine üyesi ve önceki dönem 2. Başkanı olduğumuz NÜSED (NÜKLEER TEHLİKEYE KARŞI BARIŞ VE ÇEVRE İÇİN SAĞLIKÇILAR DERNEĞİ),
5 Ağustos 2012 günü ortak bir basın açıklaması yaptılar..

Nükleer Denemelerin Sınırlı Olarak Yasaklanması Anlaşmasının 49. ve Hiroşima’ya-Nagasaki’ye atom bombası atılmasının 67. yıl dönümü nedeniyle..

Bu metni sizinle paylaşnak istiyoruz..

Konuya ilişkin sitemize 6-9 Ağustos arasında birkaç dosya koyduk..

Okunması ve paylaşılması dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
8.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================================

Değerli Meslektaşımız,

Nükleer Denemelerin Sınırlı Olarak Yasaklanması Anlaşmasının 49. ve Hiroşima’ya atom bombası atılmasının 67. yıl dönümünde Ankara Tabip Odası ve Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre için Sağlıkçılar Derneği tarafından ortak bir basın toplantısı gerçekleştirildi.

Ankara Tabip Odası’nda düzenlenen toplantıda basın açıklaması NÜSED Genel Başkanı Doç. Dr. Özen Aşut tarafından okundu. ATO Genel Sekreteri Dr. Selçuk Atalay’ın, ülkemiz için yaşamsal önem taşıyan bölgesel savaş tehlikesine vurgu yaptığı basın toplantısına ayrıca ATO Yönetim Kurulu üyesi Dr. Ebru Basa, NÜSED Genel Sekreteri Dr. Derman Boztok ve SES Genel Başkanı Dr. Çetin Erdolu da katıldı.

Basın açıklamasının tam metnini okumak için tıklayınız.

Dünya üzerindeki nükleer silahlar, nükleer kazalar ve nükleer kirlenme ile yaşanan yıkımlarla ilgili bilgileri incelemek isterseniz, International Physicians for the Prevention of Nuclear War (IPPNW) tarafından hazırlanan internet sayfası için tıklayınız.

Ankara Tabip Odası

===================================================

ANKARA TABİP ODASI
NÜKLEER TEHLİKEYE KARŞI BARIŞ VE ÇEVRE İÇİN SAĞLIKÇILAR DERNEĞİ
ORTAK BASIN AÇIKLAMASI
05 Ağustos 2012

Hiroşima Nükleer Kıyımının Yıldönümünde
Savaş Tehlikesine Karşı Çağrı

İnsanlık, 67 yıl önce 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya, 9 Ağustos’ta da Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile tarihinin en büyük kitle kırım ve çevre yıkım silahıyla karşılaştı. Böylece, gezegenimizi kana bulayan İkinci Dünya Savaşı, 1945 yılında
ilk nükleer kitle kıyım silahlarının kullanımıyla sona erdi. Hiroşima’da 120 bin, Nagazaki’de 75 bin kişi öldü, bir o kadarı da sonraki günler, yıllar içinde sakatlıklar, kanserler, diğer sistem hastalıkları ve doğuştan olma bozukluklarla acılar içinde yaşamlarını yitirdi. Öyle ki, Japonya’da hâlâ 6 Ağustoslarda,
bu kırımla ilgili olarak o yıl ölen kurbanların listesi açıklanarak anılmaktadır.

İnsanlığın tanık olduğu ilk nükleer saldırının etkisiyle yalnız insanlar değil, kentler de biyolojik ve fiziksel çevreleriyle tam bir yıkıma uğradılar; çevrede kalan ve yıllar boyu giderilemeyen radyoaktivite yaşamı tehdit etmeyi sürdürdü. Kısacası, emperyalizm, sömürü düzenini sürdürmede ne kadar güçlü ve kararlı olduğunu insanlığa acımasızca göstermiş oldu.

Hiroşima ve Nagazaki, dünyaya artık tek bir kutuptan egemen olan kapitalist-emperyalist sistemin, bunalımlarını şiddet yoluyla çözmesinin ne ilk, ne de son örneğidir. Bunalımı derinleştikçe, sistem bilincini yitirmeye ve başka yollarla elde edemediklerini sınır tanımayan şiddet ve savaş yoluyla sağlamaya çalışmaktadır.
Bu gibi dönemlerde kapitalizm, görece demokrasiyle birlikte insan hak ve özgürlüklerini askıya alarak, açık zorbalık ve her düzeyde savaş aşamasına geçmektedir. Dünyanın güncel durumu da, böylesi özellikleri nedeniyle, “yüzyılın
en büyük tasfiyesi, değişimi” olarak nitelendirilmektedir.

Kapitalizm ve egemen sermaye, bunalımından çıkmaya çabalamakta, çıkmak için yaptıkları ise gezegenin ekolojik-biyolojik varlığını tehdit etmekte, yıkıma sürüklemektedir. Bugün dünyada yaklaşık 24 bin nükleer silah bulunmaktadır.
Bu silahların tahrip gücü 1945 yılında Hiroşima’ya atılan bombanın 400 bin katıdır. Bir başka deyişle, bu silahlar gezegenimizi ve insanlığı tümüyle yok edecek güçtedir. Geride bıraktığımız 2011 yılında, askersel harcamalar 1,63 trilyon ABD dolarını bulmuştur. Buna karşılık, günde 24 bin 5 yaş altı çocuk, önlenebilir nedenlerden ölmektedir. Kısacası, silahların bedeli çocukların yaşamıyla ödenmektedir. Oysa dünya silahlanma harcamalarının yalnızca beşte biri kadarıyla, “Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri” arasında bulunan, milyonlarca insanın açlıktan, yoksulluktan kurtarılması, temel sağlık hizmetleriyle anne ve çocuk ölümlerinin önlenmesi olanaklı olabilirdi.

Yerel savaşlar; dinci, ırkçı, milliyetçi ideolojiler; baskıcı devlet biçimleri; emperyalist savaş politikaları büyük kapitalist devletlerin ortak politikaları durumuna gelmiştir. Gerek ülkeler, gerekse toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizlikleri derinleştiren sömürüye dayalı sistem, her tür çelişkiyi kullanarak, teknolojik araçlar ve medya gücüyle, baskıcı rejimlerle ayakta tutulmak istenmektedir. Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika’da şiddet kol gezmekte, yüz binlerce insan çevreleriyle birlikte kırdırılmaktadır. Bu açıdan, kapitalizmin yalnızca insan emeğini değil, canlı yaşamını tehdit eden bir toplumsal örgütlenme biçimine dönüştüğü değerlendirmeleri yapılmaktadır.

Emperyalist rekabetin kızışması nedeniyle, Ortadoğu’daki devletlerin ve sınırların bir önemi kalmamıştır. Ortadoğu’da kaynakların yeniden paylaşımı için her yol geçerli sayılmakta, uluslararası hukuk ve kurallar, toplumsal değerler ve etik ilkeler çiğnenmektedir. Bu nedenle, tüm aykırı seslerin susturulması gerekmektedir.
Bu bağlamda, hedeflenen ülkelerde baskıcı-faşist devlet, onların uzantıları olarak taban hareketleri ve örgütleri palazlandırılmaktadır. Bu arada Orta Doğu gizli ve açık ellerce silahlandırılmaktadır. Bir Alman şirketinin, uluslararası hukuka aykırı biçimde İsrail’e nükleer silah taşıyıcı sistemi satışı yaptığı bildirilmektedir.
Oysa bölgenin gereksinimi silahlanma değil, silahsızlanmadır.

Bugün, ne yazık ki Suriye merkezli, İran, Lübnan, Türkiye, Irak ve İsrail’i, Kürt bölgelerini kapsayan, Körfez ülkelerine, Suudi Krallığı’na uzanan bir alanda yeni bir savaş olasılığının hızla güçlendiği dillendirilmektedir. Bu olasılık, bölge halkları ve ülkeleri için kan, gözyaşı ve yıkım anlamına gelmektedir. Emperyalist çıkarlar için yer yerinden oynayacak, sayısı bilinmeyecek kadar insan ölecek, insanlığın bölgedeki tüm birikimi yakılıp yıkılacaktır. Yakın zamanlarda yaşanmış olan Mısır, Irak ve Libya örnekleri ortadadır. Mısır’da “devrim söylemleri”yle ve halk hareketi olarak başlayan “Bahar” süreci, giderek dinci gericiliğin egemen olduğu bir yönetimle sonuçlanmış, toplumsal beklentileri olan kitleleri düş kırıklığına uğratmıştır.

Bu ülkedeki akıl almaz geriye gidiş, dünyanın ilerici kamuoyunca kaygıyla izlenmektedir. Irak’ta savaş süreci ve sonrasında, bir milyondan fazla kişinin öldürüldüğü, beyin gücünün önemli bir bölümünün acımasızca yok edildiği, insanlığın binlerce yıllık tarihsel-kültürel birikiminin yakılıp yıkıldığı bilinmektedir. Libya’da ise, yaratılan kargaşada, insanlar birbirine kırdırılmış, ülkenin
meşru yöneticileri vahşice öldürülerek ülke yönetimine el konmuştur.

Olanlar olacakların göstergesidir..

Neo-Osmanlı düşleri gören Dışişleri Bakanı, doğru tarafta yer almaktan söz ederken, dönüşü olmayan bir yola girildiğinin farkında olmadığını ortaya koyuyor. Henüz fırsat varken, yol yakınken bu yoldan geri dönülmelidir. Ülkemizin bu emperyalist savaşta taraf olmasına, yer almasına izin verilmemelidir. Kamuoyu yoklamalarında da açıkça görüldüğü gibi, halkımızın ezici çoğunluğu kesinlikle bir savaşa girilmesine karşıdır ve hükümetin politikalarını desteklememektedir.

Başta Hatay olmak üzere, güney illerimizde konuşlanmış, sınır barışımız için
ciddi tehdit oluşturan yabancı silahlı güçler ivedilikle sınır dışı edilmelidir.

Orta Doğu’da barış için en önemli adım, bölgenin tüm taraf ülkelerini bir araya getirerek silahsızlanma koşullarını tartışmalarını sağlamak olacaktır.

Hiroşima kırımının 67. yıldönümünde, dünyanın barış ve demokrasiden yana güçlerinin, ne nükleer savaş, ne de herhangi bir savaşın kazanan tarafı olmayacağını, tek korunma yolunun nükleer silahların tamamen yasaklanması, genel silahsızlanma koşullarının sağlanması, savaşlara ve savaş kışkırtıcılığına son verilmesi olduğunu vurgulayarak seslerini yükselttiklerini duyurmak istiyoruz.

Ankara Tabip Odası
Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre için Sağlıkçılar Derneği
5 Ağustos 2012, Ankara

Tarihe tanıklık etmeye ve içimizdeki hainleri tanımaya çağrı..

Dostlar,

Çok hoş hazırlanmış bir sunu..

Emek veren ve dağıtan arkadaşlara teşekkür ediyoruz..

Özenle okuyalım ve paylaşalım diyorum..

Sevgi ve saygı ile.
7.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================================

TURK_HALKINI_TARIHE_ TANIKLIK_ ETMEYE_VE_ ICIMIZDEKI_ HAINLERI_ TANIMAYA_ CAGIRIYORUZ

Paralı askerlik.. Gelir ve gider..

30 bin TL’yi bulan vatan hizmetini yapmıyor..
Bulamayan ise vatan hizmetine gidiyor ama tabut içinde dönüyor..
Bir de “vicdani redcilerimiz” var..
Akla ve adalete dayanmayan bir düzen sürdürülebilir mi?
Ne getirir? Çöküş..
Sevgi ve saygı ile. 7.8.12,
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İran Genelkurmay Başkanı : Sıra size gelir..

Suriye’deki Beşşar Esad yönetimine destek veren İran’ın Genel Kurmay Başkanı Hasan Firuzabadi Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’a sert eleştiriler yöneltti.

Suriye’deki Beşşar Esad yönetimine destek veren İran’ın Genel Kurmay Başkanı Hasan Firuzabadi Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’a sert eleştiriler yöneltti.
Firuzabadi, “Büyük Şeytan’ın (ABD) savaş planlarına yardımcı olmak, Suriye’ye komşu ülkeler için doğru bir yaklaşım değildir. Eğer onlar bu temelde hareket ediyorlarsa, o zaman şunu bilmeliler ki, bir sonraki seferde sıra Türkiye’ye gelecektir.” ifadesini kullandı. (Basın, 7.8.12) Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net


Firuzabadi, “Büyük Şeytan’ın (ABD) savaş planlarına yardımcı olmak, Suriye’ye komşu ülkeler için doğru bir yaklaşım değildir. Eğer onlar bu temelde hareket ediyorlarsa, o zaman şunu bilmeliler ki, bir sonraki seferde sıra Türkiye’ye gelecektir” ifadesini kullandı.

AÇLIK : 5 Ölümden 1’inin Nedeni ve Küreselleş-tir-me açlığı artırıyor!

Her 7 insandan 1’i açlıkla boğuşuyor. Her 5 ölümden 1’i AÇLIKTAN! Küreselleşme = Yeni Emperyalizm, «artan» açlığın ana nedeni !.. Küresel gelir dağılımının iyileştirilmesi zorunlu.. Bunun için de küresel emperyalizmin tasfiye edilmesi gerek. Elbette nüfus planlaması da zorunlu : Her aileye 1 çocuk, artık başka çare kalmadı!
Her yıl 11 milyon dolayında ölüm doğrudan-dolaylı açlığa ikincil. Fotoğrafta, her yıl yaklaşık 300 milyon kez gözlenen hazin bir seremoniyi acıyla izliyoruz..
Her yıl 300 milyon dolayında bebek-çocuk açlıktan ölüyor..
Dünya kaynakları bu sorunları şimdilik aşabilecek durumda oysa. İronik olan, 1 milyar aç 1 milyar da obes insan varlığı.

Sevgi, saygı ve umutla. 7.8.12, Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net