Etiket arşivi: ahmet saltık

İnsan beyni bir salgı bezi değildir

ÖZDEMİR İNCE

İnsan beyni bir salgı bezi değildir

AYDINLIK, 21 Ağustos 2012

İnsan vücudunda iki türlü salgı bezi bulunur: İç salgı bezleri ve dış salgı bezleri:
İç salgı bezleri salgılarını, vücudun başka bölgelerindeki hedef hücrelere ulaştırabilmek için kana veya lenfe veren bezlerin tümüdür: Hipofiz, tiroit, paratiroit, epifiz ve böbreküstü bezleri, iç salgı bezlerine örnektir.

Dış salgı bezleri salgılarını özel bir kanal aracılığıyla ya da doğrudan vücut dışına veren bezlerdir: Tükürük bezleri, derideki ter bezleri dış salgı bezlerine örnektir.

Ve insan beyni

İnsan beyni, kraniyal sinirler ve omurilik sayesinde merkezî sinir sistemini
kontrol eder, çevresel sinir sistemini yönetir ve hemen hemen insanın tüm işlevlerini düzenler. Kalp atışı, soluk alma ve sindirim gibi istemsiz eylemler, özerk sinir sistemi yoluyla farkına varmadan beyin tarafından yönetilir. Düşünce, mantık ve soyutlama gibi daha karmaşık zihinsel eylemler ise bilinçli olarak beyin tarafından yönetilir.

Bu yazının iddiası, insan beyninin düşünce, mantık ve soyutlama gibi daha karmaşık
zihinsel eylemleri salgılayan bir salgı bezi olmadığıdır. Ki yukarıda okuduğunuz tanım, insan beyninin bir salgı bezi olmadığını söylüyor.

Edebiyat yazılarımda ve yazınsal denemelerimde, okuma, öğrenme ve deneyimlerin kazançlarından yararlanmayı reddeden edebiyat yazarlarını eleştirirken “İnsan beyni bir salgı bezi değildir, insan beyni bir aküye benzer, boşaldıkça doldurmanız gerekir. Tıpkı otomobil aküsü gibi.” diye yazdım. Medya dünyasında durum, yazın dünyasından bin beter!

Gazeteci-yazar dediğin

1980’lerde gazeteciler, gazetede yazdıkları yazıları kitap halinde yayınlamaya başlayınca, ortaya bir “gazeteci-yazar” tipi çıktı. O zaman, bütün dünyada sadece “fiction” yazanlar yani şairler, romancılar ve öykü yazarları için yazar adı ve sıfatı kullanıldığını yazdım. (“Söz ve Yazı” ve “Yazmasam Olmazdı” adlı kitaplarımda yayınlanan “Kuyudaki Taş” adlı yazımı okuyabilirsiniz.)

Yazar ile gazete yazıcısı arasındaki fark son derece önemlidir. Yazar geleceği görür,
“şimdi”nin verilerini yorumlayarak geleceğin tasvirini yapar. Gazete yazıcısı, daha önce de yazdığım gibi, sadece olmuş olanı tasvir eder. Bu nedenle kimi gazete yazıcıları, yazınsal yazarları hiç sevmezler. Hatta nefret ederler. Çünkü gerçek yazarların “yorum” yazdığı yerlerde tavus kuşu gibi dolaşamazlar.

Bir örnek vereceğim: Bir gazetenin aynı zamanda genel yayın yönetmeni olan bir yazıcı, AKP’nin imam-hatip okullarını Avrupa’daki kilise okullarına benzetmeye çalıştığını yazdı. Yazdığı yanlıştı. Okuru yanıltıyor ve AKP’nin işlediği cinayeti mazur gösterecek yanlış bir örnek veriyordu. Kendisine, hem gazete e-postası ile
hem özel e-postam ile şu mesajı gönderdim:

“Bugünkü yazınızda “Avrupa’daki kilise okulları gibi… Cami okulları!…” cümleniz beni çok şaşırttı. Avrupa’da ne imam-hatip okulları benzeri okullar vardır ne de kilise okulları.

Bütün okulların müfredatı laiktir…

Din öğretilmez.

Fransa’daki Katolik okulları, binaların ve kurumların mülkiyetiyle ilgilidir.

Size bu konudaki yazılarımı okumanızı tavsiye etmiyorum. Gazetenin genel yayın yönetmenisiniz, bir talimat verin, Avrupa’daki temsilci ve muhabirleriniz bir araştırma yapsınlar.”

Genel yayın yönetmeni yazıcı mesajıma cevap vermeye tenezzül bile etmedi!

Evet, insan beyni bilgi salgılamaz

Kulaktan dolma bilgi ile gazetecilik ve yazıcılık yapılamaz.

Avrupa’da imam-hatip benzeri okul yoktur.

Bu konuda onlarca yazı yazdım. Yazılar, kese kağıdı olmadı, hepsi kitaplarımda
yer alıyor. Okursunuz! Beni okumak istemiyorsunuz! Canınız sağ olsun. Ama o zaman Türkiye’nin en önemli sorunu konusunda Avrupa’da ve dünyada araştırma yaptırırsınız; gerçek ne ise öğrenirsiniz. Ama ben gene de bir iyilikte bulunmak üzere ilgilenenlere bir yazımı okumalarını tavsiye edeceğim:

Yazının adı:

“Pathemata mathemata! Evet, acı deneyimler öğreticidir.”

Yayınlandığı yer ve yıl: Varlık Dergisi, Mayıs 1994. Yer aldığı kitaplar: “Tarih Bağışlamaz” ve “Yazmasam Olmazdı.” Şimdi artık İslamcıların bile kullanmaktan çekinmediği “imam-doktor, “imam-mühendis”, “imam-öğretmen”, “imam-yargıç”, “imam-kaymakam”, “imam-emniyet müdürü”, “imam-vali” deyimleri ilk kez adını verdiğim bu yazıda, 1994 yılında kullanılmıştır. Bundan 18 yıl önce, bir “imam-başbakan”ımız, “imam-bakanlar”ımız olacağını öngörememişim.

Bu kadar kusur kadızâdede de olur!

Peki, “imam-vali” deyimini nasıl keşfettim? Başta Fransa’nın, Almanya’nın, Holanda’nın eğitim sistemlerini inceledim, Türkiye’deki temsilciliklerine sordum.

Avrupa’da artık imam-hatip benzeri okullar yok.

Laik liseyi bitiren ve din adamı olmak isteyen kişi teoloji (ilahiyat) fakültesine gidiyor.

Yani önce laik lise öğreniminden geçiyor.

AKP laik Cumhuriyete karşı suç işliyor!

AKP Türkiye’de bunun tam tersini yapıyor:

Orta öğretimi din adamı yetiştiren okullara dönüştürüyor,
sonra meslek seçme olanağı tanıyor.

Bu düpedüz anayasal suçtur!

========================================
Teşekkürler seçkin, yurtsever aydın Özdemir İnce..

Ahmet Saltık, 23.8.12, www.ahmetsaltik.net

EFENDİ OLABİLMEK

Cumhuriyetimizin ağabeyi, 90’lık bilge Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen’in ibretlerle dolu, tarihe tanıklık eden müthiş bir yazısı daha…
Mutlaka okunmalı ve paylaşılmalı..
Cumhuriyetimizin ağabeyi, 90’lık bilge Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen!
En az 10 yıl daha mutlaka yaşamanız ve üretmeniz dileğiyle..
Cumhuriyetimizin 100. yılına sizinle girmek büyük mutluluk olacak..
Sevgi ve saygı ile. 23.8.12, Tekirdağ
Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

EFENDİ OLABİLMEK

Dr. Ali Nejat Ölçen

Tokat’da Behzat deresinin sol kıyısında kerpiç duvarlarla çevrili bahçe içindeki mahalle mektebinde bir odaya girdiğimde yere serili hasırın üzerine tünemiş ve “elif, be, cim” de¬meye başlamıştım. Ellerimizi dizlerimize vuruyor sarıklı hocanın karşısında bu sözcükleri mırıldanıyorduk. Kaykılmamız ya da bağdaş kurup oturmamız günahtı, dizlerimizin üzerine tavuklar gibi tünemiştik.. Beyaz sarıklı hocanın elinde up uzun ve ucunda leblebi kadar küçük bir nesnenin başımıza değmesiyle arı sokmuş gibi irkilirdik. Dizlerimiz yara olmuştu. Analarımı evde tütün basar bezle bağlardı dizlerimizi.

Bir gün kahve renkli çul giysili bir adam içeri girdi, karşımızda bağdaş kurmuş hoca efen¬dinin suratına bakmadan “evlerinize” diyerek bizleri dışarı çıkardı. Dizüstü hazır üzerine tünemekten kurtulmuştuk. Birkaç ay sonra sokakta davul çalarak bir adamın mektebe, mektebe diye bağırdığını işittik. Behzat deresinin sol kıyısındaki mektebin o küçük oda¬sında hasır yoktu kahverengindeki küçük sıralar konmuştıu. Üzerilerine çıkıp tünedik. İçeriye mini etekli bir hanım girdi ve

-Bu ne hal diye seslendi

Sıraların içine nasıl oturacağımızı öğrendik. Duvara kocaman bir kara tahta konmuştu hocanım elindeki kireç parçasıyla kocaman bir şey yazdı bu ve a’dır dedi. Sonra yazdığının b olduğunu öğrendik. b’den sonra a’gelince ba’ oluyordu. Bir gün yan yana iki ba yazdı biz de baba’mızın nasıl yazılacağını öğrendik. Bir gün içimizden bir öğrenci,

-Hocanım, ş’i yaz diye bağırdı.

Hocanım ş’yi yazmayı bilmiyordu. Çocuk

-Yılan yap diye seslendi. Götüne çengel as.

Ş‘harfini öğrenmiştik. Üç ay sonra üstünde adlarımız yazılı kağıt parçaları dağıttılar. Adına Karne deniyordu. ”Ali Nejat efendi” olduğumu o zaman öğrendim.
Karnemde böyle yazılıydı. Madem ki okuyor, Mustafa Kemal’in öğrencisiydik,
o halde efendi olmamız gerekiyordu.. 1928 günü kendimin 7 yaşında efendi olduğumu öğrenmiştim. Bizler yüksekokulda bile efendi idik. Öğretmenlerimizin tümü bizlere çocuk demediler çünkü efendiydik ..

Yüksekokul yıllarında bile, öğretmen derse girdiğinde hep birden ayağa kalkardık ve “oturunuz efendiler” sesiyle yerlerimize otururduk.

Zaman bana “efendi olabilmenin” güçlüğünü yaşatmakta gecikmedi. İlk kez, Başkent‘te Kocatepe camiinin karşısında Belediyesinin Kültür Merkezi adlı binanın kaldırımındaki gerili zincire takılarak düştüm ve bir süre içindeki otların kuruduğu büyük beton saksı bozuntusunun altında sıkışan kolumu kurtaramadığım için öylece yüzükoyun yatılı kaldım. Kimse yardım etmiyor onların kara pabuçlarını görüyordum. Sızarak yere serilmiş bir ay¬yaş olduğumu sanmaktaydılar. Neden sonra kurtulabildim. Valiliğie durumu bildiren ve yaya kaldırımına geçmeyi önleyen böylesi zincirlerden Ankara’yı kurtarmak gerektiğini bildiren yazıma gelen yanıtta “Sadece “Ali Nejat Ölçen” sözcükleri vardı. Adımın başında ne “bay” ve ne de “sy” sözcükleri eklenmiş değildi. Valilik makamı İlkokul karnemdeki “efendi” sözcüğünden beni yoksun bırakmışlardı.

Türkiye’mizde şimdiki bireyler efendi olmaktan uzaklaşmaya mı başladılar?
Ne kendilerine ne de kendilerine bu gümleri kazandıran eşine az rastlanır devlet adamlarımıza saygıları var.. Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar kendi tarihini karalayan, kendi insanlarını küçümseyen, böylesi bir kuşak başka ülkelerde de var mı, bilemiyorum. Tarih elbette sorgulanabilir ne var ki tarihi sorgulamanın da yöntemi vardır belli düzeyde bilgi birikimine ve de tarih bilincine sahip olmak gerekir. Sokaktaki adam tarihi sorgulayamaz. Sorgulamaya yeltenirse Türkiye’mizin Kurtuluş Savaşı sonrası yakın tarihi karşı devrimin ağına düşürülmüş olur. Tarihin pozitif bilim dalı olduğu bilincinden çok uzaklarda kalan kişilerin tarihi sorgulamaya kalkışmaları o tarihi karalama sonucunu doğurur. Bu gün ülkemizde yapılan budur.

Bilgisayar kullanarak internet aracılığıyla ilişkiler kurmayı öğrenen seçkinlerin büyük bölümünün kullandıkları sözcükleri burada yinelemekten utanç duyuyorum. Kültürün bu denli yozlaştırıldığı, değer yargılarının bu denli çöplüğe atıldığı
başka bir ülke var mıdır bilemiyorum.?

Tarihsel olayları kendi zamanının koşulları içinde yorumlamak gereğinden uzakta kalan kişilerin, Cumhuriyetimizi kuran saygın devlet ve siyaset adamlarını eleştirinin ötesinde, suçlamayı aşarak tahkir etmeyi art niyet ya da ahlak sorunu olarak yorumlamak gerekir. Onlar efendi olabilselerdi konuyu böylesi basite indirgemez, nankörlüğün sınırları içine çekemezlerdi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Anne’sinin büstündeki burnuna kafası türbanlı hanım kızların parmaklarını sokacak kadar ilkelleştiğine hangi ülkede tanık olabilirsiniz?
İslam’ın sanal simgesine bağlı görünen başı kapalı kızlar hangi okulda ne tür eğitimden geçerek bu denli alçalabilmektedirler? Hangi ülkede bugüne kadar bir başbakan “yüreğinizdeki kine sahip çıkınız!” diyebilmiştir? Dünyada barış cihanda barış özdeyiminin kültürüne hangi devlet adamı bu denli pervasızca karşı çıkabilmiştir? İç barışa en çok gereksinim duyulan bir dönemde bu sözün tarihsel sorumluluğunu taşıyabilir mi bu kişi?. Ülkemizde emperyalizmin öngördüğü iç savaş çıktığında önerdiği kinin ona doğru yönelmeyeceğini kim bilebilir?

Sabancı Üniversitesinde öğretim üyesi olan Prof. Cemil Koçak adındaki kişinin
Mustafa Kemal Atatürk için:

-Yarbay Mustafa 5-10 kişiyi bile yönetemezdi, diyebiliyorsa

O’nun annesinin büstündeki burnuna kafası çaput sarılı kızların parmağı girecektir elbet. TBMM’ 5-10 kişiyi yönetemeyen yarbayı başkomutan olarak seçer miydi.
Ve O, TBMM’nin yetkilerini üstlenirsem bu görevi kabul edebilirim der miydi.
Böylesi ahlak erozyonu ülkemizi manda yönetimine bir gün ederse ederse,
bunun vebalini kim nasıl ödeyecek?

Anafartalar’da Mustafa kemal karşısında yenilgiye uğrayarak donanmasıyla ülkesine geri dönen Churchill, eğer bir Türk komutanı olsaydı, herhalde aşağılanır ve de taşlanırdı. Hayır demeyiniz, İnönü taşlanmadı mı, her savaştan zafer ile çıktığı halde. CHP genel başkanı olarak Menderes demokrasisinde.

Yunanistan ordusunun Başkomutanı General Trikopis esir düşmüştü. İnönü O’nu
Mustafa Kemal’e tanıtır. General Trikopis’e şunları söyler Mustafa Kemal:

-Üzülmeyin generalim, der. Siz görevinizi sonuna kadar yaptınız.
Askerlikte yenilmek de vardır. Size karşı saygı besliyoruz. Yakında her şey düzelecektir, konuğumuzsunuz buyurun istirahat ediniz..

General Trikopis, kendisiyle 1952 yılında Atina’da söyleşi yapan Hıfzı Topuz’a
şunları söyleyecektir:

Atatürk’ün bu ince ve nazik davranışı karşısında rahatlamıştım.
Bu büyük Komutan’a hayranlık duymaya başladım.

General Trikopis’in Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlığı acaba
Prof. Cemil Koçak ve benzerleri duyabiliyorlar mı?

Şimdi soracaksınız, Yunan Ordusunun Başkomutanı ülkesinde suçlanmadı ve
küçümsendi mi? Hayır, O’na duyulan saygıda azalma söz konusu olmadı.
İstanbul Belediye Başkanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay ile Atina’ya Hıfzı Topuz birlikte giderler. Onların onuruna Atina Büyükelçimiz Ruşen Eşref Ünaydın’ın verdiği kokteyle kimi bakanlarla birlikte emekli general Trikopis de katılmıştı.(Bakınız: Hıfzı Topuz, Eski Dostlar, s. 83-85, 6. baskı, 2006, İstanbul)

Eğer Trikopis bir Türk generali olsaydı, ülkemizde kim bilir ne denli küçümsenir, suçlanır aşağılanırdı!

Birbirimizle didişmemiz, yakın tarihimizden koparak hasım kamplara bölünmemiz,
değer yargılarımız çökertilerek ordusuz devlet, devletsiz ordu sürecine sürüklenmemiz aslında manda yönetimine ülke kapılarını açmak değil midir?
Bugün yürürlükte olan BOP’un amacıdır bu.

Başbakan R.T. Erdoğan yüreğindeki kini unutarak bir an önce

BOP eşbaşkanlığından istifa ettiğini açıklamalıdır.

İhanet çemberinden kendisini kurtarmanın tek yoludur bu..

Bir ülke kendisiyle didişmeye başlar ve temel sorunlara sırtını dönerse asıl suçlamaya yeltendikleri manda yönetimine kendileri davetiye çıkarmış olurlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sürerken Başkomutan olarak TBMM’nin
6 Mart 1922 günlü gizli celsesinde şu konuşmayı yapmaya gereksinim duymuştu.
Bugünün siyaset ve devlet adamları O’nun bu konuşmasındaki öğretiyi özümsemelidirler eğer bu ülkeyi misakı milli sınırları içinde ulusu ve devletiyle birlikte
korumayı amaç almışlarsa:

-Cepheler cümlenizce malumdur ki ikiye ayrılır, demişti. Dahili cephe, zahiri cephe. Dahili cephe aslolan cephe, bütün memleketin aynı fikir ve kanatta yek vücut olarak tesis etmiş oldukları cephedir. Zahiri cephe doğrudan doğruya ordumuzun düşman karşısında göstermiş olduğu cepheden ibarettir. Bu zahiri cephe ordu cephesi’nin tezelzül etmesi tebeddül etmesi, mağlup olması çözülmesi hiçbir vakit bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl haizi ehemmiyet ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden dahili cephenin sukutudur.
İşte bu hakikate bizden ziyade vakıf olan İngiliz, asıl bu cepheyi iki üç seneden asırlardan beri bu cepheyi yıkmak için sarfı mesai etmektedir. (Kahrolsun sesleri)

(Başkomutan Gazi Mustafa Kemal’in bu konuşması ve devamı için bkz. Ali Nejat Ölçen, Türkiye Sorunları kitap dizisi, sayı 66, 2006: www.olcen.net)

Menderes’in Başbakan olduğu Demokrat Parti iktidarında ülkenin “vatan cephesi” olarak ikiye bölündüğünü göreceksiniz. Ayrıca o kendi Meclis Grubunda odunu koysam milletvekili seçilir diyecektir. Kendi partisinden seçilen milletvekillerine “isterseniz şeriatı da getirirsiniz” diyendir O.

O’nun bir benzerinin R.T. Erdoğan olduğunu düşünebilirsiniz.

Menderes kibar görünümlü despot, R.T. Erdoğan ise Menderes’in kaba ve hırçın olanıdır. İlki Bayındırlık Bakanını “Kemal” diye çağırıyor :”Arabaları çevir Üsküdar’a gideceğim.” diyor. Kemal Zeytinoğlu bu buyruğu bir odacı sadakatiyle yerine getiriyor, İkincisi de (R.T. Erdoğan) “Hangi bakanı kapının önüne bırakayım?” diyor ve hiçbir bakandan “senin uşağın değiliz..” yanıtı çıkmıyor. Emir kulu olduklarını başka nasıl kanıtlayacaklar.

Dahili Cephenin Süleyman Demirel’in 1. ve 2. Cephe hükümetlerinde nasıl tahrip edildiğini de göreceksiniz.. O’nun iktidarlarında adalet bakanı olan MSP’li
İsmail Müftüoğlu’nun (1976) vatan sever ile vatan sevmeyenlerin mücadelesidir bu..”, dediğini anımsamanız gerekir..

Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Mustafa Kemal’e İsmet İnönü kadar yardımcı olan bir
2. ada rastlayamazsınız. TBMM’nin gizli celseleri bunun sayısız örneklerini içermektedir.

Bu iki büyük insan arasında düşünüsel düzeyde rezonans vardı. 24 Nisan 1920 günlü gizli celsede İsmet Paşa’nın konuşması aradaki düşünbirliğinin en canlı kanıtıdır. Bakınız 36 yaşındaki bu genç komutan ne söylüyor; O’nu karalamaya yeltenenler işitsin istiyorum:

-Bir milletin bir kısım arazisini işgal etmek kafi değildir. Onun iradesine galebe etmek ve o milleti teslime icbar eylemek gerekir. Yunan Ordusu bütün ortaya döküldükten sonra bizim irademize galebe etmek şöyle dursun o henüz bizim irademizin başladığı noktada bulunuyor. (Bakınız, Türkiye Sorunları kitap dizisi, sayı 82, 2011, TBMM’in gizli celselerinde İsmet İnönü)

Şimdi düşünmek gerekir; İsmet Paşa’nın koşul gördüğü ulusal iradeye galebe etmek bugün 92 yıl önceki kadar zor mu? Bütünlük birliktelik ve direnç gücü kaldı mı
ulusal iradede?

Ulusal iradeyi pekiştirecek siyasal iktidar mevcut mu? Birbiriyle didişen, birbiriyle anlaşmazlık konuları keşfetmeye kendisini alıştırmış böylesi laf ebesi seçkinler yığınıyla ulusal irade nasıl belirecek?

Bu seçkinlerin neyin kavgasını yaptıklarını acaba kendileri de biliyor mu?
Bakanlar Kurulu kararını yırtarak atan bir parti başkanı hangi ulusal iradeden yanadır.

Belli ki BOP’un iradesini ülkemizde temsil ediyor.

BOP ulusal irademize galebe etmekte güçlükle karşılaşır mı?

Onun eşbaşkanı ülkemizde başbakan iken ulusal irade nasıl direnecek?

Bu temel yaşamsal sorunları görmezden gelerek birbiriyle didişen kişilerin çokluğu umut kırıcıdır ve İnternet ekranları onların ilkel, saçma ve de çirkin sataşmalarıyla doludur.

Bir ülke için bundan daha vahim durum söz konusu olabilir mi?

Bu dalaşmaya son vermeleri için önce efendi olmaları gerekir.
Ancak ondan sonra yurtsever olabilirler.
Efendi olabilmek yurtsever olmaktan daha güç değilse.

Efendi olmayı önemseyenlere sesleniyorum :

Ülkemizin paraya, ekmeğe, gereksinimden önce vicdan özgürlüğüne gereksinimi var.

Vicdanınızda haklı olduğunuzu kanıtlamadığınız bir düşünceyi karara,
o kararı eyleme, o eylemi sözcüklere dönüştürmeyiniz.

Anadolu kültürümüzün bir özdeyişini anımsatmak istiyorum.

Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır.

Saygılarımla. 22.8.2012

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

Eminağaoğlu’ndan Çağrı

Eminağaoğlu’ndan Çağrı

YARSAV ve YARGI-SEN Kurucu Genel Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu..
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Yardımcısı iken Çankırı Yargıçlığına indirildi..
Bedel ödemek bu işte..
AKP’nin HSYK’sı bu işte..
“Yetmez ama evet” diyen aydın müsvettlerinin boynu altında kalsın..
desek ayıp mı olur?
Sayın Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu yiğit savaşımı ve asla ödün vermeyen tutarlı çizgisi için gönülden kutluyor ve saygı ile selamlıyorum.
Yetkin hukukçu birikimi ile de son derece net, kaçınılamaz bir öneride bulunuyor.
AKP hukukçuları ile Eminağaoğlu’nun birikimi arasındaki katsayı milyon belki de!
Sevgi ve saygı ile. 23.8.12, Tekirdağ
Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

YARSAV Kurucu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, tutuklu milletvekilleri için
Adalet Bakanı ve Yargıtay Başsavcısını göreve çağırdı…

Eminağaoğlu, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in tutuklu milletvekilleri için
Yargıtay’a başvurmak zorunda olduğunu söyledi…

12 Haziran 2011 milletvekili seçimlerinin üzerinden 14 ay geçti ancak
milli iradeyle seçilen 8 milletvekili hala tutuklu…

Muhalefetin her fırsatta gündeme getirdiği konuyla ilgili bir açıklama da
YARSAV ve YARGI-SEN Kurucu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’ndan geldi…

Tutuklu yargılanırken 2007’de bağımsız milletvekili seçilen Sebahat Tuncel’in durumunu örnek gösteren Eminağaoğlu,
yasaların herkese ve her yerde eşit uygulanmak zorunda olduğuna dikkati çekti…

Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Hasan Erbil’i
göreve çağıran Eminağaoğlu,

“Bugün tutuklu milletvekilleri için Adalet Bakanı,
‘Yargıtay’a başvurmuyorum’ diyemez.

Eşit uygulamanın sağlanabilmesi için, yasa yararına bozma yoluna başvurmak kaçınılmazdır.” dedi..

Eminağaoğlu’na göre Bakan Ergin’in de Başsavcı Erbil’in de koşullar oluşmadı
diyerek, geçmiş örneği görmezden gelmesi ve Yargıtay’ı devre dışı bırakması
mümkün değil…

Eminağaoğlu, “Bu konuda kararı verecek olan sadece ve sadece Yargıtay’dır.
İçtenlikli iseler, bu adımı da atmak zorundadırlar.” görüşünü dile getirdi.

22 Ağustos 2012, KANAL B

İTO’dan : 4+4+4 Eğitim Süreci İle İlgili Acil Duyuru

4+4+4 dayatmasının ana hedefi budur… Yazıklar olsun! Dr. Ahmet Saltık

4+4+4 Eğitim Süreci İle İlgili
Hekimlere,
Milli Eğitim Bakanlığı’na,
Velilere
ve
Kamuoyuna
Acil Duyuru

Sadece milletvekillerinin oyları ile çoğunluk sağlanarak yasalaşmış olması, 60-66 aylık çocukların okula başlatılması için yeterli olamaz. Bilimsel verilere dayandırılması, çocukların eğitimine ve gelişimine zarar vermediğinin kanıtlanması ve toplumun taleplerinin dikkate alınması zorunludur. Hekimler olarak bu konudaki bilimsel ve tarihsel sorumluluğumuz gereği itiraz ediyoruz. Bakanlığı, bilimsel ve toplumsal uzlaşı gerçekleşinceye kadar bu konuyu durdurmaya ve muhatapları ile bağımsız demokratik bir tartışma-değerlendirme ortamı yaratmaya bir kez daha davet ediyoruz.

Bilindiği gibi 4+4+4 uygulamasıyla 60-66 ayını doldurmuş çocuklarımız ilkokula başlamaya zorlanmaktadır. Hükümet, toplumsal bir ihtiyaçtan ya da talepten bağımsız olarak, tümüyle kendi politik ihtiyaçları doğrultusunda, bu çok önemli yasayı apar-topar meclisten geçirerek uygulamaya koydu. Muhalefet partisi milletvekilleri, eğitimciler, çocuk psikiyatrisi uzmanları, pedagoglar ve biz meslek odaları en başından itibaren bu yasaya karşı çıktık ve aşağıda kısaca özetlenecek sakıncaları defalarca dile getirdik:

• 5 yaş çocuğu (60-71 aylar arası) zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik olarak okula başlamaya henüz hazır değildir. Çocuğun okul eğitimine katılabilmesi için gerekli sosyal, duygusal, bilişsel, dil ve motor becerilerinin gelişimi 6 yaştan (72 ay) önce tamamlanmaz. Bu bilimsel ortalama dışında kalan çok az çocuk vardır. Çocukların bu gelişimleri tamamlanmadan ilkokul 1. sınıfa başlatılmaları ruh sağlığını pek çok yönden olumsuz olarak etkileyecektir;

• Eğitimci ve anababaların iyi bildiği gibi, okula yeni başlamış 6 yaş çocuklarında bile önemli sorun olabilen “ayrılık kaygısı”, 72 ayını doldurmamış çocuklarda çok daha yoğun olarak ortaya çıkacaktır.

• Dürtü kontrolü 5 yaşındaki bir çocukta tam gelişmediğinden davranışlarının kontrolünü sağlamakta zorlanacak, sınıfta sırasında oturarak dersi takip edemeyecek ve ilkokulda uyması gereken kurallara uymakta güçlük çekecektir.

• Beş yaşından önce el-göz koordinasyonunun, ince motor becerilerin, işlemsel düşüncenin tam gelişmemiş olması, soyut düşüncenin yetersizliği ve dikkati sürdürmedeki güçlükler nedeniyle bu yaştaki çocuklar öğrenme becerilerinde zorlanacaklardır. Bunun sonucunda gelişimsel açıdan normal olmalarına karşın okul programları kapsamında beklenen kazanımları karşılayamamaları nedeniyle, başarısızlık olarak yorumlanacak ve gereksiz olarak ‘zeka geriliği’, ‘öğrenme güçlüğü’ veya ‘dikkat eksikliği’ gibi yanlış tanımlara neden olabilecektir.

• Ayrıca bu çocukların 6 yaş grubu (72-83 aylar) ile aynı sınıflarda eğitime alınacağı açıklanmıştır. Bu demektir ki aynı sınıfta 60-83 aylar arasında, yani aralarında yaklaşık 2 yıl fark olabilen çocuklar olacaktır. Bu durumda gelişimsel özellikler açısından 72-83 aylık çocuklar doğal olarak 60-66 ay arasındakilere göre çok önde olacak, onlardan daha hızlı öğrenecek, beklenenleri daha kolay yerine getirecektir. 60-66 aylık olanlar ise bu durumda zorunlu olarak sınıfın daha başarısız grubunu oluşturacaklardır. Yani bu grup daha okula başlarken başarısızlık duygusuna mahkum edilecektir. Erken dönemde kazanılan başarısızlık duygusunun çocukların daha sonraları da kendilerine güven duymalarını engellediği bilimsel olarak gösterilmiştir. Erken dönemde başarısızlık duygusu edinen çocukların okuldan soğudukları ve okul yaşamını kısa sürede bıraktıkları yapılan araştırmaların çok net olarak ortaya koyduğu bir gerçektir. Dolayısıyla eğitime başlama yaşını aşağıya indirmenin önemli bir sonucu kendini başarısız görerek büyüyen ve dolayısıyla kendine güvensiz ve başarılı olabileceğine inancı kalmamış nesiller yetiştirmek olacaktır. Ayrıca 5 yaş uygulaması 1983-1985 yıllarında zaten ülkemizde denenmiş ve olumsuz sonuçlarından dolayı vazgeçilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı nasıl bir sorumluluk aldığının farkına varmak zorundadır.

• Ülkemizde yapıldığı gibi okul öncesi eğitimi ilkokulun ilk yılına sıkıştırmak ve sınıf öğretmenlerini okul öncesi çağı çocuklarıyla eğitim yapmaya zorlamak gibi bir uygulama dünyada kabul görmemekte, gelişmiş ülkelerde yaygın ve ücretsiz okul öncesi eğitim ve kreş imkanları sağlanmaktadır. Eğitimin bu evreleri çocuğa temel oluşturduğundan vazgeçilmez önemdedir, geçiştirilemez. Bakanlığın yaptığı 1. sınıfta daha çok oyun oynatılacağı türünden bir savunma tümüyle aldatmacadır. 1. sınıfta okul öncesi bir programla eğitim alan çocukların ilkokul eğitim süresi 3 yıla düşecekse, hükümetin zorunlu eğitim süresini uzatarak halkımıza aslında hizmet götürdüğü yönündeki savunması yine kendileri tarafından yalanlanmış olmaktadır.

• Daha önce de kezlerce duyurulan tüm bu gerçeklere karşın okullarda ve müfredatta hiçbir yeterli hazırlık olmadan uygulama başlatılmaktadır. Okulların maddi koşulları, sıraları, tuvaletleri, tahtaları bu denli küçük çocuklar için hazır değildir. İlköğretim öğretmenleri 5 yaş çocuklarla çalışmaya ve aralarında 2 yaş fark olan iki farklı grubu aynı sınıf ortamı içinde eğitmeye hazır değildir. Veliler de endişelidir. Birçok velinin çocuğunu okula göndermek istemediği bilinmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı ise bu uygulamanın yanlışlığını ve sakıncalarını görmek ve çözüm aramak yerine “çocuğunu okula göndermek istemeyen” velilere kamuda çalışan çocuk hekimlerini adres olarak göstermektedir. Sağlık alanını tümüyle özel sektöre açan hükümet, her konuda geçerli sayılan sağlık uygulamaları ve rapor verme konusunda nedense özelde çalışan hekimleri de devre dışı bırakıvermekle aslında konuya çözüm getirmeyi aklının ucundan bile geçirmediğini göstermektedir.

• Çocuğun fiziksel, ruhsal, zihinsel ve bilişsel gelişimini değerlendirmek amacıyla
çok sayıda test geliştirilmiştir. Bu testleri uzman psikolog veya pedagoglar değerlendirebilir. Her bir testin uygulanması yaklaşık 1.5-2 saat zaman almaktadır.
Bu yaş grubunda 600.000 çocuk olduğu düşünüldüğünde, ortalama 1.5 saat üzerinden hesaplanırsa, toplam 900.000 saat, başka ifade ile 37.500 gün süre ile test yapmak gerekir. Hastanelerde oluşacak yığılmaların, zaten şiddet arenaları haline getirilmiş sağlık ortamında hekime yönelik şiddeti arttırmasından duyduğumuz kaygı göz ardı edilmemelidir.

Sonuç olarak:

Şimdiye dek, eğitim fakültelerinin, meslek örgütlerinin, eğitimcilerin, psikiyatrist, psikolog ve pedagogların hiçbir önerisini dikkate almayan Milli Eğitim Bakanlığı’nı ve çocuklarımızı yeni dönemin başlamasıyla okullarda bir kaos ortamı beklemektedir. Endişemiz bu kaostan öğrencilerimizin onarılamayacak zararlar görmesidir.
Anababa ise çaresizdir.

Okulların açılmasına sayılı günler kala bu sorun karşısında kimlerin rapor verebileceği ya da hangi hekimlerin raporlarının kabul edileceği konusunda bürokratların keyfi tutumlarının ve dayatmalarının devam ettiğini görüyoruz. Öncelikle belirtilmesi gereken, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanı meslektaşlarımızın vereceği raporlarda kamu ya da özel çalışan ayrımının hiçbir bilimsel geçerliliği ve dayanağının olmadığıdır. Hekimin nerede çalıştığı bahsi geçen raporun içeriği ve amacını belirlemez. Bu nedenle özel çalışan hekim raporlarının da mevcut durumda geçersiz sayılması keyfi, hukuksuz ve bilim dışıdır. İstanbul Tabip Odası olarak, her çocuğun gelişiminin farklılıklar gösterebileceği, bazı çocukların hızlı gelişim göstererek farkları kapatabileceğini kabul etmekle birlikte, alt yapı, sosyal ortam, aile uyumu vb. gereksinimlerin bir bütün olarak sağlanamadığı bu 4+4+4 dayatması ortamında; 72 ay öncesi çocukların oyun çocukluğu döneminde olduğu için okula gitmesinin uygun olmadığını değerlendiriyoruz.

Meslek örgütü olarak, tüm klinik şeflerini, hastane başhekimlerini, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanları ve uzmanlık derneklerini, bu rapor isteği ile karşılaşacak
genç meslektaşlarımıza ve çaresiz bırakılmış anababalara, daha da önemlisi gelişim aşamalarının çok üstünde “performans” göstermeleri beklenen çocuklarımıza
sahip çıkmaya çağırıyoruz.

İstanbul Tabip Odası
Yönetim Kurulu
16.8.2012

Tufan Türenç isyan etti : Bu Hükümet çekip gitsin !

Tufan Türenç isyan etti :
Bu Hükümet çekip gitsin
Hürriyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Tufan Türenç,
son günlerde yoğunlaşan şehit cenazelerine Twitter’dan isyan etti.

Tufan Türenç’e, yaklaşık olarak son 1 yıldır yazı yazdırılmıyor..
HÜRRİYET’in yazı işleri müdürlüğü kızak kadrosunda..
AKP basını tar-u mar etti.. İleri demokrasi bu herhalde..
Çok yazık.. Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net, 23.8.12

Tufan Türenç, Twitter’dan yaptığı açıklamada;

“Bu Hükümet ya durdursun ya da çekip gitsin!” dedi.

Tufan Türenç şu twitleri geçti :

*Yeter artık! Bu hükumet ya durdursun ya da çekip gitsin.
İstifa denen onurlu bir müessese vardır.

*İnsanlar, Mehmetçikler ölüyor. Başbakan seyrediyor. Dünyada bunun bir örneği yok.
Meclis’e bile gelemiyor..

*Cumhurbaşkanı da bu günaha ortak oluyor. Sen devletin başısın.
Neden liderleri, kabineyi toplamıyor?

*Cumhurbaşkanı neyi bekliyor merak ediyorum. Ülke yangın yerine dönmüş. Yazık, yazık.

*Bu milleti anlayamıyorum. Ülke çocukları patır patır öldürülüyor, Hükümet öyle bakıyor.
Halk da susuyor.

*Dilerim ülkemiz bir felakete sürüklenmez. Gelişmeler kötü. Bu terörü durdurmamız lazım.

İşte bu nedenle yıkamazsınız…

İşte bu nedenle yıkamazsınız…

Çetin Ünsalan
cetinunsalan@yahoo.com
www.ulusalkanal.com.tr
22.8.12

Türkiye çok can sıkıcı bir süreçten geçiyor. Her gün verilen şehitler, patlayan bombalar, siyasilerin kendi aralarındaki kısır ve basiretsiz tartışmaları; birilerinin bu ülke üzerinden yaptığı hesaplar konusunda adım adım ilerleyen halleri, bu milletin her evladının canını yakıyor.

Öylesine bir kısır döngüye girildi ki, iktidarıyla muhalefetiyle ortaya konulan performans, herkesin ‘eyvah’ noktasına götürüyor. Bazıları buna siyaset dese bile, böylesi siyasi bir anlayışın, bir devletin, bir milletin etnik ve dini anlayış bakımından parçalanmasına verilen uğraşın en tepe noktasına çıkıldığı günlerdeyiz.

Bayram günü bile patlayan bombalar, ölen masum siviller ve Türkiye’yi Suriye’ye sokmak adına yapılan kamuoyu hazırlıkları, daha zor günlerin habercisi gibi adeta… Fakat tüm bunların içinde öyle olaylar yaşanıyor ki, ‘Burası Anadolu ve mutlaka yine oyunu bozacaktır’ dedirtiyor insana…

Fillerin tepişip, çimlerin ezilmediğini kanıtlarcasına cereyan eden olay bayramın üçüncü günü Şırnak’ta yaşandı. Muhtemelen BDP’ye oy verdiği anlaşılan ve Uludere’de hayatını kaybedenlerin olduğu Gülyazı Köyü’ne taziyeye giden BDP’li vekilleri karşılamak için yola koyulan köylülerden bahsediyorum.

Bu köylülerin karşılamaya gittiği milletvekillerini koruyacak olan kim? Hepimizin askerleri, bizim Mehmetçiklerimiz… Yolda giderken beklenmedik bir olay oluyor ve askerleri taşıyan korucu Mehdi Tosun’un kullandığı minibüs kaza yapıp, devriliyor.

İşte ne oluyorsa ondan sonra oluyor… BDP’li milletvekillerini karşılamaya giden köylüler, konvoyu durdurup, askerleri kurtarmaya, devrilen araçtan tek tek çıkartarak, kendi araçlarıyla Gülyazı Sağlık Ocağı’na götürmeye başlıyorlar. Oradan da hastaneye sevk ediliyorlar.

Uludereliler, devrilen minibüsteki askerlerimizi ağıtlar yakarak çıkardılar..
Kazanın ardından, 28 Aralık 2011’de savaş uçakları tarafından yanlışlıkla vurulan köylülerin yakınları yaralıları kurtarmak için seferber oldu.
’BENİ BİR TEYZENİN YANINA GÖTÜRÜN…’
Geçtiğimiz yıl savaş uçakları tarafından yanlışlıkla vurulan 34 köylünün yakınları Mehmetçik’i kurtarmak için büyük çaba gösterdi. Yaralıları sivil araçlarla hastaneye ulaştıran köylüler, bazılarının da son isteklerini yerine getirdi. Bu sırada yürek dağlayan hadiseler yaşandı. Bir asker, yanına gelenlere, ’Geçen yıl annemi kaybettim, ona kavuşacağım. Beni bir teyzenin yanına götürün.’ dedi. Bunun üzerine süt sağmaya giden ve ’Berivan’ diye anılan Emine Ürek’ten yardım istendi. Asker, Uludere’deki bombalama sırasında oğlunu kaybeden Ürek’in dizine başını koyduktan sonra hayatını kaybetti. Herkes gözyaşlarına boğuldu. Evli olduğu öğrenilen bir diğer askerin ise sürekli telefonu çalıyordu. Yaralıyı hastaneye götüren köylüler, ’annem’ ve ’babam’ adıyla kayıtlı numaraya bir türlü cevap veremedi. ’Komutanım’ adıyla kayıtlı numara aradığında ise telefonu açtılar ve askeri Uludere’ye yetiştirdiklerini söylediler. Ancak yaralı Mehmetçik tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.
Fotoğraf altı notları: Dr. Ahmet Saltık, arşivi, www.ahmetsaltik.net, 23.8.12

Orada ortaya çıkan görüntü, siyasetçilerin ayrışma politikalarına inat, iktidarın içi boş açılımlarındaki etnisiteyi tek tek sayan ve ayrıştıran söylemlerinin aksine bir anlam ortaya koyuyor. Kazada 9 asker ve 1 korucu şehit oldu. Fakat bu ülkenin tek bir millet olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Günlük kısır tartışmaların ötesine geçen, dar zamanda kenetlenen görüntü çok önemliydi. Yine sıcak tartışmaların gölgesinde Van’daki deprem sonrasında da benzer bir manzara yaşandığı, oraya tüm ülkeden yardım yağdığını hatırlayınız.

Küresel sermaye bu ülke üzerinde hesaplar yapıyor olabilir, başka devletler ucu parçalanmaya gidecek senaryoları hayata geçirmeye uğraşıyor olabilir, bu amaca ulaşmak için siyasetçiler yaratıp, elde ettikleri güçle yasaları kendilerine uydurup, bir milletin çıkarlarının tersine işlem gördürebilirler.

Ama her şey bir yana, bayramın üçüncü günü Uludere’den çıkan fotoğraf,
acısı ciğerimizi yaksa da, farkında olmadan tüm dünyaya haykırıyordu:

“Burası Anadolu, bizi yıkamazsınız, bu milleti parçalayamazsınız.”

Sağlıkta dövizle vurgun

SGK yolsuzlukları abartılarak işleniyor.. Amaç, bunlar olmasa SGK işleyecek izlenimi vermek.. Sistemin özündeki hastalık, sistemik talan (Devlet eliyle yurttaşın parasını özel sağlık şirketlerine aktarma) böylelikle örtülmeye çalışılıyor.. Çok yazık..
Dr.Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net, 23.8.12

Dostlar,

Yabancı hasta başına 1000 dolara dek şirketlere destek ??!

Nereden, ülkenin hazinesinden..

Kim ? Gene AKP..

Haziran 2012 sonunda TAMAMLAYICI – DESTEKLEYİCİ SİGORTA adı altında SGK’nın
temel güvence paketini iyice daraltarak insanımızı ayrıca özel sağlık sigortalarının kucağına iten AKP hükümeti, yerli-yabancı sermayeye ise çok cömert!

SGK açıklarını finanse edemediği için prim = ek vergi karşılığı sağlık hizmetlerini iyice daraltırken yabancıya bol keseden teşvik..

Bu harami düzenidir..

Söz konusu genelge geri çekilmelidir.

1000 Doların yarısı kadar ülkemizin yoksuluna kişi başına yıllık sübvansiyon verilse,
TAMAMLAYICI – DESTEKLEYİCİ SİGORTA tuzağı denen sefillik, vahşet ortadan kaldırılabilir.

SGK’nın ilgili genelgesinde ne deniliyor biliyor musunuz ?

“Özel sağlık sigortasına sahip olan genel sağlık sigortalısı”..

Maskaralığa bakar mısınız ?

Ne denmişti, verebilenden prim (= EK VERGİ!) alacağız, veremeyeninkini
Devlet ödeyecek..

Veremeyen kim,

“Yoksul”un tanımı ne?

“Yoksul” un 2012’nin 2. yarısında tanımı :
Brüt asgari ücretin 1/3’ünün altında kalan aylık gelir..

Yani ? 940 TL/ 3 = 313 TL! Aylık geliriniz 314 TL ise “yoksul” değilsiniz ve
GSS primi (EK VERGİ!)ödeyeceksiniz!

Öte yandan, sağlık şirketlerini teşvik için, yurtdışından belli ülkelerden (??) gelecek hasta başına 1000 $ Devlet desteği, ballı kaymaklı teşvik..!
(22.8.12, Cumhuriyet)

Sormak zorundayım : Ey AKP, SİZ KİMİN HÜKÜMETİSİNİZ ??

Necip milletim, gözün hala açılmayacak mı??

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net, 22.8.12

===========================================================================

Yoksulları bile GSS ile prim ödemeye zorlayan hükümet,
sağlık tekellerine dolarla kaynak aktarmaya hazırlanıyor

Sağlıkta dövizle vurgun

İktidara geldiği günden beri fakir fukaraya kömürle makarna yardımı yapan
AKP hükümeti, sağlık tekellerine bavulla döviz ödemeye hazırlanıyor. SES İzmir
Şubesi’nden Dr. Ergün Demir ve İstanbul Tabip Odasından Dr. Güray Kılıç’ın,
Haziran 2012 sonunda Resmi Gazetede yayımlanan;

“Döviz Kazandırıcı Hizmet Ticaretinin Desteklenmesi Hakkında Tebliğ (No 2012/4)” üzerine yaptıkları çalışma hükümetin, bir yandan yıllardır uyguladığı
sosyal politikalarla yoksulluğu kaldırmak yerine makarna, kömür dağıtarak önce şükretmelerini sonrasında da dağıtılan makarna ve kömürün oya dönüşümünü hedeflerken; öbür yandan ülkenin kaynaklarını birtakım tekellere aktarmanın mekanizmalarını
dâhice formüllerle yaratmaya devam ettiğini ortaya koydu.

Demir ve Kılıç’ın yaptığı çalışmaya göre, tebliğ ile Türkiye’nin döviz kazandırıcı hizmet gelirlerinin artırılması ve hizmet sektörlerinin (sağlık, bilişim, eğitim) uluslararası rekabet gücünün geliştirilmesi için Türkiye’de yerleşik yararlanıcıların gerçekleştirdikleri faaliyetlere ait giderlerin bir kısmının “pazara giriş”, “yurtdışı tanıtım”, “yurtdışı birim”, “belgelendirme”, “ticaret heyeti”, “alım heyeti” ve “danışmanlık” adı altında Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu’ndan karşılanmasının yolunu açtı.

Tebliğin, Ekonomi Bakanlığı’nın protokol yaptığı sağlık turizmi şirketleri ile hastane işleten sağlık kuruluşlarına yönelik sağladığı destekler şu şekilde sıralanıyor:

Yatırım raporu desteği: Uluslararası mevzuat veya yatırım konularında satın alacakları veya hazırlatacakları raporlara ilişkin giderler için sağlık turizmi şirketleri ve sağlık kuruluşları için % 60, yıllık toplam en fazla 100.000 $ tutarında; işbirliği kuruluşları için % 70 ve yıllık toplam en fazla 300.000 dolarlık tutar karşılanacak.

Tedavi masrafı: Bakanlığın belirlediği hedef ülkelerden sağlık kuruluşlarınca Türkiye’ye getirilen hastaların uçuş giderlerinin yarısı ve toplam tedavi masraflarının % 20’sini geçmemek üzere hasta başına en fazla 1.000 dolarlık tutar karşılanacak.

Yurtdışı tanıtım: Yurtdışında düzenlenen fuar, kongre, konferans ve/veya bağımsız tanıtım programı kapsamında yapılan tanıtımlara ilişkin sponsorluk, reklam, danışmanlık, katılım ve organizasyon giderleri; sağlık kuruluşları veya sağlık turizmi şirketleri için %50 ve yıllık toplam en çok 300.000 $, işbirliği kuruluşları için % 70 oranında ve yıllık toplam en çok 500.000 $ karşılanacak.

Reklam gideri: Sağlık kuruluşları, sağlık turizmi şirketleri ve işbirliği kuruluşlarının arama motorlarında yapacakları, arama ağı reklamları da dahil olmak üzere reklam ve tanıtım giderleri; %50 ve sağlık kuruluşu, sağlık turizmi şirketi veya işbirliği kuruluşu başına yıllık en fazla 100.000 dolar ödenecek.

Yurtdışı birim ve kira gideri: Sağlık kuruluşlarının, sağlık turizmi şirketlerinin veya işbirliği kuruluşlarının doğrudan veya yurtdışında faaliyet gösteren şirketleri ya da şubeleri aracılığıyla açtıkları birimlerin kira giderleri 4 yıl karşılanacak.

Danışmanlık: Sağlık turizmi şirketleri veya sağlık kuruluşlarının Bakanlığın ön onay verdiği konularda satın aldıkları danışmanlık hizmetlerine ilişkin giderler %50 oranında ve yıllık en çok 200.000 doları ödenecek. Bakanlık, bu tebliğ çerçevesinde desteklenen veya destek kapsamına alınacak yararlanıcıların döviz kazandırıcı hizmetlerin desteklenmesi konularındaki stratejilerin oluşturulması, geliştirilmesi ve uygulanması konularında gerçek ya da tüzelkişilerden yıllık en fazla 5 milyon Doları tutarında danışmanlık hizmeti satın alabilecek.

(Cumhuriyet, 22.08.2012)

Erdoğan’a Yanıtı TCDD arşivleri veriyor

Cumhuriyet 22.08.2012

Erdğan’a Yanıtı TCDD arşivleri veriyor

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın demirağları sahiplenmesine ilişkin yaptığı açıklamanın ardından Cumhuriyet döneminde yapılan demir yolları uzunluğu ile AKP iktidarı döneminde yapılanlar karşılaştırıldığında, açıklamaların gerçeği yansıtmadığı anlaşıldı.

Erdoğan, Kadıköy-Kartal metro hattının açılışında yaptığı konuşmada 10. Yıl Marşı’nı anımsatarak, “Neyi ördün? Hiçbir şey örmüş falan değilsin. Ortada duranlar belliydi. Demirağlarla Türkiye’yi şimdi biz örüyoruz” demişti. Cumhuriyetin ilk 10 yılında hiçbir şeyin yapılmadığı sonucunun ortaya çıktığı açıklamanın ardından TCDD verilerine göre Cumhuriyetin ilk 17 yılı ve AKP iktidarı döneminde yapılan demir yolları karşılaştırıldı. Sayısal sonuçlar Başbakan’ın demirağları sahiplenmesini yalanladı.

TCDD verilerine göre Osmanlı devleti 4559 km ray döşedi. Bu rakama Cumhuriyetin ilanından sonraki 17 yılda 4078 km demiryolu daha eklendi.

AKP iktidarının 10 yıl boyunca döşediği raylar ise
1085 km olduğu belirlendi.

Hızlı tren hattının ise 888 km olduğu ortaya çıktı.

İşte TCDD verilerine göre Atatürk döneminde yapılan demiryollarının bir kısmı:

• Devlet Demir Yolları 1924’te faaliyete geçirildi.

• Eskişehir Cer Atölyeleri’nde demiryolu malzemesi üretecek birimler 1925’te hizmete girdi.

• Ankara-Kayseri, Samsun-Havza-Amasya demiryolları 1927’de yapıldı.

• Anadolu Demiryolları Şirketi ile Haydarpaşa-Eskişehir-Konya ve Yenice-Mersin demiryolları yabancılardan 1928’te satın alındı. Amasya-Zile-Kütahya-Tavşanlı demiryolları açıldı.

• Mersin-Adana, Anadolu-Bağdat, Mersin Tarsus demiryolları, Haydarpaşa Limanı yabancılardan 1929’da alındı. Kütahya-Emirler, Fevzipaşa-Gölbaşı demiryolları açıldı. Fatih-Edirnekapı tramvay hattı hizmete girdi.

• Ankara-Sivas ve Kayseri-Şarkışla demiryolu 1930’da açıldı. Bursa-Mudanya demiryolu yabancılardan satın alındı.

• Gölbaşı-Malatya, Samsun-Sivas demiryolları 1931’de açıldı.

• Kütahya-Balıkesir, Ulukışla-Niğde demiryolu 1932’de açıldı.

• Samsun-Çarşamba, Bandırma-Menemen-Manisa demiryolu yabancılardan 1933’te satın alındı. Adana-Fevzipaşa, Ulukışla-Kayseri demiryolu açıldı.

• Basmane (İzmir)-Afyon demiryolu yabancılardan 1934’te satın alındı. Demiryolu Elazığ’a dek ulaştı.

• Aydın Demiryolları yabancılardan 1935’te satın alındı. Fevzipaşa-Ergani-Diyarbakır, Afyon-Isparta demiryolları işletmeye açıldı.

===================================================
Not : Cumhuriyet’in 10. Yılı İle Yarışan Psikoloji / Öner Tanık
başlığıyla ADD web sitesinde 22.8.12 günü yayımlanan yazıya da bakılması önerilir.
http://www.add.org.tr/index.php/yaz-lar/379-cumhuriyet-in-10-y-l-ile-yar-san-psikoloji-oener-tan-k

Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net, 23.8.12

Yine Terör

E. Korg. Erdoğan Karakuş
www.add.org.tr, 22.8.12

Yine Terör

Bugün Büyük Türk Milleti, Türk Ulusu uğursuz bir saldırıyla karşı karşıya.

Şimdi bu saldırılardan kurtulmanın tek yolu var.

O da ulusun en azından büyük çoğunluğunun, kimin doğru, kimin yanlış söylediğini
artık kavraması. Eskisi gibi uzun zaman da yok.

Biz doğruları söylüyor ve diyoruz ki:

– Sakın Büyük Ortadoğu Projesinin peşinden gitme.
– Sakın birilerine uyup zaten zayıflamış ordunu daha fazla zayıflatma.
– Sakın yargını daha fazla zayıflatıp adaletsizliğin esas kaynağı olma.
– Sakın Avrupa Birliği yasalarına uyum uydurmalarıyla yapılan yasalarla,
terörle mücadelede güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlama.
– Sakın terörle müzakereye müsaade etme. Mücadele et.
Güvenlik güçlerine destek ol. Terörü bitir.
– Sakın “Analar ağlamasın, Açılım”uydurmalarına kanma. Ödün verdikçe ödün
isteyeceklerini unutma. “Ver kurtul”un kurtulmak olmadığını bil ve
ona göre mücadele et.

Üç gün önce büyük bir kitle “Açılım” uydurmasına inandı. Söz dinlemedi.
“Ver kurtul”cuların yanında yer aldı. Şimdi analar daha çok ağlıyor.
Analar ağlamasın istiyorsak, şimdi terörle mücadele zamanıdır. Ancak o zaman
on yıl önceki gibi terörsüz bir Türkiye yaratabiliriz.

– Sakın “Yurtta barış dünyada barış” sözlerini unutma. “Komşularla sıfır sorun”
uydurmalarına kanma. Yönetimdekilerin Türkiye’yi, üç gün önce dost olduğumuz
ülkelerle savaş noktasına getirmesine müsaade etme.

Gaziantep’teki melun terör olayının ana nedeni :

Bugün Türk Silahlı Kuvvetlerinin dış güçlerin de girişimiyle zayıflatılmış olmasıdır.

Büyük Ortadoğucular hala içte ve dışta yandaş ve yardakçılarıyla çalışmalarını sürdürmektedir.

Onlarla mücadele et.

Yoksa zayıflamış bir silahlı kuvvetlerle milletin-ulusun yaşaması söz konusu olamaz.
================================

Teşekkürler Erdoğan Karakuş paşam;

Umarız milletimiz gerekli dersi çıkarır..
Bu yalın söylem, öğüt-uyarı işe yarar dilerim.

Sevgi ve saygı ile. 22.8.12, Tekirdağ

Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

Gaziantep’te katliam : Bu Hesabı kim verecek?

9 ölü, 66 yaralı. Aralarında masum çocuklar ve kadınlar var. 66 yaralıdan ölenler olacak belki de, yaşam boyu engelli kalabilecekler.. Böylesine tek bir vahşi, insanlık dışı eylem bile, davanız her ne ise, tüm meşruluğunu sonsuza dek ortadan kaldırmaya yeter de artar da! Yazıklar olsun Antep vahşetini kurgulayanlara da, alet olanlara da, halkını koruyamayan, saldırıyı engelleyemeyen yetkililere de.. En başta da bu zemini yaratan AKP iktidarına yuh olsun!
“Çözüm siyasi” diyen gafil ve sapkınlara, “bu kanlı menüyü” ikrahla ikram ediyoruz.
Dr. Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net, 22.8.12

Gaziantep’te katliam : Bu Hesabı kim verecek?
9 ölü, 66 yaralı..

Önceki gün Şemdinli, dün Foça, bugün Gaziantep.
(Ahmet Saltık’ın katkısı : Beyzbol sopası güya RT Erdoğan’ın kafasına iniyor
BOP Eşbaşkanlığı yaptırmak için ama bedelini kanı ve canı ile masum yurttaş ödüyor..)

Birileri tahrik ediyor, halkı birbirine düşürmek, bir iç savaş ortamı yaratmak
ve ülkeyi bölmek istiyor.

Yanlış, sığ politikalarla bu sürece hizmet eden bir iktidarın iş başında olması,
Türkiye için büyük talihsizlik.

Türkiye aslında bugün bir iktidar sorunu yaşıyor.

Ülkesini kendi özel amaçları uğruna bölünmenin eşiğine getiren bu iktidar,
Suriye üzerinde başaramayacağı tehlikeli oyunlar oynamaktan vazgeçmeli,

Güneydoğu sınırımızın güvenliği için muhaliflerle, ayrılıkçılarla değil,
doğrudan muhataplarıyla bir “devlete” yaraşır ilişkiler kurmalı,

Türkiye’nin yitirilen onurunu iade etmeli,
vatanı ve milleti sonu olmayan maceralara sürüklemekten bir an önce vazgeçmeli..

Ya da Anayasa kuralları işletilerek istifaya zorlanmalı ve
ulusal bir hükümetin kurulmasının yolu geç kalmadan, acilen açılmalıdır.

ADD Genel Merkezi
21.8.12

ADD – Atatürkçü Düşünce Derneği 19 Mayıs 1989’dan bu yana şehitler vererek Atatürk devrim ve ilkelerini, Aydınlanmayı, çağdaşlaşmayı savunuyor..
ADD kamu yararına çalışan bir dernek.
Üye ol, destek ver.. Geleceğine sahip çık..