Etiket arşivi: 12 Eylül 2010 referandumu

İslamo faşizmin kitle tabanı/ruhu

AKP ve İslamcı faşist koalisyonun, 14-28 Mayıs 2023 seçimlerini adil ve demokratik bir yarış ve siyasal mücadele sonucu kazanmadıklarını biliyoruz. Dahası, bu ülkede 2007-2008 döneminden sonra dürüst bir seçim yapılmadığı da açık bir gerçektir. Bu dönemden sonra yapılan her seçim sandık güvenliği, hile, oy hırsızlığı, yalan, iftira ve kara propaganda tartışmaları yaşanmadan yapılamadı. Yasaya açıkça aykırı olan mühürsüz zarflardan çıkan 1,5 milyon oy bile geçerli sayıldı.

Bu anlamda, 2007-2008 önemli bir kırılma noktasıdır. Öyle ki; gerici ve faşizan bir rejim kurma girişimine karşı en büyük ve kitlesel sivil direniş olan “Cumhuriyet Mitingleri” ile Türkiye’nin sarsıldığı, ancak liberal ve sol liberallerin desteği ile halkın direniş refleksinin lekelenerek kırıldığı bir dönemdir. Liberal ve dönek solcuların paha biçilmez katkılarıyla Cumhuriyetin kazanımlarını imha etmek için başlatılan Ergenekon soruşturmalarının “demokratikleşme” diye pazarlandığı yıllardır.

İşte bu tarihsel dönemeci, solun ve demokratik güçlerin aklıyla alay ederek aşan siyasal İslamcı hareket, devleti fethetmeye yöneldi. Ünlü “12 Eylül 2010 Referandumu” bu süreçte kritik bir rol oynadı. Artık iktidarın seçim yoluyla değiştirilmesi de neredeyse imkânsız hale getiriliyor, devletteki kadrolaşma ve kurumların ele geçirilmesi ile iktidar garanti altına alınıyordu. Batılı siyaset bilimcilerin “seçimli otoriter rejimler” dediği, siyasal rekabetin serbest, iktidar değişiminin âdeta demokratik yoldan imkânsız olduğu bir düzen kuruldu. Seçimin yapıldığı ama muhalefetin kazanmasının neredeyse yasak olduğu bir tezgâhtı kurulan. Muhalefet edebilir ama iktidar olamazdınız. Her şey, seçim kuralları bile, âdeta iktidarın, yani islamo-faşist hareketin ve koalisyonun kazanmasına göre ayarlanmıştı. Bu tezgâh 2010 yerel seçimlerinde olduğu gibi zaman zaman bozulsa da genel amaç tutturuluyordu. Bu tezgâh ancak siyasal cesaret ve devrimci bir tutum ile bozulabilirdi. Halktan, cumhuriyetin kazanımlarından ve insanlığın ilerici birikiminden yana net bir program ve siyasal cesaret ile… Bu da ana muhalefet partisinin liderliğinde, ona yön veren anlayışta maalesef yoktu.

Neredeyse Cumhuriyeti kurduğu için özür dileyecek bir anlayışla, gericiliğe karşı mücadele etmek mümkün değildir. Nitekim, 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin yarattığı moral yıkımının nedeni de, anlamı da buradadır. Yapılması gereken şey yerel seçimlerde ortaya konulan irade ve siyasal cesareti, ideolojik bakımdan da tahkim ederek ulusal ölçekte yaşama geçirmekti. Olmadı!

Kendi cephesinin entelektüellerini, gazetecilerini ve kitle önderlerini bile koruyamayan, bu konuda tereddüt eden bir muhalefet önderliğinden kimseye hayır gelmez.

Yukarıda söylenenleri akılda tutarak belirtirsek eğer; yani adil ve demokratik olmayan seçim ortamına, hile ve hurdaya karşın AKP’nin kitle desteği ve aldığı oy oranı, yine de toplum bilimsel bakımdan açıklanmaya muhtaç. Çünkü seçimleri gerçekte kaybettiğini varsaysak bile yüzde 30 bandının altına düşmeyen bir toplumsal desteğinin olduğu açık. Bunun nedenlerinin, bu toplum kesimlerinin, niteliğinin, ideolojik motivasyonlarının kültürel dokusu ve ruh halinin incelenmesi şarttır. Bir süredir yapmaya çalıştığım bu işi okuduğunuz yazıda biraz daha derinleştirmeye çalışacağım. Çünkü, bu kitlenin özelliklerini tarihsel-sosyolojik bir perspektiften (açıdan) irdelemeden, sosyo-psikolojik derinliğini çözümlemeden islamo-faşizme karşı esaslı ve sonuç alıcı bir mücadele yürütmek zordur.

MAZLUM-ZALİM DİYALEKTİĞİ

Siyasal İslamcı hareketin kitle desteğinin nitelikleri, AKP’ye verilen desteğin bütün olumsuz şartlarına karşın kararlılık kazanması, liberallerin yaratığı tuhaf bir “suçluluk kompleksi” ve entelektüel ortamın terörize edilmesi dürüst şekilde tartışılmadı. Veballeri büyüktür. Sonuçta yolunu döşedikleri cehennemin ateşi onların bir bölümünü de yaktı. Ama olan memlekete…

Mazlumluk ile zalimlik hiçbir zaman İslam coğrafyasında olduğu kadar geniş toplum kesimlerinin kolayca geçiş yapabildikleri iki tutum, birbirinin yerine geçebilen iki yüz olmadı. Bu nedenle mazlum-zalim diyalektiğini anlamadan islamo-faşizmin toplumsal desteğini, gericiliğin kitle ruhunu kavrayamayız.

  • AKP ve siyasal İslamcı hareket; toplumun en geri, en eğitimsiz, geleneksel kültürün etkisindeki en yoksul, mesleksiz ve sınıf bilincinden uzak kesimlerini toplumun kültürel merkezine, eğitimli kesimlerine, estetik anlayışı gelişmiş seçkinlerine (zengin değil) karşı kışkırttı.

Onların bu kesimlere karşı duyduğu kıskançlık ve öfkeyi ideolojik olarak besledi. Bu kesimlerin kenarda kalmışlık, dışlanmışlık, ülkenin nimetlerinden uzak kalmışlık duygularını istismar ederek, bu durumun asıl sorumlusu olan kapitalizm yerine, aydınlanma ve moderniteye karşı bir düşmanlığa dönüştürdü. Söz konusu kitle de zaten bu tutuma hazır bir çizgide duruyordu. Öyle ki, toplumda “eziklik” duygusu içindeki kesimlerin çağdaş yaşam alanlarına, akılcılığı ve bilimi esas alan çevrelere karşı tepkilerini –ki bu ilkel ve haklı olmayan, sınıf bilincinden uzak tepkilerdi– bir “intikam” ideolojisine dönüştürdü. Oysa toplumun eğitimli, meslek sahibi, Aydınlanma ve çağdaş yaşamdan yana kesimleri onların ne yoksulluklarından ne de ezilmişliklerinden sorumluydu. Kontrgerilla, 6-7 Eylül 1955’te azınlıklara karşı aynı özelliklere sahip kitleye karşı aynı ideolojik-kültürel motifleri kullanmıştı.

AKP ve İslamcı entelijansiya, söz konusu “ezik özne” üzerinden öyle yaygın bir ideolojik ve kültürel kampanya yürüttü ki; bir süre sonra “kutsal mazlum”dan acımasız ve saldırgan bir “zalim” yarattı. Gündelik siyasette “mağdurluk edebiyatı” denilen durum budur.

Kendisinden olmayana düşman gözüyle bakan, kin tutan, bu kini bir türlü dinmeyen ve iktidara gelince “sıra bizde” diyen karanlık ve cehalet içindeki mekanizmaları aracılığıyla bu zihniyet dünyası ve onun taşıyıcısı olan kitle, sürekli beslenerek yeniden üretildi.

Vasatın, niteliksiz olanın, liyakatsizliğin, kayırmacılığın, yağmacılığın ve servet açlığının saldırganlığı ve iktidarı ile karşı karşıya kaldı ülke. İyi ve nitelikli olanın elendiği, kötü ve niteliksiz olanın yükseldiği bir düzen kuruldu. Diplomasızların dönemiydi artık.

  • Ülkenin 200-250 yıllık bir modernleşme, aydınlanma ve rasyonalite (akılcılık) sürecinin ve deneyimin ürünü olan kurumsal yapısı, bir bedevi saldırganlığı ve yağmacılığı ile imha edildi.
  • Ülke geriye savrulmaya ve statü yitirmeye başladı.

Yağma ve talana dayalı bir ilkel sermaye birikimi yöntemiyle İslamcı-muhafazakâr bir sermaye sınıfı oluştu.

Toplumda derin bir eşitsizlik, gelir ve servet adaletsizliği gelişti. İslami bir oligarşi meydana geldi ve ülkenin kaynaklarına el koydu. Din ve “kutsal mazlumluk” söylemi üzerinden bu tablo için rıza üretildi.

Yalana, çarpıtmaya ve ideolojik hileye dayalı yeni bir tarih anlayışı ve okuması geliştirildi. Günümüzün “ezik öznesi” o görkemli tarih ile avutuldu ve o tarih üzerinden sanal ve mistik hedefler konuldu. Kutlu dava hedefe ulaşırsa herkes istediği ve hakkı olan şeyi alacaktı. Ancak henüz “kâfirlerin”, “vesayetçilerin” ve “halka yukarıdan bakan” seçkinlerin kökü kurutulmamıştı.

Oysa sözü edilen kesimlerin neredeyse canı çıkmıştı. Dışlanan, ezilen, hakaret edilen, hapse atılan onlardı. Eziklik kompleksi ve ilkel intikamcılık öyle kışkırtılmıştı ki dinmek bilmiyordu.

Yoksullar, efendilerinin iktidarı için “kutsal kurbana” dönüşmüştü.

Bu arada ülke çöküyor, kendisini çevirecek rezervleri tükeniyordu. Yağma ve talan ekonomisinin sonucu olan derin ve yıkıcı bir ekonomik kriz, ülkeyi kasıp kavuruyordu.

Devrimci ve sosyalist hareketin, gerek 12 Eylül 1980 darbesi gerekse 1990’da dünyada gerçekleşen ve sonuçlarını hâlâ yaşadığımız büyük geriye savrulma sonucu devreden büyük ölçüde çıkmasının sonuçları da çok ağır oldu. İnsanlık, çıkan bu maliyeti hâlâ karşılayabilmiş değil. Sosyalistlerin güç yitirmesiyle, ülkenin yoksulları ve düzenin mazlumları siyasal İslamcıların ajitasyonuna açık ve korumasız hale geldi. Böylece, söz konusu kitle sınıfsal bir perspektif (bakış) kazanamadı. Dolayısıyla özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesinin bir parçası ve öznesi de olamadı. İslamo-faşizmin kıyıcı ve hoyrat kitle tabanına dönüştü.

“Kutsal mazlumluk” kutsal zalimliğe evrildi.

Durum sosyolojik bakımdan İspanyol yazar Ortega Gasset’in önemli kitabı “Kitlelerin İsyanı” çalışmasında ortaya attığı “vasatın iktidarı” durumundan daha farklı ve derin bir yıkıcılığa sahiptir. Çünkü, esas olarak İslam’ın ortaçağına ait değerler dünyasına yaslanan ilkel bir saldırı, imha edici bir düşmanlık söz konusudur.

Taliban’ın büyük bir ülkede iktidar olduğu İslam dünyasında, aydınlanma ve modernitenin zamanını dolduran tarihsel ve toplumsal projeler/aşamalar olduğunu savunmak ahmaklıktır.
***
TELE1 İzleyici Hattı
Yazarın Son Yazıları
13 Ağustos 2023 Pazar – İslamo faşizmin kitle tabanı/ruhu
6 Ağustos 2023 Pazar – Yenilginin ve değişimin anatomisi
30 Temmuz 2023 Pazar – Tarihin çağrısı ve cezası
24 Temmuz 2023 Pazartesi – Değişimin yönü ve CHP
23 Temmuz 2023 Pazar – Silivri’de de hayat sürüyor
Yazarın Tüm Yazıları

ADD Genel Yönetim Kurulu Toplantı Sonuç Bildirgesi


ADD Genel Yönetim Kurulu Toplantı Sonuç Bildirgesi

23 – 24 Ekim 2013, Ankara

Bugünlerde, yapılan “açılım” ve ardından getirilen “demokratikleşme paketi” ile iki planın yaşama geçirilmesi düşünülmektedir :

1.  1923’te temeli Cumhuriyet ile atılan ulus devletin yıkılması,

2. Ulus devlet temelli Türkiye Cumhuriyetini ümmet devlete dönüştürmek.

Varolan anayasayı hiçe sayarak açıklamalar yapanlar, sözde demokratik girişimlerde bulunanlar, Cumhuriyete karşı örtülü bir darbe planı içindedir ve bunu yüksek mahkemelerin, Cumhuriyet savcılarının gözlerinin içine bakarak gerçekleştirmektedirler.

12 Eylül 2010 Referandumu ile eşitlik, insan hakları, memura toplu sözleşme hakkı gibi kamuoyunda tartıştırılan konular arasında; Anayasa mahkemesi.
Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda düzenlemeler
yapılmıştır.

  • Referandumun gerçek amacı yasama/yürütmenin yargıyı ele geçirebilmek için, öbür konuları maske olarak kullanmasıdır.

Referandum ile I. Aşama başarılı olmuş, yargı, iç içe olan yasama ve yürütme ile birleştirilerek, güçler birliğinin etkisiyle açılım ve demokratikleşme paketleri
ortaya atılmıştır. Ardından
Kürt açılımı, Roman açılımı, ana dilde eğitim,
bunların halka anlatılması (akiller!) gibi kavramlarla, demokratikleşme adına,
ulus devleti dağıtmanın zemini hazırlanmıştır.

Türk Ulusu’na “silahların bırakılması” olarak anlatılan açılım, tüm dünyanın
terör örgütü olarak kabul ettiği bir organizasyonla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin masaya oturtulmasıdır.

  • Dünyanın hiçbir yerinde suç örgütleriyle, devletlerin, orantısız güçlerine karşın pazarlık yaptıkları görülmemiştir.

Subayları, öğretim üyeleri, gazetecileri, hukukçuları sözde, haksız gerekçelerle,
terör örgütü militanlarının gizli tanıklıklarıyla, değiştirilmiş, güncellenmiş sözde kanıtlarla hapsedilirken; küresel uyuşturucu, insan kaçakçılığı yapan, binlerce insan öldürmüş küresel bir suç örgütüne siyaseten taahhütte bulunulmuştur. %3 oy alana hazine yardımı yapılacağı vaadiyle, terör örgütünün hem siyasi zemine çekilmesi, hem silah bırakma süresinin uzatılması gayreti içine girilmiştir.

Yeni demokratikleşme paketi ile değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek Anayasanın İnkılap (Devrim) Kanunları’nı koruyan 174. maddesi fiilen daha önce türban konusunda da olduğu gibi fiilen ortadan kaldırılmaktadır.

Yabancı şirketlere ve ortaklıklara Türk topraklarını, limanlarını, ulaşım, iletişim hatlarını, yer altı, yerüstü kaynaklarını satanların, kültür emperyalizminin hiçbir direnişle karşılaşılmadan etkisi altına aldığı ülkemizde, halen kılık-kıyafet üzerinden siyaset inşa etmeleri esef vericidir.

Alfabeye yeni harfler eklenmekte, yabancı dilde eğitimin önü açılarak,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu yok sayılmaktadır.

Paketle birlikte açıklanan andın kaldırılması ise millet odaklı Cumhuriyetten, mikro- milliyetçiliklerle beslenen ümmet odaklı bir rejime geçilme çabasının ürünüdür.

Yerel seçim sürecinin başlaması nedeniyle, daha önce hazırlıkları
İkiz Yasalar, Büyükşehir Belediyesi Yasası, Bölgesel Kalkınma Ajansları ile yapılan başkanlık ve eyalet sistemi gündeme getirilememiştir.

Sözde demokratikleşme paketi adı altında yapılmak istenen;
hukuk sistemine yapılanlar gibi, seçim sistemini değiştirerek,
dar bölge seçim sistemi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni vesayet altına almak arzusudur.

  • Atatürkçü Düşünce Derneği; çağdaş, laik, demokratik hukuk devletinin savunucusu olarak, ülkenin birlik ve üstünlüğünden yana, tekil (üniter) devletin savunucusudur.

Cumhuriyet mitingleriyle başlayıp, geçtiğimiz yıl 29 Ekim’de Ulus’ta devam eden,
10 Kasımlarda, 19 Mayıslarda ve Silivri önlerindeki eylemlerle, Haziran direnişiyle taçlandırılan
“halk hareketi” göstermiştir ki;

  • Türk Ulusu, Atatürk’ün kurduğu laik, üniter, ulus devletten
    asla ödün vermeyecektir.

Atatürkçü Düşünce Derneği
Genel Yönetim Kurulu

Genel Yönetim Kurulumuzun 23-24 Ekim 2013 tarih 19 sayılı kararı gereği yapılan
yeni görev dağılımı aşağıdaki şekilde oluşmuştur.

  • Genel Başkan Tansel Çölaşan
  • Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ayhan Filazi
  • Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Emre Altınışık
  • Genel Sekreter Elif Çuhadar
  • Genel Sekreter Yardımcısı Sevil Nazan Keskin
  • Genel Sekreter Yardımcısı Öner Tanık
  • Genel Sekreter Yardımcısı Ersan Barkın
  • Genel Sayman Celal Akpınarlı
  • Genel Sayman Yardımcısı Şadiye Yeşilyurt

YARGIY-MIŞ, YARGITAY-MIŞ, YARGILA-MIŞ


YARGIY-MIŞ, YARGITAY-MIŞ, YARGILA-MIŞ

Naci_Bestepe_portresi

 

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

 

 

 

Değerli yazar ve bilim insanı Doğan CÜCELOĞLU’nun çok sevdiğim bir tanımlaması vardır.

MIŞ GİBİ yaşam diye özetlenebilir.

Özel yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin yargılaması tam da öyleydi. Kararlıydı.

Verilen özel yetkiyi en iyi şekilde kullanacaktı. Kullandı.

Usul, esas,hukuk, vicdan, insan hakları, CMK, TCK, AİHM ne varsa ayaklarının altına aldı.

BOP Eşbaşkanlığı ve Cemaatin isteklerini tam yerine getirdi.

Yargılıyor-muş gibi yaptı.

Sonuç baştan belliydi.

Heyetin davranışları da sonucun göstergelerinden biriydi.

Yargıy-mış  gibi yaptı. O kadar yapmacıktı ki, kimseyi inandıramadı.

YARGITAY’DAN BEKLENEN

Gerekçeli karar Yargıtay’a geldiğinde de beklenti yüksek değildi.

Çünkü 12 Eylül 2010 referandumu sonunda Yargıtay’ın yeniden yapılandırılması ile
özel yetkili mahkemelere benzetildiği biliniyordu.

Her şeye karşın son ana kadar yüksek yargıya olan güvenimizi yitirmek istemedik.

Yılların yargıçlarının siyasetin etkisi ile karar vermeyebileceği umudumuzu
korumaya çalıştık.

Hepsi boş çıktı.

Yargıtay da Yargıtay-mış gibi yaptı.

Yargılıyor-muş gibi yaptı.

Yargıla-mış gibi karar verdi.

ÜST YARGI FARKI

Tebliğnamede beraati istenenlere biraz daha ekleme yaparak sanki daha duyarlıy-mış, titiz-miş, incele-miş gibi yaptı.

Böylece suçu ile suçsuzu ayır-mış gibi görünmeye çalıştı.

Tam bir kandırmacadır. Ne suç, ne kanıt ne de suçlu vardır.

Aynı konumda (Harp Akademisi öğrencisi, öğretim üyesi vb.) olup serbest bırakılan, bırakılmayan vardır.

Kavun-karpuz seçer gibi insan seçilmiştir.

Ne üst mahkeme duyarlılığı, ne özen, ne üst düzey hukuk ne de adaletin zerresi  ortalıkta yoktur.

KARAR VERME ZAMANI

Şimdi karar verme zamanıdır.

Türk yargısının bitişi bu kararla ilan edilmiştir. Kesinleşmiştir.

BOP Eşbaşkanlığı yargısı ile adalet sağlamak olanaksızdır.

Bağımsız-tarafsız yargı yeniden teşkil edilene kadar mücadele sürdürülecektir.

Bu mücadele aynı zamanda Cumhuriyetimizi, ülkemizi, birliğimizi kurtarma mücadelesidir.

Bu mücadele bir meydan savaşıdır.

Cumhuriyet ve karşı devrimin savaşıdır.

Savaşanlara alkış tutarak, dua ederek, uzaktan el sallayarak, “gönlüm seninle,
aferin sana” diyerek savaşın kazanılmasına katkı sağlanamaz.

Herkes doğru konumda yerini almalıdır.

Hemen şimdi.