Varsın gitsinler mi?

Bayazıt İlhanDr. Bayazıt İlhan
26.04.2024, BİRGÜN

Hekimler de dahil olmak üzere sağlık meslek profesyonellerinin uluslararası göçü tüm dünyada üzerinde çalışılan bir konu. Bu göç nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde yetişmiş insan gücü ve kaynak kaybı ortaya çıkıyor, global sağlık sorunlarının çözümü zorlaşıyor. Zengin ülkelerse hazır yetişmiş nitelikli insan gücünü hiçbir maliyete katlanmadan kullanabiliyor. Türkiye’den de hekimlerin göçü dikkat çekiyor. Konu bu kadar önemliyken bizde ele alınış biçimi çok acayip. Sorun var mı? Ya da “varsın gidiyorlarsa gitsinler, bizler de üniversiteleri yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam ederiz, bunlarla beraber bu yola devam ederiz.” diyerek hafife alınacak, Sağlık Bakanı’nın TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda ülkeden ayrılan hekimleri para işaretiyle damgalamasıyla çözülecek gibi mi? Dünyada hiçbir ciddi kurum sorunu böyle ele almıyor. Bir bakalım.

ULUSLARARASI KURUMLARIN ÇABALARI

Çalışmalara göre hekimler en çok gelir yetersizliği, kötü çalışma koşulları ve mesleki kariyerlerinin önündeki engeller nedeniyle göç ediyor. Türkiye’den hekim göçünde bu faktörlerin yanına sağlıkta şiddet, otoriterleşme ve kendileri ile çocuklarının geleceğine yönelik kaygılar ekleniyor. Konu 1960’lı yıllardan bu yana uluslararası kurumların gündeminde. Son olarak COVID-19 pandemisi sıkıntıyı daha da büyütmüş durumda. Dünya Sağlık Asamblesi (DSA) (AS: Dünya Sağlık Örgütü Genel Kurulu) 2004 yılındaki toplantısında

  • Sağlık personelinin uluslararası göçü:
    Gelişmekte olan ülkelerin sağlık sistemi için bir zorluk
    ” başlıklı tutum belgesini yayımladı.

Gelişmekte olan ülkelerin bu konudan zarar görmemesi için stratejiler geliştirilmesi, sağlık insan gücü planlamasının doğru yapılması, sağlık çalışanlarının kendi ülkelerindeki çalışma koşulları ve haklarının iyileştirilmesi, ülkeler arasında değişim anlaşmaları ile işbirliği geliştirilmesi önerileri getirildi. Birleşmiş Milletler’in girişimiyle Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sağlık meslek profesyonellerinin uluslararası hareketliliği konusunda çalışmak üzere ortak platform kurdu. Platform 2017-2021 arasındaki çalışmalarını rapor olarak DSA toplantısında sundu. Sorunların gelişmekte olan ülkeler aleyhine devam ettiği, yeterli veri akışının sağlanmadığı vurgulandı.

Dünya Tabipler Birliği (DTB) de 2003 yılında yayımladığı Sağlık Çalışanlarının Uluslararası Göçü Üzerine Etik Kılavuz’da hekim ve sağlık insangücü planlamasında yapılan yanlışlara ve bu meslekleri seçenlerin yaşadıkları zorluklara dikkat çekti. DTB, her ülkenin sağlık insangücü planlamasını doğru yapmasını, kendi hekimlerini ülkesinde tutabilmek için gerekli destekleri sağlamasını, dışarıdan hekim getirerek sorunu çözmeye çalışmamasını, hekimlerin kendilerini geliştirmek için başka ülkelere gitmesinin önüne engeller konulmamasını, göçmen hekimlerin ayrımcılığa maruz kalmamasını önerdi. Bizde olan biten ise hep bunun tersi yönde oldu.

TÜRKİYE’DEN GİDEN KAÇ HEKİM VAR?

Bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın veri sunmaması nedeniyle elimizde gerçek sayılar yok. TTB hekimlerin aldığı “iyi hal belgesi” sayısını düzenli olarak yayımlıyor. Buna göre özellikle son üç yılda büyük artış var. Belge alan hekimlerin kaçının yurt dışına yerleştiğini bilemesek de artış dikkat çekici. 2012 yılında 59 hekim iyi hal belgesi alırken bu sayı 2023’te 3 bin 25 oldu, artış 60 kat. Önemli bir değişiklik; yurt dışına giden hekimler önceden eğitim alıp dönerken şimdi kalıcı olarak gidiyor.

  • Yalnızca tıpta değil tüm alanlarda bu eğilim artıyor.

Önemli sayılabilecek bir veri kaynağı ülkelerin DSÖ’ye bildirdikleri göçmen hekim sayıları. Bu DSA’nın 2010 yılı toplantısında karar altına aldığı “Sağlık Personelinin Uluslararası İşe Alımına İlişkin DSÖ Küresel Uygulama Kuralları” gereğince bir zorunluluk. DSÖ raporları incelendiğinde Türkiye’nin göçmen hekimler konusunda verileri doldurmadığı görülüyor. Ancak, örneğin Almanya’nın ilettiği verilere göre 2021 yılı için ülkedeki 274 bin 499 hekimin 44 bin 514’ü (yüzde 16,2) göçmenlerden oluşuyor. Türkiye’den 2015 yılında 728, 2016 yılında 763, 2017 yılında 860, 2018 yılında 986 hekimin Almanya’ya göç ettiğini öğreniyoruz. Sonraki yıllarda bu sayının arttığını gözlemlesek de henüz açıklanmamış durumda.

Sağlık Bakanı iyi hal belgesi alan hekimlerin üçte birinin yurt dışına gittiğini, 2022 yılında yurt dışına giden 450 hekimden 55’inin geri döndüğünü açıkladı. 2022 yılında TTB’den alınan iyi hal belgesi sayısı 2 bin 685 olduğuna göre bu sayılardaki tutarsızlık dikkat çekiyor. Böylesine önemli konularda şeffaflık olmaması sıkıntıyı artırıyor, yöneticilere olan güveni sarsıyor.

Sorunları halının altına süpürmek, “varsın gitsinler” demek bizi sağlıklı yapmıyor. Hekimlerin ve sağlık çalışanlarının ülkemizde kalmasının sağlanabilmesi için doğru insangücü planlaması, iyileştirilmiş çalışma koşulları ve özlük hakları, doğru sağlık sitemi, demokratik, laik ve barış içinde bir ülke için mücadele etmemiz gerekiyor.
==============================================
Yazarın Son Yazıları

Hekim bağımsızlığı ve oda seçimleri
Gazze’deki durum kimin umurunda?
Sağlıksız bir 14 Mart daha
Sağlık torba yasası bizi iyileştirir mi?
“Elim hadiseler” ülkesi

Ermeni Soykırımı Yoktur!

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

(AS: Bizim kapsamlı katkılarımız yazının altındadır..)

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915 yılında Ermenilere soykırım uyguladığı yalanı özelikle Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler (Diaspora) tarafından gündeme getirilmekte, başta emperyalist batılı ülkeler olmak üzere kimi devletlerce sahiplenilmektedir. Ülkemiz üzerinde siyasal baskı aracı durumuna getirilen soykırım yalanı uluslararası saygınlığımızın korunması ve yükseltilmesi konusundaki ulusal çıkarımıza bir tehdittir ve son amacı Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak olduğundan, ulusal güvenlik sorunudur. 

ABD Başkanı Biden, yetkisi ve hakkı olmadığı halde 24 Nisan 2021, 2022 ve 2023’teki açıklamalarında “Osmanlı dönemi Ermeni soykırımı” deyimini kullanarak ülkemizi açıkça suçlamıştır. Aynı söylemi bu yıl da yinelemesi olasıdır. Bu nedenle konu ile ilgili gerçekleri anımsamak yararlı olacaktır.

Ermeni Sorunu

Osmanlı imparatorluğunda Ermeni sorunu 1915 ile sınırlı değildir. 800 yıl Türklerle dostça yaşayan ve “millet-i sadıka(güvenilir ulus) olarak tanımlanan Ermeni azınlık, Rusya’nın Akdeniz’e inmek istemesi ve İngiltere’nin bunu engellemek istemesi sonunda “Büyük Oyun“un (The Big Game) bir aracı olarak kullanılmışlar ve 1880’lerden başlayarak Rumları ve Bulgarları örnek alarak Rusya’nın kışkırtması ile Osmanlıya karşı ayaklanmalara başlamışlardı. Her iki devlet (Rusya ve İngiltere) Doğu Anadolu’da kendilerine yardımcı bağımsız bir Ermenistan kurdurmak için Osmanlı Ermenilerini kullanmışlardır.

1878 Berlin Andlaşmasında bağımsızlık isteklerini kabul ettiremeyen Ermeniler, terör örgütleri (Daşnak ve Hınçak) kurarak silahlanmış, Rusya’nın desteği ile çoğu Doğu Anadolu’da olmak üzere 20 yılda (1889-1909) yılda 40 ayaklanma çıkarmışlardır. Ermeni terör örgütlerinin stratejisi  “ayaklan,Osmanlı devleti müdahale etsin,‘Türkler Ermenileri öldürüyor’ iddiasıyla büyük devletlerden yardım iste” şeklinde özetlenebilir. Ermenilerin hiçbir ilde çoğunluk olmamaları ve Osmanlı İmparatorluğu’nun aldığı önlemler nedeniyle ayaklanmalar başarılı olamamıştır. Ancak bu ayaklanmalar sonunda Ermenilerle Müslümanlar (Türk ve Kürt) arasında büyük düşmanlık oluşmuş ve sorun uluslararası boyuta taşınmıştır. ABD’li tarihçi Prof. Justin McCarthy’nin saptamasına göre bu ayaklanmalarda 1 milyon 300 bin Türk hunharca öldürülmüştür.

Birinci Dünya Savaşı’nda

Ermenilerin yukarıda anlatılan ayaklanmalardan çıkardıkları sonuç “ayaklanma için en elverişli zaman, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşta olduğu zamandır” olmuştur. İmparatorluğun 1. Dünya Savaşına girmesi Ermenilere bekledikleri fırsatı vermiştir.

Osmanlı imparatorluğu 29 Ekim 1914’te Donanma Komutanı Souchon komutasındaki Osmanlı donanmasının Karadeniz’deki Rus donanma ve üslerine saldırması ile kendi istenci dışında bir oldubitti ile erkenden (kışın) savaşa girmiştir. Bu nedenle 1. Dünya Savaşında Osmanlı’nın ilk cephesi Doğu (Kafkas) cephesi olmuştur.

İlk çatışmalar niteliğindeki Köprüköy muharebelerinden sonra Enver Paşa komutasındaki 3. Ordu, Sarıkamış’ı Ruslardan geri almak ve Rus ordusunu imha etmek amacıyla 22 Aralık 1914’te Sarıkamış harekatı olarak bilinen saldırıyı başlatmıştır.

Doğuda hava ve arazi koşulları çok çetindir. Buna karşın ordumuzun lojistik hazırlıkları kış koşulları için yeterli değildir, ulaştırmada ve sağlık hizmetlerinde büyük zorluklar yaşanmaktadır. Bu harekatta ordunun kış koşullarına hazır olmaması; şiddetli soğuk ve derin kar, tifüs salgını, planlama ve yönetim hataları yüzünden ordumuz, çoğu donarak ve tifüsten olmak üzere yüz bine yakın yitik vermiş ve Rus işgalindeki topraklarımızı kurtaramayarak başarısız olmuştur.

  • Sarıkamış harekâtındaki başarısızlığın en önemli nedenlerinden biri,
    bölgedeki Ermenilerin yurttaşı (tebaası) oldukları Osmanlı devletine ihanet ederek,
    düşman Rus ordusu ile işbirliği yapmalarıdır.

Savaşta Ermeniler

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Paylaşım Savaşına girmesinden yararlanan Osmanlı tebaası Ermeniler, Daşnak ve Hınçak terör örgütlerinin buyrumları (talimatları) doğrultusunda;

  • Zorunlu olduğu halde askere gelmemişler,
  • Gelenler firar etmiş,
  • Askere gelen Türk gençlerini öldürmüşler,
  • Rus ordusundaki Ermeni gönüllü alaylarına katılmışlar,
  • Rus ordusuna istihbarat ve kılavuzluk (yol göstericilik) desteği sağlamışlar,
  • Ordu geri bölgesinde ayaklanmalar çıkartarak sivil halka toplu kırım yapmış ve ordunun
    geri bölge güvenliğini bozmuşlar,
  • Ordunun lojistik ve haberleşme hatlarını kesmişler,
  • Hasta ve yaralı konvoylarına saldırılar düzenlemişlerdir.

Bu durum zaten çok zor koşullarda üstün düşman güçleri ile çatışan 3. Ordunun harekatını daha da zorlaştırmış, yitiğin artmasına neden olmuştur. Ordu komutanı, geri bölgesinin güvenliği için güç ayırmak zorunda kalmış bu da cephede Rus ordusunun işini kolaylaştırmıştır. Ordunun gücünü koruması ve başarısı için bu tür eylemlere son verilmesi askeri bir zorunluluk durumuna gelmiştir

Enver Paşa komutasındaki 3. Ordu çok yitik verip başarılı olamayınca, yeni Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa 4 Ocak 1915’te çekilme buyruğu (emri) vermiştir. Ordu çekilirken ve çekildikten sonra Ermenilerin sivil halka saldırıları ve ordunun lojistiğini engelleme çabaları sürmüştür. Hafız Hakkı’dan sonraki 3. Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşa, 6 Nisan 1915’te Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) Enver Paşa’ya gönderdiği iletide “Orduyu besleyecek olan bölgenin ve menzil hatlarının geçtiği bölgelerde düşmanca unsurların bulunmasını, ordunun yiyecek ihtiyacı ve emniyeti bakımından sakıncalı görüyorum” diyerek “Arzedilen bölgelerdeki Ermenilerin Suriye ve Musul bölgelerine sevk ve iskan edilmelerine izin verilmesini” önermiştir.

Bu öneri hükümetçe uygun görülmüş, 27 Mayıs 1915’te “Tehcir ve İskan Kanunu(Göç Ettirme ve Yerleştirme Yasası) çıkartılmıştır. Bu yasa ordu, kolordu ve tümen komutanlarına bölgelerinde zararlı faaliyetleri görülenleri öbür bölgelere sevk ve iskan ettirme (gönderme ve yerleştirme) yetkisi vermiştir. Yasada “Ermeniler” sözcüğü geçmemekte, “zararlı faaliyetleri görülenler” denmektedir.

Yasanın uygulaması için çıkartılan yönetmeliklerde ve hükümet buyruklarında zorunlu göçten (tehcirden) ayrı (bağışık) tutulacaklar belirtilmiştir. Bu ölçütlere uyan 300 000 kişi tehcirden
ayrı tutulmuştur.

Yasanın uygulanması için yayınlanan yönetmeliklerde, tehcir edilenlerin yol güvenlikleri, beslenmeleri, sağlıkları ve yeni yerlerinde sağlanacak olanaklar ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Bütün bunlar araştırmacılara açık olan Osmanlı arşiv belgelerinde bulunmaktadır.

Devletçe alınan tüm önlemlere karşın soğuk hava koşulları, yeterli yolların olmaması,
Kürtlerin yaşadığı bölgelerinden geçenlere saldırılar, bu saldırıları önleyecek yeterli güvenlik güçlerinin bulunmaması ve salgın hastalıklar gibi nedenlerle yollarda ölen Ermeniler olmuştur.

24 Nisan 1915’te  Ne Oldu?

Ermenilerce “soykırım günü(med yegern) olarak anılan 24 Nisan 1915’te, Osmanlı devleti
Doğu Anadolu’daki ayaklanmaları ve Ermenilerin haince davranışlarını planlayan ve yöneten terör örgütlerinin İstanbul’daki merkezlerini basmış, evraklarına el koymuş, sorumlu olduğundan kuşku duyulan 350 kişiyi tutuklamıştır.

Soykırım nedir?

Soykırımın suç olarak tanımı 1948 tarihli BM Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi ile yapılmıştır. Buna göre soykırım suçunun oluşması için ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir kümeyi (grubu) tümüyle veya bir ölçüde ortadan kaldırmak kastı olmalıdır (özel  kasıt: suçun manevi – tinsel ögesi). Bu kasıtla;

  • Grup üyelerinin öldürülmesi,
  • Ciddi bedensel ve zihinsel zararlar verdirilmesi,
  • Yaşam koşullarının değiştirilmesi,
  • Doğumların engellenmesi,
  • Çocuklarının başka bir gruba verilmesi fiillerinden birinin işlemesi gerekmektedir
    (suçun maddi ögesi).

Ceza Hukuku kuramına göre bir suçun oluşması için, maddi ve tinsel (manevi) ögelerinin
var olması gerekir.

Soykırım Yoktur, çünkü                               :

  1. Soykırım kastı (Ermenileri tümüyle veya kesimsel ortadan kaldırmak) yoktur.
    Böyle bir kastın bulunduğunu gösteren tarihsel bir kanıt bulunamamıştır.
    Suçun manevi (tinsel) ögesi oluşmamıştır.
  2. 27 Mayıs 1915’te çıkartılan yasanın adı “Tehcir ve İskan” yasasıdır. Ermenilerin salt tehciri değil, gittikleri yerde yerleştirilmelerini de kapsamaktadır. Bu durum soykırım kastı olmadığının kanıtıdır.
  3. Tehcirde bağışıklıklar (muafiyetler) tanınmıştır,
  4. Savaş bölgesi dışındaki Ermeniler tehcire tabi tutulmamıştır.
  5. Yollarda gereken güvenlik önlemleri olanaklar ölçüsünde alınmıştır.
  6. Tehcir edilenler gittikleri yerlerde toplama kamplarında tutulmamış, yaşamlarını ve
    soylarını sürdürme olanağı sağlanmıştır.
  7. Soykırım hukuksal bağlamda bir suç olarak 1948’de tanımlanmıştır. “Suçun ve cezanın yasallığı” ilkesine göre, 1948’de tanımlanan bir suçun 1915’te işlenmesi olanaklı değildir.
    Ceza hukuku kuramında Suç ve ceza hükümleri geriye yürümez.
  8. Soykırım yasa ile tanımlanmış bir suç olduğundan, bu suçun işlenip işlenmediğine
    yetkili mahkemeler karar verebilir. Yetkili mahkemeler dışında yabancı devlet organları (Başkanlar dahil) soykırım yapıldığına ilişkin karar veremezler. Bu güne dek
    yetkili bir mahkeme kararı bulunmadığından, hukuksal olarak soykırım suçu da yoktur.
  9. Sevr Andlaşması İngiliz Kraliyet Başsavcısına soykırım savlarının soruşturulması görevini vermiştir. İstanbul işgal altında, bütün arşivler işgalci müttefiklerin elinde iken ve olası kuşkulular (şüpheliler) Malta’da sürgünde iken, İngiliz Başsavcı soykırım suçuna ilişkin yeterli kanıt bulamamış, kovuşturmaya yer olmadığı kararı vermiştir.
  10. Tehcir sırasında Ermenileri koruma görevini savsaklayan görevliler cezalandırılmıştır.
  11. Tehcir edilen Ermenilerin eski yerlerine dönmelerine izin verilmiştir.
  12. Ermeni yetimlerine sahip çıkılmış, yetimhanelerde devlet korunmasına alınmışlardır.
  13. Yabancıların tehciri izlemesine izin verilmiştir.
  14. Türk vatandaşı Ermeniler bu gün bile Lozan Andlaşması’nın sağladığı azınlık haklarından yararlanarak ülkemizde barış ve erinç içinde varlıklarını sürdürmektedir.

Soykırım yoktur ama tehcir ve iskan vardır 

Bu da Ermenilerin neden olduğu tümüyle askeri zorunluklardan kaynaklanmıştır.
Kişiler Ermeni oldukları için değil; ordunun varlığını ve güvenliğini tehlikeye soktukları için
savaş bölgesinden çıkartılarak, ülke içinde daha güvenli bölgelere yerleştirilmişlerdir.

  • Yukarıdaki konular, Perinçek-İsviçre davası kapsamında 15 Ekim 2015 tarihli kararla
    AİHM Büyük Dairesince karara bağlanmış, konu hukuksal olarak kapanmıştır.
  • Büyük Jüri, 1915 olaylarının Yahudi soykırımına (holokost) benzemediğini de
    kararında belirtmiştir.

Değerlendirme ve sonuç

  • Ermenilerin savladıkları (iddia ettikleri) gibi Osmanlı İmparatorluğu, 1915 yılında ve
    başka herhangi bir zamanda Ermenilere soykırım uygulamamıştır.
  • Soykırım suçlaması emperyalist bir yalandır! 
  • Amacı Türkiye’yi baskı altına almak, uzun erimde (vadede) Doğu Anadolu’da Ermeni devleti kurma tasarımını gerçekleştirmektir; (AS: 3 T formülü; Tanıma – Tazmin – Toprak!)
  • Osmanlı arşivleri tüm araştırmacılara açıktır. Yukarıdaki konular Osmanlı ve ilgili devlet arşivlerden araştırılabilir. Ancak Ermeni tarafı, ortak tarih komisyonu ile arşiv araştırmasına yanaşmamaktadır.
  • ABD başkanı Biden’ın 24 Nisan Bildirisinde “soykırım (genocide) deyimini kullanması haksız, tarihsel gerçeklere aykırı ve küçük düşürücüdür. Uluslararası saygınlığımızın korunması ve yüceltilmesi konusundaki ulusal çıkarlarımıza açık saldırıdır. Biden, hukuken tanımlanmış bir suç olan “soykırım hükmü” vermeye yetkili bir yargı organı da değildir.

Ne Yapmalı?

Türkiye bu haksız suçlamaya karşı salt tepkisel (reaktif) değil, çok yönlü önalıcı (proaktif) bir yordam (strateji) belirlemeli ve uygulamalıdır. Sözde soykırım suçlamalarına karşı tepkiler
24 Nisanlarla sınırlanmamalıdır. Bu kapsamda;.

  1. Konu ile ilgili olarak, hükümetten hükümete değişmeyen ulusal bir yordam (strateji) belirlenmelidir,
  2. Bu yordam (strateji) kapsamında bilimsel çalışmalar, halkla ilişkiler (PR) yürütülmeli,
    değişik dillerde film, roman, tiyatro gibi sanat yapıtları üretilmelidir.
  3. Yetkililer, Ermenileri haklı çıkartacak eylem ve söylemlerden kaçınmalıdır.
  4. Konu, okullarda öğretim programlarına alınarak gençlerimiz aydınlatılmalıdır.
  5. ABD Başkanı’nın “soykırım ”suçlamasına ciddi uluslararası tepki gösterilmelidir.
  6. ABD’deki Ermeni lobisine karşı etkili lobicilik yapılmalıdır.
    ***
    Yazının PDF biçimi : Ermeni Soykırımı Yoktur, Cihangir Dumanlı
    =====================================================

Dostlar

Sayın Dumanlı’nın 3 şapkası (General, Hukukçu ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı) ile yaptığı irdeleme çok değerli. Kendisine teşekkür ederiz. Biz iki katkı yapmak isteriz :

Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’nin kitabı bir itirafnamedir : Soykırım yapılmadı!

(Kaçaznuni, Ovanes, Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005)

Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 Parti Konferansına Raporundan birkaç alıntı :

  • “Biz kayıtsız şartsız Rusya’ya yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken zafer havasına kapılmıştık; sadakatimiz, çalışmalarımız ve yardımlarımız karşılığında Çar Hükümeti’nin (Güney Kafkasya Ermenistanı ile Türkiye’nin Ermeni Eyaletlerinden oluşan) Ermenistan’ın bağımsızlığın bize armağan edeceğine emindik.”

Taşnak Hareketinin gücünü nereden aldığını Kaçaznuni’nin bu sözlerinden anlayabiliriz; Çarlık Rusya’sından. Çarlık Rusya’sı da o dönem emperyalizmin ağababası İngiltere’nin hegemonyası altındaydı. Türkiye’nin aldığı önlemler, yaptığı eylemler haklı ve yerindeydi. Ovanes Kaçaznuni de bu durumu şu sözleriyle itiraf etti:

  • ” Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır; sonradan da anlaşıldığı üzere, Türkiye’de Ermeni meselesinin temelli çözüm açısında bu yöntem en kesin ve en uygun bir yöntemdi.”

1914-18 arasındaki savaş Osmanlı’yı bölme savaşıdır. Müthiş bir destek alan Taşnak Ermenileri büyüsüne kapılmış oldukları ‘Denizden denize Ermenistan projesini gerçekleştirmek için Dünya Savaşı’nın koşullarını kullanarak tasarımlarına yön verdiler.

Kitap Ermenistan’da yasaklandı, Avrupa kütüphanelerinden toplatıldı. Son olarak, çuval dolusu ciddi arşiv belgesine ulaşan Ermeni araştırmacısı Mehmet Perinçek tutuklandı ?!
***
Ayrıca, CHP’nin çağrısıyla (Gn. Bşk. D. Baykal) ülkemize gelen ve TBMM’de bir konuşma yapan (21 Mart 2005), ABD’li tarihçi Prof. Dr. Justin McCarthy :Ermeniler soykırıma uğramadı!” dedi. ABD Lousville Üniversitesi profesörü McCarthy, kendisine yöneltilen sorular üzerine
ilk açıklamasını Türkçe yaptı : (Konuşma metnine TBMM tutanaklarından erişilebilir..)

  • Maalesef yanlışlıktan korkuyorum, onun için İngilizce cevap vereceğim” diyen
    Justin McCarthy, soykırım iddialarının asılsız olduğunu söyledi.
  • Prof. McCarthy, Ermeni soykırımı yoktu. Bir savaş vardı. Bu savaşta Ermeni isyancılar yönetime karşı ayaklandı. Yönetim tepki verdi, Ermeniler öldü. Bazen Türkler tarafından öldürüldüler. Ama Türkler de Ermeniler tarafından öldürüldü.
  • Ermenilerden çok daha fazla Türk öldü. dedi.
  • “Şunu anımsamamız gerekir ki; Osmanlı İmparatorluğunun varlığı tehdit altındaydı; Sırbistan, Bosna, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan Avrupalıların müdahaleleri nedeniyle zaten yitirilmişti. Avrupalılar, Osmanlı İmparatorluğunu 1878’de bölmeye karar vermişlerdi ve 1890’da bu planı yürürlüğe koydular. Salt Rusya’dan korkuyordu. İşte, Ermeni isyancıları da bunu istiyordu. Osmanlıların Ermeni isyancılarını hapse atmasını ve idam etmesini bekliyorlardı…
  • Bu durumda Avrupa’daki gazeteciler masum Ermenilerin öldürüldüğü haberleri yayacaklar ve Ermenilerin siyasal özgürlüğünün olmadığını yazacaklardı. Müslümanların Ermeni  kışkırtmasına ve saldırılarına Ermenileri öldürerek tepki vermesini istiyorlardı. Avrupa gazeteleri ölen Müslümanları değil, ölen Ermenileri haber yapacaktı ve bu nedenle,
    kamuoyu bu şekilde İngiliz ve Fransızların Rusya’yla işbirliği yaparak imparatorluğu çökertmesine olanak sağlanacaktı..
  • Tehcir edilen kişilerin %80’den çoğu yaşamda kaldı. Prof. Halaçoğlu burada zaten; O da söyleyebilir doğru mu, değil mi. Bu, tabiî, soykırım değil %80’i yaşamda kalmışsa. Halkın %80’inin yaşamda kaldığı soykırım olmaz. Örn. Yahudilerin yüzde kaçı yaşamda kaldı, ona bir bakalım. Bu bilgiler yayınlanmadan önce bile zaten soykırım olmadığını biliyorduk. Neden; çünkü, İstanbullu, İzmirli, Edirneli Ermeniler tehcire tabi tutulmadı, yaşamda kaldılar….
  • …Gerçek bir soykırıma bakalım : Örneğin Hitler Almanya’sına bakalım. Gerçekten soykırım yaptı Yahudilere değil mi? Peki, Berlin’de yaşayan Yahudilere ne oldu; yaşamda kaldılar mı savaşta; hayır, kamplarda öldürüldüler. Büyük kentlerdeki Yahudiler ne oldu; yaşamda kaldılar mı; hayır, öldürüldü hepsi. Peki, İstanbul Ermenileri ne oldu; herkes gibi bunlar da savaşta yaşadılar ve hâlâ da yaşıyorlar.
  • Demek ki soykırım değil bu!
  • Ayrıca, bir şey söyleyeyim size : Osmanlılar çok zekiler, eğer Ermenileri öldürmek isteselerdi, %80’i yaşamda kalamazdı Ermeniler. Çok basit (alkışlar).

  • Bir de, bir şey daha söylemek  istiyorum. Türkler 1071’de, işte Ermenistan denilen topraklara girdiler ve Ermeni sorunu 1915’te başladı. Burada bulanan, 1071’de yaşayan Ermenilerin soyu 1915’e dek sürdü. Türkler katliam yapan manyaklardır diyebilmek için, dokuz yüzyıl düşündüler öyle mi karar verdiler?! Dokuz yüzyıl düşündüler ha, tamam öldürelim Ermenileri mi dediler?! (alkışlar)

    Evet, son soruydu değil mi bu? Evet, son soru olduğuna göre, ben, hepinize çok teşekkür etmek istiyorum beni buraya davet ettiğiniz için. Tabii ki, Cumhuriyet Halk Partisine teşekkür ederim davet ettiği için. İnşallah yakında görüşürüz. Teşekkür ederim.”
    ***
    Ertesi gün Cumhuriyet‘te de kapsamlı haber oldu bu konuşma..

İkiyüzlü ve insanlık düşmanı emperyalizmin ve uşakları emperyalistlerin oyunları bitmiyor.
Hep uyanık, hazırlıklı olmak ve gerekli yanıtları zamanında, kanıta dayalı vermek gerek.

Sayısız Ermeni araştırmasına imza koyan saygın ve çok kıdemli Prof. Türkkaya Ataöv şu savı ileri sürüyor :

  • “Soykırım yapıldığına ilişkin bir tek belge  şimdiye dek ortaya konulamamıştır!”

“Bir Türk Ermenisi olarak ve de bir tarihçi kimliğiyle söylüyorum; Türkler, Ermenilere asla soykırım yapmamıştır!”

Levon Panos Dabağyan (Türkiye Ermenileri Tarihi)

Image

03 Mayıs 2013 günü, CHP Altındağ ilçesinde bir görsel konferans vermiştik (85 yansı).
Başlık şuydu : ERMENİ SOYKIRIMI : EMPERYALİST İFTİRA!..

Bu yansılara (slaytlara) erişmek için lütfen tıklayınız…

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2015/04/Ermeni_Soykirimi_Emperyalist_iftira_Altindag_CHP.pdf  

Sevgi ve saygı ile. 17 Mart 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Hangi anayasal miras?

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Anayasalarımızı, 1921, 1924, 1961 ve 1982 yıllarıyla anarız genellikle;
20 Ocak, 20 Nisan, 9 Temmuz, 7 Kasım tarihleriyle değil.

‘1924 Anayasası’ deriz ama 20 Nisan 1924 tarihini pek az kullanırız. Oysa bir ulusun ortak belleğinin temel taşları olan büyük belgeler, tarihleri ile anılır.

Tıpkı 23 Nisan 2020, 20 Ocak 2021, 24 Temmuz 2023 ve 29 Ekim 2023’ün sırasıyla TBMM, 1921 Anayasası, Lozan Barış Andlaşması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılları olarak kutlandığı gibi, 20 Nisan 2024 de, Cumhuriyet anayasacılığının yüzyılı olarak kutlanmalı.

Bu önem, Anayasa metnine indirgenemez. İçerik her anayasa gibi tartışılabilir; ama önemli olan, konuya anayasal zaman ekseniyle yaklaşmak. Şöyle ki; itici güçleri açısından 1924 Anayasası ve 1924 sonrası yüzyıllık dönemi tartışma ötesinde Cumhuriyet’in 2. yüzyılı Türkiye’si için
nasıl bir anayasal gelecek?

Soruya yanıt, anayasacılık ortak paydalarında:

  • Ulusal egemenlik temelinde demokratik ve laik hukuk Devleti”.

1924 Anayasası, siyasal iktidarın seçimler yoluyla el değiştirdiği bir demokratik süreci yansıtır.

1961 Anayasası, özgürlükçü ve demokratik anayasacılığın tepe yaptığı bir dönem ile örtüşür.

1982 Anaysası’nda 1987 ve 2004 arasındaki değişiklikler, hukuk devleti onarımına denk düşer.

2007-2017 değişiklikleri, anayasal ve siyasal mirası reddetti. Bu, hükümetin ve siyasal sorumluluk düzeneklerinin kaldırılması ile sınırlı olmayıp, Anayasa dışı uygulama ve fiili (eylemli) durumlar ağırlıklı bir kurgudur: Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY).

Yalancı anayasacılık” akımı da, sivil ve yeni söylemler eşliğinde bu dönemde zirve (tepe) yaptı.

Üç soru? ‘Sözde Anayasa’ öncülerinin 19 Mayıs 1919, 23 Nisan 1920 ve 20 Nisan 1924 üzerine “anayasal söylem” leri ne?

20 Nisan: Yüzyıllık kazanımlar, 2. yüzyıla, çağdaş anayasıcılıkla pekiştirilerek nasıl taşınacak?

23 Nisan: 2. Yüzyıl Anayasasının öznesi çocuklar, Anayasa’nın neresinde?

19 Mayıs: Gençleri, hangi anayasal gelecek bekliyor? Genç kuşaklar, anayasal sürece nasıl katılacak?

Bu sorulara yanıt bekleyen çocuklar ve gençler ise, tam tersi yönde işlem ve davranış ile baskılanıyor:

20 Nisan Resmi Gazete: Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Kur’an Eğitim Merkezleri Yönetmeliği (KEMY) yayımladı. Ne rastlantı!

23 Nisan: Atatürk’ün ulusal egemenlik bayramını armağan ettiği çocuklar, okullarda öğretmen olmayan kişilerin çocuk hakları ile bağdaşmayan ÇEDES kuşatması altında.

19 Mayıs: “ÖğrenciLise eğitimine örgün olarak devam ederken, Kur’an eğitim merkezlerinde verilen eğitim hizmetlerinden faydalananlar” (20 Nisan KEMY, md.4/a).

Görüldüğü gibi ÇEDES ve KEMY’nin amacı din bilgisi değil; çünkü, zorunlu din dersleri 42 yıldır uygulamada.

Hangi DİB? Sekülerleşmeyi, yani Cumhuriyet Anayasacılığının ortak paydası olan dünyevi (laik) hukuk düzeni ve toplumu sakıncalı gören ve Anayasa ihlalini alışkanlık haline getiren bir kuruluş!

Soru       : Anayasa zamanı olarak gelecek kuşaklar, “insan haklarına dayanan demokratik ve laik” bir Cumhuriyet’in yurttaşları mı olacak; yoksa, cemaatler, mezhepler ve tarikatlar kıskacında biat kültürü ile yetiştirilen kindar kuşaklar mı?

Özet        : Cumhuriyet kurucularının 3 Mart 1924 Öğretim Birliği Yasası üstünde temellerini attıkları Anayasal miras (kalıt), yüzüncü yıllarında silinmeye çalışılıyor.

PBDBY kurgusunun yapay koalisyonu Cumhur İttifakı’nın ters kelepçesi altındaki TBMM çoğunluğu, Diyanet Akademisi’ne onay verdi, ama Cemevi’ni ibadethane (tapınç evi) olarak bile tanımadı.

Aynı ittifak, Türkiye ekosistemi üzerinde yıkıcı riskler taşıyan yasaları yürürlüğe koydu.
Anayasa ve kuşaklar ilişkisi gibi Anayasa ve mekan ilişkisi de zedelendi.

  • PBDBY’nin 2. yüzyıla bırakacağı miras: Yağmalanmış bir ülke!

Yürürlükteki Anayasayı ihlal (çiğneme) yarışında olanların sahte Anayasa söylemlerine aldanmayacakları umuduyla, bütün çocukların Ulusal Egemenlik bayramı kutlu olsun!
********
Önceki ve Sonraki Yazılar
Seçim sonuçları ve Kurtulmuş’un Sivil Anayasası
İbrahim Ö. Kaboğlu Arşivi

3. CEZA DAİRESİ ve KESİN HÜKÜM YOKLUĞU, 05 Ocak 2024 
OHAL sona eriyor mu? 09 Mayıs 2023

Ulusal egemenlik anlayışı 

Haberler | Kıvılcımdan VolkanaProf. Dr. Yakut Irmak Özden

24 Nisan 2024, Cumhuriyet

“Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin asırlar süren arayışlarının özü ve onun bizzat kendisini idare etmek şuurunun canlı bir timsalidir.” Mustafa Kemal Atatürk

Sanırım hepimiz ülkemizin yollarında seyreden bazı araçların arka camlarında “Egemenlik ulusundur” yazısına, bazılarındaysa da “Hâkimiyet Allah’ındır” ibaresine rastlamışızdır. Bu sonuncuyu yazanların -sanırım konunun tam bilincine varmadan- aslında söylemek istedikleri, egemenliğin tüm ulusa değil, yalnızca Allah’ın yeryüzündeki temsilcilerine ait olduğudur. Oysa İslam felsefesini derinlemesine kavrayabilen insanlara göre, Yaradan’la kul arasına hiçbir kurum ya da kişi girmemelidir ki bu inanç da özünde -devletle dinin birbirinden ayrılması ve devletin, inançları ne olursa olsun, tüm vatandaşlara eşit uzaklıkta durması olarak tanımlanan- laiklik anlayışıyla uyuşmaktadır.

Gene sokaklarda rastgele seçilen birkaç vatandaşımıza 23 Nisan’da neyi kutlamakta olduğumuz sorusu yöneltildiğinde, çoğunun öncelikli yanıtı “Çocuk Bayramı” olacaktır. Oysa, Meclis’in 1920’deki ilk açılışından bir yıl sonra, yani 23 Nisan 1921’de bu tarihe geçen olayın bayram olarak kutlanması konusu yasallaşırken, aynı günlerin “Çocuk Bayramı” ve “Çocuk Haftası” olarak kutlanması kararı 1929’u bulmuştur.

İLK ADIM

Çocuk Bayramı’nın ulusal egemenliğimize ilk adımı attığımız tarihe isabet etmesinin nedenlerini başka bir yazımda ayrıntılı olarak irdelemek istiyorum. Bu yazımda sizlerle yalnızca paylaşmak istediğim, her konuya yaşadığı günün çok ötesine yönelik gözlerle bakan ve uzak geleceği bile gören Atatürk’ün, nasıl ulusal bağımsızlığımızı 19 Mayıs bayramıyla gençlere emanet ettiyse, ulusal egemenliğimizi de geleceğin yetişkinleri olan çocuklarımıza emanet etmeyi seçtiği inancıdır.

GEÇMİŞE BİR BAKIŞ

1920’ye geri dönelim… Ülkemizin dört bir köşesinden seçilerek, çoğu günlerce süren zorlu yolculuklarla Ankara’ya ulaşan 115 milletvekili, o tarihte bu kentimizde Meclis’in toplanabileceği gerekli büyüklük ve donanımda bir başka bina bulunamadığı için, 23 Nisan Cuma günü Hacı Bayram Camisi’nde kılınan öğle namazından sonra, İttihat ve Terakki Fırkası kulübü olarak inşası başlanmış ama yapımı yarım kalmış binada toplanırlar. Binanın çatısı Ankaralıların evlerinden ve ilkokuldan getirilen kiremitlerle tamamlanır. Meclis kürsüsü Ankaralı bir marangoz tarafından hediye olarak yapılmıştır. İki petrol lambası ve sac sobalar civardaki kahvehanelerden, büro malzemeleri resmi dairelerden sağlanmıştır. Ankara dışından gelen ve burada evlerinde konuk olarak kalabilecekleri yakınları olmayan kimi milletvekilleri de Muallim Mektebi (Ankara öğretmen okulu) ve Ankara Mekteb-i Sultani’sinden (Taş Mektep) getirilen tahta sıralar üzerinde geceleyeceklerdir. Böylece, ulusal egemenliğimizi başlatan ilk meclisimiz, gerçekten de tüm halkımızın özverili katkılarıyla açılıp çalışmalarına başlayabilmiştir.

Yurtseverlikleriyle, görevlerini inançları doğrultusunda, hiçbir maddi beklentileri olmaksızın yerine getiren ilk milletvekillerimizi derin minnet duygularımla ve rahmetle anıyorum.

“İktidarın el değiştirmesi” engellenemez; ancak…

Siyaset 25.04.2024, BİRGÜN

Serbest seçimler sonucu çoğunluğun değişmesi ve iktidarın el değiştirmesi olarak ‘siyasal münavebe’, sandık günü veya güvenliği sorununa indirgenemez. Sandığa giden yolun da sürekli açık ve güvenli tutularak sandık sonucuna saygıyı gerekli kılar.

Bu anlamda demokrasi, siyasal iktidarın elde edilmesi, kullanılması ve devrinin meşru ve özgür biçimde gerçekleştiği yönetim biçimi olarak da tanımlanır.

TBMM’nin 104. ve 1924 Anayasası’nın 100. Yılı olması, Nisan 2024’ü, öncekilere göre çok daha anlamlı ve önemli kılıyor.

Siyasal münavebe (yerdeğişim) ilk kez, 1924 Anayasası’nın 26. yılında gerçekleşti. Buna karşılık Cumhuriyet’in son çeyreğinde siyasal münavebe yolu tıkandı. Oysa 1961 Anayasası ile hukuk devletiyle tanışan Türkiye, 1940’lı ve 50’li yıllarla karşılaştırılamayacak ölçüde siyasal birikim ve deneyim elde etti.

Ne var ki, AKP ve koalisyon ortakları, Anayasal kurum ve kuralları, çoğunluğu elde tutmalarını sağlayacak yönde sürekli biçimlendirdi. Müzakereler öncesinde AB’li muhataplarına verilen “demokrat görüntü”, Avrupalıların da işine geldi.

Otoriterleşme yönündeki adımlar 2007’de belirginleşti; 2011 sonrası yetki yoğunlaşması ile sürdürüldü. 2014’te Başbakan, doğrudan CB koltuğuna oturdu.

2015’te genel seçimde AKP azınlığa düşünce Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın açık hükmüne karşın seçimleri yineledi. 2017’de ise, hiçbir haklı neden yokken, bu kez yeni ortağı ile AKP, OHAL ortamında Anayasa’yı siyasal münavebe yolunu göstermelik kılacak biçimde değiştirdi.

2023 genel seçim sonuçlarında 6’lı Masa’nın ‘hata-hançer ve harakiri’ zinciri etkili olmuş olsa da asıl belirleyici, 2017 kurgusu tek kişi yönetimi oldu: Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY).

31 Mart 2024 yerel seçimleri öncesi PBDBY’nin, Ankara’dan Anadolu’ya başlattığı ‘Devlet seferberliği’, bu kez seçmenlerce püskürtüldü. Demos (halk), gücünü göstererek PBDBY’nin sonunu başlattı.

Sandıktan çıkan iradeye saygılı açıklamalar yapan ortaklar, ilerleyen haftalarda, “Bu Devlet sandıkla kurulmadı; Biz bitti demeden bitmez” vb., geçmişe ve geleceğe yönelik bilgi kirliliği yaratıcı ve demokrasi karşıtı söylemlere yöneldi.

Osmanlı-Cumhuriyet Anayasal ve siyasal mirasını (kalıtını) reddeden AKP-MHP koalisyonu,  sandık ve Anayasa yoluyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımları karşısında gücünün sınırlarını fark etmek zorunda.

2028 yolunda baş aktör CHP’nin yerel yönetimlere ilişkin çalışmaları kayda değer; bunları örgütsel yeniden yapılanma izleyecek. Ulusal düzeyde ise, nitelikli yasama çalışması ve Anayasa’nın etkili kılınması hedefi çok önemli.

“Ancak”, AKP-MHP’nin yarattığı ve yaratacağı hasarın ağırlığı, hiç göz ardı edilmemeli. Belediyelerin ağır borç yükü ve yavru saraylar şatafatı, Nisan 2024 günceli. Bir de Nisan 2028’i tasavvur edelim (imgeleyelim), seçimlerin zamanında yapılacağı varsayımı ile. En başta gelenler:

– Gelecek kuşakları da yoksullaştıran borç batağı ve denk olmayan bütçe sorunu.

– Ekosistemi bozulmuş; kültürel, tarihsel ve doğal varlıkları üzerinde yabancı egemenlik alanları kurulmuş bir ülke, Akkuyu’dan sözleşmeleri ihalesiz uzatılan liman işletmelerine dek.

– Mezhep-tarikat-cemaat kıskacında ‘paralel programlar’ yoluyla ‘kindar kuşaklar hedefi: Kur’an Eğitimi Merkezleri (KEM), lise öğrencileri için Diyanet’çe kuruluyor (RG: 20.4.24); tam da 1924 Anayasası’nın 100. Yılında. Ne rastlantı! Böylece, ilk ve ortaöğretimdeki ÇEDES’in lise kanadı ortaya çıktı: KEM.

Ülke, depremlerden İliç cinayetine, ne denli büyük yıkımlarla sarsılırsa sarsılsın, AKP-MHP ikilisi, bu üç koldan Türkiye’nin geleceğini karartma kararlılığını sürdürüyor.

Karartmalara karşı uyanıklık, bütün yurttaşların görevi.

CHP, 31 Mart öncesine göre, TBMM’de sayı bakımından olmasa da, siyasal güç bakımından çok daha önde. Çok yönlü yıkımın Türkiye’yi yönetilemez bir ülke eşiğine sürüklememesi, “Anayasa yoluyla siyaset” ve “hukuk yoluyla demokrasi” gerekleri yönünde ön alıcı ve ön açıcı politikalara CHP’nin öncülük etmesine bağlı.
==========================================
Yazarın Son Yazıları

Erdoğan, Hamas ve CHP

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
22 Nisan 2024, Cumhuriyet

“Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, köktendinci terör örgütü Hamas’ı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Kurtuluş Savaşı’nın lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ve liderliğini yaptığı Kuvayı Milliye hareketiyle özdeşleştirdi!

Erdoğan daha önce de ABD emperyalizminin kurduğu şeriatçı ve köktendinci “Özgür Suriye Ordusu”nu Kuvayı Milliye ile özdeşleştirmişti.

Bu özdeşleştirmeler, tarihsel gerçeklere ve olgulara tümüyle aykırı olduğu gibi, Kuvayı Milliye’ye ve Atatürk’e yönelik bir hakarettir ve

  • Erdoğan’ın şeriatçı ve köktendinci kimliğini bir kez daha kanıtlamaktadır.

“Diyanet Akademisi”nde yaptığı konuşmada açıkça şeriatı savunan Erdoğan’ın Hamas hakkındaki açıklamalarına da şaşırmamak gerekir.

Nitekim Erdoğan’ın, Filistin Devlet Başkanı ve Filistin Kurtuluş Örgütü eski liderlerinden Mahmud Abbas yerine, Hamas’ın liderlerinden İsmail Haniye ile görüşmesi, ayrıca iktidara geldiğinden beri Hamas ile ilişkilerini geliştirmesi, Erdoğan’ın şeriatçı ve köktendinci siyasal çizgisini açıkça ortaya koymaktadır.
***
Birincisi,

  • Kuvayı Milliye, farklı siyasal görüşlerden olan insanların emperyalizme karşı mücadele için kurduğu bir milli/ulusal direniş hareketidir.
  • Hamas ise ümmetçi, şeriatçı, köktendinci bir örgüttür.
    Ümmetçi örgütler kategorik olarak milli (ulusal) olamazlar.

İkincisi, Kuvayı Milliye hareketinin kurucusu ve lideri Atatürk laiklik ilkesini benimsemişti ve ulusal kurtuluş hareketini bir şeriat ve din devleti kurmak için başlatmamıştı.

Üçüncüsü, Hamas, Mısır’daki şeriatçı, köktendinci, ümmetçi örgüt “Müslüman Kardeşler/İhvan” tarafından kurulmuştur.

Müslüman Kardeşler” kurulduğu 1928 yılından bu yana Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı da düşmanlık yapmıştır.

Kurtuluş Savaşı’na ve Kuvayı Milliye hareketine karşı mücadele veren, Britanya emperyalizmiyle işbirliği yapan, Teal-i İslam Cemiyeti kurucularından Mustafa Sabri adlı vatan haini de, Mısır’daki “Müslüman Kardeşler” örgütüne destek olmuştur.

Müslüman Kardeşler” aynı zamanda, Süveyş Kanalı’nı millileştiren ve Britanya denetiminden kurtaran, Mısır’daki anti-emperyalist mücadeleye öncülük eden Cemal Abdülnasır yönetimine karşı da mücadele vermiştir, yöneticilere karşı birçok terör eylemi düzenlemiştir.

Dördüncüsü, ABD ve İsrail, Yaser Arafat’ın öncülüğündeki Filistin Kurtuluş Örgütü’nü bölmek ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını önlemek için, Hamas’ın kurulmasına destek vermişlerdir. Hamas yakın bir geçmişe dek, ABD emperyalizminin Orta Doğu’daki uyduları olan Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler tarafından da desteklenmiştir.

Beşincisi, Kuvayı Milliye hareketi, Hamas gibi, sivil katliamlar ve sivillere yönelik sistematik terör eylemleri gerçekleştirmemiştir, askeri hedeflere yönelik askeri operasyonlar düzenlemiştir.
***
İsrail hükümetinin Gazze’de gerçekleştirdiği kitlesel katliamları bahane ederek Hamas’ın hamiliğine soyunan, Hamas’ı Kuvayı Milliye ile özdeşleştirecek ölçüde ayarlarını yitiren ve 2007 yılından beri Türkiye’deki laik düzeni yıkmak için sistematik bir biçimde ilerleyen Erdoğan ile yeni anayasa konusunda hiçbir pazarlığın yapılamayacağı açıktır.

AKP ve MHP, “sivil anayasa” maskesi altında, laiklikle ilgili maddelerin içini boşaltacak teokratik bir anayasa hazırlığı yapmaktadırlar. Erdoğan, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e bu konuda bir tuzak kurma hazırlığı içindedir. Bu nedenle de Özel’in Erdoğan ile gerçekleştireceği görüşme önemlidir ve Özel’in bu konuda çok dikkatli olması gerekmektedir.

CHP’nin mevcut yönetimi, eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun laiklikten ve CHP’nin ilkelerinden uzaklaşma yönteminden ne denli uzak durursa ve CHP’nin ilkelerine ne denli çok sahip çıkarsa, gelecekte de o ölçüde başarılı olacak; belediye seçimlerinde kendisine oy verenleri hayal kırıklığına uğratmayacak ve genç kuşaklar için umut olmayı sürdürecektir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Çarşamba İğneleri – 24 Nisan 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

Haftanın tüm iğneleri Org. Çetin Doğan’ı ağır hastalıkları ve geçirdiği ameliyata karşın cezaevine gönderen vicdan ve insaftan (toplamında insanlıktan) yoksunlara…

ÇOCUKLAR

Adalet Bakanlığı’nın görevde yükselme mülakat sınavında “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kaç çocuğu vardır?” diye soruldu.

Yükselmeler o çocuklar sayesinde olduğu için, meslektaşlarına yardımcı olmak istemişler…

PAYDAŞ

CHP’li belediye imar planını hazırladı, AKP’li belediye onay verdi. Bursa’nın en değerli bölgelerinden birinde Menzil tarikatına yaklaşık bin metrekarelik arsa ve belediye ek hizmet binası verildi.

Ülkede tarikat-cemaatlerin palazlanmasında iktidar kadar CHP’nin de payının olduğunun resmidir…

YÜKSEKTEKİLER

RTE, Hatay seçimlerinde ölülere oy kullandırıldığı için CHP’ce yapılan itirazın geçersiz ve yalan olduğu için YSK tarafından reddedildiğini açıkladı.

Açıklamanın yapıldığı saatte YSK henüz toplanmamıştı.

  1. Yalancı kim/ler?
  2. YSK’da yargıçlar hukukçu mudur? Kararları yasalara göre mi verirler?
    (AS: AY m.79/4, 11 üyenin 6’sı Yargıtay, 5’i Danıştay’dan geliyor.. yüksek yargıçlar..)
  3. Yargımız bağımsız mıdır?

ÖNCELİK

Almanya Cumhurbaşkanı eşitinden önce İBB Başkanı İmamoğlu ile görüştü.

AB/ABD yeni temsilcisini parlatmada mıdır?..

BAŞARI

Enflasyonda Afrika ülkelerini de geçerek dünya dördüncüsü olduk.

Ne mutlu ekonomist, dünya lideri tek adama sahip ülkeme!..

ANAYASA

AKP Bursa milletvekili İsmail Aydın, Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilebileceği hatta kaldırılabileceğini söyledi.

  1. Bu o vekilin tek kişilik beyinciğinin ifadesi değildir. Gericilerin hayalidir. 
  2. Çok AKP’ler gelir geçer o maddeler aynen, AKP‘nin hayali de hayal olarak kalır…

Mustafa AYDINLI ŞİİRİ : SALLAMA BOŞA

ŞİİR KÖŞESİ


Mustafa AYDINLI

Eğitimci – Yazar
Halk Ozanı

SALLAMA BOŞA

Kurtçu köpek olmaz sokak itinden
Şu uyuz tazıyı çullama boşa
Kangal sucuk yapıp eşek etinden
Halis kuzu diye sallama boşa
***
Çalışan aç, yan yatanlar tok bizde
Bilim kapısını açan yok bizde
Cahil dede, sahte derviş çok bizde
İman gayretine kollama boşa
***
Dürüst tüccar varsa çıra yak ara
Sözü yalan, dolan, kıblesi para
Sakalını bırak içi de kara
Zamane şeyhini allama boşa
***
Memlekette bilgisizler yetkili
Yalan sözü gerçeklerden etkili
Her yediğin kanserojen katkılı
Organik mi diye elleme boşa
***
Biz ki gerçeklerin yüğrük atıyız
Haksız karşısında taştan katıyız
Bir haklı davanın avukatıyız
Haksızı allayıp pullama boşa
***
Aydınlı’yım sil kalbinin pasını
Öküz mü oldun boklu damın tosunu
Biz biliriz çiçeklerin hasını
Çalıyı gül diye yollama boşa

23 Nisan 1920 Millet egemenliğinin başlangıcı

Alev Coşkun
Alev Coşkun

23 Nisan 2024, Cumhuriyet

Bu gün Gazi Meclis TBMM’nin açılışının 104. yılını kutluyoruz. TBMM Türklerin toplumsal ve siyasal tarihinde “mili egemenlik” ilkesinin uygulandığı bir başlangıçtır. O günlerin söylemiyle, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinin gerçekleşmesidir.

I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Ateşkes Antlaşması, 30 Ekim 1918’de imzalamıştır. 14 gün sonra, 13 Kasım 1918’de İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan güçleri tarafından işgal edildi. Osmanlı padişahının yaşadığı başkent İstanbul işgal altındaydı. Sokaklarında İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri devriye olarak dolaşıyor, tüm stratejik noktalar denetim altında tutuluyordu…

İstanbul’da çalışmalarını sürdüren son Osmanlı Meclisi, 16 Mart 1920’de İngiliz askerleri tarafından basıldı, milletvekilleri tutuklanarak Malta Adası’na sürgüne gönderildi.

Ankara’da bulunan Mustafa Kemal, 19 Mart 1920’de tüm Anadolu ve Trakya’ya gönderdiği bildiride seçim yapılmasını, seçilecek milletvekillerinin Ankara’ya gelmesini “olağanüstü bir Meclis” toplanmasını ve “milletin kaderine el koymasını” istedi.

Tüm Anadolu’da sandıklar kuruldu, halk iradesini temsil edecek milletvekilleri seçildi. Temsilciler Ankara’da toplandı ve 23 Nisan 1923’te TBMM çalışmalarına başladı.

31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrası, bugünlerde Cumhuriyetin sandıkta kurulmadığı gibi dayanaksız iddialar ileriye sürülmüştür. Oysa Nisan 1920’de tam 104 yıl önce, halk iradesi Anadolu’nun dört bir yanına kurulan sandıklarda oluşmuştu. İdeolojik planda Milli Mücadele’nin öncü ilkesi “millet egemenliği” gerçekleşiyordu.

TBMM kuruluşu, yetkileri, işleyişi, toplumsal ve siyasal oluşumu yönünden de demokratik ilkelere dayanıyordu.

Kayıtsız şartsız millet egemenliği, 1921 Anayasası’nda şöyle belirtilmiştir:

  • “TBMM’nin idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” (md.1)

SAVAŞTA DEMOKRASİ

Seçimle oluşan Meclis’te asker, sivil, bürokrat, çiftçi ve yerel önderlerden oluşan halk vardı. Tüm katmanlar temsil ediliyordu.

Olağanüstü zor koşullara karşın özgür düşünce ve eleştiri en güçlü bir biçimde uygulanıyordu. TBMM, Milli Mücadele’yi, bağımsızlık savaşını demokrasi ilkelerine bağlı kalarak yönetiyordu. Prof. Dr. Bülent Tanör, “Kurtuluş Kuruluş” kitabında bu durumu “savaş demokrasisi” deyimiyle anlatır. (s.124)

ATANMIŞLAR DEĞİL, SEÇİLMİŞLER

Meclis’e atanmışlar değil, seçimle gelen halk temsilcileri egemendi. Tüm yetkiler Meclis’te toplanmıştı. Halkın gerçek temsilcileri anayasa hukuku kuramına göre bir “kurucu iktidar” yetkisiyle çalışıyorlardı. Sorunlar demokratik ilkelerle saatlerce, günlerce süren tartışmalarla çözülüyordu.

TBMM, demokrasinin ana kurucusu durumundaydı. TBMM, salt kurtuluş için, bağımsızlık için yabancı işgal güçleriyle savaşmak durumunda değildi; aynı zamanda bir iç savaş ortamındaydı. Bir yandan dış işgal güçleri, öte yandan iç savaş ve İstanbul’daki işbirlikçi hükümetle mücadele etmek zorundaydı.

Her 23 Nisan’da Mustafa Kemal’le Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi arasında geçen çok önemli bir konuşmayı anımsarım ve çok heyecanlanırım. Bu 23 Nisan’da da bu konuşmayı anımsadım ve özellikle okuyucularımızla yeniden paylaşmak istiyorum.

ANKARA’YA YÖNELİŞ

İstanbul’da işgal sürecinin şiddetlenmesi, Meclis’in basılması, milletvekillerinin ve aydınların tutuklanması karşısında Ankara’ya yöneliş başladı. Meclis başkanı Celalettin Arif, ünlü yazar Halide Edip, Dr. Adnan (Adıvar), Yeni Gün gazetesi başyazarı Yunus Nadi, Sinop milletvekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Albay İsmet Bey (İnönü) gibi kişiler Ankara’ya yöneldiler.

‘ÖNCE MECLİS Mİ, ORDU MU?’

Ankara’ya gelenler, aslında yıkık dökük, cılız, asker ve ordusu olmayan bir Ankara ve onun Kuvayı Milliye önderiyle karşılaştılar. Gelenlerin kafalarında bir düşünce vardı… Evet Meclis açılacak ancak önce ordu kurulsa daha iyi olmaz mı?

İstanbul işgal altında, İzmir ve Ege işgal altında, Adana, Urfa, Antep işgal altında “Önce ordu kurulsun” diyenler temelde bu gerçekleri öne sürüyorlardı.

Ancak Mustafa Kemal’in görüşü her şeyden önce Meclis’in açılması ve çalışmalarına başlamasıydı.

Bu zor durumun yanıtları Yunus Nadi’nin Kurtuluş Savaşı Anıları adını taşıyan kitabında veriliyor. Yunus Nadi, Mustafa Kemal’le Meclis açılmadan önce yaptığı konuşmada, bu konuları Atatürk’e açıkça belirterek “Ankara’da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Eğer elimizde dayanacak bir ordumuz olmazsa bütün bu güzel düşünceler ve nazariyat (teori) suya düşüp gidebilir.” diyordu. Açıkçası “Önce meclis mi yoksa önce ordu mu” sorusu en yakıcı konuydu.

‘MECLİS KURAM DEĞİL, GERÇEKTİR’

Mustafa Kemal, Yunus Nadi’ye, “Yunus Bey, aramızdaki en önemli fark şudur: Meclis nazariye (teori) değil gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Bana göre önce Meclis, sonra ordu olacaktır.” demiştir. Mustafa Kemal, Kuvayı Milliye’yi halkla birlikte yürütmek ve “ulusal iradeyi” egemen kılmak istiyordu. (Bkz. Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları)

  • Mustafa Kemal, 100 yıl önce, “milli egemenlik”, “halk iradesi”, “seçimle oluşan meclis” gerçeğini görmüş ve önce Meclis’in kuruluşunu sağlamıştı.

Önce ordu kuralım, sonra meclisi oluştururuz” diyenlere Mustafa Kemal “Önce meclisi kuracağız” diyordu. “Meclis kuram değil, en büyük gerçektir” diyordu.

HALKA DAYALI MECLİS 

Meclis’in açılış günlerini yeniden anımsayalım:

İzmir ve tüm Batı Anadolu, Yunan askeri birlikleri; Adana, Maraş ve Urfa, Fransız askeri güçlerinin işgali altındaydı. İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan askeri güçlerinin işgali altında ve padişah da bu güçlerin denetimi altındaydı. İşte bu koşullarda 104 yıl önce TBMM, 23 Nisan 1920’de açılıyor ve çalışmaya başlıyordu.

  • Seçimle oluşan Meclis’in çalışmaya başlaması, Milli Mücadele’yi yepyeni bir aşamaya,
    halkla bütünleşen bir düzene taşımıştır.

Milli Mücadele artık halka dayalı bir Meclis’le yürütülecektir. Bu karar Mustafa Kemal’in dehasının, ileri görüşünün bir ürünüdür.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

104 yıl önce Ankara’nın bozkırında yakılan “ulusal egemenlik” ateşinin ışığı sönmez!

Doç. Dr. İhsan TAYHANİ
Cumhuriyet – Devrim Tarihi Uzmanı
Bağlıköy – Lefke / KKTC

  • Cumhuriyet müesseselerinin (kurumlarının) bir müstebit (zorba) eline geçeceğini mezarımda bile duysam, millete karşı haykırmak isterim: … Cumhuriyetin, milletin kalbinde kök saldığını görmek en büyük emelimdir.”
    Gazi Mustafa Kemal / 23 Ağustos 1930 – Yalova

Türk milletinin çoğunluğu, Büyük Atatürk’ün 94 yıl önce kimi haklı kaygılarla dile getirmiş olduğu yukarıda alıntılanan isteğini, 22 gün önce yapılan 31 Mart 2024 yerel yönetim seçimlerinde yerine getirmiş olmasına karşın; Anayasaya açıkça aykırı olarak iki şapkalı partili Cumhurbaşkanı Erdoğan, 17 Nisan 2024’te partisi AKP’nin grup toplantısı konuşmasında,
bir “merkezi yönetim” ve “yerel yönetim” polemiği yaratarak kendince “ulusal egemenlik” kavramının içini boşaltmaya koyuldu.

Cumhur İttifakı’nın bileşenlerinden MHP önderi Bahçeli ise, her zamanki gibi süslü – uyaklı sözlerle örgülü benzer açıklamaları ile gizemli tarihsel (!) destek görevini yerine getirdi ve getirmeyi sürdürüyor!

Demokrasi kuramı gereği ülkeyi, kuşkusuz ulusal Meclisteki çoğunluğu elinde bulunduran siyasal güç (parti-partiler) yönetir. Ancak bu erk çoğunlukçuluğa (majority) elvermez! Demokrasinin özü çoğulculuktur (pluralizm). Yaklaşık on ay önce, 31 Mayıs 2023’te yapılan genel seçimlerde –oyları düşmekle birlikte– AKP, Meclisteki sandalye çoğunluğunu korumuştur ve doğal olarak, şimdilik ülkeyi yönetme yetkisi tek başına değil ama öncülüğündeki koalisyondadır (Cumhur İttifakı). Buna kimsenin itirazı yok ve olamaz! Ancak, yine demokrasi kuramı uyarınca, muhalefetin de seçimi kazandığında iktidar olma hakkı mutlaktır.

Geride bıraktığımız yerel yönetim seçimlerinde seçmenlerin %37.8’i ana muhalefet partisi CHP‘yi birinci parti konumuna yükseltip, yerelde güçlü bir iktidara taşımış bulunuyor. Bu tabloda CHP, Türkiye nüfusunun % 62’sini ve toplam ülke dışsatımının yaklaşık %80’ini üreten kentleri yerelde yönetme yetkisini elde etmiştir. İktidar partisi AKP ise -YSK’nın yine iktidarı kollayıcı yaygın hukuk dışı kararlarına karşın- %35,5 oy oranı ile artık ikinci partidir.

Bu net sonucu eğip bükerek çarpık anlamlar yüklemeye çalışma gülünçlüğü bırakılmalı ve sandıklara yansıyan halkın seçiminin bir “egemenlik kullanımı” olduğu gerçeği kabul edilmelidir.

2024 yerel seçim sonuçlarından doğru çıkarım; oyları ile Türkiye haritasını büyük ölçekte kırmızıya dönüştüren yaklaşık % 38’lik bir seçmen kitlesinin, 22 yıllık AKP iktidarında oldukça örselenmiş olan laik – demokratik Atatürk Cumhuriyeti’nin genleri ile daha çok oynanmasına, yalan-dolan ve talanın sürmesine, yönetim basamaklarının siyasal islamcı dinci tarikat ve cemaat üyeleri ile doldurulmasına, hukuk ve adaletin katledilmesine, görgüsüz ve haksız, ölçüsüz zenginleşmeye ve içinden geldiği halkın ezici çoğunluğuna biçilen utanılası yoksulluk dayatmasına “Duuuurrrr!” deme kararlığında olduğunu göstermiş olmasıdır! Geleceğe ilişkin züğürt tesellisi aramaya gerek yok! Birilerinin değil, ama milletin “bitti – paydos!” demesi ile AKP iktidarının da bal gibi biteceği çok iyi bilinmelidir!

104 yıl önce Atatürk sayesinde egemenliğine kavuşan Türk Ulusu; 44 yıllık iktidarı döneminde tüm askeri ve sivil yetkileri elinde toplayarak, beş yüz yıllık Roma Cumhuriyeti’ni aşama aşama mutlak bir imparatorluğa dönüştüren despot Gaius Octavianus (Augustus) heveslilerine geçit vermeyeceğini ve Laik-Demokratik Cumhuriyetin, Atatürk’ün dilediği gibi yüreğinde kök saldığını kanıtlamış bulunuyor.

Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük yapıtına sahip çıkan bütün yurtseverleri içtenlikle alkışlıyor, tüm Türk ulusunun “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı içtenlikle kutluyor,
Büyük Atatürk’e bitimsiz gönül borcumuzu sunuyor ve Anıtkabir ışıklarla dolsun diliyoruz.