Deprem felaketi, Türkiye siyasetini de derinden etkileyecek gibi görünüyor. Sadece yer altındaki tektonik faylar değil, yer üstündeki toplumsal faylar da kırılmış durumda. Ülkenin yaklaşık beşte birini enkaz altında bırakan deprem, asıl afetin İslamcı-faşizan iktidar olduğunu gözler önüne serdi. Bir ortaçağ arızası olan inanç merkezli bilgi anlayışının egemen olduğu kamu yönetiminin iflas ettiğine toplumun büyük kesimi tanık oldu. Bu bağlamda, geçen pazar günü yayımlanan “Silkelense düşecekler” başlıklı yazımda ileri sürdüğüm tezlere devam ediyorum.
Ağır bir yenilgiye doğru sürüklenen İslamcı hareketin tutunmaya çalıştığı son iktidar sütunları da gürültüyle çöküyor. Ancak, bu tablo AKP’nin ve ortağı MHP’nin iktidarı direnmeden terk edip muhalefete bırakacağı anlamına gelmiyor. Tam tersi olacaktır. İktidar, eline geçirdiği devlet gücünü bırakmamak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Durumun farkında olan iktidar, toparlanmaya ve inisiyatifi yeniden ele geçirmeye, yeni bir algı operasyonu ve psikolojik harp hazırlığı yapmaya, bu bağlamda bağımsız medyayı susturmaya yönelik adımlar atmaya çalışıyor. Bu nedenle, ilk görev olarak AKP’nin ve dinci-faşizan blokun toparlanmasına izin verilmemelidir.
Türkiye deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da zamanında yapılıp yapılmayacağı belli olmayan seçimlere doğru –deyim uygunsa– sürükleniyor. Eğer Erdoğan-AKP iktidarı, seçimleri kaybedeceğini görürse, hiç kuşku yok ki, bu sonuçtan kaçmak için her yolu deneyecektir. İlk deneyeceği yöntem ise, Yüksek Seçim Kurulu dahil, seçim kurulları marifetiyle, sandık sonuçlarını değiştirmek, halkın ortaya çıkacak iradesini çalma girişimi olacaktır. Siyasal İslamcılar için “milli irade” kendi dar ideolojik programlarını desteklemek için verilen oylardan ibarettir. Gerisinin bir önemi ve değeri yoktur. Milletin geriye kalanı, zorla ya da rızayla “hak yoluna sokulmayı bekleyen” günahkârlardan oluşur, o kadar.
Israrla vurguladık; AKP klasik bir muhafazakâr ya da merkez sağ parti değildir. Cumhuriyet’i yıkmayı hedefleyen siyasal İslamcı ve faşizan hareketin ülkeye el koymuş örgütlü bir ifadesidir. Bu nedenle, rejim değişikliğini sonuna kadar zorlamadan, “kutlu dava” dedikleri hedefe bu kadar yaklaşmışken son bir hamle daha yapmadan geri çekilmeyecekleri kesindir.
İKTİDARIN GÜCÜ ve KORKUSU
İslamcı hareket, iktidarı bir kez yitirirse bir daha böyle bir tarihsel fırsat yakalayamayacağını görüyor. Dahası, kendilerine yönelecek bir hesap sorma dalgasının altında ezilerek, ele geçirdikleri bütün mevzileri kaybedeceklerinden de korkuyor. Bu korkunun ima ettiği sonuçlar bütünüyle gerçekleşir mi gerçekleşmez mi, kestirmek güç. (AS: Yüce Divan’a yollamak için 400 MV gerek!) Çünkü bunun gerçekleşmesi esas olarak AKP sonrası iktidarın niteliğine, yani radikallik düzeyi ile cumhuriyetçi ve halkçı karakterinin belirgin olup olmamasına bağlı. Ancak öyle görülüyor ki, bu korku, AKP iktidarına bir çılgınlık yaptıracak kadar derin ve travmatik bir nitelik taşıyor.
Diğer taraftan, paradoksal olarak gerici-faşizan iktidarın bütün kamu gücünü elinde tuttuğu, denge ve denetim kurumlarını tasfiye ettiği, kurumsal bakımdan kendilerine “dur” diyecek bir kurum bırakmadığı, dolayısıyla istediği her şeyi yapacak kadar çok güçlü göründüğü… mevcut koşullarda, gerçek tablo tam tersidir. Erdoğan-AKP iktidarı büyük bir hızla gücünü ve ülkeyi yönetme yeteneğini kaybediyor.
Merkez sağ siyaset havzasının, tarihsel sahipleri tarafından yeniden doldurulmaya başlanması nedeniyle, AKP iktidarının dayandığı tek güç olan toplumsal desteği de hızla eriyor. Kamuoyu araştırmaları AKP oylarının, geleneksel İslamcı tabana, diğer bir ifadeyle dinci çekirdek kesimlere doğru daraldığını ortaya koyuyor. AKP iktidarı, Rusya dışında bütün dış desteğini de yitirmiş görünüyor.
Eğer muhalefet yaşamsal bir hata yapmazsa, AKP’nin bir daha siyasal ömrünü uzatması zor görünüyor. Öyle ki; AKP iktidarının bir ganimet gibi gördüğü Cumhuriyet Türkiye’sinin zenginliklerini yağmaladığını biliyoruz; işte bu yağma düzenine ortak ettiği muhafazakâr ve yandaş sermaye kesimleri bile, toplumsal bir depremin enkazı altında kalmaktan korkuyor. Bu nedenle AKP’den uzaklaşmanın yollarını arıyor.
TÜRKİYE’NİN ÜÇ YOLU
Fantastik bir teori gibi görülebilir, ama yine de söyleyeyim; AKP (ve MHP) gerçekte iktidarı kaybetmiş görünüyor. Fiili durum bu. Gelgelelim, Türkiye’nin sol dahil, ilerici ve geleneksel muhalefet güçleri bu durumun tam olarak farkında değil. İşin kötüsü, iktidar da kaybettiğini göremiyor. Oysa tablo açık; ortada her tarafı dökülen, silkelense düşecek rüküş bir iktidar var. Ancak, tam da bu nedenle, saldırgan olabilecek ve kötülük yapmaktan kaçınmayacak bir iktidar bu. Dolayısıyla işi hafife almadan, bütün muhalefet güçlerini birleştirerek dikkatle, kararlılıkla ve cesaretle mücadele edilmesi gereken bir iktidar.
Türkiye’nin önünde fazla yol yok. Seçimlerden sonra ya AKP iktidarının aşırılıklarının törpülendiği, toplumdaki tansiyonu düşürecek ve Cumhuriyetin bozulan yapısının kısmen de olsa onarıldığı demokratik bir restorasyon dönemi yaşanacak ya da siyasal İslamcılar ve ortaklarının her türlü çılgınlığı yaparak (darbe, iç çatışma vb.) iktidara yeniden el koyup, ülkeyi sürükleyecekleri dinci-faşist bir diktatörlük olacak. Elbette, şimdilik zayıf da olsa bir üçüncü yol daha var: Türkiye’nin aydınlanmacı, cumhuriyetçi ve sol güçlerinin geniş ittifakına dayanan –burada “geniş ittifak” kavramı önemli– halkçı, laik ve kamucu bir atılım gerçekleştirilecek.
Eğer Erdoğan-AKP yönetimi seçimden istediği sonucu alamaz ve direnmeye yönelirse, hiç kuşkusuz ülkenin, niteliği ve sonuçları kestirilemeyecek yıkıcı bir kalkışma, iç savaş vb. gibi, her türden olasılığa açık bir kaos (karmaşa) ortamına sürükleneceği öngörülebilir. Ancak, AKP iktidarının seçimi kaybetmesi halinde (yitirmesi durumunda), sanıldığı gibi etkili bir direnme gücü de yok. Kaybeden bir siyasal güç için hayatını ve geleceğini ortaya koyacak pek fazla kişi ve çevre olmayacaktır.
Sonuç olarak; gericilik ile hesaplaşmasını tamamlayamayan ve devrimini yarım bırakan toplumların karşılaştığı tarihsel ve sosyolojik bir sorunla boğuşuyoruz. Ancak, teolojik literatüre yönelik eleştirileri uzunca bir süredir geri çeken “modern” Türkiye, yolun sonuna gelmiş durumda. Artık böyle devam edemez.
Söz konusu dinsiz DİNCİ FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜ ve destekcilerini teşhis, teşhir, tel’in eden ve bu diktatörlüğe karşı olan BÜTÜN MUHALEFET GÜÇLERİNİ BİRLEŞTİREREK DİKKATLE, KARARLILIKLA VE CESARETLE MÜCADELE öneren her tümcesi ve sözcüğü MUHTEŞEM VE MÜKEMMEL bir yazı. Çok değerli yazarı ünlü ve cesur gazeteci, yazar, yayıncı, yönetmen ve siyasal bilimler doktoru sevgili Merdan YANARDAĞ’a en yürekten tebrikler, derin saygılar, en iyi dilekler, yeni başarılar, büyük umutlar.