Erinç Yeldan
05 Ağustos 2020, Cumhuriyet
- Dövizin fiyatının ucuz kılınması on yedi yıllık AKP hükümetlerinin en önemli kaygısı olageldi. Dövizin fiyatının (Dolar ya da Avro kurunun) ucuzluğu bir yandan tüketim talebini kamçılayarak genişleyici bir konjonktür yaratıyor, bir yandan da ithal edilen ara ve yatırım mallarının fiyatlarını ucuzlatarak, enflasyonist baskıların hafifletilmesi işlevi görüyordu. Yerli sanayinin çökertilmesi ve işsizliğin yapısal olarak kalıcı hale dönüştürülmesi pahasına yaratılan bu sanal genişleme, AKP’nin ekonomik mucize öyküsünün temelini oluşturmaktaydı.
AKP iktidarının ilk dönemi her ne pahasına döviz anlayışına sadık kalarak, bir yandan kamu mallarının (ve arazilerin) uluslararası ve yerel tekellere özelleştirme adı altında satışı, bir yandan da küresel mali piyasalara çok yüksek oranlı faiz getirisi sunarak geçildi. Küresel ekonomide ABD’nin dış ticaret açıklarına dayalı coşkulu bir genişleme döneminin yaşandığı ve mali piyasalarda finansal köpüklerin oluştuğu bu sanal dünyada, AKP yüksek faiz getirisi sunarak sıcak para akımlarını ulusal piyasaya yönlendirmeyi başarmıştı.
Bu sanal genişleme dönemi boyunca doların fiyatı, bizim hesaplarımıza göre, reel olarak %70’e yakın ucuzlamış ve Türkiye bir ucuz ithalat cennetine dönüştürülmüş idi. Yükselen piyasa ekonomisi olarak yabancı sermayenin en gözde ekonomilerinden birisi haline dönüştürülen Türkiye, kalıcı ve çok yüksek “cari işlemler açığı” sorunu ile bu dönemde tanıştı.
Ne var ki 2008/09 küresel finansal krizi bu oyunun artık sonuna gelindiğini gösterdi. Yabancı sermayenin en gözde ekonomisi olan Türkiye, en kırılgan ve dolayısıyla krize de en yatkın ekonomi olarak değerlendirilmekteydi. 2009 sonrasında artık dövizi ucuzlatmak mümkün olmadı; ulusal ekonomi daralma içine sürüklendi. Krizi ertelemek için önce kredi garanti fonu, sonra Merkez Bankasının politika faizinin düşürülmesi, daha sonra da kamu bankaları aracılığıyla kredi miktarının genişletilmesine çalışıldı. Sonuç daha yüksek enflasyon, daha pahalı döviz ve artık sıcak para girişleriyle canlandırılmaya koşullandırılmış reel ekonominin ve istihdamın çökertilmesi oldu.
Yabancı sermaye açısından…
Bütün bu öykünün bir de “yabancı” finans sermayesi boyutu var kuşkusuz. Türkiye’yi yükselen bir piyasa ekonomisi olarak bir spekülasyon cennetine dönüştüren bu adımların uluslararası sermaye açısından izdüşümü “finansal kâr”, yani net faiz geliriydi.
Uluslararası finansal yatırımcının dilinden konuşursak, söz konusu net faiz geliri, Türkiye’de sunulan faiz oranı ile döviz kurundaki aşınma (eski kavramlaştırmayla devalüasyon) arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Uluslararası finans sermayesi Türkiye’deki işlemlerini elde edeceği spekülatif net finansal getiriye duyarlı olarak sürdürecektir. Aşağıdaki grafikte söz konusu getiri düzeyinin aylar itibarıyla seyri sergilenmekte.
Türkiye’nin yükselen piyasa ekonomisi olarak sıcak para akımlarını bir cazibe merkezi olarak çekmeyi başardığı 2003- 2008 döneminde sunmakta olduğu finansal getirinin düzeyi dönem dönem %50’yi aşmakta idi. Bu dönemde Türkiye’ye yönlendirilen sıcak paraya dayalı döviz bolluğu, reel sektörlerde gerileyen üretkenlik (22 Temmuz tarihli yazımız), yapısal işsizlik ve derinleşen kırılganlıkları örtbas ediyor, sanal ve sürdürülemez bir büyüme öyküsü yaratıyordu.
Ancak, yerçekimi yasalarının hiçe sayıldığı bu sanal büyüme süreci, 2009 küresel finans krizi sonrasında şekillenen yeni uluslararası dengelere ayak uyduramaz hale gelecek ve dövizin aşınması sonucunda yabancı sermayenin elde edebileceği net spekülatif finansal getiri önce sıfırlanacak, sonra da eksiye dönüşecektir. Sonuç ise bir türlü yabancı sermaye girişlerinin canlandırılamamasıdır. (Ekonomi dışı siyasi etkenleri bu işlemde şimdilik söz konusu etmiyoruz).
AKP “ekonomi idaresi” bu durum karşısında paniğe kapılmış ve her ne pahasına dövizi ucuz tutmak ve sermaye çıkışını durdurmak için rastgele, plansız programsız bir dizi “örtülü” sermaye kontrolünü devreye sokmuştur. Bir yandan da bir zamanlar baş tacı edilen uluslararası finans sermaye şebekesi şimdi düşman olarak gösterilerek, Türkiye’nin spekülatif saldırı altında olduğu teması öyküye eklenmektedir.
Sonuç ortadadır. Türkiye tahrip edilmiş ekonomi bürokrasisi, deneyimsiz kadroları ve irrasyonel kararları ile zaman yitirmektedir.