30 Ağustos’un Anlamı ve Günümüz

Dostlar,

Cumhuriyet Tarihi uzmanı dostumuz ayın Prof. Dr. Ünsal Yavuz’un “30 Ağustos’un Anlamı ve Günümüz” başlıklı çalışması derinlikli bir irdeleme içeriyor..

Özellikle AP (Avrupa Parlmentosu) kararlarının – istemlerinin Sevr koşullarından farksızlığı çok çarpıcı bir sorgulama..

Ergenekon – Balyoz – Hasdal vb. tertiplerine yapılan “araçsallık” göndermesi de..

Barı’nın, 93 yıl sonra Sevr’i parça parça uygulama planı ve bu amaçla ülkemizde işbirliği yapabilecek siyasal kadrolar bulabilmeleri ise daha da
hüzün verici..

  • Türkiye, bir kez daha bu lanetli neo-emperyalist saldırıyı savuşturmak zorunda..

Sevgi ve saygı ile.
İstanbul, 31.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================


30 Ağustos’un Anlamı ve Günümüz

portresi_genc


PROF. Dr. ÜNSAL YAVUZ

 

 

Atatürk Büyük Söylev’inde 30 Ağustos Utkusu’nu şöyle değerlendirmektedir:

  • “ Her evresi ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve utkuyla sonuçlandırılmış olan bu harekât, Türk Ordusu’nun, Türk subaylarının
    ve komuta kurulunun 
    yüksek güçlerini ve yiğitliklerini tarihte bir daha saptayan ulu bir yapıttır.”

Türk Ordusu ve onu yöneten her düzeydeki komuta kademesi ve subaylarını özenle seçtiği sıfat ve sözcüklerle hak ettikleri en üst düzeyde nitelendiren ve onurlandıran Mustafa Kemal Paşa devam ediyor :

‘Bu yapıt, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz anıtıdır.
Bu yapıtı yaratan bir ulusun çocuğu, bir ordunun Başkomutanı olduğum için sevincim ve mutluluğum sonsuzdur’ (Atatürk, Söylev, C.II., s. 903.)

Özgürlük ve bağımsızlığına düşkün olan Türk ulusunun çocuğu olmaktan
duyduğu mutluluğu ifade ettiğini zaten biliyoruz.

Osmanlı Devleti’nin Çöküşü 

XVI. yüzyılın son çeyreğinde, idarede ve ekonomide başlayan sorunlar,
bunu izleyen yüzyıllarda koskoca imparatorluğu önce duraklama sonra gerileme sürecine sokmakta gecikmemiştir. Osmanlı aydınları ve devlet adamları, bu sorunlar karşısında çeşitli çözümlemelere başvurmuşlardır. Ancak, hastalığa konulan tanı yetersiz olduğu için çözümlemeler göreceli olmuş ve beklenen sonucu vermemiştir. Özellikle, XVII. yüzyılın başlarından itibaren medreselere getirilen Arap ulemanın eğitimde yaptığı olumsuz etkiler, akli bilimlerin yerini nakli bilimlerin alması, kaderciliğin yaygınlaşması, geleneklerden yana olan çevrelerin yenileşme girişimlerine karşı giderek artan tepkileri, tutuculuğun yaygınlaşması, devletin üzerinde yükseldiği teokratik felsefenin devletin tüm kurumlarında ağırlığını hissettirmesi, çağdaş uygarlık dünyasının izlenmesinde en büyük engeli oluşturan
iç nedenler olarak karşımıza çıkmaktadır.

XIX. yüzyılda ağırlaşan sorunların üstesinden gelmekte zorlanan Osmanlı yöneticileri Batı kaynaklı çözümlemelere sığınmak zorunda kalmıştır. Özgürlükçü açılımları beraberinde getiren 1839 ve 1856 Fermanlarını dayatmacı bir biçemde batılıların önerdiği anımsanmalıdır. Hele 1856 yılında Paris’te toplanan konferansa “hükümranlık haklarını ve toprak bütünlüğünü Avrupa hukuk sistemi içinde koruyabileceği” yolunda “hasta adam” dedikleri Osmanlı Devletini aralarına davet edenlerin yine aynı Batılılar olduğu da unutulmamalıdır.

Bütün bu sosyal ve kültürel ağırlıklı gelişmelerin yanı sıra ekonomik yayılmacılığı da ustaca devreye sokmakta duraksama göstermeyen batılılar, şirketleri eliyle sanayi ürünlerini Osmanlı pazarlarına sokarak kendi sanayilerinin gereksinim duyduğu ülkenin hammadde kaynaklarını, elde ettikleri ticari ayrıcalıklarla ülkelerine taşırken, öte yandan biriken sermayelerini de hazinesi boşalmış,
borç para arayan Osmanlı yönetiminin emrine yüksek faizlerle vermişlerdir.

Sonuç, Osmanlı maliyesi ve ekonomisinin yabancı denetimine girmesidir.
Başka bir söylemle Osmanlı Devleti’nin yarı sömürgeleşmesidir.
Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi’nin kurulması devletlerarası rekabetin beraberinde getirdiği I. Dünya Savaşı felaketi ve Osmanlı Devleti’ni siyasal bir varlık olmaktan çıkaran Mondros Ateşkesi ve bunu pekiştiren Sevr Antlaşması yukarıda yazılan oluşumların birbirini tamamlayan doğal sonuçlarıdır. Böylece batılı devletler, yüzyıllardır hayaliyle yaşadıkları “Doğu Sorunu” nu
artık bitirdiklerine kendilerini inandırmışlardır.

Ulusal Bağımsızlık Savaşı

İşte tam noktada ve hiç beklemedikleri bir anda Çanakkale savaşlarında olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde ulusal boyutta Bağımsızlık Savaşı ile karşılaşmışlardır. Bu Sanayi Devrimi’ni tamamlamış, silah teknolojisinin doruğunda ürünlere sahip batılı emperyal güçlerle, yoklukların ve sefaletin kol gezdiği, sömürgeciliğin altında ezilen doğulu toplumların ön saflarında yer alan Türklerin bir bilek güreşi, bir başkaldırışı ve dur deyişidir. Bu bir varoluş mücadelesidir ve ikinciler lehine sonuçlanmıştır.

Türk Tarihini Tetkik Encümeni tarafından 1834’te yayınlanan tarih serisinin
4. cildinin 56.sahifesinde İstiklal Savaşı’nın niteliği şu tanımla açıklanmaktadır:

  • İstiklal Savaşımız; doğunun dini, sosyal, siyasal baskısı ile batının siyasal ve ekonomik zorbalığından arınmış tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurma yolunda verilen mücadeleler bütünüdür.

Bu onurlu savaşın iki boyutu vardır. 1919-22 arasında gerçekleşen boyutu, Cumhuriyet tarihimizin silahlı mücadele aşamasını oluşturur. İkinci boyut 1922-37 arasında gerçekleşecek olan ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulup çağdaş, evrensel değerler çevresinde yapılanmasıyla tamamlanacaktır.
Bu yine inançlı ve özverili bir mücadeleyi zorunlu kılmıştır. Her iki boyutu tarihsel derinliği içinde değerlendirirsek:

Birincisi, Batı’nın yüzyıllar boyunca uyguladığı politikalar sonunda ülkede yerleşmiş olan siyasal ve ekonomik yayılmacılığın kırılması batılı sermaye ve şirketlerin son kalıntılarının defedilmesi yolunda dışarıya el avuç açmadan yerli sermaye, emek ve teknoloji ile gerçekleştirilen ulusal kalkınma atılımları sonucunda sanayileşen ve kendine yeterli olan Türkiye gerçeğini;

İkincisi ise yüzyıllar boyunca izlenen yanlış politikalarla ülkede kurumlaştırılmış olan doğunun dinsel, sosyal ve siyasali baskısının kaldırılarak yerlerine özün sahip olduğu niteliklerine bir zarar vermeden çağdaş, evrensel değerler ekseninde yeniden yorumlanmasını ve şekillenmesini ifade etmektedir.

Çünkü gericiliği, tutuculuğu, çağ dışılığı beraberinde getiren bu yapıyı kırmak,
onun yerine evrensel değerlerle donanmış çağdaş ve modern Türkiye’yi kurmak gerekiyordu. Ancak bu değişim hiç de kolay olmamış beraberinde birçok tepki ve engeli getirmiştir.

Sonuç olarak 30 Ağustos Utkusu Cumhuriyet Tarihimizin yalnızca Batıya değil Doğuya karşı verilen var oluş mücadelesinin önemli bir dönemeci, kilometre taşıdır. Her ulusal bayramımızı toplumun bir kesimine armağan eden Atatürk,
30 Ağustos Utkusunu göz bebeğimiz şanlı ordumuza armağan etmiştir.

Bugün ne garip rastlantı ki, hem Batıya hem de Doğuya ve de onların içimizdeki işbirlikçilerine yeniden mücadele etmek durumunda kalıyoruz. Kanımca bugün gündemdeki soru şu olmalıdır :

  • Bağımsızlık Savaşı neden verildi ?!…

91. yıldönümünde genel görünüm

Bugün yine yüz yıl önceki Batılıların torunları aynı amaca yönelik ancak farklı yöntemlerle üzerimize geliyorlar. Adeta yarıda bırakmak zorunda kaldıkları
Sevr projesini usul usul gündeme oturtuyorlar.

AB Parlamentosu kararlarının Sevr Antlaşması koşullarından farkı nedir?

-Lozan’da bitirilmiş olan ulusal sorunlarımız tekrar uluslararası politikanın gündemine ustaca oturtulmaktadır,
-Devletçilik politikasının ürünleri olan, temellerinde öz emek, öz sermaye, öz teknolojinin bulunduğu ve ürünlerini duygulanarak tükettiğimiz anıtsal eserler anlamsız ama amaçlı sözde neoliberal özde neokapitalist ve neoemperyalist politikalara yem ediliyor, Bağımsızlık Savaşı öncesinde olmayan sanayi nedeniyle bütün iç pazarlarımız yabancı sanayi ürünlerine ve lüks tüketim mallarına teslim edilmişti,

  • Bütün bu işbirlikçi politikaları gören toplumu uyarmak isteyen Atatürkçü yurtsever aydınlardan oluşan devlete, rejime ve cumhuriyete sahip çıkma kararlılığındaki direnç odakları sivil-asker ayırımı yapılmaksızın,
    yapay senaryolarla Silivri, Hasdal vb. yerlerde tutuklanarak susturuluyor.

Aynen Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusan’ ın dağıtılmasıyla mebusların yanı sıra işgalci yüksek komiserlerin ve Damat Ferit’in hazırladığı listelerde yer alan yurt severlerin asker-sivil ayırımı yapılmaksızın tutuklanarak Malta’ya sürgün edilmeleri gibi.

Büyük Atatürk’ün şanlı ordumuzla ilgili yukarıdaki satırlara aldığımız nitelendirmelerine bir de bugün reva görülen uygulamalara ve suçlamalara bakınız.

-Demokrasi aldatmacası arkasında demokrasinin vazgeçilemezleri olan çoğulculuk, katılımcılık, çok seslilik, kuvvetler ayrılığı ilkesi siyasal otoritenin denetimi altına alınırken; özgürlükçülük aldatmacası arkasında izleme, dinleme, korkutma politikaları iktidarın üniformalı veya sivil vurucu çeteleri eliyle temel hak ve özgürlükler rafa kaldırılarak halk sindirilmeye çalışılıyor.

İktidar ve yandaşları;

 – dini olabildiğince çarpıtıp kullanarak
– halkı inanç ve etnik köken açısından bölerek ve yek diğerini ihbar etmeye yönlendirerek ulusal birlikteliği bozmakta duraksama göstermiyorlar.

Cumhuriyetin 100. yılına doğru ilerlerken, Atatürk Türkiyesi’ni yöneten kadroların; etrafta Sevr projeleri uçuşurken, kendi kafalarındaki çağını çoktan doldurmuş modeller doğrultusunda ülkeyi hızla yıkıma doğru götürürken,
koltuklarını korumak pahasına emperyal güçlerin bölgesel çıkarlarına kulluk ederken ve yukarıdaki örnekleri daha da zenginleştirmek olanaklı iken.. İstanbul hükümetinin 91 yıl önce ülkeyi getirdiği ortamdan bir fark var mı?

Bugün akılları Müslüman Kardeşlere takılıp kalmış olanların Atatürk’e ve O’nun eşsiz eseri laik ve demokratik Cumhuriyet’imize ve kurumlarına
sahip çıkmaları beklenebilir mi?

Prof. Dr. Ünsal Yavuz
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir