TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN GENETİĞİ ve
GELENEKLERİ ile OYNAMAYIN;
TÜRK MİLLETİNİ ORDUSUZ ve SAVUNMASIZ BIRAKMAYIN
(AS. Bizim değerlendirmemeiz yazının altındadır..)
İstanbul Barosu olarak, Anayasal sisteme ve devletin varlığına yönelik vahim kalkışmada başından beri birlik ve beraberlik çağrısı yaptık. Siyasal iktidarı soğukkanlılık, devlet aklı, hukuk ve demokrasi eksenli duyarlılığa davet ettik.
Siyasal iktidarın, halk arasında oluşan ulusal birlik ve dayanışma ruhunun sürmesini sağlayacak bir tutum ve uygulama içinde olmadığını üzülerek gözlemlemekteyiz. Devletin ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin yeniden yapılandırılması söylemi ve bu doğrultudaki düzenlemelerle amaçlananlara ilişkin kuşkularımızı kamuoyu ile paylaşmayı zorunlu görmekteyiz.
Öncelikle vurgulamak ve dikkat çekmek istediğimiz husus, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinden kaynaklanan temel dinamiklerinin, dönemsel güç dengelerine göre değişmezliğidir. Bu anlamda ulus devletten, tekil (üniter) yapıdan, uygar dünyadan, çağdaş demokrasiden yana kesin tercih, teokratik rejim niyetlerini stratejik tehdit olarak görme Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı çizgileri olagelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sistematiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, devletin varlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, Anayasal rejime yönelik iç ve dış tehditlere karşı caydırıcı bir rejim dinamiği olarak tasarlanmıştır. Ordu, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Nizam-ı Cedit’ten günümüze uzanan süreçte ülkenin modernleşmesinin, çağdaşlığın, askeri alanın dışına taşarak toplumun genelini kapsayan çağdaş atılımların temel dinamiklerinden biri olagelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın (1919-22) asker ağırlıklı önderleridir. Bu nedenle halkımız, kendisini tutsaklıktan kurtaran, işgalcileri kovan, devlet kuran Ordusuna saygı ve güvenini başından beri sürdüregelmiştir. Ordu’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet sistematiği içinde önerileri dikkate alınan, yaşamsal konularda görüşlerine başvurulan, özelikle dış tehditlere karşı Türkiye’nin elini güçlendiren saygın bir kurum olmasının arka planı üzerinde düşünülmelidir. Sözü, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğüne ve rejime karşı üniformalı şakirtlerin Paralel Kalkışmasının suçunun Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsallığı üzerine yıkarak, fırsattan yararlanarak Ordu’nun temelli tasfiyesini hedefleyen girişimlere getirmek istiyoruz:
Türk Silahlı Kuvvetleri‘nin hiyerarşisini, geleneksel konumunu, rejim içindeki ağırlığını ve saygınlığını son derece olumsuz etkileyecek olan düzenlemeler, Darbenin tozu dumanı arasında çıkarılan KHKler ile oldubittiye getirilmiştir. Ordu’nun bundan sonra darbe yapamayacak duruma getirilmesi söylemine sığınarak; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarsızlaştırılması ve sıradanlaştırılması, ülke bütünlüğünü hedefleyen iç ve dış hasımlar karşısında hiçbir caydırıcılığının kalmaması sonucunu doğuracak düzenlemeler yapıldığı giderek daha belirgin duruma gelmektedir. Ortak akıl ve uzlaşıya dayanmadan, TBMM’yi devre dışı bırakarak, doğuracağı vahim sonuçlar hesap edilmeksizin, konjonktürü fırsata çevirme aceleciliği ile Ordu’nun, devlet aklının belirlediği rejim için güvence, sistem için denge konumunu alt üst edecek “panik” düzenlemelere gidildiğini, Ordunun genetik yapısı ve gelenekleri ile oynadığını kaygı ile izlemekteyiz.
Bu çerçevede yürürlüğe sokulan KHK (AS 668 sayılı) ile askeri eğitim sistemi, emir komuta zinciri ile ilgili kökten kararların alındığı, son derece olumsuz sonuçlara, ulusal güvenlik açısından ciddi zaaflara yol açabilecek biçimde yapısal değişikliklere gidildiği görülmektedir. Buna göre askeri okullar kapatılmakta, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmakta, Yüksek Askeri Şura’nın yapısı değiştirilerek, askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredilerek “sivilleştirilmekte”, Harp Okullarının ana kaynağı olan askeri liseler kapatılmakta, sivilleşme bahanesiyle Ordu’nun geleneksel disiplin kültürü içinde yetişmiş nitelikli subay kaynağı yok edilmektedir. Her yurttaş için milli yükümlülük olan, ülkenin değişik yörelerinden gelen halk çocuklarının kaynaştığı, millet olma duygusunun pekiştiği asker ocağının yerine konulacak uzman ordu ile askerlik, iş arayanların istihdam edileceği bir hizmet sektörü haline getirilmek istenmektedir.
Genelkurmay Başkanı’nın Kuvvet Komutanları arasından seçilmesi uygulaması kaldırılmakta, Cumhurbaşkanı ve Başbakana gerekli gördüklerinde Kuvvet Komutanları ve bağlı kişilere doğrudan emir verebilme yetkisi getirilmektedir. Bunlara ek olarak Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanlığına bağlanması planlanmaktadır. Bu “panik” düzenlemeler, kimi çevrelerin bilerek ya da bilmeyerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsal kimliğini, yapısını hedef alan, saygınlığını, toplum katındaki algı ve güvenilirliğini zedeleyen söylemlerin yaşama geçirilmesi dışında bir yarar sağlamayacağı gibi; çok ciddi güvenlik sorunları ve zafiyetleri yaratacaktır.
Gerçekten :
1) Kezlerce dile getirdiğimiz gibi, 15 Temmuz kalkışmasında bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri değil; içine sızmış, sızdırılmış, çöreklenmiş dış destekli, emperyalizmin maşası bir çetedir. TSK ise Türk Milleti ve Türk Polisi ile birlikte bu kalkışmayı önlemiştir. Bu nedenle paralel kalkışmanın faturası TSK’ya çıkarılamaz, yapısı ve genetiği ile oynamak için 100 yılın altın fırsatı olarak görülemez.
2) Yaşanan vahim kalkışmadan sonra elbette ki Oordu içinde kimi önlemlerin alınması gereklidir. Ancak bu önlemler aceleci olunmadan, geniş bir değerlendirme ve katılımla, sonuçları iyi hesap edilerek yapılmalı, sürece TBMM ve tüm ilgililer katılarak ortak devlet aklı ile hareket edilmelidir. Siyasal iktidarın TBMM’yi ve ilgilileri devre dışı bırakarak tek başına, üstelik bir KHK ile bu düzenlemeleri yapması son derece yanlış, ve sakıncalıdır.
3) Ordunun “sivilleştirmesi” ve ordu üzerinde “sivil kontrol”kavramları üzerinden yapılan bu düzenlemelerin, öteden beri Avrupa Birliği ve bazı “Sivil Toplum Kuruluşları”(!) raporlarındaki önerilerle neredeyse birebir örtüşmesi kuşku ve kaygımızı artırmaktadır.
4) Bu düzenlemelerle birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gelenekleri ortadan kaldırılmakta, genetik yapısı bozulmakta, emir-komuta zinciri, birliği, disiplin mekanizması, tarihsel dokusu tahrip edilmekte, sıradanlaştırılmakta, siyasal etkiye açılmaktadır. Bu şekilde gerçekleşen yapısal bir “değişiklik” olmayıp “tahribattır”.
5) Önemle belirtmek isteriz ki; 15 Temmuz kalkışmasının nedeni TSK’nın teşkilat yapısı değil, izlenen yanlış politikalar, göz yummalar, kimi önlemlerin zamanında alınamamış olmasıdır. Kaldı ki; sivil okullardan Ordu’ya alımlar yapılacak olduğu kolullarda, bu karanlık yapının “sivil” okullarda kadrolaşmadığı ileri sürülemeyeceği gibi, Cumhuriyetin değerlerini benimsemeyip onu ortadan kaldırmak isteyen, emperyalizmin güdümünde veya onunla işbirliği yapan başka bazı cemaat ve benzeri yapıların TSK’ya daha kolay sızmasının da önü açılacaktır.
6) Hal böyleyken Türk Silahlı Kuvvetleri; “sivilleşme” ve “sivil kontrol” adı altında, sürekli darbe düşünen bir yapı olarak gösterilerek gerçekleştirilen algı operasyonlarına bağlı olarak etkisizleştirilmekte, işlevsiz kılınmakta, tümden siyasi iktidarların denetiminde bir “polis” veya “zabıta” gücü durumuna dönüştürülerek, itibarsızlaştırma operasyonları kapsamında etrafı kalıcı olarak “çöp kamyonları” ile kuşatılarak ülke savunması tehlikeye atılmaktadır.
7) Tüm bu düzenlemeler, kalkışmanın en önemli amaçlarından birisinin Türkiye’nin parçalanması bakımından en önemli engel olarak görülen TSK’ni zayıf düşürmek olduğu kuşkusunu güçlendirmekte, emperyalizmin ülkemiz üzerindeki oyunlarına katkı sağlamaktadır.
Mehmetçik, Mehmetçik olarak; polis polis olarak kalmalıdır.
Ordunun“polisleştirilmesi”, polisin “ordulaştırılması” son derece hatalı ve tehlikeli sonuçlara yol açacaktır. Bunlar birbirlerinin “alternatifi”, “karşıtı” kurumlar olmayıp, bir bütünün parçaları, Türk milletinin savunma mekanizmalarıdır. Ancak farklı konum ve işlevlere sahiptir. Ordu ile polisin, Ordu ile milletin karşı karşıya getirilmemesi, bunlar üzerinden siyasal hesapların yapılmaması gerekir.
8) Gerçekten, yaşadığımız coğrafyada, özellikle emperyalizmin Türkiye’yi bölme, parçalama planları, terör tehdidi ve kuşatması, ayaklanma provaları dikkate alındığında güçlü bir Ordu, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk milletinin en büyük güvencesidir. Güçlü ordusu olmayan bir Türkiye, varlığı ve birliği bakımından büyük tehlike altına girecektir. Yine bu değişikliklerin Ordu’nun terörle, iç ve dış tehditlerle mücadelede etkinliğini, şevkini, azmini olumsuz yönde etkileyeceğinden, Ordu’nun yerleşik sisteminin felce uğratılacağından, Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanlarında cesaret ve cüret yaratacağından kaygı duymaktayız.
Sonuç olarak; devletin ve ordunun yeniden yapılandırılmasında günlük, kısa vadeli siyasi amaçlarla hareket edilmemelidir. Oluşan birlik ve bütünlüğü zedelemeden, devlet aklı ve soğukkanlılığı ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve uzmanların görüşleri dikkate alınarak, O’rdunun dönemsel siyasetten etkilenmeyen kurumsallığını, caydırıcılığını bozmaksızın bir yaklaşım sergilenmelidir. Atatürk’ün 29 Ekim 1938 tarihli son mesajıyla;
- “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan ve her zaman zaferle beraber medeniyet nurları taşıyan Kahraman Türk Ordusu!
Memleketini, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan, Cumhuriyet’in bu günkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.”
Cümleleriyle tarihi sorumluluğunu hatırlattığı Türk Ordusu’nun kurumsallığına ve itibarına yönelik tasfiyeci tutuma ilişkin kaygılarımızı kamuoyuna saygıyla duyururuz. (10.08.2016)
İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI
===================================
Dostlar,
İyi ki varlar.. Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul Barosu.. Ülkemizin bu zor ve dar döneminde gerçekten son derece sağduyulu, ağırbaşlı ve hukuk temelli değerlendirmeler ve çözümler üretiyorlar. Onlara şükran borçluyuz.
AKP ve Erdoğan gerçekten bu ciddi darboğazı aşmakta kararlı ve iyiniyetli ise, toplumun sağlıklı seslerine kulak kabartmak zorundadır. Dahası, demokrasinin katılımcılık ve çoğulculuk ilkeleri ancak böyle işletilebilir. Yok “ben seçim kazandım, istediğimi yaparım..” denilirse başımız beladan kurtulmuyor.. Nitekim AKP – RTE ikide bir “kandırıldık, yanıldık”.. demekteler. Bu kabul edilemez bir demokrasi hazımsızlığı ve kibir, kendini beğenme hatta megalomani durumudur ve patolojiktir. Ülkenin ve Uusun yazgısı tehlikeye atılamaz. Halktan, saçma sapan ve son derece adaletsiz bir seçim sistemi ile, TBMM’de hakedilmeyen ölçüde fazla temsil olanağı ile iktidar olsanız bile; bu durum size “dilediğinizi yapma” hakkı – yetkisi vermez.. Demokrasi, güçler dengesine dayanmak zorundadır.
Siyasal iktidarlar her durumda akla ve bilime dayalı olmak zorundadırlar.
Halk onlara dilediklerini yapmaları için değil, ülke için en iyiyi yapmaları için oy veriyor. Bunca badireden ve 14 yıllık tek başına iktidardan sonra (lanetli yıllar!) AKP – RTE’nin bu kadarcık olsun demokrasiyi içselleştirmelerini beklemek hakkımızdır. Tersi durumda, varılacak kesin kanı, AKP’nin örtük – saklı din devleti gündemi olduğu ve her ama her fırsatı -15 Temmuz darbe girişimi de başta olmak üzere- o amaca dönük kullandığı kararına varılacaktır..
O zaman da ulusun meşru direnme hakkı doğacaktır ki; bu iç savaşa çağrı demektir!..
AKP – RTE, kapalı devreyi kırmalı ve ulusun sesine, uzmanlara, kurumlara danışmalıdır. İlk iş olarak TBMM etkin olarak çalışmalıdır. AKP – RTE her türlü dayatmacılığı bırakmalı, uzlaşmacı olmalı ve özellikle TSK’ya zarar verebilecek her türlü girişimden geri durmalıdır. Kamuda yaraşırlık (liyakat) vazgeçilmez olmalıdır. Vahşi özelleştirme talanı gündemden düşürülmelidir.
668 sayılı OHAL Kararnamesinin TSK ile ilgili hükümleri derhal geri çekilmelidir.
Sevgi ve saygı ile.
14 Ağustos 2016, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com