Son aylarda, peş peşe yaptığı çıkışlarla artık iyice “proaktif” bir görüntü veren ana muhalefet partisi ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 2 haftadır hem “SADAT ziyareti” hem de “Kaçış Planı” iddiası ile iktidarı iyice köşeye sıkıştırmış görünüyor.
Kılıçdaroğlu’nun, 3 gündür gündemin birinci sırasına oturan
- “Vakıfları aracılığıyla dışarı para akıtıyorlar.
- Seçim sonrasında (öncesinde? Z.A.) kaçabilirler”
içerikli açıklaması, kelimenin tam anlamıyla “bomba etkisi” yaratmış görünüyor.
Başta, iktidar sözcüleri olmak üzere tüm yandaş ve beslemelerin sözde savunmalarında tek bir ortak nokta dikkat çekiyor: Yanıt yok, hakaret var.
Zehir zemberek hakaretlerle bezeli sözde savunmalarda, CHP Genel Başkanı’nın, yurtdışına akıtılan vakıf fonları ile ilgili açıkladığı ABD kaynaklı belgeler doğrulanırken, “Ne olmuş yani? Bunların hepsi yasal belgeler ve veriler. Bir suç yok ortada” uyanıklığına başvurulurken, “Kaçış Planı” lâfına odaklanılarak bir “iftira” olayına dönüştürülmek isteniyor.
Peki, “Kaçış, kaçma planı, kaçak zihniyet ve kaçışa mütemayil ruh hali”, bir fanteziyi mi yoksa bir gerçeği mi yansıtmakta?
Tam tersine, “kaçma şüphesi ile ilgili” bir somut ihtimali destekleyecek her türlü kanıt, son 20 yıldır gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçmiyor mu?
Yıllardır, hangi yolsuzluk ya da pislik söylentisi ortaya atılsa, bunun açıklığa kavuşturulması ve yargı yoluyla araştırılmasına yönelik, yüzlerce belki de binlerce soru, soruşturma, araştırma önergesinden kaçmadılar mı? Ellerindeki parlamento çoğunluğunu ve yargı aygıtı üzerindeki iktidar tahakkümünü kullanarak, sistematik bir “kaçma eylemi” içinde değiller mi?
2013 senesinin 17 ve 25 Aralık tarihlerinde, o zaman hâlâ “yol arkadaşlığının son demlerini” yaşadıkları FETÖ’cü çetenin ortalığa saçtığı dosyalar, bantlar, tapeler, dinleme, izleme kayıtlarının geçersiz, değersiz, gerçek dışı sayılması için yargı denetiminden kaçırmadılar mı?
Ne yani? Onca pislik, onca ahlâksızlık, onca yolsuzluk, rüşvet, önüne yatmalar, telefon konuşmalarındaki milyar dolarlara baliğ, sıfırlama ve hırsızlık iddiaları, “sırf FETÖ’cüler tarafından gündeme getirildi diye” yok mu sayılacak? Neden, bu belgelerin “en azından otantik olup olmadığına dair” bilirkişi ya da tarafsız-bağımsız yargı denetiminden “kaçtınız” ve hâlâ da “kaçıyorsunuz”?
FETÖ’cü eski ortakları enterne etmek, onları polis ve yargı aygıtından temizlemek, ardından da 2016’daki darbe girişimini bahane ederek yargı ve emniyet aygıtına tamamıyla kendi yandaşlarınızı (ortası yok mu bunun? Ya FETÖ ya siz mi olacaksınız?) doldurmak suretiyle, bu tür “sorgulamaların” ya da “ifşaatın” önüne tamamen geçmek, çok ciddi bir “kaçış” anlamına gelmez mi?
Sonra, Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp da (mealen) “Biz bunların kaçacaklarına inanıyoruz. Üstelik sınırlı bir kadro olarak kaçacaklarından dolayı, bürokrasinin bir kesimini de uyarmak istiyoruz. Çünkü sizi yanlarına almayacaklar. Dolayısıyla, bunlarla işbirliği yapmayın. Devletin yanında yer alın. İktidar aparatçiklerinin değil” yollu açıklamasını “iftira ve yalan” diye niteliyorsun.
Her türlü kaçışın altına imza atmış bulunan ve bütün bunlardan daha da önemlisi, seçimi (iktidarı) yitirmeleri halinde “yitirecek çok şeyleri olduğu (bkz. İstanbul – İBB) ortada” olan bir iktidar aygıtının “elit kadrolarının” kaçabileceklerini tahmin etmek ya da böylesi bir olasılığı (isterseniz spekülasyonu deyin) üzerinde konuşmak, çok mu gerçeklerden kopuk bir şeydir?
Tarihi iyi okuyun.
Baskıcı rejimlerin temsilcileri, üstelik de bir yandan şahsi-ailevi her türlü ikbal ve zenginleşme faaliyetine boğazına kadar batmış rejimlerin tepe kadroları, geçmişte hep bunu yapmadılar mı?
Üstelik Kılıçdaroğlu’nun da isabetle (mealen) vurguladığı üzere “Katar vb. demokrasisi arızalı ülkelere değil, hukukun olduğu ABD vb. ülkelere kaçarak, orada hukuka sığınarak iadeyi önleyebilme olanağını kullanmak” istemeleri çok muhtemel değil mi?
Netice itibariyle ABD, İngiltere vb. rejimlerde “Siyasi maksatlı iade taleplerinin reddedilmesi” ilkesi arkasına gizlenerek bu işlerin gerçekleştiği pek çok örnek yok mu?
Şimdi yapılması gereken şey şu :
İktidarın, bu tahmin ve iddiaları çürütebilmek için kamuoyunu ikna edici açıklamalar ve yanıtlarla ortaya çıkması, bağırıp çağırmayı ve küfrü-hakareti-yargı sopasını bırakıp demokratik bir hesap verme pratiğine başvurması.
Muhalefetin de, yarın iktidarı ele geçirmeyi başarırsa, bu zehir zemberek iddialarının (kaçmasalar bile) arkasında durarak gereken hesapları kamuoyu adına sormak üzere bugünden hazırlanması.
Devr-i sabıksa, devri sabık arkadaş.
Bu laftan o kadar ürkmeyin.
Suç işleyenden, çalandan çırpandan, hortumlayandan, pipetleyenden, “kul hakkı-yetim hakkı” yiyenden, sırf bu tabirin (devri-sabık) sevimsizliğinin arkasına saklanarak hesap sorulmayacak mı?
Sorulmalı.