Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 26.9.18
Küresel kapitalizmin 21. yüzyıldaki önemli dönemeçlerinden birisi olarak işin otomasyonu ve robotlaşmaya dayalı üretim biçimlerinin yaygınlaşması gösteriliyor. Bu dönüşüm “sanayi 4.0” gibi dijital sözcük oyunlarıyla betimlenirken aslında sanki salt teknolojik bir ilerleme öyküsünden ibaretmişçesine ele alınıyor. Oysa, bir sosyal ilişki olarak teknoloji, kuşkusuz, işgücünün niteliği ve iş süreçlerinin toplumsal örgütlenmesi bakımından son derece derin etkileri de beraberinde dönüştürecek.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (AS: ILO) öngörülerine göre sanayi sektörlerinde yoğunlaşması beklenen robot kullanımı ve otomasyona dayalı üretim biçimleri önümüzdeki yüzyılda sanayide çalışanların en az % 40’ını olumsuz etkileyecek; onlarca iş sahası, yerini robotların düzenleyeceği iş süreçlerine bırakacak.
McKinsey Küresel Enstitüsü’nün araştırmacıları ise otomasyonun ve yapay zekâ ile donatılmış robotların sanayide yaygınlaşması sonucunda 2030 yılına değin 400 milyon istihdam kaybının yaşanacağını vurgulamaktalar. (*) McKinsey yazarlarına göre bu rakam küresel işgücü arzının %14’üne ulaşmakta.
Daha dar bir çerçevede, iş sahaları açısından baktığımızda söz konusu beklenen istihdam kayıplarının, fiziksel ve kol emeğine dayalı işlerde %14, temel algılamalara dayalı işlerde ise %15 düzeyinde olacağı öngörülmekte.
Öte yandan teknolojik ilerlemeye bağlı olarak emeğin üretkenliğinde beklenen artışlar bir dizi “yeni” iş sahasının da gelişebileceğini muştuluyor. McKinsey’in araştırmacıları önümüzdeki on beş yılda “teknoloji ve adaptasyona dayalı beceriler” gerektiren işlerde istihdam artışlarının %55; genel anlamda niceliksel işlerdeki isithdam kazanımlarının %24 düzeyinde olmasının beklendiğini öne sürüyorlar.
Küresel toplamda otomasyon ve yapay zekâya dayalı iş süreçlerinde beklenen verimlilik artışları yeni istihdam kazanımlarını uyaracak ve buna bağlı işgücü talebi de 555 milyon kişiye ulaşacak.
Ancak, burada büyük bir ancak uyarısını yapmak gerekiyor. Teknolojik ilerlemenin yeni iş sahaları ve ek istihdam talebi yaratması beklenmesine karşın, bu olanağın çoğunlukla doğrudan “teknolojiyi üreten ülkelerce” üleştirileceğinin altını çizmek gerekiyor. Dış borçlanmaya (veya arazi rantlarına ya da kamu mallarının elden çıkarılmasına) dayanarak sürdürülen teknoloji ve enerji ithalatçısı “takipçi” ülkelerin bu tarihsel olanaktan yararlanması, kuşkusuz, öyle sanıldığı gibi kolay olmayacak.
Bütün bu dönüşümlerin anahtar sözcüğü ise “işgücünün eğitimi”. Hemen her kesimin dilinde olan bu tılsımlı sözcük “sanayi 4.O” büyüsünün de ayrılmaz parçası. Gerçekten de “yeni” iş sahalarına uyum sürecinde işgücünün niteliğinin dönüştürülmesi, eğitilmesi ve yeni teknolojiler ile donatılması ciddi eğitim yatırımlarından geçiyor. Oysa eğitimin sıradanlaştırıldığı ve ticarileştirildiği (AS: Türkiye’de ayrıca iyice dincileştirildiği!) bir dünyada eğitimde fırsat eşitliği artık çok gerilerde kalmış bir sosyal olanak olarak duruyor. Onun yerine kapitalizmin tüm eğitim ve sosyal altyapı maliyetlerini bireyselleştirdiği ve işçinin eğitim ve teknolojik donanımının kendi sorumluluğunda olduğu acımasız rekabetçi bir birikim rejimine doğru evrildiğini gözlemekteyiz. Nitekim vasıflı / eğitimli ve vasıfsız / düşük eğitimli işlere bağlı olarak yaratılan ücret eşitsizliğinin 21. yüzyılda kapitalist birikim rejiminin karılaşacağı en büyük sorunların başında geleceğini öngörmek yanlış olamayacak.
İşgücünün eğitimine ayrılan kamu kaynakları ise bu dönüşümü sağlayabilecek düzeylerin çok gerisinde kalıyor. OECD verileri işgücünün eğitimine ayrılan kamu kaynaklarının OECD üyesi ülkelerin ulusal gelirlerinin ancak %2’leri düzeyinde, neredeyse ihmal edilebilir bir boyutta seyrettiğini dile getiriyor. Aşağıdaki tablo belli başlı ülkelerde işgücünün eğitimi diye anılan kamu yatırım harcamalarının nasıl da bastırılmakta olduğunu bir çırpıda özetliyor.