Üniversite dediğin…
Oysa hem aileme hem de çevremdeki herkese göre Mülkiye’ye girmiş olmak müthiş bir başarı ve gurur kaynağı, dönmek olmaz.
Bu duygular içinde ertesi gün Cebeci’ye gittim. O ilk günlerin şaşkınlığını unutamam. Ders programını buluyorum, ama çok da anlamıyorum, programı anlasam dersliği bulamıyorum… Öyle çaresizlik içinde dolaşırken yolum bugün meslektaşım demekten gurur duyduğum Evren Balta ile kesişiyor. Evren de o yıl Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü kazanmış. O herhangi bir çekingenlik yaşamıyor, zaten Ankara’da yaşıyor olmanın bir rahatlığı var üzerinde. Evren’in rehberliğinde ilk dersimize giriyoruz; iki bölümün ortak dersine. Dört yıllık lisans eğitimim boyunca gireceğim onlarca dersin ilkine.
- Ne çok öğrendim o sıralarda. Sadece bilimsel bilgiyi değil, hayatı, dostluğu, dayanışmayı, ahlakı, sorumluluk duygusunu ve en çok da memleketi mesele yapmayı.
Ders anlatma ahlakı diye bir şey olduğunu orada öğrendim mesela. Tıpkı, tam tersini, o ahlakın olmamasının sonuçlarının neler olabileceğini Dokuz Eylül Üniversitesi’nde öğrenmem gibi. Birini üç düzeyde (lisans, yüksek lisans ve doktora) öğrenci olarak, diğerini öğretim üyesi olarak deneyimledim. Mülkiye’de ders saati kısıtlaması olmadan ders yapmayı, her ders kapsamında çok sayıda kitap okumayı, ne kitap sayısından ne de kitapların fiyatından şikayetçi olmamayı öğrendim.
Hocalarımın en yakınlarının cenazelerinden çıkıp sorumluluk duygusuyla derslerini vermeye geldiklerini gördüm. Dört yıl boyunca kendilerinin yerine araştırma görevlilerini derslere gönderdiklerine hiç tanık olmadım (bazı araştırma görevlileri dersimize girsin diye yollarını gözlerdik o ayrı). Düşüncelerimi rahatça ifade edebilmeyi, araştırmayı, soru sormayı, kitaplarla dostluğumu pekiştirmeyi (kitap sevgimi babama ve ilkokul öğretmenim Şaziye Keçeli’ye borçluyum) hep Cebeci’de öğrendim. Sorbonne Üniversitesi’nde ikinci yüksek lisansıma başladığım yıl (1999), siyaset sosyolojisi dersimize giren Jacques Lagroye, “Etienne de La Boétie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ini kim okudu” diye sorduğunda, sınıfta tek okuyan olma gururunu bana yaşatandır Mülkiye.
Zaman ve ülke şartları kurumları da insanları da çok yıpratıyor, o nedenle KHK ihraçlarından, yani büyük tırpanı yemeden önce de Mülkiye halen böyle miydi bilmiyorum. Onun değerlendirmesini başkaları yapar. Ben başka yerlerin hiç öyle olmadığını deneyimlediğimi söyleyebilirim ancak. 2005 yılında Türkiye’ye döndükten sonraki deneyimlerim bana üniversitenin ne olmadığını alenen gösterdi. Birkaç noktadan hareketle içimi dökeceğim.
Her şeyden önce, bir kurum üniversite olmayınca orada bilimsel araştırma da olmaz. Kendince çabalayan tekil örnekler vardır sadece, yoksa bir araştırma kapasitesi ve kültürü yoktur. Bilimsel araştırmanın temeli olan yöntem bilinmez mesela. Yöntem dersi koydurmak için yıllarca uğraşmak zorunda kalırsın. İnsanüstü çaba harcarsın, birkaç kişiye bile olsa bilimsel araştırmanın ne olduğunu öğretmek için. Birlikte çalışmak zorunda bırakıldığın bazı insanlar “bilimsel araştırma nasıl yapılmaz” konulu ders anlatımlarına örnek teşkil ederken…
Bu üniversite olmayan binalarda ders yapıldığı da nadir görülür. Her fırsatta ders yapmamak temel ilkedir. Yapılınca da bir saati geçmez zaten. Orada da ya gezip gördüğün yerlerin fotoğrafları gösterilir ya dedikodu yapılır ya da çocuklarının “başarıları” hikaye edilir. Ya da en fazla bir kitap paragraf paragraf okutturulur. Ders ahlakı bundan ibarettir. Dersi asiste eden araştırma görevlilerini dersin hocası sanan çok sayıda öğrenci mevcuttur, zira dersin hocasını hiç görmemiştir. Durum buyken, bilimsel bir toplantıya gitmeye kalktığınızda önünüze bin bir engel koyarlar. Doğru ya, ne olacaktır dersler? Bu engellerin de sadece gerçekten bilimsel olan toplantılara gidenlerin önüne konulduğunu belirtmeye gerek yok herhalde. Yoksa gezi mahiyetinde olduğu müddetçe Bölüm bile boşalabilir, orada sorun yok elbet. Arada kulağına fısıldanır “bir kere onu da götür yurt dışına, hiç sorun çıkarmaz bir daha”! Zira mesele bundan ibarettir!
Henüz yüksek lisans öğrencisi iken başka bölümlerden, başka fakültelerden, hatta başka üniversitelerden dersler alabiliyorken, bu binalarda bölüm dışı ders almak ne mümkündür! Ya bölüm hocasının dersi açılmazsa! Ya öğrencinin gözü açılır da bu işin böyle olmayacağını görürse! Kendisini ders ücreti üzerinden var eden bir yapıda geriye hiçlikten başka ne kalır sonra!
Bir de disiplinlerarasılık tartışması var. Kamu Yönetimi Kamu Yönetimcilerinindir elbet! Sosyoloji de sosyologların! Aksi düşünülebilir mi? Bazı bilim kurumları düşünmüş ve çözmüşler bu sorunu on yıllar önce. Pierre Bourdieu Collège de France’daki dersinde, bırakın sosyal bilimleri, fen bilimleri ile sosyal bilimlerin nasıl ilişki halinde olduğunu/olması gerektiğini anlatırdı saatlerce. Ben 2001’de dinledim. Üzerinden 16 yıl geçtikten sonra bile bazılarına disiplinlerarasılık diye bir şey olduğunu anlatamadım/k. Üniversite tabelası asmış çoğu binada işler maalesef böyle yürüyor.
Bir de bu binaların “yöneticileri” var. Bir yandan devlet dairesi misali, emir kulları bunlar, diğer yandan çoktan iflas etmiş bir şirketin CEO’ları. Ancak bu CEO’lar iflasın farkında değil. Devlet dairesi olmak ile şirket olmak arasında aslında çok da fark yok burada. Zira, Weber’e kulak verirsek, devlet de şiddet tekelini elinde bulunduran bir şirket nihayetinde. Bu batmış şirketlerin yöneticilerinin de özellikle son bir yıldır tek işi, devletin baskı ve şiddetini cisimleştirmek. Hukuksuz soruşturmalar, açığa almalar, KHK’lar için hazırlanan listeler, vs.
Onlar “emir eri” olarak her istenileni yapmaya hazırlar, ancak yine de onlara güvenmeyen bir iktidar var. Ağızları ile kuş tutsalar yine de kendilerine yönelik bir güvensizlik hakim. O nedenle her yaptıkları izleniyor ya da onlar izlendiklerini düşünerek hal ve hareketlerine çekidüzen veriyorlar. 12 Eylül dönemini anlatan Uçurtmayı Vurmasınlar filmindeki ünlü sahne gibi: işi yapıp yapmadıklarını kontrol eden, onları kontrol edip etmediklerini denetleyen, vs. birileri var arkalarında. 12 Eylül’den bu yana teknoloji çok gelişti tabii. Artık gözetleme ve denetleme daha farklı yollarla yapılıyor: ortam dinlemeleri var. Ortam dinlenmiyorsa bile onlar dinlendiğine kendilerini inandırmış, ona göre hareket ediyor ve konuşuyorlar! “Sakıncalı” addettikleri kişileri çok gerekince WhatsApp üzerinden arıyorlar ki, maazallah dinlemeye takılıp koltuklarını kaybetmesinler.
Bizim bu CEO’larla da öteden beri hiçbir ortak noktamız yok aslında. Bu insanların bilimle uzaktan yakından ilgileri yok; hatta birçoğunun bilime alerjisi bile var. Öyle ki, bilimsel faaliyet için bir yerlere gideceklere bin bir zorluk çıkarırken, evine misafir geldi ya da fakültede kahve eşliğinde dedikodu yapacak diye dersini yapmayanları başının tacı bile yaparlar. Dersleri yıl boyu araştırma görevlileri mi vermiş, o konuda en ufak bilgisi olmayanlar mı vermiş, umurlarında değildir.
Öğretim üyesi derse girmiş ama dönem boyunca bir şey anlatmamış ise bu tercih nedenidir; ya anlatıp da öğrencilere bir şeyler öğretse! Al başına işi! Yayın ve araştırma onlar için üniversitenin reklamını yaparken kullanabilecekleri salt birer istatistik. Kitap, dergi? Binaları kırmızı halılarla donatmak elbet kitap ve dergi satın almaktan önemli. Konferans ve kongre düzenlemek? İşin mi yok, daha inşaat yapacak şirket yöneticileri! Anlayacağınız üniversiteyi duvara, görkemli kapılara ve halılara indirgemekte beis görmez bu CEO’lar. Bilimsel afişlerin yerini kişisel gelişim seminerlerinin afişleri alır. Şirket için o elzemdir zira.
Manzara bu kadar acı. Ve üniversite dediğin salt bir tabeladan ibaret aslında…
(http://www.gazeteduvar.com.tr, )
======================================
Dostlar,
Sayın Prof. Dr. Ayşen Uysal hocadan 20 yıl daha kıdemli (Ayşen hoca 1991’de Mülkiye’ye başlamış, biz 1971’de Hacettepe Tıp Fak. ne girmiştik) bir üniversite tıp öğretim üyesi olarak, içimiz burkularak bu “iç dökmeyi” okuduk.. (İtiraf edelim, yer yer gözlerimiz ıslandı..)
Çünkü bizim bir de aftan dönerek 2011-16 arasında “Tıbbiyede hoca iken Mülkiye’de öğrenci” lik deneyimimiz oldu! (Hacettepe Tıp’da ihtisas yaparken 1979’da SBF – Mülkiye’ye -elbette giriş sınavını kazanarak- kaydolmuş ama değişik nedenlerle bitirememiştik..) Bizim Mülkiye öğrenciliği yıllarımız yukarıda de belirttiğimiz gibi OHAL KHK’larından önce. Dolayısıyla Mülkiye’nin henüz Mülkiye olduğu yıllarda, Prof. Ayşen Uysal hocanın 1991 sonrası lisans eğitimi yıllarında Mülkiye’deki gözlemlerini, coşkularını.. biz de fazlasıyla yaşayıp deneyimleyerek mezun olduk. Şimdilerde içimiz çok buruk, acılı, hatta yaralı..
Mülkiye OHAL KHK’ları ile çok ağır yara aldı. Ancak güvençle söyleyebiliriz ki, yeni darbeler gelmezse “yara onulmaz, hele ölümcül asla değil”! 1859’dan bu yana ayakta olan kadim ve şanlı Mülkiye, ülkemizin kökleşmiş kurumlarındandır ve yoluna mutlaka devam edecektir.
Ülkemiz elbette bu karanlık yılları da geride bırakacak ve AKP = RTE parantezi kapatılarak Büyük ATATÜRK’ün Aydınlanma yolunda çağdaş uygarlık düzeyini yakalayıp aşmaya koyulacak gene.
İnsanlık onuru için, bilimsel akılcılık için, Cumhuriyetimizin temel değerleri için ve de
Atatürk ilke ve devrimleri için savaşıma (mücadeleye) devam…
Zerrece kuşku duyulmamalıdır ki;
- “…Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır..”
Mustafa Kemal Paşa oku hedef atmış ya da ok hedefe atılmıştır; geri dönüşü yok-tur!
Sevgi ve saygı ile. 10 Ağustos 2017, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com