AKP’li eski bakan Hüseyin Çelik’ten Erdoğan’a çok sert göndermeler!
Hüseyin Çelik, ‘4 Mayıs Saray Darbesi’ ile devrilen Başbakan Davutoğlu’nu gönderen Erdoğan için çok sert ifadeler kullandı. Çelik, hafta sonu gerçekleşen Curmuhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan ile Selçuk Bayraktar‘ın düğününe de katılmamıştı.
Yurt Gazetesi
http://www.yurtgazetesi.com.tr/politika/akp-li-eski-bakan-huseyin-celik-ten-erdogan-a-cok-sert-gondermeler-h109807.html, 16.05.2016
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının sonundadır…)
“Osmanlı padişahlarının önemli bir kısmı, saltanatlarını güçlendirmek ve kendi yerlerine şehzadelerden birinin geçirilmesine mani olmak için kardeşlerini, bazen de hanedanın bütün erkek mensuplarını katlederlerdi. Hatta bazen babalar çocuklarını öldürtürlerdi.” diyen AKP’nin eski Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in yazısı şu şekilde:
Katledilen şehzadelerin bir kısmı henüz kundakta bebek iken, bir kısmı ise erişkin yaşlarda, hatta çoluk çocuk sahibi iken öldürülmüşlerdir. Öyle zamanlar gelmiştir ki, bu katliamlardan dolayı hanedan sona erme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Mesela IV. Murat bütün şehzadeleri öldürttüğü için, kendisinden gizlenen ve kafes arkasına kapatıldığından dolayı anormalleşen ve “deli” ünvanıyla bilinen Şehzade İbrahim, tahta geçirilmiştir. Osmanlı padişahlarından en az üçü “deli” diye anılmaktadır. Esasen, her an boynuna yağlı urgan geçme korkusuyla yaşayan bir şehzadenin normal kalması çok da kolay olmazdı. Kim, bu kardeş katli uygulamasını ne adına savunursa savunsun, ben şahsen aklımın erdiği günden beri bunu hunharca bir uygulama olarak görüyorum. Devletin bekası, fitnenin önlenmesi, toplumun huzur ve barışı gibi gerekçeler, hiçbir zaman, bana tatmin edici gelmemiştir. Esas vahim olanı, bu işin din adamlarından alınan fetvalarla yapılmış olmasıdır. Saltanatlarda, din adamları da çoğunlukla, sultanın “kul“u olarak muamele gördükleri için, ya fetva verecek ya da kelle vereceklerdi; çoğunlukla kelleyi kurtarmak veya azledilmekten kurtulmak için fetva vermeyi tercih ederlerdi. İşin özünde, saltanatın ortak kabul etmemesi meselesi vardır. Esas hassasiyet, devletin bekası ile değil, monarkın saltanatının devamıyla ilgilidir. Monarşiler çeşitlilik arz etse bile, yönetimin dayandığı temel paradigmalar değişmez. Monarkın sıfatının ne olduğu da önemli değil. Kral, kraliçe, şah, padişah, sultan, melik, emir farketmez. Hepsinde işin özü, güçler ayrılığı değil, güçler birliği prensibidir. Bütün güç tek elde toplanmıştır ve o güç ise gücünün paylaşılmasına asla tahammül etmez. Merhum Necip Fazıl, bir Osmanlı hayranı olmasına rağmen, “Canım İstanbul” şiirinde iki mısra ile bu trajediyi özetler:
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından,
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan
Elbette burada sözü edilen “çığlıklar“, boynuna kement geçirilen şehzadelerin çığlığıdır. Günümüz dünyasında isimler aldatıcı olmasın. Bugün dünyada ismi krallık olduğu halde demokrasinin en olgun ve ileri örneklerini veren ülkeler var. Mesela İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İngiltere, İspanya. Öte yandan ismi cumhuriyet olduğu halde otoriter ve totaliter yapısıyla eski krallıklara rahmet okutan ülkeler var. Türkiye Cumhuriyeti, bürokratik bir cumhuriyet olarak kuruldu. Saltanat kaldırılmıştı ama yeni Cumhuriyet, bir tek kişinin iradesine teslim edilmişti. Sivil ve askerî bürokratlar, o tek kişiye kayıtsız şartsız itaat ettiği sürece yerlerini ve güçlerini koruyabilirlerdi. Yani saltanat döneminin “biat“ı gitmişti, yerine yeni dönemin “itaat“ı gelmişti. Bu durum, çok partili siyasi hayatın başlamasıyla beraber kıymık kıymık değişmeye başladı ama Bürokratik Cumhuriyet, bir türlü Demokratik Cumhuriyete dönüşmedi. Atatürk, kendisiyle birlikte Cumhuriyeti kuran, Milli Mücadele’nin komuta kademesinde yer alan komutanların yüzde doksanını ya devre dışı bıraktı veya bununla da yetinmeyerek onları çeşitli bahanelerle hapse attı.
AK Parti iktidarının ilk on yılında, Sayın Erdoğan‘ın liderliğinde, Bürokratik Cumhuriyet’in, Demokratik Cumhuriyet’e dönüşmesi için olağanüstü gayret sarfedildi ve çok büyük mesafeler de alındı. Ne var ki bu kazanımların devam etmesi bir yana, esefle müşahade ediyoruz ki, bu anlamda ciddi bir geriye gidiş yaşanmaktadır. “Hukuk Devleti” uygulamaları esas alınarak hazırlanan The World Justice Project (WJP) Open Government Index 2015’e göre Türkiye’nin 21 sıra gerileyerek, Çin’in, Tunus’un bile altında, 80. sıraya düşmesi bize yakışmamıştır. Bir süre önce Ahmet Hakan’a verdiğim mülakatta “Kemalistlerin düştüğü hataya düşmeyelim.” demiştim. Gücün tek elde toplanması, kurulların sembolik ve seremonyal hale gelmesi, ortak aklın kaybolması, lidere sadece hoşuna gidecek, onu tasdik etme anlamına gelebilecek sözlerin söylenebilmesi, Muhafazakar Kemalizmden başka bir şey değildir. Çok şükür bugün artık “kardeş katli” diye bir şey yoktur. Ancak, şeref ve haysiyetleri ile oynadığımız, bin bir türlü hakaret ve iftiraya uğrattığımız, itibarlarını ayaklar altına aldığımız, sabah akşam trol ve troliçelerin, satılık ve kiralık kalemşörlerin, ekranları dolduran infaz timlerinin saldırılarına muhatap kıldığımız, çileli günlerdeki yol ve dava arkadaşlarımıza, yani manevi kardeşlerimize uygulanan kıyıma ne diyeceğiz?
Manen kıyıma uğrayan sadece siyasetteki yol ve dava arkadaşlarımız değil, en zor zamanlarda yanımızda olan, birçok badireyi atlatmada hayati roller üstlenen bazı hukuk ve devlet adamları ile birçok basın mensubu da ne yazık ki bu kırlangıç fırtınasından nasibini almıştır. Manevi kıyıma uğramanın ne anlama geldiğini, onur ve itibarlarına düşkün insanlar çok iyi bilirler. Sayın Ahmet Davutoğlu, değerli bir bilim ve siyaset adamıdır. Herkes gibi O’nun da artıları eksileri elbette vardır. Birlikte siyaset yaptığımız sürece, aramızda tatsız diyebileceğimiz bir tartışma bile geçmemiştir. Ancak Sayın Erdoğan’dan sonra, benim şahsen genel başkan adayım hiçbir zaman Sayın Davutoğlu olmadı. Bunu ikili görüşmelerimizde kendisine de ifade ettim. Ben, Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlık ettiği bütün kurullarda kendisinden sonra Sayın Abdullah Gül‘ün AK Parti’nin genel başkanı ve Başbakan olması gerektiğini, gerekçeleriyle birlikte çok açık söyledim. Ama sonuçta Sayın Erdoğan, Sayın Davutoğlu‘nu tercih etti.
Biz, Sayın Davutoğlu’na da, birçok değerli arkadaşımızın tasfiyesine en azından seyirci kalmasına rağmen, hürmette kusur etmedik. Hatta ülkemizin, partimizin ve hükümetimizin selameti ve başarısı için ‘nasıl yardımcı olabiliriz‘ diye gayret gösterdik. Peki, bütün bunlara rağmen, Sayın Davutoğlu’na revâ görülen muameleye sağ duyulu kaç insan “bu şık oldu” diyebilir. Bu olaydan sonra, değerli dostum Vehbi Vakkasoğlu‘nun yıllar önce okuduğum “Önce Alkışladılar, Sonra Öldürdüler” isimli kitabını hatırladım. Gerçekten tarih tekerrürlerle doludur. Bugün genel başkanlığa adı geçen arkadaşların çoğu ile uzun yıllar yan yana, dirsek dirseğe çalıştık. Paylaştığımız acı, tatlı bir yığın hatıramız var. Hatta bazıları ile çok yakın dostluğum var. Daha işin başında, bu insanları “düşük profilli” diye niteleyen densizliğe, basiretsizliğe ne diyeceğiz? Bu arkadaşlarımızı, bir yığın karikatürün ve seviyesiz mizahın konusu haline getirmeye kimin ne hakkı var. Bu iz’andan yoksun yakıştırmayı yapanlar hâlâ köşe başlarında oturup, itibarlı adam muamelesi görecekler mi?
Sevdiklerimizi takdir etmenin yolu, başkalarını tahkir etmekten mi geçiyor? AK Parti kurulurken biz, arkadaşlarımızın hukukunu kendi hukukumuz, itibarını kendi itibarımız kabul ettik ve uzun yıllar bu anlayışla birbirimize sahip çıktık. İtibar cellatlığı yapılmasına devam edilirse, daha da mühimi buna müsaade ve müsamaha edilirse AK Parti’nin de küme düşen partilerin arasına karışması mukadder olur. Bugün, AK Parti’nin tek rakibi artık kendisidir. Bu olup bitenleri gördükçe, şimdi Volter’e daha çok hak veriyorum. Hani diyor ya:
- “Tanrım, beni dostlarıma karşı koru; zira ben düşmanlarımla başa çıkabilirim.”
Hiç ama hiçbir hesabı olmayan, hasbî bir dostun uyarıları veya sitemleri olarak bunları, arkadaşlık hukuku adına tarihe not düşüyorum. Bilindiği gibi, sitem, sevgiden doğar. Ben CHP’yi çok eleştirdim ama sitem ettiğim görülmemiştir. Dikkat edin ‘kardeşlik hukuku adına‘ demiyorum, çünkü kardeşlik hukuku, son yıllarda sıkıntılı olmaya başladı.
==============================================
Dostlar,
Yazı içeriğindeki Mustafa Kemal ATATÜRK ile ilgili söylemlere çekince koyuyoruz. 600 yıllık köhnemiş din – tarım imparatorluğu, iç ve dış düşmanların amansız işbirliğine karşın devrilmiş ve yerine demokratik – laik uygar bir cumhuriyet konmak istenmiştir. Devrim elbette kendini savunacak, karşıdevrimcilerin suikast girişimleri, isyanlar dahil yıkıcılığına direnecektir. Mustafa Kemal Paşa‘nın yer yer başvurmak zorunda kaldığı “sert” önlemler, zorunlu – kaçınılmaz meşru savunmadan başka bir şey değildir. Unutulmasın ki, Türk Devrimi yeryüzünün en kansız devrimlerinin başında gelmektedir. İngiliz, Fransız, Ameriken (Kuzey – Güney içsavaşında 600 binden çok insan öldü!), Rus, Çin devrimleri son derece kanlı olmuşken, Mustafa Kemal Paşa Osmanlı Hanedanı’nın kanını akıtmamış; yalnızca, açık ve net vatan hainliği gerekçesi ile, yeter servetlerini götürmelerine de izin verilerek sürgün cezası uygulanmıştır. Vatan hainliği suçu, –dolayısıyla ceza ve yaptırımı-, Turgut Özal döneminde kaldırılmıştır. (12 Nisan 1991, bkz. dipnot..)
*****
Bunun dışında, Türkiye’nin ve AKP’nin Hüseyin Çelik’in yaptığı gibi sağduyulu çıkışlara gereksinimi vardır. Bu sitede uzun zamanlardır bu yönde çağrı yaparak sorumlu – ağırbaşlı AKP’lileri göreve çağırmaktayız. Bir kez daha, 40 yıllık bir hekim olarak anımsatalım ki, Erdoğan’ın “narsisistik bir kişiliği” vardır. Bu kişiler kendine aşıktır ve aşağılık kompleksine tepki olarak “büyüklük kopmpleksi” ne savrulmaktadır. Erdoğan da bu nedenle asla eleştiri kabul etmemekte, yakın çevresini (danışmanlarını vd.) hep kendisini övecek – yüceltecek hatta Tanrılaştıracak, mutlak olarak itaat edecek, sadık.. insanlardan seçmektedir. Bu tablo, başta Erdoğan’ın kendisi olmak üzere AKP’ye ve Türkiye’ye ölçüsüz, kabul edilemez ve artık katlanılmaz – sürdürülemez zararlar vermektedir.
Dahası, klasik olduğu üzere, Erdoğan giderek despotlaşmaktadır, ülkemiz ve bölgemiz için ağır bir güvenlik tehdidi durumuna gelmiştir. Şöyle ya da böyle, mutlaka frenlenmesi gerekmektedir ve bu yapılmaktadır, yapılacaktır. Türkiye’nin ve bölgenin esenliği – güvenliği, hangi gerekçe ile olursa olsun, tek bir insanın “özel” ve sorunlu kişilik yapısından kaynaklanan öngörülebilir risklere feda edilemez.
Hüseyin Çelik gibi “AKP akillerinin” seslerini yükseltmelerinin zamanı gelmiş, geçmektedir. Yarın çoook geç olabilecek ve büyük hüsranlara, acılara, şimdikinden daha çok kan dökülmesine neden olabilecektir.
- T.C.’nin Cumhurbaşkanlığı gibi son derece kritik bir makamda oturan Erdoğan’ın,
ülkemizin – ulusumuzun yüksek yararları ve temel değerleriyle çatışan irrasyonel takıntıları, kendisini de koruma adına, mutlaka ve hızla dinginlenmek zorundadır.
Sevgi ve saygı ile.
17 Mayıs 2016, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com
Dipnot :
Ülkemizde 25 yıldır vatana ihanet yasası yok! Turgut Özal döneminde 12.04.1991’de çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu’nun geçici 17. maddesiyle, yenisi çıkarılana dek ‘Hıyanet-i Vataniye’ yasası kaldırıldı. Aradan geçen çeyrek yüzyıla karşın yeni yasa çıkarılmadı!? Vatana ihanet
yalnızca Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sında Cumhurbaşkanı’nın görev ve sorumluluklarında geçer ancak buna ilişkin bir yasa yoktur. Oysa YASASI Z SUÇ ve CEZA OLMAZ ! Ceza hukukunun ilk kuralı ‘yasasız suç ve ceza’ olmayacağıdır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde ‘vatana ihanet suç değildir’! Durum ne yazık ki böyle. 29 Nisan 1920’de Meclis tarafından çıkarılan ‘Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ iki numaralı yasaydı ancak şu anda söylemesi çok zor da olsa, “Türkiye’de vatana ihanet zaten serbest” tir..