Dostlar,
Meslek büyüğümüz Sayın Prof. Dr. Seklçuk Erez, hafta sonu Cumhuriyet PAZAR ekinde haftalık makaleler yazıyor bilindiği gibi. Uzun yıllardır bu yazıları kaçırmıyoruz.
9 Aralık 2012 günkü yazısı İDAM CEZASI hakkında.. Son derece ustalıklı bir hiciv yazısı denebilir.. Okunmalı ve okutulmalı..
Hazır “İnsan Hakları haftasında” iken.. Ve de 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü basında hemen hemen hiç yer almazken.. Kimsecikler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi-İHEB‘in 65 yaşına girişini anımsamazken..
Türkiye, “Tek adam” ın türkü beklenti ve manevralarına tutsak,
kaldırdıktan yıllar sonra gene idamı konuşuyor, konuşturuluyor..
“Ne çok hain..” tekerlemesi ile bitiriyordu Ataol Behramoğklu isyan şiirini..
(http://ahmetsaltik.net/ataol-behramoglu-ne-cok-hain/, 22.9.12)
Sevgi ve saygı ile.
11.11.12, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
==================================================
Prof. Dr. SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com
İDAM MI ?
Recep Tayyip, çocukken babasını sinirlendirdiğinde ne yaparmış?
Ferhan Çalmuk ve Ruşen Çakır’ın “Kasımpaşalı” başlıklı kitaplarında yer alan iddiaya göre,
- Tayyip kendisine kızan babasının ayakkabısını öpermiş.
Baba Ahmet bu davranış üzerine yumuşarmış. Yazarlara göre, “Bir gün komşuları Müşerref Abla’nın sözlerine kızan Tayyip küfürler savurmaya başladı. Bunu duyan babası eve geldiğinde onu ayaklarından tavana astı. Burada 20 dakika kalan
küçük Tayyip’i dayısı kurtardı. Recep Tayyip’in yaşamının ilk yılları, Kasımpaşa’da işte böyle geçti.”
Şimdi adam asmanın yeniden geçerli olmasını istemesinde çocukluğunu, kendi asıldığı günleri özleyiş mi etkin oluyor? Yoksa bilmediğimiz başka deneyimler mi O’nu
böyle konuşturuyor?
İdamdan söz açılınca benim midem bulanır ve askerliğini bir sıkıyönetim evresinde cezaevinde yapmış, idamlarda bulunmak zorunda bırakılmış bir meslektaşımın anlattıklarını anımsarım:
– Bazı idamlarda ölümün hızla gerçekleştiğini, bazılarında ise mahkûmun uzun süre ipucunda yalpalandığını görüyordum. Bu farkın nedenini sonra öğrendim:
İnfazcılar, idam mahkûmunun mert biri olduğuna inandıklarında onu uzun mesafeden bırakıp boynunun hemen kırılmasını sağlıyor, sevmediklerini ise kısa mesafeden sallandırıp kolay ölmemelerini yeğliyorlardı. Doktor, infazcıların mahkûmları kendi değer yargılarına göre bir kez daha yargılayıp kaç dakikada öleceklerine karar vermelerini “Sizi rapor ederim!” diyerek engelleyebilmişti.
İdamın yeniden uygulanmasını önermeden önce insan, imzaladığı uluslararası sözleşmeleri unutsa bile bunun nasıl bir şey olduğunu sormalı, ayrıntılarını öğrenmelidir. Bu yüz kızartıcı cezayı son yıllara kadar uygulamış olmanın ayıbını hâlâ silememiş ülkemde, yararlanabileceği yayın ve tanıklar çoktur.
Bir şey daha bilinmeli: İdam cezası, İtalya’da 1944’te Mussolini’den, B. Almanya’da Hitler’den, Portekiz’de Salazar gittikten, İspanya’da Franko rejimi sona erdikten sonra kalkmıştır. Bu cezayı diktatörler yeğlemiş, insanlar bunlardan kurtulduklarında kaldırmışlardır idamı. Bunu uygulamanın ayıbını hâlâ sürdüren az sayıda ülke örnek gösterileceğine, idamın aslında bir diktatörlük uygulaması olduğu da anımsanmalıdır!
Maurice Ogden’in “Cellat” (Hangman) şiirini okumalıyız çocuklarımıza:
Kentimize geldi cellat
Altın, kan ve alev kokuyordu
Yollarımızı çekingen tavırlarla adımlayarak
Darağacını mahkeme meydanına dikti…
Bu şiirde cellat, kent halkını tek tek yakalar ve asar. Her idamda kentliler, bir sonrasının kendileri olmasından korkar, ses çıkarmazlar. Sonuçta, kentte şiirin anlatıcısıyla cellattan başka hiçbir canlı kalmaz. Anlatıcıyı savunacak kimse yoktur. Cellat, onun boynuna ilmiği geçirirken, Anlatıcı, “Beni kandırdın…” der, “darağacını başkaları için diktiğini sanmıştım..”
Çocuklarımıza Maurice Ogden’in şiirini okuduğumuzda buna birkaç mısra eklesek yararlı olur:
Önce idamdan bahsaçmışlardı
Sonra yollamışlardı celladı
Eğer sözünü ettiklerinde ayaklansaydık
Ne celladı görürdük ne de darağacını…