Etiket arşivi: ARAÇ SAYISI GARANTİSİ

Yol ve tünellere gömülü ebedi borçluluk

 

Yol ve tünellere gömülü ebedi borçlulukKöprüler, tüneller ve yollar uzun zamandır şehirleri birbirine bağlayan işlevleri nedeniyle değil bunları inşa eden firmaların, aşırı ayrıcalıklı ‘hakları’ üzerinden konuşuluyorlar. Ayrıcalıklı haklar ifadesi belki de durumu tam anlatmıyor olabilir. Çünkü bahse konu firmalar, ülkenin geleceğini ipotek altına almakla itham ediliyorlar. İlginç olan yollar, köprüler ve tüneller söz konusu olduğunda Türkiye’de her vatandaşın devlete borçlu olduğu erken Cumhuriyet yıllarından, devlet de dahil her vatandaşın, bazı firmalara borçlu hale geldiği bambaşka bir döneme geçmiş olmamızdır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında memleketin en önemli sorunlarından birisi ulaşım ağlarının zayıflığıydı. Mesela doğuda, bir şehirden İstanbul’a gitmek için önce Trabzon’a kadar yürümek ve sonra da vapurla bir haftalık yolculuk yapmak gerekiyordu. Karayolu ağları zayıftı. Türkiye demiryolu ağları açısından bir parça daha iyiydi ve Almanların inşa ettikleri ağlarla Ankara ve İstanbul birbirine bağlanmıştı. Ama yine de pek çok bölge demiryolu ile henüz tanışmamıştı. Rejim, belki de daha çok güvenlik politikaları nedeniyle, memleketi ‘demir ağlarla örmeyi’ de hedefine koymuştu. Kısaca Türk modernleşmesinin en önemli işlerinden birisi de karayolu, demiryolu ve bunların bir parçası olan tünel ve köprülerin inşasını merkezi bir plan içinde ele almak ve yapmaktı.

Erken Cumhuriyet dönemi devleti, yurttaşını devlete ebediyen borçlu hale getirecek o az bilinen yasayı bu amaçla çıkarmıştı. 12 Haziran 1929 tarihinde çıkarılan 1525 sayılı Şose ve Köprüler Kanunu 28 maddeden oluşuyordu ve 9. maddesine göre 18 yaşından 60 yaşına kadar her erkek, bir yol mükellefiyetine tabi tutulmuştu. Yani devletin uygun gördüğü yol yapımında bedenen çalışacaktı. Bedenen çalışacak durumda değilse (ki bunu da ispat etmesi gerekiyordu) bu işin mali bedelini devlete ödeyecekti. Bedenen yapılacak iş yılda 10 gün, nakden ödeme yapacaklar için ise bedel yılda 8 lira olarak belirlenmişti. Gerekirse bu miktarlar Vilayet Umum Meclisleri tarafından 12 işgününe ve 10 liraya kadar çıkarılabilecekti. Yasaya göre bedenen çalışacakların, yerlerine başkalarını çalıştırması da yasaklanmıştı. Kurtuluş yoktu yani, herkes ya çalışacak ya da parasını verecek; böylece memleketin ‘ihtiyaç duyduğu’ yollar, tüneller ve köprüler yapılmış olacaktı. Yasa bu içeriğiyle 18-60 yaş arası erkek vatandaşların tamamını devlete ömür boyu borçlu hale getiriyordu.

Türkiye’nin yolları, tünelleri, köprüleri büyük ölçüde bu mecburi emekle yapılmış; uygulamada kuşkusuz bir dizi dramatik sonuçlar da yaşanmıştı. Bu yasa, arada bazı değişikliklere uğramış olsa da 1952’ye kadar yürürlükte kalmıştı. O yıl DP iktidarı, yol vergisinin bazı biçimlerini koruyarak yol-köprü-tünel işlerini yeniden düzenlemişti. Özel sektörün daha aktif biçimde sürece dahil edildiği biçimde şirketler kurulmuş ve ihaleleri takip gibi yeni bir sektör de ortaya çıkmıştı.

Bugün yol-köprü-tünel yapımıyla ilgili devlet ve özel sektör ilişkisi, özelleştirmenin en uç halini bile aşmış görünüyor. Zira Türkiye’nin neredeyse bütün yol, köprü, tünel işlerini beş büyük firma yapıyor. Bu firmalar aldıkları ihalelerle o kadar büyümüşler ki, Dünya Bankası verilerine göre en fazla ihale alan ilk on şirketin yarısını onlar oluşturuyor. Bunlarla yapılan sözleşmelerin Türkiye’ye getirdiği yükler ve ilgili firmalara sağladığı ayrıcalıklar sistem açısından ‘elini verip kolunu alamama’ gibi yeni bir aşamaya evrilmiş durumda. Zira yapılan tünel, köprü ve yollara ‘araç sayısı garantisi’ verilmesi ve TL yerine dolarla ödeme taahhüdü nedeniyle ilgili şirketler sürekli alacaklı pozisyona geçmiş bulunuyorlar. Bu yüzden devletin ve dolayısıyla tüm vatandaşların şirketlere daimi borçlu hale geldiği yepyeni bir süreci yaşıyoruz. 1930’lu yılların devlet politikaları her vatandaşı devlete borçlu hale getirmişti. Şimdiki devlet politikaları ise sadece her vatandaşı değil, onlarla birlikte devleti de söz konusu özel şirketlere daimi borçlu hale getirmiş durumda. Hem de ‘yerli ve milli’ söyleminin en yüksek seviyede dillendirildiği bir zamanda. Ne tuhaf!