Prof. Sami Selçuk : Bir karar, düşündürdükleri ve sonrası

Prof. Dr. Sami SELÇUK
Eski Yargıtay Birinci Başkanı

16/12/2023, gorusler@karar.com
Bir karar, düşündürdükleri ve sonrası

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararına işaret ederek değerlendirmelerde bulunuyor.

Yayımlanacak kitaplarımı, özellikle de “Hukuk Dogmatiğine ve / ya Bilimine, Doğru Yargılamaya Dönelim, Yitik Hukukun Göçüğü Altında Ezilmenin Öyküsü” adlı kitabımın 3. baskısını hazırladığım sırada Yargıtay 3. Ceza Dairesinin verdiği bilinen son kararı (8.11.2023, 2023/12611 değişik iş), beni çok üzmüş, üzmekle de kalmamış, çok düşündürmüş, “boşuna yazıyorum, çünkü boşluğa yazıyorum” duygusuna kapılmama yol açmış, kısaca beni büyük bir düş kırıklığını uğratmış, çok sarsmıştır.

Zira bu karar, yanlış bile olsa, aslında sadece eleştirel nitelikte bir inceleme yazısı olarak basında ya da bir dergide yayımlanması gereken bir görüşü, Dairenin son yargısına, hükmüne dönüştürmüştür. Daire, hukuktan çok kendi olanaklarını, yetkilerini kaptırmama izlenimi veren yaklaşımıyla, her şeyden önce, her insanın kolayca anlayabileceği bir dille apaçık yazılmış anayasal boyuttaki bir hukuk düzgüsünü (norm), buyruğunu, bırakınız hukuksal aklı, düz aklın bile şaşıracağı boyut ve ölçüde çiğnemiştir. Gerçekten o anayasal buyruk okunduğu zaman görülmektedir ki; Anayasa, önce bütün devlet organlarını tek tek saymakta, daha sonra da “bağlayabilir” değil, “yargılama organlarını, …bağlar” diyerek, yani kesin buyruk kipiyle sona ermektedir (Anayasa, m. 153/son). Özetle küresel hukukun diliyle bu kural, bir “bağlayıcı kural”dır (jus cogens). Geliniz, tam bu noktada bir ayraç açarak ilkin hukuk biliminin dediklerine başvuralım.

Bilindiği üzere din, ahlak, gelenek ve hukuk olmak üzere dört düzgüler (norm) alanında her düzgü, salt insan davranışlarıyla ilgilidir ve olması gereken (Sollen) üç durumdan birini öngörür:

  1. Davranışa izin ya da yetki vermek,
  2. Davranışı yasaklamak
  3. Ya da onun yapılmasını, gereğinin yerine getirilmesini buyurmak.

Bu yüzden hukuk düzgüleri, genelde “düzgüsel”dir; yerleşik kavram ve terimle “normatif”tir (Kelsen, Hans [Olivier Beaud / Fabrice Malrani], Théorie générale des normes, Paris 1996, s. 37 vd.; Gözler, Kemal, Hukuka Giriş, Bursa, 2018, s. 25, 26). Bunun dışında kalan düzgüler, özellikle hukuk düzgüleri, sözgelimi, Anayasa’da “ulusal dayanışma” ve benzerlerinden söz eden önermeler, Ceza Yargılama Yasası’nda süresi içinde istinaf yoluna başvurulması konusunu öngören düzgü (m. 276/1), süre konusu istinaf mahkemesinde de inceleneceği (m. 279/2) için, düzenleyici ve yorumda, denetimde düşünceyi berraklaştırmada yararlı olan birer düzgüdür.

İnceleme konusu olayda ise buyurucu nitelikte Anayasa Mahkemesinin kararına uymamayı yasaklayan apaçık bir hüküm söz konusudur.

  • Görüldüğü üzere laik bir devlet düzeninde olması gerekeni (sollen) anlatan hukuk kuralı (norme juridique, norma giuridica) Tanrı’nın değil, insan istencinin (irade) ürünüdür.

Böyle bir istenç yoksa, kural, yani bir anlam içeren istençli işlem de yok demektir. Dolayısıyla her hukuksal kural, gerektiğinde yaptırımlarla toplum içinde özneler arası ilişkileri ve adaleti sağlayarak toplumu ve insanları çatışmalardan korur. Bu durumuyla bir anlam içeren her hukuk kuralı, düzgüsü, sözgelimi, trafikte, insana yeşil ışıkta geçme iznini (permission, permesso), kırmızı ışıkta durma buyruğunu (ordre, ordine), sarı ışıkta yetkiyi kullanmaya (habilitation, abilitazione) hazır ol demeyi öngörmektedir. İnceleme konusu olayda ise, ne yazık ki, Anayasa’nın kırmızı ışıkta durma buyruğu çiğnenmiştir. Özel Dairenin buyruk, daha yaygın deyişle “emir” kipiyle yazılan böylesine açık ve seçik bir hükmü karşısında, “açık ve seçik hükümler yorumlanmaz” diyen yorum kuralını bile yıkma pahasına, hukuk ve dilbilim dışı bir hüküm kurması, bilimsel olarak başka nasıl açıklanabilir ki!? Bu denli bir çarpık yaklaşım ve anlamlandırmaya buyruk kipinin anlamını üçüncü sınıflarda öğrenen ilkokul çocukları bile şaşmazlar mı!? Böyle bir açıklama ve karar, buyruk kipinin yanlış algılanmasının dillere destan ve yanlış bir örneği olmaz mı!? Elbette olur ve o çocuklar da buna şaşırıp gülerler.

Hem de kahkahalarla!

Bu kararı imzalayan ve hukukta son sözü söyleme yetkisini kullanan yargıçlara gelince; onlar, böylesine dil bilimi (grammaire) ve hukuk bilimi dışında bir kararı verirken, neden nesnel davranma, yani kendi inanç, düşünce, duygu ve de öfkelerinden sıyrılma ilkesine ters düşüleceği izlenimini yaratırcasına, kaba saba yanlışlarla yüklü bir kararı imzaladıklarını, Mecelle’nin deyişiyle “hakîm (bilge), fehîm (anlayışlı), müstakîm (sağlam) ve emîn (doğru ve güvenilir, saygın), metîn (dirençli), mekîn (ölçülü ve sakınımlı)” (m. 1792) yargıçlar izlenimi yaratacak yerde; hüküm kurarken bu türden etik ilkeleri dışladıkları görüntüsünü yaratmışlar, erinç (huzur) içinde yaşayacakları emeklilik döneminde böyle bir karar yüzünden çok pişman olacaklarını niçin hiç düşünmemişlerdir?!

Dahası böyle bir kararın, hukukun izin vermediği bir “değerlendirme yetkisi(pouvoir d’appréciation libre, potere di libero apprezzamento) kullanılarak, dolayısıyla “yetki aşımı(excès de povoir, eccesso di potere) sakatlığının yaptırımı olan “kesin hiçlik”le (mutlak butlan, nullité absolue, nullità absolutà) sakat ve geçersiz, hem hukuku yıkan, hem de hukukun pek çok dalında son sözü söyleyenlerin bir kararı olacağı, var oluşu hukuksal sakatlıkları denetleyip belirlemek olan Yargıtayımızın seçkin hukukçularınca neden gözetilmemiştir!?

  • Unutulmamalıdır ki; yargıçların görevi, Anayasa ve yazılı hukuk içinde yasa yapıcısının kotardığı yasaların hükümlerini kararlarında, bu yasaları ve hükümlerini hiçbir değerlendirme yapmaksızın, sadece doğru, hukuka uygun biçimde uygulamaktan ibarettir.

Asla onları eleştirmek değildir. Eleştirmek isterlerse bunu bir inceleme yazısında elbette yapabilirler. Ama bir mahkeme kararında açıklayarak “yetki aşımı”yla (accès de pouvoir, accesso di potere, acceso de poder) sakat bir kararı hiçbir zaman veremezler. Hukuka ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir devlette hiçbir hukuk dizgesi (sistem) buna asla izin veremez. Nitekim hukukta da bugüne değin hiçbir dönemde buna izin verilmemiştir. Nitekim Fransız Yargıtayı, 17.5.1907 ve 30.4.1908 tarihlerinde bu yöndeki kararları sadece bozmakla kalmamış, ağır biçimde eleştirmiştir (Mimin, Pierre, Le style des jugements, Paris, 1978, n. 106).

Buna karşılık benim ülkemde AYM’nin kararlarına uymakla yükümlü olan yalnızca ilk mahkemenin yargıçları değil, bu türden kararları hukuksal açıdan denetleyerek bozmakla yükümlü olan Yargıtayın bir dairesinin başkan ve üyeleri, bizzat bu kuralı bilinçli olarak tasarlayarak çiğnemişlerdir.

İlk mahkeme, yani ağır ceza mahkemesi başkan ve üyeleri ise, AYM’nin kararı kendilerine ulaştığı anda, dosyada incelenecek ve değerlendirilecek bir durum bulunmadığı halde, hukukun dışına çıkarak, “dosyanın Yargıtayda bulunduğu gerekçesi”yle, daha doğrusu yersiz ve anlamsız bir bahaneyle kendilerine düşen görevlerini Yargıtay özel dairesine aktarmış; Yargıtay 3. Ceza Dairesi ve Başkan ve üyeleri ise, yine hukuk dışı bir gerekçe olmanın da ötesinde, sokaktaki insanı bile güldürecek bir başka bahaneyle, hukuka aykırı olarak “kişiyi özgürlükten yoksun kılma” eyleminin sürdürülmesi pahasına, bu yanlış karara destek olmuşlardır (Türk Ceza Yasası, m. 109/1).

Neresinden bakarsanız bakınız, hukuka aykırılığı çarpıcı biçimde ortaya çıktığı halde, böylesine sakat bir kararın bir başka üzücü ve şaşırtıcı yönü ise, eleştiri ve suç konusu bu kararın Yargıtay 3. Ceza Dairesinin başkan ve üyelerince oybirliğiyle alınması ve bununla da kalınmayıp, hukuk fakültesi çıkışlı kimilerinin hiçbir bilimsel araştırma yapmaksızın, dahası utanç duymaksızın, bu kararı alkışlamaları, dolayısıyla hukukta besbellilik ve de öngörülebilirlik ilkelerini tasarlayarak ve apaçık çiğnemeleridir.

Bütün bu yasal aykırılıkları, bırakınız yetkilileri, sokaktaki insanlar da bilmektedirler. Hukuk içinde yapılan onca uyarılara karşın yetkililer, yapılan eylem, bütün boyutlarıyla Türk Ceza Yasası’nın yukarıdaki maddesinde tanımlanan suçun “yasal tanım” (tipiklik) öğesine uyduğu halde, bu aykırılıkları görmezlikten gelmektedirler. Bu yaşanan hukuksuzluklar, elbette ülkemizin hukuk alanındaki üzücü resmini ortaya koymuştur, koymaktadır da. Bu koşullar altında eldeki biricik çare, hiç kuşkusuz, konuşmak ya da kaleme sarılmaktır. Benim şu anda hukuk adına gözyaşlarımı içime akıtarak yaptığım da aslında bunlardır.

Görülüyor ki, Türk yargıçları ve savcıları, kısaca hukukçuları, şu anda bir yol ayrımındadırlar. Ya kimya biliminde “bilimsel çalışmalarıyla Fransa’ya şeref” katan günahsız Avukat Antoine-Laurent de Lavoisier’nin (1743-1794) giyotinde son soluğunu verirken bile, canını değil, bilimi düşünerek laboratuvar arkadaşı dönemin ünlü matematikçisi Joseph-Louis Lagrange’a (1736-1813), “Dikkat et! Başım kesildikten hemen sonra eğer gülümsersem, insan bir süre daha yaşıyor demektir.” diyerek ve bilim uğruna kendisini bile deney aracı kılarak insanlık için son bir denemesinin kayıtlara geçirilmesini önerdiğini hiç unutmayacaklar; ya da Türk yargıçları ve savcıları, kısaca hukukçuları, şimdilerde ya Lavoisier’den, yani kim ne derse, daha doğrusu ne saçmalarsa saçmalasın ya hukukun, bilimin dediğinden yana olacaklar ya da Lavoisier’yi kurtarmak isteyenlere bilinçsiz yargıç Jean-Baptiste Coffinhal’in bilinçsizlikler tarihine geçen bağışlanamaz nitelikteki şu sözlerini yineleyeceklerdir:

  • “Cumhuriyet’in bilginlere ve kimyacılara gereksinmesi yoktur!
    Adaletin yürüyüşü ertelenemez.”

Sanki adalet, hukukun dedikleri gibi yürüyormuş, asla çarpık yürümüyormuş gibi. Evet, ne demişti, Nâzım Hikmet?

Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan…,
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ

Yine bir başka şiirinde de Nâzım, polisin ve eşinin kendisini aradıklarını görünce Gülhane Parkı’nda bir ağaca tırmanmış ve eşi dâhil, arayanların kendisini göremediklerin görünce de;

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

demişti.

Bütün bu yaşananlar ve hukukumuzun başına gelenler, bana Nâzım Hikmet’in bu mısralarını anımsattı. Hâlâ da anımsatmayı sürdürüyor. 21. yüzyılda böyle bir duruma düştüğüm ve bu satırları yazmak zorunda kaldığım için gerçekten üzülmenin de ötesinde utanç duymakta ve kahrolmaktayım!

Uygarlığın, Hegel’in ünlü tanımıyla “kötü sonsuz” (schlechte Unendlichkeit, mauvais infini, cattivo infinito, mal infinito) olacağına; bilim ve de uygarlığın ise, küreselleşmenin (globalisation) yaşandığı bir dünyada, hukukta bile böylesine kötü sonsuzlar yaşatacağına inanılacak, kötü gerekçeler arayanlara her toplumda, sık sık katlanılacak mıydı!?

Can Yücel, bir ara şöyle demişti:

Uslu ayaklarla başlamış yolculuk
Yürünmez öyle, bazen durulur,
Ve iner erenler katına yorgunluk;
Kapanır sükûn üzre kitaplar

Evet, kısaca ben, yine O’nun dediği gibi, aslında

Kendime kırgınım!..
Maziye hiç değil,
ama âna kırgınım

Peki, benim yaşıma gelmiş bir hukukçu, bu yaşananlar karşısında ne demeliydi acaba!?… Doğrusu artık bunu ben de bilemiyorum. Bilemiyorum, ama aklıma Oscar Wilde’ın şu sözleri geliyor:

  • “Despotik bir toplumda yaşıyor ve çeşit çeşit despotlarla karşılaşıyoruz. (Aslında) üç çeşit despot vardır. Bedene zulmeden despot. Ruha zulmeden despot. Bir de hem ruha hem de bedene zulmeden despot. Birincisine hükümdar diyorlar. İkincisine Papa diyorlar. Üçüncüsüne de halk.”

Acaba o halkın yerine o halk adına geçenler var mı? Varsa şimdilerde kimler geçti? Hayır. Hiç kimse geçmedi. Çok şükür, ülkemizde “Yargılama erki” bağımsızdır. Hem de anayasal boyutta. Hiç kimse incelenen yanlış, yalnız ve tekil bir karara bakarak genel, kesin ve çoğul yargılarda bulunmaya kalkışmasın. Yargılama erkine güvenmeyi sürdürsün, insanlarımız. Benim dileğim de bu.

Yine insanlarımız şunları da unutmasınlar :

  • “Yargılama (erki), Devlet politikasının efendisi değil, hizmetçisidir.”

diyen bir Dr. P. Joseph Goebbels (1897-1945); “Düzgü biçici eyleyen türü” (normatif fail tipi, type d’auteur normatif, tipo di autore normativo) suç hukukunu savunan bir Prof. Dr. Mezger ülkemizde hiç olmadı. Elbette bugün de yok. İnanınız, yarın da olmayacak.

Ancak sadece bir çaresizlik var. Bu çaresizlik,

Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam

diyen Orhan Veli çaresizliğidir.

Ve yanıtını da düşünen, düşünmek zorunda olan sizlere, okurlara bırakıyorum.

17-25 Aralık 2013, “Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Haftası”

Orhan UĞUROĞLU

Orhan UĞUROĞLU
17 Aralık 2023, YENİÇAĞ
“Versin Bilal’i alsın iktidarı” (yenicaggazetesi.com.tr)

“Versin Bilal’i alsın iktidarı”

Bu gün başlayan Bahçeli’nin 17-25 Aralık 2013, “Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Haftası” açıklamalarını asla unutmam, on yıllarca da unutturmam…
(AS: 10. yılı bu hafta! Ne yazık ki hala hesabı sorulamadı…)

İşte, Devlet Bahçeli’nin MHP resmi web sitesinden aldığım açıklamaları.

25 Kasım 2014 TBMM Grup konuşması:

“12 yıldır Türkiye’ye kan ağlatan bildik bir despotsun.
On yıllar geçse de bir gün gelecek 17-25 Aralık’tan dolayı Başbakan adaletin önüne çıkacak ve yaptıklarının bedelini ödeyecektir.
Başbakan, Pınarhisar’daki üç beş ayını bile mumla arayacaktır.
Bu bizim için siyasi namus meselesidir.
Sayın Başbakan şunu iyi anla ki, senden Cumhurbaşkanı asla olmaz, olamaz, olmayacaktır.”

sdfsd.png

25 Kasım 2014 TBMM Grup konuşması:

“17 Aralık’tan 25 Aralık tarihine kadar geçen dokuz günlük süreyi ‘Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Haftası’ ilan edip, Türkiye’nin dokuz ayrı bölgesinde hırsızlığı, soygunu ve rüşveti cesaretle anlatacağız.

Bu ve buna benzer faaliyetlerle AKP’nin 12 yılının foyasını bütünüyle ortaya çıkaracağız.

17-25’cilerin en temel özelliği yalan ve riyaya batmalarıdır.”

23 Aralık 2014 “Haklarında meclis soruşturması açılan 4 eski bakanla” ilgili açıklaması:

“17-25 Aralık haram ve hıyanetle söz kesen iktidarın maskesini indirmiş, ipliğini pazara çıkarmıştır. Ne pahasına olursa olsun, 17-25 Aralık’ın tüm failleri hukukun karşısına çıkarılmalıdır.

AKP 17-25 Aralık’la yüzleşmeli; havuzcular, telaşla para eritenler, villacılar, altın kaçakçıları, imar vurguncuları, vakıflar üzerinden soygun tezgâhı kuranlar, ihalelere fesat karıştıranlar adaletin huzurunda yaptıklarının bedelini ödemelidir.

Türk milleti ayakkabı kutularına koyulan haram paraları unutmamıştır.

Yatak odalarından çıkan, üç beş kuruş olarak yorumlanan gayri ahlaki yollardan elde edilmiş yolsuzluk hasılatını aklından çıkarmamıştır.

Elbette bu zulmün, bu eşkıyalığın karşılıksız bırakılması mümkün olmayacaktır.”

2 Aralık 2014 TBMM Grup konuşması:

“Rüşvet alıp vermek insanlık suçudur, dinen haramdır ve hukuken de cezası bellidir.

Adli Tıp Kurumu’nun 17-25 Aralık’tan sonra medyaya yansıyan rüşvet ve yolsuzluk tapelerinin montaj olmadığı sonucuna varması bile rüşvetçilerde bir ıslah, tedirginlik ve pişmanlığa yol açmamıştır.

Çünkü bunların vicdan dikişleri sökülmüş, utanma perdeleri yırtılmıştır.

Bilinmelidir ki, bu millet; 17-25 Aralık’taki tarihin en büyük rüşvet ve yolsuzluk vakasını unutmayacaktır.”

14 Haziran 2015 MHP il ve ilçe başkanları toplantısı:

“AKP ile koalisyon kurmamızı istiyorlar. 17-25 Aralık yolsuzluk olaylarını nereye koyacağız. Meydanlar hırsızlardan hesap soracağız dedi. Her bir oyun vicdani sorumluluğu var diye halka seslendik. Öteki dünyada hesabı sorulur dedik. Hırsızları nereye koyacağız?

TÜRGEV’e yapılan bağışları verilen ayrıcalıkları ne yapacağız? Bilal’in içinde olacağı sıfırlanan paraların hesabını sormayacak mıyız? Bu sürecin bir tarafında Bilal var. Versin Bilal’i alsın iktidarı.”

27 Haziran 2015 Cumhuriyet gazetesine açıklama:

“Bunu bizzat ben yaptım. 17:25’i gösterdiğinde pilini çıkardım. Her gün bu takvime bakıyorum. Buradan da anlayabilirsiniz ki biz, 17 ve 25 Aralık’ın hesabının sorulması vaadimizden asla geri adım atmayız.”

24 Haziran 2014 TBMM Grup konuşması:

“12 yıldır Türkiye’ye kan ağlatan bildik bir despotsun.
On yıllar geçse de bir gün gelecek 17-25 Aralık’tan dolayı Başbakan adaletin önüne çıkacak ve yaptıklarının bedelini ödeyecektir.
Başbakan, Pınarhisar’daki üç beş ayını bile mumla arayacaktır.
Bu bizim için siyasi namus meselesidir.
Sayın Başbakan şunu iyi anla ki, senden Cumhurbaşkanı asla olmaz, olamaz, olmayacaktır.”

sfgfdh.jpg

YAZARIN DİĞER YAZILARI

“Versin Bilal’i alsın iktidarı”

Ha hakeme yumruk atma Ha hatibe Meclis’te laf atma

Ha hakeme yumruk atma Ha hatibe Meclis’te laf atma
2 trafik kazası ve 2 acı sonuç, Başın dertte Erdoğan! Hakem ve Hâkim… 1Ey muhalefet Ey millet; Bunları unutmanız gaflet… kşener’in siyasi yolu, CHP; Millet ittifakı değil milletle ittifak Recep Reis’in takası da cakası da battı…

AKIL, BİLİM, LAİKLİK, DEMOKRASİ ve DİN

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Sakın unutma!
İşin özü kısaca şudur :

Akıl, bilim, laiklik, demokrasi” dörtlüsünden hiçbiri dine karşı değildir.

Ama kutsal din değerlerinin siyasal iktidarlar, kimi din baronları (tarikat- cemaat liderleri) ve dinden mevki, makam, rant ve çıkar sağlayan dinbazların, halkın cehaletinden ya da bilgi yetersizliğinden yararlanarak dinin ve dince kutsal sayılan değerler kümesinin kötüye kullanılmasına karşıdır.

Laikliğin dinsizlik olduğu doğru değildir!

Bilimsel olarak, din sosyolojisi açısından da laiklik dinsizlik değil; dini ve dinsel kutsalları, dini kötüye kullanan dinbazların elinden kurtarmaktır.

Gerçek şudur                          :

Baskıya, korkutmaya, zorlamaya, iki yüzlülüğe dayanmayan içten ve vicdani dindarlık ancak laik rejimlerde olasıdır.

Eğer akılcı, bilimsel, laik ve özgürlükçü eğitim toplumun çoğunluğu tarafından benimsenir ve içselleştirilirse din elden gitmez. Hatta daha saygın bir konuma yükselir. Fakat çıkarcı dinbazların sömürü alanları yok olur.

Dinden iktidar, saltanat, çıkar, rant ve gelecek devşirmeye alışmışız.

Dinbazların, topumun dinsel cehaletinden yararlanarak, dine zarar vereceği savı ile akılcı, bilimsel, özgürlükçü, laik ve demokratik eğitim karşıtlığı ve hatta düşmanlığı bu yüzdendir.

Dinden iktidar ve çıkar sağlama yollarının kapanmış olmasıdır.

Hangi yol olursa olsun, akıl ve bilimle gidilmeyen yolun sonu uzun erimde (vadede) her zaman ve her koşulda karanlıktır.

  • Zaten aklı olmayanın dini de olmaz.

Hiç unutulmasın ki;

  • Bilim, teknoloji, laiklik, demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü ve evrensel insan hakları da zaten özgür aklın türevleri ve kazanımlarıdır.

BARINMA ve BESLENME KRİZİ NEREYE GİDİYOR??

Dostlar,

Kızılcagün TV‘de yaptığımız bir söyleşiyi paylaşmak istiyoruz.

Sn. Ebru Güngör’ün sorularını yanıtladık.

Özellikle, artan konut kiraları ve yurttaşın barınma hakkı..
TCMB Başkanı Sn. Hafize Gaye Erkan’ın İstanbul’da ev kirası bedellerini çok yüksek bularak annesinin yanına taşınma düşüncesini açıklaması gündem oldu.

Öte yandan 3 haneli hiperenflasyon nedeniyle gıda fiyatlarındaki aşırı artışlar, BESLENME HAKKINI da yok etti insanların.

Programcı Sn. Güngör, insanlar en temel 2 gereksinimlerini karşılayamıyor… vurgusu yaptı.

  • İnsanlar geçinemiyor ve karnını doyuramıyor. Bu sorun nereye varır ve nasıl çözülür??

Yaklaşık 30 dakika boyunca bu 2 can yakıcı sorunu irdeledik.

AKP=RTE iktidarını  bilerek – planlayarak insanlarımızı yoksulluk – açlık – evsizlik – işsizliğe sürüklediğini anlattık.

İnsanları yurttaşlıktan çıkarıp ümmete – kula indirgemek, biata zorlamak, siyasal katılımın dışına itmek, ALLAH İLE ALDATARAK, çürütmek ve AKP’ye oy deposuna dönüştürmek..

İşte ULUSAL EGEMENLİĞİN bir TEK ADAMA devredilmesinin çooookk acı sonuçları..
Hesap sorulamıyor.. Denge – denetleme sistemi çalışmıyor.
2017 Anayasa değişiklikleri, hileli biçimde halkoylamasından geçirildi (2,5 milyon mühürsüz oy kullandırıldı!).
RTE, Yasama + Yürütme  + Yargı erklerini buyruğuna aldı.

  • Giderek daha pervasız ve baskıcı oluyor AKP = RTE iktidarı.
  • Karşıtlarını kökten susturmak istiyor. Yargı sopasını, kolluk güçlerini kullanıyor.
  • Dini, ölçüsüzce çağdışı siyasetine alet ediyor.
  • Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatta 17. kez yaptığı değişiklik apaçık ŞERİAT DEVLETİ hedefli ve Anayasa Başlangıç, m. 2, 24, 42 ve 174’e, AİHS ve AİHM kararlarına açıkça aykırı..

Yarım saat dolayında bilimsel verilere dayalı sorunları tartıştık ve çözüm önerileri sunduk.

Çözüm                            :

  • Meşruluk sınırlarının dışına çıkan iktidara karşı hukuk içinde direnmek. AİHS’nde temel bir insanlık hakkı olarak tanımlanan MEŞRU DİRENME HAKKINI kullanmak.

Yerel seçimlerde mutlaka bir “Türkiye ittifakı” yaparak iktidarı açık ara geriletmek ve ardından erken seçime zorlayarak kurtulmak…

İzlemek için lütfen tıklayınız…

https://youtu.be/_YZkUrLVmao?si=4FmUuQhObmWUL8Dq

İzlenmesi, paylaşılması ve gereğinin hızla yapılması dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile. 17 Aralık 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik       X : @profsaltik

Şeyh Sait ve Musul-Kerkük

Naim BABÜROĞLU

Naim BABÜROĞLU
Em. Tuğg., Dr. (Cumhuriyet Tarihi)

Bir Jandarma Birliği, altı asker kaçağını yakalamak için 13 Şubat 1925’te Bingöl’ün Eğil Bucağı’na bağlı Piran köyüne gelir. Piran köyü, Şeyh Sait’in kardeşi Şeyh Abdurrahman’ın köyüydü. Ayaklanma hazırlığı yapan Şeyh Sait, üç yüz kadar atlı isyancıyla birlikte oradaydı. Kaçakları Jandarmaya vermek istemedi. Birlik komutanları, görevlerini yapmak zorunda olduklarını söylediler. Bunun üzerine Şeyh Sait, subay ve askerlere ateş açar. İki teğmeni tutsak alır. (1) Planlanan ve tarihe Şeyh Sait isyanı olarak geçen ayaklanma böylece başlatılmış olur. (2)

Hınıslı bir aşiret reisi olan Şeyh Sait, bölgedeki Nakşibendi Tarikatı’na bağlı müritlerin önderi, okuma yazma bilmeyen bir toprak ağasıydı. (3) Dinsel konumunu kullanarak, köylülere ücretsiz çobanlık yaptırmış ve onların sırtından büyük bir servet kazanmıştı. Ankara’da kurulan Cumhuriyet onu rahatsız ediyordu. Osmanlı döneminde sahip olduğu ayrıcalıklı haklarını yitirmekten korkuyordu. (4)

Ayaklanmaya, özellikle Varto ve Tunceli’nin Alevi aşiretleri katılmadılar. Hatta karşı koydular. Veli Ağa Aşireti, Şeyh Sait’e karşı savaştı. Mustafa Kemal Paşa, bu nedenle 27 Şubat 1925’te Hormek Aşireti’ne bir kutlama telgrafı gönderdi. (5)
***
Şeyh Sait’in adamları, ellerinde yeşil sancak, göğüslerinin üzerinde Kur’an-ı Kerim; bankaları, evleri, dükkânları basıp soyarak ilerlediler. (6) Kürdistan’ın geçici başkenti yapmayı düşündükleri Bingöl ve Elazığ’ı ele geçirdiler. Lice’yi Ergani’yi ve çok sayıda köyü işgal ettiler. (7) Silahlı isyancılar, cami şerefelerinden Türk askerine ateş açtılar. (8) Çatışmalar, Diyarbakır’da bir savaş durumunu yansıtıyordu. (9) Şeyh Sait’in hocaları, Şeyh Sait’le birlikte savaşanlara Cennet’te ödüller vadediyordu. Kent ve köylerde, yerden ve havadan bildiriler dağıtılıyor, “hilafetsiz Müslümanlık olmaz; saltanat ve hilafet geri getirilmeli, okullarda dinsizlik öğreten, kadınları yarı çıplak gezdiren Kemalist hükûmetin başı ezilmelidir” deniyordu. Ayaklanmacılar hem dini hem de etnik yapıyı kullandılar. (10)
***
Şeyh Sait İsyanı, Kürtçülerin ve Şeriatçıların anlattığı gibi Piran’da (Dicle) hazırlıksız bir şekilde aniden başlamadı. En az iki yıldır hazırlıkları yapılıyordu. İngiliz istihbaratı isyanın çıkacağını yedi ay önce Londra’ya bildirmişti. İngilizler, Musul-Kerkük için adım atan Türkiye’ye karşı Nakşi-Kürt kartını masaya sürmek için hazırlık yapmıştı. İngilizler, Musul-Kerkük’e el koymak için çalışırken, Kürtçüler ise “Kürt-İslam Devleti” kurmak hayaliyle onlarla iş birliği yapıyorlardı. İngilizler, isyanın zamanlamasını Türkiye’nin Musul-Kerkük’e odaklanacağı sırada, enerjisini ve kuvvetini isyan bölgesine çekecek şekilde planladılar. İsyan başarılı olmazsa bile, Türkiye kuvvet gönderemeyeceği için Musul-Kerkük’ten olacaktı. İngiltere’nin istediği buydu. Böyle de oldu. Ayaklanmanın başlangıç aşamasında, Bağdat’taki Fransız Komiserliği, Paris’e 40 sayfalık bir rapor gönderir. Raporda şöyle yazılır:

“Şeyh Sait, 1918’den beri amacı İngiliz mandası altında bir Kürt Devleti kurmak olan, İstanbul Kürt Komitesi’ne bağlı olarak çalışmaktadır…” (11)
***
1925 yılında, Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği, Paris’e gönderdiği gizli raporda Şeyh Sait isyanı ile ilgili şunları yazar:

“Şeyh Sait ayaklanması kendiliğinden birdenbire ortaya çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır. Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak veremezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyonda, Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti.” (12)

Sadece bu belge bile, İngilizlerin Musul-Kerkük üzerindeki hedeflerini göstermektedir.

Şeyh Sait İsyanı mimarlarından Kürt İslamcılar, Ermeni terörist çetelerle ittifak içindedirler. Ortak bir örgüt de kurarlar. Örgütün adı, Taşnak-Hoybun’dur. Örgüt, Türkiye ve Türkler aleyhine çalışmak ve kan dökmek amacıyla kurulur. 1980’lerde PKK/ASALA ittifakı bu örgütün devamıdır. Hedef Türk düşmanlığı. (13)
***
1925 Nisan ayı ortasında, Şeyh Sait ve yanındakiler kuşatıldılar. Durumu umutsuz gören Şeyh Sait, yenilgiyi kabul ederek teslim oldu. Üzerinde, çeşitli belgeler ve yetkilileri şaşırtacak kadar altın çıktı. 13 Şubat’ta başlayan ayaklanma 62 gün sürdü ve 15 Nisan 1925’te bastırıldı. (14)
***
Ve yıl 2014… Cumhuriyet’e ve Türkiye’nin bütünlüğüne kasteden Şeyh Sait’in adı, yıllar sonra, 2014’te Diyarbakır’da bir meydana verildi. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Meclisi, Dağkapı Meydanı’nın adını, Şeyh Sait Meydanı olarak değiştirdi. Meydana giden yollarda bulunan yön tabelalarına, “Şeyh Said Meydanı” yazıları konuldu. Dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı, PKK terör örgütüyle bağlantılı olduğu iddia edilen Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) Gültan Kışanak: “Biz bu nedenle meclisimizde tartıştık. Şeyh Said isminin meydana verilmesi bizim önerimizdi. Ak Partili meclis üyeleri de destek verdi…” (15) açıklamasını yaptı.

Ve yıl 2023… Diyarbakır Belediyesi, yapımı süren bulvara Şeyh Sait’in adını verdi. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi duyurusu şöyleydi: “Silvan yolunu Elazığ yoluna bağlayacak 12 kilometre uzunluğunda ve 50 metre genişliğindeki Şeyh Sait Bulvarı’nın yapım çalışmalarına başladık.” (16)

İngilizlerle iş birliği yaparak isyan eden, Musul ve Kerkük’ün elden çıkmasına neden olan Şeyh Sait anısına meydan ve bulvar… PKK bölücü terör örgütünün yere göğe sığdıramadığı Şeyh Sait’in anısına bulvar… Kahramanlarımıza ve şehitlerimize hakkımızı böyle mi ödeyeceğiz?.. Kanla yeşeren bu vatana borcumuzu böyle mi ödeyeceğiz?.. Devlet böyle bir yanlışı yapmaz, yapamaz, yapmamalıdır…

Kaynakça

(1) Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanmaları, Tekin Yayıncılık, 1995, s. 67-68.
(2) Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanmaları, Tekin Yayıncılık, 1995, s. 69.
(3) Lord Kinross, Atatürk, Altın Kitap, 12. Baskı, İstanbul, 1994, s. 465.
(4) Kinross, a.g.e., s. 465.
(5) Mumcu, a.g.e., s. 54.
(6) Kinross, a.g.e., s. 467.
(7) Mumcu, a.g.e. s. 71-72.
(8) Kinross, a.g.e., s. 468.
(9) Ş.S. Aydemir, Tek Adam, 3. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1983, s. 220.
(10) Mumcu, a.g.e., s. 97.
(11) Mumcu, a.g.e., s. 123.
(12) Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Umay Yayınları, İzmir, 2005.
(13) Kaya Atabek, Türk Siyasetinde Kürt İslamcılar, İleri Yayınları, 2. Baskı, 2015, s. 151-152.
(14) Aydoğan, a.g.e., s. 127-130.
(15) https://www.milliyet.com.tr/siyaset/o-meydanin-adi-seyh-said-meydani-oldu-1982663 (Erişim, 27 Ocak 2023, 15:25).
(16) https://www.yenicaggazetesi.com.tr/diyarbakirda-kayyimin-yonettigi-belediye-hainin-adini-bulvara-verdi-742740h.htm
===================================
YAZARIN DİĞER YAZILARI

Şeyh Sait ve Musul-Kerkük, 

Yüzyılın Projesinin Ayak Sesleri, 06 Aralık 2023

Balkan Utancını Yaşatan Zihniyet, 29 Kasım 2023

İsrail Saldırısı, BATI ve Arap Dünyası, 22 Kasım 2023

Padişah Vahdettin ve Millî Mücadele, 15 Kasım 2023

“Savaşın ustası, barışın efendisi…”, 10 Kasım 2023

ABD ve AB’ye verilecek ders, 01 Kasım 2023

Atatürk’ün kendisidir Cumhuriyet, 29 Ekim 2023

ABD’nin ve İsrail’in hedefleri, 25 Ekim 2023

İsrail Savaşı, Ortadoğu ve Türkiye, 18 Ekim 2023

ADD Hildesheim TV Konuşmamız : 75. Yılda İnsan Hakları Sınavımız..

Dostlar,

Dün, 15 Aralık 2023 akşamı, Almanya – Hildesheim ADD Başkanı Sn. Fatma ANDERS ile bir TV programı yaptık. TSİ 21:00’de başlayan (Avrupa 19:00) program İNSAN HAKLARI konuluydu ve yaklaşık 80 dakika sürdü. Bu konuşmayı 10 Aralık 2023 akşamı planlamıştık ancak teknik sorun nedeniyle ertelemek zorunlu oldu.

Bilindiği gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi-İHEB (Universal Declaration of Human Rights-IDHR), 75 yıl önce 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda benimsenmişti. Türkiye, altı ay kadar sonra 27 Mayıs 1949’da Bildirge’nin resmi Türkçe çevirisini Bakanlar Kurulu Kararı ile Resmi Gazetede yayınlayarak bir tür eylemli olarak benimsedi. Yürürlükteki 1924 Anayasasında uluslararası andlaşma – sözleşmelerin iç hukuka nasıl katılacağına ilişkin bir düzenleme yoktu. Dolayısıyla bu yol, kanımızca, etkili bir kabul – benimseme ve iç hukuka aktarma olarak kabul edilebilir, edilmelidir.

Sn. Anders’in sorularını yanıtlamamız ve İHEB’in 75. Yılında İnsan Hakları Karnemizi irdelememiz, doğallıkla çok kapsamlı bir konuydu. Pogram sürerken canlı bir izleyici kitlesi oluştu. Sn. Anders’in kayıtlarına göre dünyanın birçok yerinden insanlar programı eşzamanlı izledi (Peru, Milano… dahil).

Sn. Anders bize şu whatsap iletilerini yolladı :

  • 5 senede ulaştığımız kitle 22 – 26 milyon arası. Dün ve bu gün videonuz rekor kırıyor Hocam.
  • İzleyenler 100.000’i geçti, halen izleniyor
    Emeğinize sağlık Hocam, iyi ki varsınız.
    Programdan herkes keyif almış, bana gelen bilgileri sizinle paylaşmak istedim..

***
Yayın eş zamanlı olarak facebook ortamında yayınlandı. İzlemek için tıklayınız..

https://fb.watch/oYsrpIrkyc/

Ayrıca youtube ortamına da yüklendi..  Aşağıda.. tıklanıp izlenebilir..

https://youtu.be/490yhJ52d9U?si=x9bTH3ABFJviB09a

Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazımızı da (07 Aralık 2023) bu konuya ayırmış ve şöyle bağlamıştık yazımızı :

  • Türkiye’nin de uluslararası toplumun da insan hakları karnesi, İHEB’in 75. yılında perişan.

    Ne yapmalı                      ??
  • Mustafa Kemal Paşa, “Eğer sürekli barış isteniyorsa, insan yığınlarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün gönenci, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya yurttaşları çekememezlik, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir.” demişti. Prof. N. Chomsky ise “Bunların hiçbiri kaçınılmaz değil. M. Chossudovsky’nin YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ kitabı, olayları tersine çevirecek savaşımda önemli adım : DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİ!..” diye yazdı. Son söz Chossudovsky’nin : “Dünyanın tüm önemli bölgelerindeki toplumsal hareketleri, yoksulluğun ortadan kaldırılması ve kalıcı bir dünya barışının sağlanması ortak hedef ve kararlılığı ekseninde bir araya getiren büyük atılıma gereksinim var.” Bütün dünyanın ezilen halkları, uyanın ve birleşin. Spartaküs iki bin yıl önce başardı; çaresi isyandı!

İzlenmesi, paylaşılması ve gereklerinin yapışması dileğiyle..
Gönlümüzden geçen, Kabulünü izleyen 50. yılda Bildirge’nin güncellenmesi ve 3. Bin Yıl başında yepyeni ve yaşama geçirilebilecek bir insan hakları demeti üstünde küresel toplumun uzlaşmasıydı. Ne yazık ki böylesi bir beklentiden çok uzağız.

Ancak her durumda umutsuzluk yok. 75 yıl önce İHEB’i büyük bir uzlaşmayla üreten ve yayınlayanlar da dünyalılardı. İnsanlık onuru ve usu (aklı) tüm sorunların üstesinden gelecek!

Sevgi ve saygı ile. 16 Aralık 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik 

 

 

 

Şeyh Sait’i siyaset gündemine sokmak, bir karşıdevrim atağı!

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
Son Yazısı / Tüm Yazıları  15 Aralık 2023 Cumhuriyet

 

AKP’nin Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne atadığı kayyumun, Silvan yolunu Elazığ’a bağlayacak “Şeyh Sait Bulvarı”na başlandığını duyurmasından sonra Diyarbakır surlarına Şeyh Sait’in fotoğrafı asıldı.

Yerel seçim öncesinde hem AKP’nin hem de CHP’nin DEM (eski HDP) ile işbirliği arayışını sürdürdüğü bugünlerde, bu konunun yeniden ısıtılması şaşırtıcı değil. AKP ile DEM, birçok kez örneğini gördüğümüz gibi, emperyalizmle işbirliği yapan gerici, etnikçi ve mezhepçi şeyhlere, şıhlara, tarikatçılara sahip çıkma konusunda adeta birbirleriyle yarışan iki parti. 

2014’te HDP ve AKP meclis üyelerinin oylarıyla Dağkapı Meydanı’na Şeyh Sait Meydanı ismi de verilmişti. AKP gericiliği nedeniyle, DEM de etnik kökeni nedeniyle bir şeyhi sahiplenebiliyor.

İŞBİRLİĞİ İÇİN YALPALAYAN SİYASET

Ancak kabul edilemez olan CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, bu konudaki bir soruyu,

  • “Şeyh Sait isyanının kendi konjonktüründe Cumhuriyete karşı bir ayaklanma olduğunu biliyorum. Bu ayaklanmanın bastırılması sırasında oluşmuş acılar, bugün bazı torunların kalbini acıtıyorsa, o acıya saygılı olmak gerekir. Cumhuriyetin herhangi bir evresinde yaşanmış acılar varsa o acıları tartışmanın sıcak siyasetin alanı değil, tarihçilerin alanı olduğunu değerlendiriyoruz”

diyerek yanıtlamış olmasıdır.

Öncelikle bu olay, tarihçilere bırakılacak belirsiz bir konu değildir, nasıl gerçekleştiği ve ne olduğu belgelerle ortaya konmuştur. Özel’in yeni kurulan Cumhuriyete karşı emperyalistlerin kışkırtmasıyla ayaklanan şeriatçı bir şeyh hakkında böylesine çekingen bir yanıt vermesi, laik Cumhuriyetin 100. yılında siyasal İslamcılar tarafından boğulmak istendiği bu dönemde net bir tutum göstermemesi, belli ki DEM ile yerel seçimde işbirliği yapma çabasının sonucudur. Herhalde 31 Mart’a kadar Özel’in bu tür yalpalamalarına tanık olacağız.

LAİK DEVRİM Mİ, ŞERİATÇI KARŞIDEVRİM Mİ?

Şeyh Sait olayı ile sosyal medyadaki dezenformasyonun kurbanı olmamak için Uğur Mumcu’ nun 1919’da İstanbul’daki Kürt örgütlenmeleri ile başlayan, Şeyh Sait Ayaklanması ve Musul sorunu ile noktalanan süreci ayrıntılarıyla ele aldığı, yabancı arşivlerden ve çok sayıda önemli belgeden yararlanarak konuyu incelediği “Kürt-İslam Ayaklanması” adlı kitabını okumalarını öneririm.

Mumcu’nun 1991’in haziran ayı boyunca Cumhuriyet’te yayımlanan dizi röportajı vardır. 2 Haziran’daki ilk bölümü, İngiltere’nin 1919’da Bitlis ve Van illerini içine alan kendi korumasında Kürt devleti kurma planına atıfla Majestelerinin Kürdistan’ı başlığıyla yayımlanan o dizide, Şeyh Sait’in mahkemede açıkça şeriat istediklerini söylediği sorgu tutanakları, ayrı bir Kürt İslam devletinin kurulmaya çalışıldığını ortaya koyan belgeler de var.

Bunları bilmeden konuyu tartışmak yüzeyseldir. Türkiye’de bir süredir kasıtlı olarak siyasette alevlendirilen Şeyh Sait tartışması, aynı Vahdettin tartışması gibi, siyasal İslamcı karşıdevrimin atağıdır. 

Bu açık saldırıya karşı net bir tutum gerekir: Ya laik Cumhuriyet Devrimi’nden yanasınız ya da emperyalizmin kışkırttığı dinci-etnikçi bir karşıdevrimin yandaşısınız. Bunun ortası yok!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Neden direnme hakkı?

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu
Siyaset 14.12.2023 BİRGÜN

“İHEB’in tanıdığı ‘direnme hakkı’, Cumhuriyetçiler için meşru ve haklı dayanak” geçen yazının son cümlesi idi.

1789 Bildirgesi’ne göre, her siyasal örgütlenmenin (devletin) amacı, “insanın doğal ve zamanaşımına uğramaz haklarının korunmasıdır. Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir” (md.2).

Baskıya karşı direnme hakkının bir uygulama biçimi olarak sivil itaatsizlik, “Şiddeti dışlayan ve bilinçli bir kararlılık taşıyan, fakat politik olan, yasaya karşı olan ve çoğu zaman yasada ve hükümet politikasında değişiklik sağlamayı amaçlayan kamusal eylem”dir. (Thoreau ve Rawls).

Evrensel Bildirge’de (İHEB) direnme hakkı, “İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması esaslı bir zaruret” olarak dolaylı bir tanıma kavuştu.

Anayasalar arasında örnek: “Bütün Almanların, anayasal düzeni devirmeye girişecek herkese karşı, eğer başkaca çözüm yolu yoksa, direnme hakkı vardır” (Any., md.20).

MEŞRU ve HAKLI

İHEB ve sonrası insan hakları uluslararası kazanımları, Anayasalarımıza “İnsan haklarına dayanan Devlet ve Cumhuriyet” olarak yansıdı.

Anayasa yurttaşların uyanık bekçiliğine emanet” (1961, Başlangıç) kaydı yer almasa da, 1982 Anayasasında direnme hakkının meşru ve haklı temelleri var. Kamu görevlilerine itaat etmeme hakkı tanıyan “Kanunsuz emir” (md.137), tipik örnek.

Anayasa uygulayıcısı ve anayasal düzen koruyucusu olarak öngörülen organ ve makamların  “Anayasal düzeni yıkıcı eğilimleri”, süreklileşti:
– 31 Mart 2019 İstanbul BB seçimleri iptali,
– Mayıs 2023 yasama ve CB seçim süreci ve
– Yargıtay’ın C. Atalay kararı vd.

Sistematik Anayasa ihlallerine karşı çıkmak, sivil itaatsizlik ve direnme hakkını meşru kılar.

SEÇİM SÜRECİ

Genel seçimler tamamlanmadan yerel seçim söylemini gündeme oturtan AKP genel başkanı, CB ve Yürütme şemsiyesi altında yerel seçim çalışmalarına ivme kazandırdı.

Merkezi yönetimde bütün yetkilerin tek elde toplanması için her türlü aracı meşru gören zihniyet, yerelde farklı siyasal eğilimlere yaşam hakkı tanımamak için devlet güçlerini seferber etme hazırlığında.

Bu nedenle, genel seçimlerde “hata+hançer+harakiri” zincirinde sergilenen aymazlıklar, yerelde tam tersine “uyanıklık+ hukuk+ direnme hakkı” üçlüsüne dönüşmeli. Aksi halde, Türkiye’de genel çürüme yaratan kurgunun yerele de çökmesi, demokratik denge düzeneklerinin bütünüyle silinmesi anlamına gelir.

AYM’yi tümüyle etkisiz kılma (merkezde) ve belediyeleri (yerel) ele geçirme, dengesiz ve denetimsiz yönetim iştahıdır.

Yerel seçim sürecinde direnme hakkı, eşit olmayan yarışma koşullarını dengeleyebileceği gibi, yerel seçimlerin cumhuriyetçi demokratlarca kazanılması, mutlak çürümeye yol açan ırkçı-mezhepçi totaliter zihniyet cephesini frenleyici bir işlev görebilir.

Ayrımcı uygulamalardan soruşturmalara, yerel yetkilerin gaspından kayyumlara beş yıldır kullanılan hukuk dışı baskı araçları, direnme hakkı”nı gerekli kılmakta.

DAYANIŞMA ve DİRENME

Covid-19 ve deprem sınavları, sosyal devlet ve belediyecilik öncelikleri ve uygulamaları, kentli olma hakkı temelinde yerel özgürlükler, direnme hakkının meşru kaynaklarıdır. Yinelenen İstanbul BB seçimleri, direnme hakkı deneyimi olarak da okunabilir.

  • CHP ve TBMM’de temsil edilen  (DEM, Demokrat, DEVA, Gelecek, İyi, Saadet ve TİP) partiler, kaçınılması (tiranlık) ve ulaşılması (demokrasi) gerekenler ortak paydasında buluşabilmeli.

Mikro-demokrasi özneleri ve aktörleri, yerel demokrasi halkalarının öncüleri olmalı.

Ulusal ölçekte ve yerelde insan hakları kazanımlarını korumak için, kamu gücünü hukuka aykırı olarak kullanarak hak ve özgürlükleri çiğneyen kişi ve makamlara, 75. yılında

  • İHEB’in jus cogens (bağlayıcı kural) özelliği de hatırlatılmalı.

Bu genel çerçeve ışığında, mikro-demokrasi örgütlerinin kamu yararı ereğinde dayanışma ve eşgüdüm işlevi, yerel adayları belirlemede liyakat ölçütü ve demokratik yöntemler vb. konular, gelecek yazılarda işlenecek.
***
Yazarın Son Yazıları

21. Yüzyıl’da Sağlık Gündemi ve Refik Saydam Hıfzıssıhha Gerçeği

Bekir Metin
Dünya Sağlık Haberleri Genel Yayın Yönetmeni
Web: www.healthworldnews.net

www.healthworldnews.net/yazi-dizisi-23-21-yuzyilda-saglik-gundemi-ve-refik-saydam-hifzissihha-gercegi 

Bekir Metin tarafından yazılan “Refik Saydam Hıfzıssıhha Gerçeği” başlıklı yazı dizisinin 23. Bölümü yayınlandı. 

DSÖ, 1998 yılında “50. Yıl Dünya Sağlık Raporunu” 25 yıl önce yayınladı. Rapor 21. Yüzyılın Sağlık Gündemini” belirlemişti. 

2000-2025 yılları arasını kapsayan 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde çizilen vizyon içinde “Sağlığı Etkileyen Politik Eğilimler” 

detaylı (ayrıntılı) biçimde anlatılmıştı. Böyle bir süreçte Türkiye’de iktidar değişti ve “Sağlıkta Dönüşüm Programı” başlatıldı. 

Peki, Refik Saydam Hıfzıssıhha Başkanlığı’na ne oldu? Okuyun… Gerçeği görün…

Selam sevgi ve saygılarımla, 14.12.23

ASGARİ ÜCRET BELİRLEME KURULUNUN CALIŞMALARI ÜZERİNE KİMİ YARARSIZ YORUMLAR…

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Asgari (en az) ücret belirleme komisyonu, daha sonraki toplantı turlarına bir hazırlık yapmak üzere, işçi – işveren temsilcileri ve iktidar temsilcisi Bakanın katılımı ile 11 Aralık 2023 günü toplandı. Ancak bu ilk toplantıda herhangi bir ücret miktarı dile getirilmedi. Öyle anlaşılıyor ki, bu toplantılar birkaç kez daha yapılacak ve yılbaşından önce mutlaka bir karara bağlanacak. Büyük bir olasılıkla da son sözü Cumhurbaşkanlığı makamı söyleyecek… (AS: Daha önce de olduğu gibi..)

Peki asgari ücretin önemi nereden geliyor?

Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO – UÇÖ) doğru ve yerinde saptamalarına göre, ulusal ve evrensel ölçekte, emek ve sermaye arasındaki kalıcı barışı oluşturabilmek için, insan onuruna ve sosyal adalet temeline dayalı, hukuksal ve nesnel ölçütlere bağlı evrensel bir ücret düzeninin gerekliliği kaçınılmazdır. Adil bir ücret düzeni hem ulusal ve hem de evrensel barış ve küresel istikrar için büyük önem taşır. Küresel ve ulusal barışa hizmet edecek adil ve nesnel bir ücret belirleme düzeni büyük önem taşır.

Bu nesnel ölçütlerin ve karar organlarının nasıl çalışacağı ve karalarını nasıl alınacağı UÇÖ’nün 1970 tarih ve 131 “ASGARİ ÜCRET TESPİT SÖZLEŞMESİ” ile yürürlük kazanmış, Türkiye bu ILO Sözleşmesini (ILO C-131) 1975’te bağıtlamıştır.

Söz konusu Sözleşmeye (ILO Convention) göre, bu Sözleşmeyi bağıtlayan devletlerin temel sorumlulukları şunlardır :

1- Uygulanacak asgari ücret koruması sanayi, hizmetler ve tarım sektörlerindeki tüm üretim alanlarını ve kadın-erkek farkı gözetmeksizin tüm çalışanları kapsamalıdır.

2- Bu Sözleşmeyi bağıtlayan tüm ülkeler, Uluslararası Çalışma Örgütü yani UÇÖ’nün yukarıda adı geçen Sözleşmesine uygun olarak, bir asgari ücret belirleme mevzuatı oluşturmak ve uygulamakla sorumlu olacaklardır.

3- Asgari ücret belirleme kurulunda komisyonunda yetkilendirilecek paydaşların (işçi, işveren, kamu temsilcileri ve konu uzmanları) belirlenmesi ve nesnel ölçütlere göre çalışma ve görevlilerce nesnel karar alabilme olanaklarının sağlanması.

4- Akademik çevrelerde, sosyal siyaset, çalışma ekonomisi işçi- işveren ilişkileri alanlarında uzmanlaşmış yansız uzmanların asgari ücret belirleme kurullarında görevlendirilmeleri.

5- Asgari ücret miktarı saptanırken salt çalışan tek kişinin değil, aile biriminin temel gereksinmelerinin de dikkate alınması, çalışanların insanca yaşam hakkı ve aile sahibi olduklarının asla unutulmaması.
***
Bir örnek verelim :
Fransız Devleti’nin asgari ücret belirleme mevzuatına göre, Fransa’da işçi – işveren arasındaki asgari ücret hesaplama yöntemi üç ana bileşenden oluşur. Şöyle ki:

– Önce tek çalışan için yaşamsal asgari ücret (salaire minimum vital) hesaplanır. Bu ücret, calışan emekçinin, beslenme, barınma, konut (kira) ve ulaşım gibi tüm zorunlu giderlerini kapsar.

– Aile asgari ücreti (salaire minimum familiale). Bu aşamada, daha önce hesaplanmış olan yaşamsal ücrete aile için hesaplanan tutarlar da eklenir.

– Sosyal asgari ücret (salaire mimum sociale). Emekçi ailesinin de, asgari ölçülerde de olsa, belirli aralıklarla, çocukları ile birlikte ev dışında yemek yemeye, tatil yapmaya, sinema – tiyatro izlemeye, kitap, gazete, dergi almaya hakkı vardır. Bu nedenle bu nedenle hesaplana sosyal asgari ücretin de toplama eklenmesi gerekir.

– Toplam garanti asgari ücret (salaier minimum garanti, total).
Bu toplam asgari ücrettir. Yaşamsal, ailesel ve sosyal üç asgari ücretin toplamından oluşur. Fransız işçisinin cebine giren net ve güvence altına alınmış ücret budur.

Türkiye’ deki duruma gelince, sosyolojik olarak:

– Türkiye’de, Fransa’daki gibi güçlü bir sendikal örgütlenme ve ussal (rasyonel), sınıfsal değerlerle bilinçlenmiş yaygın bir işçi sınıfı yoktur. Bu durum, salt asgari ücret belirlemesinde değil, başta toplu iş sözleşmeleri olmak üzere, ülkedeki ücret düzeyinin görece daha düşük kalmasına neden olur. Sarı sendikacılık vardır.

– Türkiye’ de hala, feodal, etnik dogmatik, dinsel değerler görece egemenliğini korumaktadır. İşçi sınıfının bilinçli olarak birleşip desteklediği tek bir parti de yoktur. Siyasal bilinç, ekonomik ve mesleksel gereklere göre değil; feodal, etnik, dogmatik, dinsel değerler ya da hemşehrilik ilişkilerine göre biçimlenmektedir. İşçi sınıfı bütüncül ve güçlü bir meslek örgütüne ve örgüt bilincine sahip değildir. Siyasal, dinsel, etnik, popülist söylemler işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini geniş ölçüde korumaktadır.

– Türkiye’de asgari ücret belirleme kurullarında yansız, bilgili, nesnel verilerle çalışan bilim insanları ya da uzman kesim yok gibidir. Olsa bile bilimsel görüşleri çok etkili değildir. Tüm asgari ücret ya da toplu sözleşme pazarlıklarında işverenler daha baskındır. Siyasal iktidarların genel tutumu ise çoğunlukla işverenleri desteklemekle sonuçlanmaktadır.

– Türkiye’de gerek asgari ücret belirleme kurullarında ve gerekse toplu şözleşme pazarlıklarında, TÜİK verileri dahil, nesnel olarak kullanılabilecek sayısal veri kümeleri (setleri) güven vermemektedir. Bu, az güvenli verilerle hesaplanan asgari ücretin doğruluğu ve güvenilirliği konusunda kuşku oluşturmaktadır.

– Türkiye’ e, gelişmiş Batı ülkelerine benzer bir sosyo-ekomik ve ekinsel (kültürel) orta sınıf giderek yok olmaya başlamıştır. Toplum, az sayıdaki varsıllar ve çok kalabalık yoksullardan oluşmaktadır. Bu nedenle uçtan uca siyasal ve ideolojik savrulmalar çoktur. Hatta orta sınıfın partisi yok gibidir. Halbuki başta siyaset kurumu olmak üzere, orta sınıf rejimin ve istikrarın güvencesidir.

– Türkiye’de, güncel olarak 2023 Aralık ayında 2024 için belirlenecek asgari ücret tutarının önemi, Batı ülkelerine göre, çok daha fazladır. Çünkü gelişmiş ülkelerde, asgari ücretle çalışanların oranı % 10-15 dolayındadır. Halbuki bizde, toplam çalışanlar içinde, asgari ücretle çalışanların oranı % 60 dolayındadır. Bu durumda, Türkiye’de asgari ücret, toplumun geneli için yalnızca asgari geçim ya da yoksulluk ücretine dönüşmektedir.

– Ücretle çalışanları olumsuz etkileyen bir konu da, ülkemizdeki çok adaletsiz vergi düzeni ile ilgilidir. Türkiye’de dolaylı vergiler, özellikle işçi sınıfı için büyük önem taşıyan temel ürünler üzerindeki katma değer vergileri hem çok yaygındır hem de görece yüksektir. Örneğin bir kutu toz deterjan alırken ülkenin en varsılı ile en yoksulu eşit vergi verir. Bu vb. örnekler yüzlercedir. Ayrıca ücretlerden alınan gelir vergisi oranları ücretlileri mağdur edecek bir oransal yapıdadır. Çünkü yıl içinde, zamanla, gelir vergisi dilimleri büyüdükçe, ele geçen asgari ücret miktar (nominal) olarak azalmaktadır.

Son söz                :

Yukarıdaki veriler ışığında, başlamış olan asgari ücret komisyonu çalışmaları nasıl sonuçlanır? Önce işci ve işveren temsilcileri biraz çekişirler, bağımsız uzmanların esamisi okunmaz. Sonuç olarak ya üçlü bir anlaşma olur -bu olasılık çok zayıftır- ya siyasal iktidar, işveren/sermaye sınıfı temsilcisinin görüşüne katılır. Ya da son çözüm yeri olarak konu Cumhurbaşkanlığı Makamına bırakılır. Umarım ben mahçup olurum. (12.12.2023)