LAİK EĞİTİM

Suay Karaman 

LAİK EĞİTİM(*)

Değerli katılımcılar, hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum. Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı her yıl anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerimizin huzur içinde yatarak, bıraktıkları eserlerle bizleri aydınlattıklarını biliyoruz. 

Ülkemizde birçok alanda olduğu gibi geleceğimize yön veren eğitim-öğretim alanında da, 10 Kasım 1938 tarihinden bu yana geriye doğru gidiş başlamıştır. Eğitim sistemimiz özellikle günümüz siyasal iktidarı tarafından toplumsal yaşamı parçalayıcı, gericileştiren ve dincileştiren bir niteliğe büründürülmüştür. Ülkemizde yıllardır ve sistemli biçimde laik eğitim terk edilmektedir. Sürekli imam-hatip lisesi ve ortaokulu açarak, Aydınlanma sağlanamaz, yalnızca şeriata doğru yol alınır. Ülkemizin şiddetle bilime, teknolojiye ve üretime gereksinimi varken, teknik meslek liselerini kapatarak, yerine imam-hatip okulları açılmaktadır. Böylece laik eğitim sistemi yerine, dindar ve kindar kuşaklar yetiştirmek için kollar sıvanmıştır. 

Laiklik, devletin ve toplumun dinsel kurallardan arındırılmasıdır; devlet ve toplum düzeninin akıl ve bilime dayandırılmasıdır. Toplumun binlerce yıl önce konmuş, o günün sorunlarına çözüm getiren kurallara göre yönetilme zorunluluğunun kaldırılmasıdır. Din adına yapılan baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır. Laiklik; Aydınlanmanın, çağdaşlaşmanın gerekli ilkesidir, aklın sorgulamasıdır. Bu sorgulamayı yapamayanlar ya da laikliğin tehlikede olmadığını sananlar, ülkemizin bugün getirildiği durumun baş sorumluları arasındadır. Büyük önderimiz Atatürklaiklik adam olmaktır” demişti. Bugün ülkemizde yaşananlar göz önüne alınınca, bazılarının henüz adam olamadığı ve belki de hiç adam olamayacağı anlaşılmaktadır. 

Demokratik ve laik cumhuriyetimizi dinsel kurallarla yönetmeyi hedefleyen siyasal iktidar, çocuklarımızın çağdaş, bilimsel ve laik eğitim haklarını yok etmektedir. Siyasal iktidar, düşünmeyen, sorgulamayan dindar ve kindar kuşaklar yetiştirme tasarımı ile bilimsellik yerine inanç temeline oturtulan bir çağ dışı eğitime yön vermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı dinci tarikat-cemaatlarla, Ensar, Türgev gibi vakıflarla bölüşülmüştür. Bu gidişin sonunda biat kültürü yaygınlaştırılacak, karma eğitime son verilecek ve Öğretim Birliği Yasası (Tevhidi Tedrisat) da ortadan kaldırılacaktır. 

Öğretim programından Evrim Kuramı çıkarılarak bilimsel içerik yok edilmiş, cihat kavramına övgüler yapılmış, Osmanlı hayranlığıyla yoğrulmuş bir tarih teziyle de cumhuriyet düşmanlığı yaratılmıştır. Kimi ders kitapları şiddet, kadın düşmanlığı ve şeriat ile yoğrularak, bilimsel gerçeklere ve evrensel değerlere karşı bilgilerle doldurulmuştur.

  • Siyasal iktidarın laik ve bilimsel eğitim anlayışına, cumhuriyet değerlerine,
    Atatürk ilke ve devrimlerine savaş açtığı bilinmektedir.
     

Milli Eğitim Bakanlığı, 2011 genel seçimlerinden sonra Kuran kurslarında yaş sınırını kaldırdı. 10 Ocak 2012’de ilköğretim öğrencilerinin Umre’ye götürülmesi kararı alınarak, Diyanet İşleri Başkanlığı ile işbirliği yapılacağı açıklandı. Daha sonra Andımız kaldırıldı, ulusal bayramların kutlanmasına sınırlamalar getirildi. AKP’nin eğitimi dincileştirmeye yönelik adımları artarak sürdürdü. 8 yıllık kesintisiz eğitime son verildi, seçmeli dersler dinsel odaklı yapılandırıldı, imam-hatiplerin orta bölümü yeniden açıldı. İmam-hatip liseleri meslek lisesi statüsünden çıkarılarak, laik eğitimin yanında dinci eğitim bir seçenek durumuna getirildi. Böylece Öğretim Birliği Yasası hedef alındı. Daha sonra bir yönetmelik çıkarılarak, ilkokulu bitiren öğrencilerin bir yıl okula gitmeden hafızlık eğitimi almalarına olanak sağlandı. 17 Nisan 2013’te ise yasa dışı eğitim kurumu açanlara hapis cezası öngören TCK’nin 263. maddesi yürürlükten kaldırıldı. Birçok yerde tarikat destekli vakıflarca açılan Sıbyan Mekteplerinde, çocuklar sözde eğitmenlere emanet edilmeye başladı, bebeklerin başları örtüldü, erkek çocuklara fes giydirildi ve Arap abecesi (alfabesi) öğretilmeye başlandı. 

2 Aralık 2014 tarihinde toplanan 19. Milli Eğitim Şûrası’nda laik eğitimi baltalayan kararlar alındı. Okul öncesi eğitime de “değerler eğitimi” adı altında din eğitimin verilmesi, ilkokul 1, 2 ve 3. sınıflara zorunlu din dersi konması, karma eğitimin kaldırılması, ilkokuldan sonra verilen hafızlık eğitiminin iki yıla çıkarılması, liselere “zorunlu Osmanlıca” dersinin konulması gibi kararlar alınmıştı. Tarikatçı vakıflar ders gereçlerini (materyallerini) hazırlayarak, kendi sözde eğitmenleri ile Milli Eğitim okullarında ders vermeye başladı. 

1-3 Aralık 2021’de yapılan 20. Milli Eğitim Şûrası’nda oy çokluğu ile kabul edilen okul öncesiyle ilgili öneri şöyledir: “Okul öncesi öğretim programında çocuğun gelişim düzeyi dikkate alınarak din, ahlak ve değerler eğitimi yer almalıdır.” Tartışmalara yol açan bu önerinin uygulanması ile okul öncesi eğitim çağındaki çocuklarımızın akıl ve ruh sağlıkları ciddi bir tehlike altında kalacaktır. 4-5 yaşındaki çocuklara din eğitimi vermek çocukların zihinsel gelişimlerinde olumsuz etkiler bırakır. Bu yaşlardaki çocuklar gerçekle masalı ayırt edemezler. Zaten din derslerinin içeriğinin de çocukların gelişimsel düzeyine ve ilgi alanlarına uygun olmadığı bilinmektedir. İnsan kişiliğinin büyük bir bölümünün oluştuğu okul öncesindeki boşluğu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, dinci vakıfların, cemaat ve tarikatların doldurması kabul edilemez. 

Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı arasında imzalanan “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES)” projesi kapsamında imam, vaiz gibi din görevlilerini, okullara “manevi danışman” olarak görevlendirdi, öğrencilere değerler eğitimi verilmeye başlandı. ÇEDES projesinin amacı, öğrencileri bilime sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı; milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlere göre yetiştirmek olarak belirlenmiş ve din görevlilerinin öğrencilere ‘değerler eğitimi’ vermesi planlanmış. İzmir ve Eskişehir’de göreve başlayan din görevlilerinin bazılarının milli (ulusal), ahlaksal, insansal ve manevi (tinsel) değerleri ne denli özümsedikleri, şimdiye değin ortaya çıkan olaylardan belli olmaktadır. 

Laik eğitimin altını oymak ve eğitimi iyice dincileştirme çalışmalarını hız kesmeden sürdüren Milli Eğitim Bakanlığı, ortaokul ve lise için hazırlanan “Türk sosyal hayatında aile” adlı seçmeli dersin içeriğinde, aile kurmanın “fıtrata uygun olduğu” öğretilecektir. İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemde aile yapısı hadis ve ayetlerle işlenecektir. 

Daha önce Milli Eğitim Bakanlığında müsteşar olarak görev yapan, 2013 yılında kurduğu Cihannüma ve İşbirliği Derneği’nin uzun yıllar genel başkanlığını yapan,  yasa değiştirilerek bir aylık profesör iken yeni kurulan Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi rektörlüğüne atanan şimdiki Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, eğitimi iyice dincileştirmek için göreve getirilmiştir. Geçtiğimiz yılın son günlerinde yepyeni bir eğitim felsefesi ve sistemi getireceklerini bildiren Bakan, çok kapsamlı bir eğitim programı hazırlayacaklarını açıkladı. Bu çağdışı yönetimlerin eğitimin iyileştirilmesi adına (için) verebileceği hiçbir katkı yoktur. Milli Eğitim Bakanı’nın yasa dışı gerici yapılanma olan “tarikat ve cemaatlerle protokol yapmaya devam edeceğiz” açıklaması, gelinen çağdışı durumu özetlemektedir. 

Her okula kitaplık açmak gerekirken, mescit açılmaktadır
ve ders araları namaz saatlerine göre ayarlanmaktadır.
Üstelik anaokuluna bile mescit açma zorunluluğu getirilmiştir.

Böyle bir eğitim sistemi dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde yoktur. Hiçbir pedagojik formasyonu olmayan sözde eğitmenler ile gerçekleştirilen Kuran kurslarında ve dinci eğitim alanlarında sürekli olarak cinsel istismar, taciz, tecavüz ve ölüm haberleri gündeme gelmektedir. 

İstanbul Sarıyer’de bulunan Tarabya Hazreti Ebubekir Camisi yatılı kuran kursunda yaşları 11 ile 13 arasında değişen, dört erkek çocuğa cinsel istismarda bulunduğu ve kasten yaraladığı için 21 Eylül 2021’de yargılanan öğretmene, 107 yıldan 188 yıla dek hapis cezası istendi. 

7 Aralık 2021’de Antalya Kepez’de Antalya İlim ve Kültür Derneği’nin öğrenci yurdunun yemekhanesinde, yurdun aşçısı üniversite öğrencisinin başını satırla kesti. “Fertlerin milli ve manevi değerlerine bağlı olarak; dil, din ve tarih şuuru ile yetişip gelişmesine katkıda bulunmak” amacı olan bu dernekteki katliam düşündürücüdür. 

12 Aralık 2021’de Erzurum’un Palandöken İlçesi’nde Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Hacı Bahattin Evgi yatılı erkek Kuran kursunda yaşları 10-11 arasında değişen yedi çocuğun cinsel istismara uğradıkları haberi geldi. İstismarcı şahıs tutuklanırken, kurs kapatıldı, tüm çalışanlar açığa alındı ve öğrenciler değişik kurslara dağıtıldı. Hastalıklı zihinlerin din uğruna neler yapabileceğinin bir göstergesi olarak, buna benzer insanlık dışı olaylar sıklıkla yaşanmaktadır. 

Milli Eğitim Bakanlığı okullarda din derslerinin daha da artırılması için çalışma yapmaktadır! Bunun yanında kimi okullarda karma eğitim sonlandırılarak, kız ve erkek öğrenciler ayrı sınıflarda eğitim görmektedir. TÜGVA, İlim Yayma Cemiyeti gibi dinci ve gerici kurumlar Milli Eğitim ile sıkı ilişkiler içine girmiştir. 2023 Ocak ayında okullara gönderilen ve Din Öğretimi Genel Müdürü Mehmet Nezir Gül imzalı resmi yazıda, “Peygamberimizin hayatı”, “Kuran-ı Kerim” ve “Temel Dini Bilgiler” derslerinin, öğrencilerin istekleri dışında seçilip ders programlarına eklendiği ve bu derslerin seçtirilmesi için baskı uygulandığı gündeme geldi. 

Karaman’daki Ensar Vakfı’na bağlı yurtlarda 45 çocuğa tecavüz edilmesi skandalında hakkında soruşturma açılan Asım Sultanoğlu, Şanlıurfa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne atandı. 23 Ağustos 2023’te Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin; “En çok güvendiğimiz arkadaşlardan bir tanesini de Şanlıurfa’da İl Milli Eğitim Müdürü olarak göreve getirdik.” dedi! 

Din görevlilerinin okullarda görevlendirilmesinin önünü açan ÇEDES, yaygınlaştırılmaya başladı. Proje kapsamında 2023 Kasım ayında Karaman’daki bir lisede “manevi danışman” olarak edebiyat dersine giren vaizin, Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret ettiği, Cumhuriyet değerlerine saldırdığı ortaya çıktı. 2023 Aralık ayında Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, okullara gönderdiği talimatla ders saatlerinin cuma namazına göre düzenlenmesini istedi ve okullarda cuma namazı kılınacak koşulların oluşturulması talimatı verildi. Tarikat ve cemaatleri savunan açıklamasıyla gündeme gelen Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 2023 Aralık ayında Milli Eğitim Bakanlığı’nın, kendisini “yeniden ihya hareketini başlatmak, ümmet bakışı ile düşünmek” olarak tanımlayan Cihannüma ve İşbirliği Derneği’yle “eğitimde işbirliği protokolü” imzaladığı ortaya çıktı. 

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullardaki dincileştirmenin hızla artarak kaygı verici boyutlara ulaştığı görülmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, dinci vakıf, cemaat ve derneklerin işbirliği ile okul içinde ve dışında öğrencilere yönelik dinci etkinlikler düzenlenmektedir. Böylece eğitim sistemi, tek din, tek mezhep kuralları ve uygulamalarıyla kuşatılmaktadır. Okullar, dinci içerikli etkinliklerin değil, laik, çağdaş ve bilimsel eğitimin yerleri olmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı ilkokul 3 ve 4. sınıf öğrencilerine yönelik, çocukların “Kuran ve sünnet ışığında yetişmelerine katkı sağlamak” amacıyla  ‘Genç Gönüller, Çocuk Gönüllerle Buluşuyor’ projesini başlatmaktadır. Proje kapsamında Diyanet İşleri Başkanlığı, ilkokul öğrencilerine camilerde manevi danışmanlar ve din görevlileri eşliğinde değerler eğitimi verecektir.

2023-24 eğitim-öğretim yılı yarıyıl tatilinin bitmesinin ardından seçilen pilot il ve ilçelerde başlaması planlanan projeyle, ilkokul öğrencileri için haftalık programlar ve etkinlikler düzenlenecektir. Öncelikle cumartesi veya pazar günü olmak üzere haftada bir gün çocuk gönüllerin ev ödevlerini yapmalarına yardım etmesi, daha sonra belirlenecek programa göre bir caminin bahçesinde kamp yapma, cemaatle öğle namazı kılma gibi çeşitli etkinliklerin gerçekleştirmesi planlanmaktadır. Bu projenin 2024-25 eğitim-öğretim yılında tüm il ve ilçelerde yaygınlaştırılması planlanmaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın söylemleri, eylemleri ve yaptıkları
açıkça ihanetle açıklanabilir.

Demokratik ve laik cumhuriyetle, çağdaşlıkla ilgisi olmayan tuhaf söylemlere fetva adını vererek, ahlaksızlığın ve yozlaşmanın örnekleri sergilenmektedir. Büyük kurtarıcımız Atatürk’e ve laik cumhuriyetimize düşman olan Diyanet İşleri Başkanlığı, -ki aslında Hıyanet İşleri Başkanlığı demek daha doğru olur,- cami tabelalarında değişikliğe gitme kararı alarak, yeni tabelalarda bağlı bulunulan müftülük bölümünün üzerinde yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni simgeleyen “T.C.” ibaresinin kaldırılmasını onaylamıştır. 

Bugün ülkemizi yöneten kadroların büyük çoğunluğu imam-hatip okullarından yetişmiştir. Bunların din, ahlak ve değerler eğitimi aldıkları düşünülünce akıllara, yapılan yolsuzluklar, hırsızlıklar, sahtecilikler, tacizler, tecavüzler, talanlar, yalanlar gelmektedir. Vatanını ve milletini satanlar dinden, imandan, ahlaktan, değerler eğitiminden ve namustan söz edemez. 

AKP iktidarının ve kurumlarının gerek öğretmenlere, gerek öğrencilere, gerekse demokratik, laik ve bilimsel cumhuriyet eğitimine vereceği hiçbir şey yoktur. AKP iktidarı ile birlikte Milli Eğitim Şûraları, başından sonuna dek laik, bilimsel, kamucu eğitim anlayışına ve pedagoji bilimine açıkça meydan okuma üzerinden yapılandırılmıştır. Yapılanlar dinsel eğitim şûrası olarak değerlendirilmelidir; çünkü eğitimin bütün basamaklarında zorunlu din dersleri, dinsel ve manevi değerler eğitimi, Kuran eğitimi temel gündem oluşturmaktadır. Türkiye’de yıllardır doğrudan iktidar eliyle yaşama geçirilen ve birbirinden ayrı olması gereken eğitim alanı ile inanç alanları birbirine karıştırılmaktadır.

  • Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere dinci vakıf, cemaat ve derneklerin okullardaki etkinliklerine son verilmelidir.

Eşsiz liderimiz Atatürk‘ün gösterdiği çağdaş uygarlık hedefine bu yolla ulaşmak olanaksızdır. Demokratik, laik, çağdaş, bilimsel ve kamucu eğitimle sorunlarımızı çözebileceğimiz bilinmelidir. 

Milli eğitimde ilk, orta ve lisede dinci içerikle yetişen kuşaklar, üniversiteye gelince de farklı olamıyorlar. Bu kuşaklardan kimileri üniversitede akademisyen olarak görev yapmakta, çeşitli yönetsel görevlerde bulunmaktadır. Bugün birçok üniversitede bilimden uzak eğitim verilmektedir. 

Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Rifat Okudan: “İnsanın cinsel ilişki sırasında “şeyhini” düşünmesi durumunda, şeyhin güzel ahlakının bereketinin doğacak çocuğa geçeceğini savunan bir makaleyi Tasavvuf adlı derginin Haziran 2003 tarihli 10. sayısında yazmıştır. 

İlahiyatçı ve hukukçu Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden emekli Prof. Dr. Cevat Akşit’in bir televizyon kanalında “seks” ile ilgili konuşması şöyleydi:

  • “Cinsel münasebet esnasında afedersiniz eşeklerin yaptığı gibi tamamen soyunmayın. Çünkü orada melekler vardır, siz soyunursanız melekler dışarıya çıkar, şeytan odada tek kalır ve oluşacak çocuk da şeytanın nasibi olur.” 

28 Şubat 2009’da Habername internet sitesinde yayınlanan Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in yazısı şöyleydi:

  • “Müzik için haram diyemeyiz ama helâl de diyemeyiz. İçeriği İslâm’a uygun olmalıdır.
    Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir.”

Daha sonra Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçen bu akademisyenin söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir:

  • “Kadın yüzünü de kapamalı.
  • Kadının evden çıkması caiz değil.
    Saç boyama caiz değil.
    Parfümlüye cennet haram.
    Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”
     

Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, üniversitelere cami yapılması için kampanya başlatmıştı. Böylece bilim yuvalarına, ibadet (tapınç) yerleri yapılması için düğmeye basıldı ve üniversiteler cami yapma yarışına başladı. Prof. Dr. Mehmet Görmez, katıldığı bir Bakanlar Kurulu toplantısında; “medreselere yasal statü kazandırılması, üniversitelerle denkliklerinin sağlanması, medrese mezunlarının pedagojik formasyon almasını” önermişti. 

Sabancı Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu, türbanın ilkokul öğrencileri tarafından takılmasının sorun olmayacağını söylemişti.

  • AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) ve Anayasa Mahkemesi kararlarına göre
    türban ile bugün yükseköğretimde derse girmek yasaktır.
  • Bu konuda Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da,
    siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir.

Ancak bu yasak, hukuksuz biçimde delinmiştir. Bu yasağa karşın Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. 

Uludağ Üniversitesi, Bursa Anakent Belediyesi ve Bursa Müftülüğü, Kutlu Doğum Haftası için birlikte düzenledikleri etkinlikte, çadır kurularak içine Kâbe maketi konmuş ve çevresinde tur atılmıştır. Üniversite yerleşkesindeki caminin çevresinde sürekli ilahiler okunmuş ve Diyanet Yayınları’na ait dinci kitapların satışı yapılmıştır. Düzenlenen kermeste Kuran kurslarına ve dinci yurtlara bağış toplanmıştır. 

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hayrettin Karaman “oruç tutmayan, namaz kılmayan memur olmasın” demektedir. Kendi internet sitesinde ise “ülkemizde Hanefî mezhebine göre müziğin icrası da, dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin, bir çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulması bile bu hükme dahildir ve haramdır” görüşünü aktarmaktadır. 

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Döndüren,

  • “Çalgı aletleri, bunları çalmak, satmak ya da şarkı söylemekten para kazanmak, nefsi azdıran, örneğin diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkılar (çalgısız dahi olsa) caiz değildir.” demektedir. 

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, sekülarizmi yani laikliği hiçbir değeri tanımamak olarak tarif etmektedir. 27 Ocak 2019’da yaptığı konuşmada, sigaranın haram olduğunu belirtmiştir. Nedense bu kesim, yolsuzluk yapmak, çalmak, talan, yalan, tecavüz gibi olgularda haramı bir türlü görememektedir. 

Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Mantık Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu, 22 Kasım 2018’de Güzelbahçe Müftülüğünce düzenlenen ‘Peygamberimiz ve Gençlik” adlı konferansta çocukların evlenebileceğini, kızların âdet görmesinin tedavi edilmesi gerektiğini, kızların tesettüre girmelerini, edepli olmalarını savunmuş ve laikliğin en büyük tehlike olduğunu söylemiştir. 

Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi ve İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz: “İstanbul’da 15 bin cami olmalı, en az 10 bin camiye ihtiyaç var” sözleriyle, bilimden ne anladığını ortaya koymuştur. İstanbul’da 3500 camiye karşılık, ilk, orta ve lise dahil 2700 okul olduğunu bilmeyenler, din adına atış ve satış yapmaktadır. 

Adıyaman Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Mustafa Talha Gönüllü, kişisel sosyal medya hesabında ‘kadın ile tokalaşmanın ateş tutmaktan korkunç olduğu’ düşüncesini paylaşarak, kamusal alandaki dincileştirmeyi gözler önüne sermişti. 

“Teyze kızı, amca kızı, hala kızı, dayı kızı hepsi caiz olan evliliklerdir” diyen ve medya bülbülü Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu, 2019’da Gaziantep İslam, Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanmıştı. 

Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ebubekir Sifil, 2019’da bir videosunda “namaz kılmayan öldürülebilir” demişti. 

Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Hüseyin Çaksen’in MS hastalığı ile ilgili makalesi şöyle:

  • “Bilimsel olarak kanıtlayamasak da, MS hastalığının temel nedeninin Allah’tan gelen bir ceza, sınav ya da ödül olduğuna kuvvetle inanıyoruz.” 

24 Ocak 2020’de Elazığ depremini çocuk yaşta evliliklere izin verilmemesine bağlayan Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Bedri Gencer, 2023 Aralık ayında Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in cemaatlerle işbirliğini savunduğu sözlerine destek verdi. Zaten kılık, kıyafeti akademisyenden ziyade tarikat üyesine benzeyen bu kişi, katıldığı bir seminerde boşanan kadınların ‘hafif kadınlar’ olduğu imasında bulunmuştu. Kendi hafifliğini başkalarına atarak, ağır olduğunu düşünen bu vb. kişiler, Akademianın yüz karalarıdır. 

Birçok sorunla boğuşan ülkemizin en büyük sorunlarının başında eğitim gelmektedir. AKP iktidarı ile iyice dincileşen eğitim, laik ve bilimsellikten saparak, dindar ve kindar gençlik yetiştirilmesi üzerine kurulmuştur. 

  • Ancak umutsuzluğa yer yoktur; Atatürk’ün çocukları mutlaka yine başaracaktır.

Çağdaş, bilimsel ve laik eğitime dönmek için kimi önlemler gerekmektedir. Siyasal iktidarın Öğretim Birliği Yasasını delerek topluma dayattığı 4+4+4 sistemi kaldırılmalı, düşünen, sorgulayan yaratıcı bir sistem üzerinde yoğunlaşan, kesintisiz olarak 1+8+3 eğitim sistemi uygulanmalıdır. Uygulanacak eğitim sistemi sınav temelli değil, öğrenme temelli olmalıdır. Bütün öğretim basamaklarını içine alan köklü bir eğitim reformu yapılmalıdır. Gereğinden çok olduğu belirlenen imam-hatip okulu, ilahiyat fakültesi, Kuran kursu kapatılmalıdır.

  • Ülkemizde tüm ibadet Türkçe yapılmalıdır.

Ülkemizin şiddetle teknik eğitime gereksinimi varken, dinci eğitim ile Cumhuriyet Devrimlerinin altı oyulmaktadır. Tarikatlar denetimindeki kurslar ve yurtlar devlet denetimine geçirilmelidir. Okullara ulaşım ve öğle yemeği ücretsiz olarak sağlanmalıdır. Yeterlilik ve bilgi düzeyi yüksek olan öğretmenlerin yetiştirilmesi için üniversitelerin eğitim fakültelerinin sistemlerinin yenilenmesine gereksinim vardır. Laik eğitim kurumlarında din görevlileri çalıştırılmamalıdır. Eğitim kurumlarında kimlerin ders verebileceği, nelerin ve nasıl öğretilmesi gerektiği, belirlenen çağdaş ölçütlere göre sağlanmalıdır. 

  • “Eğitimdir ki bir milleti; ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır
    ya da esaret ve sefalete terk eder.”

diyen eşsiz liderimiz Atatürk’ün “Eğitim işlerinde mutlaka başarılı olmak gereklidir. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu surette olur” sözünü aklımızdan çıkarmamalıyız. 

Ülkemizin aydınlık geleceği olan çocuklarımız düşünen, sorgulayan, haksızlıklar karşısında boyun eğmeyen, mücadele eden, insanlık değerlerine saygılı, bilime, sanata, müziğe, edebiyata ve spora ilgi duyan, sevgiyle beslenmiş bireyler olarak barış içinde yetişmelidir. Bunu sağlamak, eğitimdeki ve ülkemizdeki emperyalist ve dinci kuşatmayı yok etmek, hepimiz için en önemli görev ve sorumluluktur. Bunun için örgütlü mücadeleye gereksinim vardır.

Atatürk’ün ilke ve devrimlerinin yolumuzu aydınlatacağı bilimle dolu, demokratik, laik, çağdaş eğitimli günlerde buluşmak üzere hepinize saygılarımı sunuyorum ve teşekkür ediyorum. 

Azim ve Karar, 29 Ocak 2024 

(*): 31. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 26 Ocak 2024 tarihinde TÜMÖD’ün düzenlediği “100. Yılda Ülkemiz” adlı etkinlik konuşması.

F 16 Satışı Onaylandı mı?

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

TBMM’nin İsveç’in NATO üyeliğini onaylaması üzerine özellikle yandaş basında “ABD Türkiye’ye F16 satışını onayladı” haberi yer almaktadır.

Bu haber gerçeği yansıtmamakta, ABD’nin karar verme sürecini bilmeyen geniş kitlelere iç politika aracı olarak bir utku gibi sunulmaktadır.

Tam başkanlık sistemi ile yönetilen ABD’de yetkiler yürütme (Başkan) ile yasama (Kongre) arasında paylaşılmıştır. İki organ birbirlerini denetler (sınırlandırır). Başkan’ın kimi kararları Kongre tarafından onaylanmadıkça yürürlüğe girmez, silah dışsatımı (ihracatı) Kongre denetimindedir

ABD Silah Dışsatımı Denetim Yasasına (Arms Export Control Act) göre 14 milyon Doları aşan silah dışsatımı Kongre‘nin (Temsilciler Meclisi ve Senato’nun ayrı ayrı) onayına bağlıdır. Satıcı firma, ancak bu onaydan sonra alıcıya teklif mektubu (letter of offer) verebilir.

Bu aşamada henüz Kongre söz konusu satışa onay vermiş değildir. Başkan Biden, 26 Ocak’ta Kongre‘ye gönderdiği mektupta, Türkiye’ye 23 milyar Dolar tutarında 40 adet F16 ve 70 adet F-16 modernizasyon kiti satışının Amerikan çıkarlarına uygun olduğunu bildirerek, satışın Kongre tarafından onaylanmasını istemiştir.

Başkan bu boyutta silah dışsatımına tek başına karar veremez. Ancak niyet açıklayabilir. Başkan’ın niyeti değil, Kongre’nin onayı esastır.

Bu nedenle “ABD F-16 satışına onay verdi” haberi kamuoyunu yanıltıcıdır.

***
Biden yönetimi Türkiye’ye F16 satışını desteklerken, aynı zamanda Yunanistan’a da 8,6 milyar Dolarlık silah satışına onay vermesini Kongre’den istemiştir. Bununla Türkiye’ye silah satışına karşı çıkan Rum-Yunan lobisinin etkisindeki Kongre üyelerine, “Korkmayın, Türkiye’ye yapılacak satış Türk – Yunan dengesini bozmayacak” mesajını vermektedir.

ABD’de bu tür kararlarda lobilerin (özellikle etnik lobilerin) ağırlığı çok önemlidir. Lobicilik, kimi kurallara uymak koşulu ile yasaldır.

Gelinen aşamada bir yandan üretici firma (Lockheed-Martin) 23 milyar Dolarlık satış olanağını kaçırmamak için Kongre üyelerine satışın desteklenmesi için baskı yaparken, öte yandan Rum-Yunan lobisi satışın onaylanmaması konusunda baskı yapacaktır. Kongre’nin son kararı, bu “lobiler savaşının” sonucuna göre belirlenecektir.

Bu aşamada Türkiye’nin yapması gereken, yoğun bir lobicilik eylemi ile Kongre üyelerinin satışa onay vermelerini sağlamaktır. Bunun için yetkin diplomatik temsilcilik ve kurumsal bilgi ve deneyim birikimine dayalı devlet aklının kullanılması gerekmektedir. Bu dış politika konusu, öbür konularda olduğu gibi iç politika aracı olarak kullanılmamalıdır.

İsveç’in NATO üyeliği

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
29 Ocak 2024, Cumhuriyet

 

NATO, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve bazı (kimi) Batı Avrupa ülkelerinin öncülüğünde, 1949 yılında kuruldu.

Varşova Paktı ise, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ve bazı Doğu Avrupa ülkelerinin öncülüğünde, 1955 yılında kuruldu.

Başka bir deyişle, NATO, Varşova Paktı’na karşı bir tepki olarak değil, Varşova Paktı, NATO’ya karşı bir tepki olarak kuruldu.

Söz konusu kronoloji, “Soğuk Savaş” döneminde yayılmacı bir tutumu hangi tarafın başlattığına dair (ilişkin) önemli bir göstergedir.

  • “Dünyada artık Varşova Paktı kalmadığına göre, NATO neden hâlâ varlığını sürdürüyor” 

sorusu önemli bir soru gibi görünmekle birlikte,

  • NATO’nun Varşova Paktı’ndan yıllar önce kurulduğu ve “Soğuk Savaş”ı tetiklediği
    dikkate alınacak olursa, bunun çok da anlamlı bir soru olmadığı anlaşılacaktır.

NATO’nun kuruluş amacı zaten, ABD’nin öncülüğünde yayılmacı bir strateji izlemek, kapitalizmi ve emperyalizmi dünyada egemen kılmaktır. 

NATO’nun genişlemesi stratejisinin de, Rusya’yı ve Çin’i tahrik etmekten ve dünya barışını tehdit etmekten başka bir işe yaramadığı, Ukrayna örneğinde de açıkça görülmüştür.
***
Geçtiğimiz hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Finlandiya’dan sonra, İsveç’in de NATO üyeliğine onay verilmesi doğrultusunda bir karar alındı. AKP, MHP ve CHP milletvekilleri, İsveç’in NATO üyeliğinin lehinde oy kullandılar.

Böylece söz konusu siyasal parti yönetimlerinin, ABD ve NATO emperyalizminin esiri (tutsağı) oldukları bir kere (kez) daha doğrulanmış oldu.

CHP gibi, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuş olan ve tarihinde antiemperyalizm mücadelesi vermiş bir partinin, bu kararları onaylaması trajiktir.

İsveç Sosyal Demokrat Partisi lideri ve eski İsveç Başbakanı Olof Palme, İsveç’in hem Varşova Paktı’nın hem de NATO’nun dışında kalmasını sağlamış gerçek bir sosyal demokrat idi.

Sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP yönetimi, sosyal demokrasinin dünyadaki en önemli değerlerinden birisi olan ve CHP’nin de Sosyalist Enternasyonel’e üye olması konusunda 1970’li yıllarda büyük çaba harcayan ve 1986’da bir suikast sonucunda öldürülen Olof Palme’nin ilkelerine ve davasına da ihanet etmiştir.
***
Öte yanda, Türkiye’nin siyasal, ekonomik, kültürel ve askeri bir güce ulaşmadan NATO’dan çıkması durumunda; Irak, Suriye, Libya ve Afganistan gibi bölünüp parçalanması riski ortaya çıkacaktır.

  • Türkiye’nin nihai (sonal) hedefi NATO’dan çıkmak olmalıdır.

Ancak bunun gerçekleşebilmesi için, Türkiye’nin öncelikle, siyasal, ekonomik, kültürel ve askeri bir güç durumuna gelmesi ve kendi olanaklarıyla bağımsızlığına kavuşması gerekmektedir.

Bu aşamaya gelene dek de Türkiye’nin, geçiş döneminde, NATO’nun içinde edilgen değil, etkili bir üye olması, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda veto hakkını kullanması gerekmektedir.

Türkiye, Finlandiya’nın ve İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması karşılığında, bir ulusal çıkar da sağlayamamıştır. Oysa bu tarihsel fırsat kullanılabilir,

  • ABD’nin terör örgütü PKK’nin uzantıları olan PYD/YPG’ye verdiği desteğin kesilmesi,
  • Fethullah Gülen’in iade edilmesi ve
  • F-35 hava savunma projesinin devreye sokulması sağlanabilirdi.

***
CHP kurultayı sürecinde, genel başkanlık yarışını Kemal Kılıçdaroğlu’na ve Özgür Özel’e indirgeyen; NATO’nun genişlemesi stratejisine karşı çıkan ve kapitalizme, emperyalizme karşı bir mücadele verdiğini açıkça beyan eden (bildiren) öbür genel başkan aday adaylarını yok sayan kimi köşe yazarlarının ve TV yorumcularının, bugün CHP yönetimini, NATO’nun genişlemesi stratejisine destek vermesinden dolayı eleştirmeleri de büyük bir çelişkidir.

Kurultay sürecinde üstlerine düşen sorumluluğu yerine getirmeyenlerin, bugün CHP yönetimini eleştirmeleri, boş laftan ibarettir!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

24 Ocak22 Ocak 2024

TÜRKİYE’de KONTRGERİLLA CİNAYETLERİ

Dostlar,

26 Ocak 2024 günü ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Çankaya Şubesi ve Yüksek Ticaretliler Derneği Ankara Şubesince birlikte düzenlenen bir konferansta konuşmacıydık.

24-31 Ocak “Adalet ve Demokrasi Haftası” 31. kez düzenleniyordu.
24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu, 31 Ocak 1990’da da ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy öldürülmüştü ne yazık ki..

Konumuz, TÜRKİYE’de KONTRGERİLLA CİNAYETLERİ idi.

SSCB’nin dağılması ve ABD’nin tek kutuplu hegemonya kurma politikası, 1990’lar başından günümüze dünyayı kana bulamakta.

Türkiye özellikle hedef ülke.

10 Ağustos 1920 tarihli, Mustafa Kemal Paşa‘nın Lozan Barışı ile 24 Temmuz 1923’te yırtıp tarihin çöplüğüne attığı Sevr Andlaşması, yüz yıl sonra BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adı altında post-modern Sevr olarak dayatılmakta.

Dolayısıyla,

  • Büyük fotoğrafı ve emperyal planı gören ve halkı uyaran ulusalcı aydınların ÖLDÜRÜLMELERİ gerekiyordu!

Türkiye, NATO‘ya üye yapıldığı 1952’den bu yana, içinde yerleşen Gladyo – Kontrgerilla eylemlerine sahne. Maraş, Çorum, Sivas… toplu kırımları ve aydın cinayetleri çok ağır faturalar.. 6-7 Eylül 1955 kışkırtıcı (provokatif) eylemiyle başlandığı söylenebilir.

T.C. hükümetleri bu cinayetleri önleyemediği gibi, aydınlatamıyor da!?
Bu durum asla kabul edilemez.
Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar‘ın, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu‘ya

  • “… o tuğlayı çekemem, çekersem devlet altında kalır..” 

sözleri tarihe geçmiştir.

Uzun yıllar bu AYDIN CİNEYETLERİ, TSK-Özel Kuvvetlere yüklenmek istendi. Bir taşla birkaç kuş vurma tuzağı.. ABD-FETÖ ürünü Ergenekon-Balyoz tuzak (kumpas) davaları nedeniyle

  • TSK’nın Kozmik Odası didik didik arandı ancak Özel Kuvvetlerin bu cinayetlerle bağına ilişkin hiçbir kanıt bulunamadı.

Tersine, 823 dolayında “görevlimiz” deşifre oldu ve yurt dışında öldürüldüler (26. Genelkurmay Bşk. İlker Başbuğ).

Kritik ve stratejik önemi ve boyutları olan bu sorunsalı (problematiği) 105 yansı (slayt) ile izleyicilerle paylaştık (1,5 saat).

Yansıları içeren PDF dosyası aşağıda.
Özenle incelenmesi, yaygın paylaşılması ve gereklerinin yapılması dileğimizdir.

Türkiye’de Kontrgerilla Cinayetleri, Ahmet SALTIK. 26.01.24

Yüz yıldır, Lozan Barış Andlaşması’nın bağıtlanmasını izleyen günden bu yana  emperyalizme direniyoruz ve ayaktayız.

Direnmeyi sürdüreceğiz, umutsuzluğa yer yok..

T.C. sonsuza dek yaşayacak..

Büyük ATATÜRK‘ün buyruğu – vasiyeti – tarihsel öngörüsü böyle çünkü..

Sevgi ve saygı ile. 29 Ocak 2024, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İŞGAL EDİLEN ADALARIMIZ YOLGEÇEN HANI’NA DÖNDÜ !…

E. Alb. Ümit YALIM”
Milli Savunma Bakanlığı Eski Genel Sekreteri

Tayyip Erdoğan, “Adaları işgal etmen bizi bağlamaz. Bir gece ansızın gelebiliriz.” dediği Yunanistan’a 07 Aralık 2023’te, gündüz saatlerinde giderek resmi temaslarda bulundu. Erdoğan’ın ziyareti, AKP yandaşı görsel ve yazılı basın tarafından “Ege’de bahar rüzgârları” diye sunuldu.

Erdoğan ve Miçotakis,’Dostane İlişkiler ve İyi Komşuluk Bildirgesi’ni imzaladılar. Ancak, Yunanistan’ın 2004’ten bu yana işgal ettiği 20 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığı arasında Miçotakis’in Başbakanlığı döneminde işgal edilen 2 Türk Adası (Küçük Çuha ve Limoniye Adası) ile 1 Türk Kayalığı (Plati Kayalığı) da var. Yani,

  • Erdoğan ve Miçotakis’in imzaladığı ‘Dostane İlişkiler ve İyi Komşuluk Bildirgesi’ tam bir kandırmaca ve fiyaskodur.

Türk vatandaşları Ege’deki adalara pasaport ve vize ile giderken, başta Yunan Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Yunan Bakanlar, Yunan general ve amiraller ile Yunan askerleri olmak üzere bütün Yunan vatandaşları, Türk adalarına elini kolunu sallayarak pasaportsuz ve vizesiz giriş yapıyor.

Yunan Genelkurmay Başkanı Org. Konstantinos Floros da, 03 Ocak 2024’te, Muğla Ardıççık Adası, Aydın Bulamaç Adası, Aydın Eşek Adası ve İzmir Koyun Adası’na hiçbir engelle karşılaşmadan elini kolunu sallayarak pasaportsuz ve vizesiz giriş yaptı.

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu’ndaki bir karış vatan toprağını düşmana vermemek için nice Kahraman Mehmetçikler şehit olurken, Türkiye’nin batısındaki vatan toprağı adalarımız savunulmadan Yunan askerine teslim ediliyor.

Farkında mısınız ?

Konu ile ilgili yazı ve belgeler EK dosyada sunulmuştur.

İŞGAL EDİLEN ADALARIMIZ YOLGEÇEN HANI’NA DÖNDÜ

Saygılarımla, 26 Ocak 2024

Mustafa AYDINLI şiiri : İNSAN OLDUM

ŞİİR KÖŞESİ..

Mustafa AYDINLI

Eğitimci – Yazar
Halk ozanı

 

İNSAN OLDUM       

Kötülüğü yere yere
İnsan oldum insan oldum
Hakk’a meyil vere vere
İnsan oldum insan oldum
***
Hak ehline dolu sundum
Bülbül olup dala kondum
Bazen piştim, bazen yandım
İnsan oldum insan oldum
***
Kahır, çile yaza yaza
Şu evreni geze geze
Geceden geçip gündüze
İnsan oldum insan oldum
***
Kanmam münkirin sözüne
Bakmam nadanın yüzüne
Düştüm Yunus’un izine
İnsan oldum insan oldum
***
Aydınlı var olan ile
Hakk’ı kalpte bulan ile
Gönlü sevgi dolan ile
İnsan oldum insan oldum

 

ALİM ve CAHİL FARKI…

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Alim, akıl ve bilimsel bilgi ile donanan, inancını ve dünya görüşünü nakille (aktarım) değil akıl ve bilimsel bilgi ile edinen, kendisine bir soru yöneltildiğinde öğrendiği bilgilerle doğru yanıt veren, bilmediklerine de “Ben bunları bilmiyorum” diyebilen; YANİ BİLMEDİĞINİ BİLEBİLEN insandır.

Eğitimli ya da eğitimsiz olması fark etmez; cahil ise, her konuda sınırsız ve tereddütsüz (çekincesiz) bilgi sahibi (!) olan, her sorunun mutlaka doğru(!) yanıtını bilebilen(!); YANİ BİLİP BİLMEDİGİNİ BİLEMEYEN insandır.

Alim, hem kendini, hem bilgisinin sınırlarını, yani haddini bilen insandır.

Cahil ise hem kendini bilmeyen (tanımayan), hem bilgisinin sınırsız olduğunu sanan ve hem de haddini bilmeyen insandır.

Bir toplum için en büyük azap da, her devirde ve her ülkede, haddini ve sınırları bilmeyen insanlarca yönetilir olmaktır. Yani cahillerin iktidarıdır. Tarih bunun örnekleri ile doludur.

Yakın tarihteki tipik olumsuz iki örnek Hitler ve Mussolini‘dir.

Olumlu ve güzel örnek ise, her konuda haddini ve sınırlarını çok iyi bilen ve asla bu sınırların dışına taşmayan büyük bilge lider (önder) örneği de M. Kemal Atatürk‘tür.

Uğur Mumcu’nun kanı yerde mi kaldı?

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
24 Ocak 2024, Cumhuriyet

 

Bu gün 24 Ocak. 31 yıl önce, karlı bir kış gününde Uğur Mumcu’nun bomba ile katledildiği gün… Ankara’da haberi duyunca televizyonun önünde acı içinde donakalan annem ve babamla birbirimize sarılıp ağladığımız gün ve sonrasında halkın demokrasi yeminine dönüşen cenaze töreni, hayatımın en sarsıcı günlerindendi.

Bugün başlıktaki soruyu sormamın nedeni ise Mumcu’nun katledilişinden üç gün sonra Cumhuriyet’te yayımlanan “Yerdeki Kan” başlıklı başyazı. Onu alıntıladıktan sonra makalemin başlığındaki soruyu yanıtlayacağım.

“Her insanın yaşamı kutsaldır; ne biri ötekinden değerlidir ne öteki berikinden değersiz… İnsan haklarının en başında yaşama hakkı gelir. 

Son yıllarda terör çok can aldı. Her bir cinayetten sonra devletin ileri gelenleri aşağı yukarı birbirine benzer sözler söylediler. En çok kullanılan tümcelerden biri de artık ezberlendi: 

‘Terör kurbanının kanı yerde kalmayacak…’

Çoğu kişi, bu sözü, anlamını bilmeden benimsedi. Oysa bu yaklaşımda kan davasını anımsatan bir anlam kayması da sezilebilir. Devletin cinayeti işleyeni saptaması, yakalaması, yargının önüne çıkarması görevidir. İlk bakışta doğal görünen bu ödevin eksik kalması, faili meçhul cinayetlerin çoğalması, yetkilileri ‘Öldürülenin kanı yerde kalmayacak’ gibi ‘teselli’ ve ‘teskin’ edici açıklamalar yapmaya zorlamıştır.

Uğur Mumcu’nun alçakça bir suikasta kurban gitmesi, Türkiye’de her kesimden insanda büyük ve derin tepkiler yarattı. Olay, yaşadığımız dönemin belirleyici odak noktası gibidir. Cinayet bir zabıta vakası çerçevesinde elbette görülemez. Katillerin bulunması ve cezalandırılmasıyla da iş bitmeyecektir. Daha kapsamlı ve daha geniş ufuklu bir süreç içinde düşünmek zorundayız. 

Uğur Mumcu, bir dizi moral değeri, toplumsal amaçlar yumağını, bir değerler sistemini simgeliyordu. Cumhuriyet’in çatısı altında kurulan kürsülerde savunulan ve yükselen düşüncelerin simgeleşmiş yazarıydı. Mumcu’ya kurulan tuzak, işte bu değerler sistemine kanlı saldırının ta kendisidir. Öyleyse ‘Uğur’un kanının yerde kalmaması’ için bu bayrağı yükseltmek gerekiyor. 

Yazarımız daha toprağa verilmeden bir noktayı vurgulamalıyız: 

  • Ancak Türkiye’de laik Cumhuriyeti savunmak ve katılımcı demokrasiyi gerçekleştirmek yolunda yürüyebilirsek Uğur’un kanı yerde kalmayacaktır. 

Uğur Mumcu’yu bu gün toprağa veriyoruz. 

Onun yalnız yaşamından değil, ölümünden çıkaracağımız dersler çoktur. Mumcu’da ‘fikr-i takip’ vardı ve bu konuda örnek sayılacak kadar inatçıydı. Uğur’un öldürülmesi, bir cenaze töreniyle başlayıp bitecek bir olay değildir. Türkiye’mizin demokratik güçleri, artık dağınıklıktan ve -deyim yerindeyse perişanlıktan kurtulmalıdır. Küçük çıkarlar için birbirleriyle uğraşan siyasetçilerin -eğer yaşam hakkına saygıları varsa- daha kapsamlı ve ufuklu bir politikada bütünleşmeleri zorunludur. 

Eğer onlar yine küçük çıkarların siyasetini gütmeyi sürdürürlerse ve ‘perişanlık’ devam ederse kamuoyu aşağıdan yukarıya doğru ağırlığını koyma görevini üstlenmelidir. 

İşte o zaman Uğur Mumcu’nun kanı yerde kalmayacaktır.” 

Mumcu’nun cenaze törenindeki insan selinin içinde yer alan herkesin, 27 Ocak 1993 sabahında okuduğu yazı buydu. Yüz binlerce insan, Kuvayı Milliye ruhunun (AS: “ruhunun” yerine “bilinci”) sindiği sokaklarda, “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak” dizelerini söyleyerek yürümüştü.

31 yıl sonra Türkiye’nin sokaklarında ve adliyelerinde şeriat sloganları atılırken, siyasetçiler ve cumhuriyet savcıları ise susarken, bu başyazı doğrultusunda gerçeği söylüyorum: Mumcu’nun kanı yerde kaldı! Şu an için durum bu… 

O nedenle demokrasiden ve laik Cumhuriyetten yana olan yurttaşlara sesleniyorum:

Susmayın! 

Demokratik toplum kuruluşlarına sesleniyorum: Ağırlığınızı koyun!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sürdürülemezlik farkındalığı

İbrahim Ö. Kaboğlu

25.01.2024, BİRGÜN

Hükümet ilga edildi,
bakanlar kurulu lağvedildi,
kurul halinde veya kolektif bütün siyasal karar düzenekleri ve
siyasal sorumluluk kaldırıldı.

Böylece, yasama-yürütme-yargı olarak yüzyılların evrimi sonucu oluşan erkler ayrılığı,
kağıt üstünde bırakıldı.

Cumhurbaşkanına verilen yürütme yetkisi ile, siyaset üzerinde kişi tekeli kuruldu.

Geniş bir kararname (CBK) yetkisi ile yetinilmedi; TBMM’nin kaderi de CB’ye bırakıldı.

Anayasa andı ile bağdaşmadığı halde CB, parti genel başkanı oldu.

Bakanları bürokratlara dönüştüren CB, kamu görevlilerinin sicil amirliğini de üstlendi.

BİLEŞİK KAPLAR

Devleti temsil,
tek başına hükümet etme,
sicil amirliği ve
parti genel başkanlığı yetkileriyle yetinmeyen CB,
Varlık Fonu’nu da kendisine bağladı.

KHK ile rektörleri atama yetkisini alan CB, kişiye özel düzenlemeler de gerçekleştirdi. Bu tür yollarla yükseltilerek bakanlık koltuğuna oturtulanlar, Meclis kürsüsünde cemaat-tarikat propagandası yaptı. Tersine, eski vekiller rektör olarak atandı ve DEÜ’de olduğu gibi üniversiteler “partinin arka bahçesi”ne dönüştürüldü.

Kaldırılan müsteşarlık yerine bakan yardımcılıklarına eski vekiller atanarak, bakanlıklar partinin arka bahçesine dönüştürüldü.

RG’de sıkça yayımlanan tek imzalı görevden alma ve atama kararları için hiçbir gerekçe ve liyakat ölçütü yok.

  • Ülkesel değerleri yağmalayan satış ve acele kamulaştırma işlemleri tek imza ile yapılıyor.

CBK yoluyla doğrudan düzenleme yetkisine karşın kurulan ittifak, TBMM’yi işlevsizleştirdi.

Uzman ve özerk kuruluşlar çökertildi; RTÜK’ten TRT’ye halkın bütçesi ile çalışan kuruluşlar ve CİMER, Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY)’nin ideolojik aygıtları”na dönüştürüldü.

Türkiye’yi uluslararası çete ve terör örgütlerinin üssüne dönüştüren ve (Belediye Başkanları ve bakanlar gibi) kendi zanlılarına ‘ihkak-ı hak’ muamelesi yapan AKP-MHP yöneticileri, gerçek suçluları korumak için demokratik muhalif ve nitelikli yurttaşları, hapishane veya yurtdışı arasında tercihe zorluyor.

  • Özetle PBDBY’de ‘kişi+parti+devlet’ birleşmesi sürekli ivme kazanıyor.

NEDEN SÜRDÜRÜLEMEZ?

Temmuz 2016’da -eski ortağının- darbe girişimini fırsata çevirerek OHAL’i araçsallaştıran AKP, MHP desteğiyle ulusal anayasacılık birikimini mühürsüz oy ve zarflar ile yok etti.

Demokratik muhalefet ve yurttaşlar için hukuku askıya alan ve arkasında ABD/Almanya/S. Arabistan ve Somali vb. Devletlerin olması halinde yabancılara da hukuku uygulamayan

  • PBDBY, Türkiye’yi “hukuktan arındırılmış sömürge ülke”ye dönüştürdü.

Anayasal üst çatının kırılması, ‘eğitim, ekoloji ve ekonomi’ üçlüsünde yıkım ve kendilerine yeniden yapılandırma yolunu açtı.

TBMM’yi kilitleyen Cumhur İttifakı, Partileri de kimliksizleştirdi. Diğer çelişkiler arasında, Parti başkanı olarak hakaret ettiği kişilerin eleştirileri, CB’ye hakaret işlemi görüyor.

Merkez’in yerel üzerindeki çok yönlü vesayeti ile yetinmeyen CB, hepsini bizzat yönetmek istiyor. TBMM’ye ait olan ama PBDBY ile CB’ye geçirilen İstanbul Sarayları da seçim ofisi olarak kullanılacak gibi.

FARKINDALIK GEREĞİ

  • Özetle; Türkiye yönetilemiyor; bunalımdan bunalıma sürükleniyor.

Nedeni, 2017 kurgusu olduğundan bu kurgu, getirdiği ve götürdüğü ile sürekli gündemde tutulmalı.

İşte anahtar soru                           :

  • Erdoğan mesaisinin ne kadarını, Anayasa yükümlülüğü çerçevesinde “Cumhurbaşkanlığı ve Yürütme” için, ne kadarını parti ve seçim işlerine ayırıyor?

Köprülere, havaalanlarına ve otoyollara, hastanelere akıtılan milyarlara girmiyorum, pek somut: kur korumalı mevduata akıtılan para ve emeklilere ayrılan pay arasındaki dengesizlik bile tek başına yeterli. ”Hukuk araçsallaştırılarak ülke nasıl yoksullaştırılır?” sorusunun da yanıtı bu.

Sandık araçsallaştırılarak “anayasacılık” nasıl terkedildi? Sorusu da hep güncel tutulmalı.

Özetle; TBMM’de temsil edilen başta CHP, DEM ve öteki siyasal partilerle sivil toplum örgütleri, “denetimsizlik, saydamsızlık ve keyfilik” üçlüsünü sistematik ve sürekli biçimde işler ve teşhir edebilirse ancak PBDBY’nin sürdürülemezliği üzerine farkındalık yaratılabilir.
==========================

Yazarın Son Yazıları

– Sürekli ‘riskler üreten yönetim’
– Gezi’den Tandoğan’a ‘Türkiye ahalisi’
– Baskıcı yönetimler ve dirençli yargıçlar
– Anayasal düzen mi, çeteleşme mi?
– TBMM siyasal yelpazesi ve CHP

Son Kale Cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesinin simge yazarlarından Uğur Mumcu’nun siyasal bir cinayete kurban edilerek öldürülüşü ve aramızdan ayrılışının yıldönümüdür.

Uğur Mumcu’nun yaşamına son verilmesi Türkiye’nin demokrasi mücadelesi tarihinde bir dönüm noktasıdır. Atatürk’ün Aydınlanma Devrimlerinden, çağdaşlaşma amaçlarından koparılıp toplumun kutuplaştırılmasını amaçlayan, din kurallarının egemen olduğu bir yapının kurulmasının yollarını açmak için bu cinayet işlenmiştir. Bu olay 1980 askeri darbesiyle planlanan Türkiye’nin parçalanması projesinin önemli bir parçasıdır.

Yalnızca Uğur Mumcu değil Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Onat Kutlar, Cavit Orhan Tütengil ve Ahmet Taner Kışlalı da aynı amaç için, aynı metotlarla yaşamdan koparıldılar. Unutulmasın ki tüm bu Atatürkçü aydın kişiler Cumhuriyet gazetesi yazarlarıdır.

Tüm bunlara karşın Cumhuriyet gazetesini susturamadılar. İlhan Selçuk ve çalışma arkadaşları, Gazeteyi temel ilkeleriyle yayımlamayı sürdürdüler.

2010 yılında İlhan Selçuk’un vefatından sonra Cumhuriyet gazetesi karşılaştığı çeşitli zorlukları okuyucularının, emekçilerinin dayanışması sayesinde aşmış ve gazetemizi bugünlere getirmiştir.

  • Son kale Cumhuriyet, tüm bu zorlukların ve baskıların üstesinden gelmiştir. 

İlhan Selçuk yıllarca Aydınlanma Devrimlerini, ümmetten vatandaşlığa geçişi ve Atatürkçülüğü her gün yılmadan savunmuştur.

Uğur Mumcu,

  • “Ben Atatürkçüyüm, ben antiemperyalistim, ben terörün, yolsuzluk yapanların, vurguncuların karşısındayım” demiştir.

Bugün Cumhuriyet gazetesi Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu çizgisinde hiçbir etki altında kalmadan, siyasal ve ekonomik baskılara karşın yayınını yılmadan sürdürüyor.

Türkiye’de son yıllarda çok önemli toplumsal bir gelişme var. Her kesimden aydınlar, Atatürkçüler, solcular ile emekçiler Atatürk’ün açtığı laik ve çağdaş toplum hedefinde birleşiyorlar.

Cumhuriyet bu önemli toplumsal gelişmede öncülük yapmaktadır.

Temel ilkelerimizi bu vesileyle bir kez daha yineliyoruz            :

  • Cumhuriyet gazetesi
  • ülkemizin bölünmez bütünlüğünü savunur,
  • her türlü teröre karşıdır.
  • Cumhuriyet gazetesi din devletine karşıdır.
  • Atatürk’ün Aydınlanma Devrimlerinin,
  • laiklik ilkesinin ve çağdaşlaşmanın yılmaz savunucusudur.
  • Cumhuriyet gazetesi emperyalizmin Ortadoğu’daki tüm oyunlarına karşıdır.
  • Cumhuriyet gazetesi tam demokrasi ve hukukun üstünlüğüne inanır, savunur.

Emek en yüce değerdir ilkesi gereğince çalışanların, emekçilerin ve emeklilerin yanındadır.

Son kale Cumhuriyet Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu çizgisinde yoluna yılmadan devam edecektir.