Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR
https://vergialgi.com/cumhuriyete-giden-yol-basarinin-sirlari
Bu tebliğin başlığında geçen “sır” sözcüğüne Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde verilen açıklamalardan ikisi sunacağım çerçeve ile ilişkilidir. Bunlardan ilki (Atatürk, Nutuk adlı eserinde vurgulamıştır); “varlığı veya bazı yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan şey” anlamındadır. Benim burada açıklayacağım “sır” ise “bir işin, bir şeyin dikkat, yetenek, deneyim sezgi yardımıyla kavranabilen en zor, en ince yanı” olarak açıklanmıştır. Sözcüğün bu anlamına kişiye (lidere) özgü iş veya eylem; bir diğer söyleyişle “ustalık sanatı” demek mümkün.
2019 başında Cumhuriyetimizin Kurucu Lideri’nin “Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk” adıyla yayımladığım biyografisini tamamladığımda özellikle karar alma süreçlerinde O’nun ve çevresindekilerin tutum ve davranışlarını uzun süre düşündüm. “O’nu yol arkadaşlarından farklı kılan nedir?” “Neden herkes O’na itaat etmiştir?” gibi soruların yanıtı için okumalarımı sürdürdüm.
Bu çerçevede vardığım sonuçları şu şekilde sıralayabilirim: Yol arkadaşlarından en belirgin farkını; “Doğru Zamanda Doğru Karar Almak ve Tereddütsüz Uygulamak” şeklinde tanımlayabilirim. Bu ise, askerlik, siyaset ve diplomaside dünya tarihinde sık rastlanmayan bir “ustalık” ve “liderlik sanatı” olarak vurgulanabilir.
Her bireyin ve toplumun hayatı bir mücadeledir ve bir dolu karar alma ve uygulama sürecine dayanır. Bu çerçevede düşünüldüğünde Milli Mücadele ve Cumhuriyetin kuruluş sürecinde -beka krizleri tırmanırken- stratejik değişim kararlarının alınması ve bunların sırası geldikçe tereddütsüz uygulanması 20. yüzyılın en başarılı onarıcı ve dönüştürücü liderlik örnekleri arasındadır.
Atatürk, işgal altında bir ülkenin son derece karmaşık meselelerine her defasında “ihatalı bakış ve düşünme” yeteneğiyle yaklaşmıştır. Karşılaştığı kriz süreçlerini “sorunu ve çözüm seçeneklerini daha büyük bir çerçevede tanımlama” gibi savaş alanlarında geliştirdiği “yüksek sevk ve idare” birikimiyle yönetmeseydi; kendisini ve izleyicilerini başarıya ulaştıramazdı.
Ankara’da Meclis’in toplanacağı bile belli değilken Berlin’de sürgünde bulunan Talat Paşa’ya 29 Şubat 1920 günlü mektubunda; “Medeni ve görünürdeki ve kanuni denilebilecek olan Müdafaai Hukuk Teşkilâtının içinde, gizli talimat dairesinde teşkilâtı müselleme [inkâr edilemeyen bir teşkilât] mevcuttur. (…),” diye yazarken Mondros Ateşkesi’nden güç alan düşman işgallerine karşı “ihatalı bakış ve düşünme yeteneği”nin ufuklarına işaret ediyordu.(1)
- 23 Nisan 1920’de Ankara’da tek başına yaptığı bir çağrıyla meclisi toplamıştı.
Büyük Millet Meclisi’nin 25 Eylül 1920 tarihli gizli oturumunda dava arkadaşlarına tarihin derinliklerinden süzülen bir hakikati şöyle vurgulamıştı:
“Efendiler, her şeyde olduğu gibi belki ahlâkiyat bakımından da kuvvet nazarı dikkate almak lâzımdır.”
- “Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkûmudur: İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel [başta gelen] kuvvettir. Dolayısıyla bizim kurtuluşumuz için vuku bulacak yardımlar [karşısında] -ki bağımsızlığın korunması için- kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmeliyiz. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar. Bu sebeple vekilleriniz gayet dikkatli ve vesveseli [olarak] bu yönü nazarı dikkatte tutmaktadırlar. (…).”(2)
Atatürk, askerlik mesleğinin kendisini yönelttiği savaş alanlarında benzersiz gözlemleriyle damıtılmış hayat tecrübesi yanında yıllarını kitaplarla geçiren ve sorgulama yeteneğiyle düşünen ve aldığı kararları tereddütsüz uygulayan cesur bir lider ve eylemciydi.
Ünlü kadın yazarımız [Halide Edip Adıvar/HÖ] bir defasında yurtdışında yabancı mecmualardan birinde yayımladığı bir makalede Mustafa Kemal’in öyle sanıldığı kadar cesur olmadığını; bir isyan haberi ve gürültüsü önünde yüzünün sarardığını kendisinin görmüş olduğunu yazmış. Bu kulağına gittiği zaman öfkelenmeden gülümsemişti:
“-Gerçi böyle bir şey hatırlamıyorum, amma mümkündür; yüzüm sararmış olabilir. Kızmış olacağımdır… Ben çevrilip kalmaktan hoşlanmam. Çünkü o zaman iradem başkasının eline geçmiş olur… Serbest kalmalıyım ki, sükûnum, muhakemem ve tedbirim benim elimde olsun… Ben Ankara’da kalmasaydım ve geleceği görmeseydim, yabancı işgali altındaki İstanbul’da tutulup kalmış olanlar, benim muhafaza ettiğim serbestliğe nasıl sığınabilecekler ve hürriyete kavuşacaklardı?” diye sormuştu.(3)
Başarısının sırlarından biri, “insan biriktirme” özelliğiydi; O’nun bu alandaki becerisi kurduğu teşkilâtın güçlü ve sadık olmasının garantisiydi.
Yakın çalışma arkadaşları, cephelerden, sınanmış dostluklardan, ortak acılardan ve zaferlerden geliyordu.
Liderlik enerjisinin sınırlarını, bütün hayatı boyunca biriktirdiği arkadaşlarıyla, “teşkilât kurma ve yönetme” becerisiyle izleyicilerine ve karşıtlarına kanıtlamıştı.
Atatürk’ün başarı sırlarından bir diğeri, “hakikati arama ve ifade cesareti” idi.
- “Gerçeği konuşmaktan korkmayınız,” diyordu.(4)
Sorgulama yeteneği ile akıl kirliliğine tümüyle meydan okuyordu.
Bir Amerikalı gazeteci;
“— İşlerinizde nasıl başarılı oluyorsunuz?” diye sormuştu.
Şu yanıtı vermişti:
“—Ben, bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem. O işi başarmama neler engel olabilir diye düşünürüm. Engeller ortadan kalktıktan sonra iş kendiliğinden olur.”(5)
“Vaktin oldukça bir düşünceyi şöyle hayal edersin; olmadı, çevirir böyle hayal edersin. O kombinezonu tasarlarsın.-, ondan bu kombinezona geçersin: araya taraya işin doğrusunu sonunda bulursun, ona dayanırsın; bu ancak böyle olur… Evirmeli, çevirmeli; bir daha, bir daha… İnsan ancak öyle öyle yetişir..”
“Karışık iş yoktur; her iş basittir,” diyordu.(6)
O, “ceder etmez” (asla vazgeçmez) bir liderdi.
“Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” sözü davadan asla vazgeçmediğinin yaşanmış kanıtıydı.
Bununla birlikte “Hayatta daima ve çok ölçülü olmak lazımdır,” ilkesini de her zaman önemsemişti.(7)
Üç imtihandan geçtiğini söylemişti:
“Birinci imtihan Harbiye’de ve subay olduğum sıralarda başımdan geçenlerdi.
İkinci imtihan Libya tecrübesiydi…
Üçüncü imtihan, Dünya Harbi’nde beni Doğu Cephesi’ne gönderdiler. Her şey bozuk. Ordu bitkin. Kendi şerefimi ve orduyu kurtarmak lâzım. Uzun bir mücadele ile başardım.
Bu tecrübeler bana sabrı, bir fikre bağlanmayı ve o fikirde durmayı ve sonra da insanları öğretmiştir.
Bir gerçeği de öğrenmiş oldum: Tehlike insandan kaçar!” demişti.(8)
Devrim programı ve eylemi kendisinin sağlığında bir model olarak “Kemalizm” diye adlandırılmıştı.
“Kemalizm” diye ün kazanan bu sürecin tipik iki özelliği vardı.
Her hamlesini “en kuvvetli olduğunda” yapıyordu ve çıtayı en yükseğe koyuyordu.
Her zaman en kötü senaryoya göre önlemlerini alıyordu.
23 Nisan 1920’de Meclisin Ankara’da toplanması hem kuruluşun, hem de kurtuluşun başladığını ilan ediyordu.
Milli irade ve millet egemenliği kavramlarıyla çıtayı en yükseğe çıkarmıştı.
Bu hamlesi aynı zamanda İstanbul’daki hükümetin tanınmadığı anlamına geliyordu.
Amasya Genelgesi ile topladığı Sivas Kongresi’nden bu yana beklenen olmuş; Ankara’da yeni meclisi ve hükümeti kurmuştu.
Bu meclisin başkanı olarak silahlı mücadeleyi bizzat yönetecekti.
Büyük Zafer’in hemen sonrasında “en kuvvetli zamanında” 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldıracaktı. İki devletten tek devlete geçilecekti. Yine “en kuvvetli zamanında” 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edilecekti. Çıtayı bir kere daha en yükseğe koyacaktı.
Bu iki özellik; “en kuvvetli zamanı beklemek” ve “çıtayı en yükseğe koymak” onun devrim sürecinin yönetiminde ve zamanlamasında ayırt ediciydi.
3 Mart 1924 günü “Devrim Kanunları” diye isimlendirilen “hamle” cumhuriyetin ilânından sonra buna ilk örnekti.
Devrim programının uygulama sürecinde birbiri ardına dört hamle gözlemleniyordu.
Mustafa Kemal her açıdan en kuvvetli zamanındaydı ve bu hamlesinde hilafetin kaldırılması için çıtayı en yükseğe koymuştu.
Ne var ki beklenmedik iki gelişme -kısa süreli olarak- süreci kesintiye uğratacaktı. Bunlardan ilki, Güneydoğu Anadolu’da 13 Şubat 1925 günü başlayan Şeyh Sait veya Genç İsyanıydı. Ergani-Eğil’e bağlı Piran’da bölgeyi etkisi altına alan ayaklanma ancak mayıs sonunda bastırılabilmişti.
Titizlikle yönetilmezse bir beka sorununa dönüşebilecek eğilimleri içinde barındıran bu isyanın bastırılması cumhuriyetçi Ankara’nın en birinci görevlerinden olacaktı.
1925 yılının ilk altı ayı isyanın bastırılması ve yargılamalarla geçmişti.
Ankara yönetimi ciddi bir tehditle karşılaşmış ve Liderin yerinde müdahalesiyle büyük bir tehlike atlatılmıştı.
İsyan bastırıldıktan hemen sonra tekrar ve daha güçlü olarak kaldığı yerden devam edecekti.
Devrim programının ikinci büyük hamlesi, Kastamonu – İnebolu ziyaretiyle başlayacaktı. Öncekilerde olduğu gibi halka programını yüz yüze (aracısız) anlatmak, daha sonra yasal düzenlemeler için konuyu hükümete, meclise götürmek ve onay almak gerekiyordu.
Yasal düzenlemelerin en başında vatandaşların kılık kıyafetleri ile bazı geleneksel yapılanmalarla ilgili reform ve değişiklik önerileri bulunuyordu.
Çıtayı yine en yükseğe koyacaktı.
26 Ağustos 1925 günü İnebolu’da siyasi hedefini açıklarken, “Ben, şimdiye kadar millet ve memleket hayrına ne gibi hamleler, inkılâplar yapmış isem hep böyle halkımızla temas ederek, onların ilgi ve sevgilerinden, gösterdikleri samimiyetten ilham alarak yaptım,” derken aslında başarısının bir diğer önemli sırrını açıklıyordu.
19 Mayıs 1919 günü Samsun’dan başlattığı ve 225 gün süren Anadolu’da yolculuğundan beri büyük bir titizlikle uyguladığı halkla yüz yüze iletişim stratejisi Kastamonu-İnebolu ziyaretlerinde de çok etkili olmuş; askeri ve mülki yetkililerle yerel halkın desteğini sağlamıştı.
Bir iletişim dehasıydı!
Kastamonu – İnebolu ziyaretinde önceki dönemlerde yapılan toplumsal değişim (yenileşme) hamlelerinin başarılı olamayış sebebini açıklarken, Osmanlı İmparatorluğundaki reformcu padişah ve yöneticilerle kendisinin farkını ortaya koymuştu.
Ankara’ya döndüğünde, 3 Eylül 1925 günü bizzat katıldığı kabine toplantısında üç hükümet kararnamesi birden yürürlüğe konulmuştu.
20 Eylül akşamı Ankara’dan özel trenle Eskişehir – İzmit yoluyla Bursa – İzmir – Konya ziyaretlerinde halkın büyük gösterileriyle karşılanmıştı.
Bu ziyareti 32 gün sürmüştü.
5 Kasım 1925 günü Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışında, “Milletin varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü ortak bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet dini ve mezhebi irtibat yerine Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır,” sözleriyle yeni millet stratejisini anlatıyordu. Aynı konuşmasının devamında, “Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski hukuki esasları temelinden kaldırmak teşebbüsündeyiz” demek suretiyle en yakın hedefini ilân edecekti.(9)
- Medeni Kanun, devrim stratejisini gerçekleştirecek mekanizmaların en önemlisiydi.
Kahramanımızın “hesap verebilir olması” liderlik başarısının özenle vurgulanması gereken çok önemli bir özelliğiydi.
Cumhuriyete giden yolun en başında 20 Ağustos 1919 günü Erzurum telgrafhanesinde Sivas Valisi Reşit Paşa ile haberleştikten sonra yanındaki arkadaşlarına, “Biz eğer millet ve tarih huzurunda herhangi bir hata işliyorsak, bunun mesuliyetini vicdan ve idrakimizde hissetmekten ve ödemekten hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz.” diye konuşmuştu.(10)
1927 yılında Cumhuriyet Halk Partisi 4. Kurultayında okuduğu “Nutuk” adlı eseri bu türün en önemli örnekleri arasında yer alacaktı.
Nutuk, tarih, toplum ve gelecek kuşaklar önünde bir hesap verme belgesiydi. Aynı şekilde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde açık ve gizli oturumlarda yaptığı uzun açıklamalar O’nun “hesap verebilir lider” olduğunun en açık kanıtlarıydı.
Türkiye’de anayasa ve siyaset bilimi alanının önemli isimlerinden Prof. Tarık Zafer Tunaya bu konudaki değerlendirmesini şu şekilde yazmıştı:
“Nutuk’un bir hatırat olmadığı açıktır. Yine Nutuk, bir doktrin kitabı değildir. Bununla beraber Atatürk’ün devrimci bazı önemli ilkelerini ve geleceğe öğütlediği devrimci yöntemini, olayların gelişmesinden çıkarmak olasılığı her zaman vardır.”
“Nutuk, Atatürk’ün, İstiklal Savaşı’nda başvurduğu bir eylemin devamı sayılabilir. Bu eylemden de onun tarih anlayışı saptanabilir. Bu bakımdan Nutuk, Mustafa Kemal Paşa’nın ikinci büyük nutku sayılmalıdır.”
“İlk ve zamanın koşullarına göre, uzun sayılabilecek Nutuk, 23 Nisan 1920 tarihlidir. TBMM’nin açıldığı gün ve ilk oturumda söylenmeye başlanmıştır. Türdeş olmayan bir mebuslar kuruluna, yalnızca Heyet-i Temsiliye Reisi ve Ankara Mebusu olarak Mustafa Kemal Paşa ‘Mütareke’den Meclis’in açılmasına kadar geçen siyasi ahval (gelişmeler) hakkındaki’ söylevini vermiştir. O tarihte, tümünün aynı partiden olmalarına olasılık bulunmayan mebuslar da, oybirliğiyle bu nutkun ‘neşren tamimi’ni (yayımlanarak yayılmasını) karar altına almışlardır.”
“Büyük boyda yirmi iki ‘Zabıt Ceridesi’ sayfası tutan bu söylev, Mustafa Kemal Paşa’ya göre bir hesap verme belgesidir. Yöntemi de, bugüne kadar olanları izlemek ve bugüne nasıl gelindiğini saptamak gibi tarihsel bir açıya ve ‘perspektife’ dayandırılmıştır.”
“Büyük Nutuk da aynı anlayış ve aynı gerekçeyle ele alınmıştır: ‘Yıllardan beri süren eylemlerin ve yaptıklarımızın hesabını vermeyi’ Gazi görev saymıştır.”
“Böylece Büyük Nutuk, Atatürk’ün, olağanüstü dönemlerde başvurduğu bir hesap verme eylemi ve belgesidir. Siyasal ve tarihsel önemi bu niteliğinden doğmaktadır.”(11)
Cumhuriyetin kurucu lideri takipçilerine;
“Her gün, sabah, akşam, gece, ne zaman sırasına getirirseniz, bir çeyrek, yarım saat kadar vakit bulursanız içinize çekiliniz. O günkü hayatın muhasebesini yapın. Böylece her gün bir defa kendi kendinizi yoklayın, şuurunuzdan alacağınız cevapların ne kadar faydalı olacağını tasavvur edemezsiniz,” öğüdünde bulunuyordu…
O’nun bu tutumu, yani insanın kendi iç âlemiyle hesaplaşması, korkuya dayanmayan, ödüllendirme ve cezalandırmayı ancak vicdanından bekleyen saf bir ahlâk anlayışı idi. Kendi köşesinde oturan bir insanın kişisel ahlâk anlayışı değildi; toplumsal, siyasal ve evrensel yanları vardı.
“Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketlerimizin hesabını verecek bir vaziyette olmalıyız,” diyordu.(12)
Bu sözleri 28 Kasım 1930 günü Trabzonlulara söylemişti.
- Vicdan, tarih ve uluslararası kamuoyundan oluşan üç yargıçlı bir mahkemeden söz ediyordu.
Bu tarihi uyarısından yedi yıl sonra 1 Kasım 1937’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama yılı açılışında milletvekillerine son hitabında da;
Dipnotlar
(Bu konuşma, Mersin Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı’nın 13 Ekim 2023 tarihinde Cumhuriyet’in 100. yılına özel düzenlediği ‘100. Yıl Dönümünde Cumhuriyetimiz Sempozyumu’nda yapılmıştır.)
(1) Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 6 (1919-1920), (İstanbul, Kaynak Y., 2003), s. 407.
(2) Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 9 (1920), (İstanbul, Kaynak Y., 2006), s. 391-392.
(3) Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, (Ankara, T. İş Bankası Y., 1957), s. 117.
(4) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Ankara, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Y., 1945), s. 110.
(5) Önder Göçgün, Edebiyat Dünyası ve Atatürk, (Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Y., 1995), s. 198.
(6) Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, (Ankara, T. İş Bankası Y., 1957), s. 118.
(7) Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 18 (1925-1927), (İstanbul, Kaynak Y., 2006), s. 116 ve 118.
(8) Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y., 1966), I. Cilt, s. 160.
(9) Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, (İstanbul, Kronik K., 2023), s. 142-143.
(10) Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 24 (1930-1931), (İstanbul, Kaynak Y., 2008), s. 354-355.