Mustafa AYDINLI şiiri : DENİZ…

ŞİİR KÖŞESİ

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
Halk ozanı
22 Haziran 2024

D E N İ Z…

Ne denli büyüksün ne denli derin
Yazın da kışın da gitmiyor yerin
Ruhumu okşuyor ak köpüklerin
Ben sana bakmaya doyamıyorum

Bir başkadır yüzmek ılık suyunda
Kışı geçip yazın sıcak ayında
Kimi piknik yapar zümrüt koyunda
Seni kirletmeye kıyamıyorum

Gemilerin ulaşacak yolusun
Denizcinin tutunacak dalısın
Çeşit çeşit balıklarla dolusun
Dolu nimetini sayamıyorum

Kimisine göre gelmişiz sudan
Kalkıp uyanalım artık uykudan
Kimi toprak kimi sudandır gıdan
Kirlenmiş gıdayı yiyemiyorum

Güneşin bir başka, kumun bir başka
Alan sevgilisin, geliyor aşka
Yıl boyu kıyında kalsaydım keşke
Yerine başka şey koyamıyorum

On binlerce turist dolar kıyına
Soyunup dalarlar sıcak suyuna
Kasa döviz dolsa ülke payına
Kıyılar yağmasız diyemiyorum

Ay ile yakamoz yürek coşturur
Kimi jet skiyle motor koşturur
Suyun sıcaklığı yüzüne vurur
Bu farkı dünyaya yayamıyorum

Aydınlı, denizdir tatilin tadı
Tarih, deniz, güneş turizmin adı
Denizin tuzundan tuzlu fiyatı
Sörf yapıp üstünde kayamıyorum

İlhan Selçuk olabilmek

Miyase İlknur

Miyase İLKNUR

22 Haziran 2024, Cumhuriyet

 

Tam tamına 14 yıl oldu. İlhan abiyi kendi deyimiyle “Hoşgörünün Kâbe’si Hacıbektaş”ta Hünkâr’ın kanatları altına vereli. Dün ölüm yıldönümüydü. Ölüm; ne de soğuk bir sözcük. Doğa yasasıdır canlılar için ölüm. Mezarlık kapılarında da “Her canlı ölümü tadacaktır” yazısı boşuna değil.

O zaman Hünkâr’ın felsefesinden gelen Yunus Emre’nin şu sözüne ne demeli?

– Ölürse tenler ölür/ Canlar ölesi değil.

Her can ölür oysa. Ama kimi canların yalnızca tenleri ölür. Çünkü kimi canlar, yarattıklarıyla, ürettikleriyle, topluma verdikleriyle, anılarıyla, bu dünyaya bıraktığı izlerle tenleri ölse bile adları, yapıtları canlılığını korur.

O’nu tanımayan genç kuşaktan biri İlhan Selçuk kimdir? diye Google’a baktığında köşe yazarı olduğunu öğrenir.

Başka?

Cumhuriyet gazetesinin eski vakıf başkanıdır.

Evet, İlhan Selçuk bir köşe yazarıdır. 1952’de başladığı fıkra yazarlığını 2010 yılına dek sürdürmüştür.

Nasıl bir köşe yazarı olduğunu biraz irdelemek gerek.

İLHAN SELÇUK’UN KÖŞE YAZARLIĞI

Türkiye’de köşe yazarlığının işlevi, tekelleşme ve meslekten gelen gazete patronlarının yerini
iş dünyasından gelenlerin aldığı 1980 ve 90’lı yıllardan başlayarak oldukça değişti. Artık topluma fikirleriyle yön veren, ülkemizde ve dünyada gelişen olayların arka planını (ardalanını) ve gelecekte nelere yol açabileceğini öngören, olabileceklere karşı ne yapılması konusunda fikirler üreten köşe yazarı profili tarihe karıştı. O yazar profilinin yerini artık, gazete patronu ve o patronun içinde bulunduğu klanın çıkarlarına ve ilişkilerine göre yazılar yazan, moda akımların ve çoğunluğun yankı odalarından gelen sesin peşine takılan yazarlar aldı.

Kalemi iyiyse, lafı gediğine oturtuyorsa ne yazdığının, ne söylediğinin çok da önemi yoktu.
Bir gazetede iken farklı şekilde görüşleri savunurken karşı kamptaki gazeteye geçince tam tersini savunmanın adı değişimdi. Ya da ülkede her iktidar değiştiğinde köşe yazarının kıblesinin değişmesi de olağandı.

Değişmeyen dinozor, statükocuydu.

Geçmişte Karl Marks hayranı olan köşe yazarı, küreselleşme rüzgârına kapılıp pekâlâ Karl Popper’in şakirdi olabilirdi. Sonuçta ikisinin de önadı Karl. O dönem Karl Marx modaydı;
şimdi O’nun modası geçti. Yeni moda Karl Popper’i referans almaksa, köşe yazarı da bu değişime ve modaya kayıtsız kalamazdı.

Gelecekte insanlığın başına örülecek çorapları öngörüp toplumu bilinçlendirmek yazarın işi değildi. Açık toplum, neoliberalizm her şeyin çaresini düşünmüştü nasıl olsa. Ulus devletler ve ideolojilerin sonu gelmişti. İdeolojik sıkıcı yazılar yazmanın alemi yoktu. Şarap, çiçek böcek, siyasal magazin yaz otur.

İlhan Selçuk, yazılarıyla kaç kuşağı etkiledi. 68 kuşağı, 78 kuşağı ve 80 kuşağı onun yazılarıyla siyasal bilincine yön verdi. 90’lara gelince dünyada iletişim devrimiyle birlikte neoliberal sistemin estirdiği kasırga ülkemizde de meyvelerini vermiş ve genç nesli sarmalına almıştı.

YİNE HAKLI ÇIKTI

O gün Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme karşısında neredeyse tek başına direndi. Bu yeni sistemin yaratacağı yoksulluk ve bölgemize “Demokrasi getiriyoruz” adına başlatılan savaşlarla küresel terörün, milliyetçiliğin hortlamasının kaçınılmaz olduğunu ve bu durumun en çok Batı’yı vuracağını yazdığında bıyık altında gülenler şimdi “Aaa! Avrupa ve Amerika’da neler oluyor böyle? Popülist ve milliyetçi liderler demokrasinin beşiğinde nasıl güçlenebilir?” diye soruyorlar.

Herkes köşe yazarı olabilir. Olayları kahvehane muhabbeti tadında yorumlayabilir.

  • İlhan Selçuk olmak kolay değildir.

Siyasal İslamcılarla bir dönem yoldaş olanları da çokça uyarmıştı İlhan Selçuk.
Siyasal İslamcıların demokrasi diye bir derdinin olmadığını, takiye yaptıklarını
ve iktidarı tam olarak ele geçirdiklerinde onların da canına okuyacağını söylediklerinde de gülmüşlerdi.

Ne oldu?
***
İlhan Selçuk öldü ama yok olmaktan kurtardığı Cumhuriyet gazetesi 100 yaşını kutladı. Fikirleriyle, egosuz, engin hoşgörüsüyle en çok da fikirleriyle bizim için ölümsüzleşti.

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Cumhuriyetin Habercisi: Amasya Bildirisi

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Kurtuluş savaşımız salt cephede işgalci ordulara karşı yapılmamış, Osmanlı İmparatorluğu’na son vererek ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız yeni bir devlet kurmanın siyasal savaşımı da eş zamanlı olarak verilmiştir.

Egemenliği Osmanlı hanedanından alıp ulusa vermenin ilk önemli ve açık adımı 22 Haziran 1919’da yayımlanan Amasya Bildirisi belgesidir.

9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, önce İstanbul’dan birlikte getirdiği 3. Kolordu Komutanı Albay Refet Bele’yi Samsun Mutasarrıflığına atamış ve buyruğundaki 15. Kolordu komutanı Kazım Karabekir ve 20. Kolordu komutanı Ali Fuat Cebesoy’la bağlantı kurmuştur. Komutanlara ülkenin son durumunu anlatmış, “Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdan vazifesini yakından beraber çalışarak en iyi şekilde yerine getirme[1] kararlılığını bildirmiştir.

Mustafa Kemal’e verilen görev Samsun tarafında Rumlara saldıran Türkleri engellemek, Anadolu’daki kimi ulusal örgütlenmeleri ortadan kaldırmaktır. O ise Samsun’a çıkışından üç gün sonra İstanbul’a gönderdiği raporda Türklerin Hıristiyanlara saldırmadığını, tersine Hristiyanların Türk köylerine saldırdıklarını, Türklerin kendilerini savunduğunu bildirmiştir.[2]

Genel Durum

Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında İstanbul, Doğu Anadolu, Adana, Antep, Urfa, Maraş, Antalya, Konya işgal altındadır. Demiryolları işgalcilerin elindedir. Samsun’da İngiliz askerleri vardır. Her yerde Mondros Ateşkes Andlaşmasının (30 Ekim 1918) uygulanmasını denetleyen
yabancı resmi ve gizli görevliler vardır.

Mustafa Kemal’in İstanbul’dan hareketinden bir gün önce 15 Mayıs ‘ta (1915) Yunan ordusu İzmir’e çıkmış, yerli Rumlarla birlikte Ege bölgesindeki işgal alanını genişletmektedir.

Ordu terhis edilmiş, silahları toplanmaktadır.

Ulus büyük savaştan yıpranmış olarak çıkmıştır, ekonomi bitkin ve çökkündür.

  • Padişah 6. M. Vahdettin ve hükümeti kendi tahtını korunak için düşmanla işbirliği yapmaktadır.

Öte yandan Yunan işgaline karşı ilk örgütlü silahlı direniş 28 Mayıs’ta Ayvalık ve Ödemiş’te Kuvayı Milliye tarafından gösterilmiştir. Ordusuz kalmış bir ulusun kendiliğinden ordulaşması olan Kuvayı milliye hareketi gelişmektedir.

Yunan ordusunun Ege bölgesini işgali ve bu işgalde yerli Rumları kullanmaları tüm yurtta tepkilere neden olmuş, Mustafa Kemal ulusal direnişi örgütlemede bu tepkileri planlı biçimde birleştirerek ana hedefe yöneltmiştir.

İlk Siyasal Çıkış: Havza Genelgesi

Samsun’da bulunan İngiliz işgal birliği ve ajanları Mustafa Kemal’in rahat çalışmasını engellemektedir. O, amacını gerçekleştirmek için Anadolu içlerine gitmek istemektedir.
28 Mayıs’ta Samsun’dan ayrılır. İlk durağı Havza’da ulusla doğrudan ilişki kurmaya başlar.
Havza Müdafayı Hukuk Cemiyeti’nin kurulmasını sağlar. Havza’da 28/29 Mayıs’ta (1919) yayınladığı genelgede (Havza Genelgesi), Ege’deki Yunan işgalinin yarattığı tehlikeye dikkat çekmiş, bütün ulusun aydınlatılmasını ve ulusal protesto mitinglerinin düzenlenmesini,
İtilaf devletleri temsilcileri ve Osmanlı hükümetine yoğun protesto telgrafları gönderilmesini, Hıristiyan halka zarar verilmemesini istemiştir.

Havza Genelgesi Mustafa Kemal’in ilk siyasal çıkışıdır. Bununla resmi görevini değil,
ulusal kurtuluş görevini yerine getireceğini duyurmuştur.

Önderler Amasya’da

Mustafa Kemal 12 Haziran’da Havza’dan Amasya’ya hareket etmiş aynı gün Amasya’ya varmıştır. 20. Kolordu Komutanı A. Fuat Cebesoy ve 3. Kolordu Komutanı Refet Bele’yi
daha önce Amasya’ya çağırmıştır. Ali Fuat, Rauf Orbay’la birlikte 21 Haziran gecesi
Amasya’da Mustafa Kemal’e katılmıştır. Refet Bele ise bir gün sonra Amasya’ya gelmiştir.

Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir ve Konya’daki 2. Ordu Müfettişi
Cemal Paşa ile telgraf bağlantısı kurulmuştur. Böylece, Amasya Bildirisini yayımlayacak
önder kadro bir araya gelmiş olmaktadır.

Padişahın Tepkisi

Mustafa Kemal’in kendisine verilen resmi görev dışına çıkarak ulusal direnci örgütlediğini gören Osmanlı hükümeti İngilizlerin baskısı ile 8 Haziran’da kendisini İstanbul’a çağırmıştır. Oysa Mustafa Kemal ulusal hedefe ulaşmak için yola çıkmıştır, ,  geri dönmez. “Bağımsızlığa ulaşana kadar bütün ulusla birlikte özveri ile çalışacağına ant içtim. Anadolu’dan ayrılmam söz konusu olamaz”[3] diyerek padişaha karşı çıkar.

Osmanlı hükümetinin Mustafa Kemal’e ikinci atılımı 23 Haziran’da (Amasya bildirisinden bir gün sonra) kendisini görevden almak olmuştur. Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Ali Kemal, valiliklere gönderdiği buyrukla Mustafa Kemal’in görevden alındığı bildirilmiş kendisinin buyruklarına uyulmaması, devlet işlerine karıştırılmaması istenmiştir.[4].

Padişahın, “geri dön” çağrısına uymayan Mustafa Kemal’e tepkisi idam kararına dek gidecektir.

Amasya Bildirisinin Hazırlanması

Amasya Bildirisi’nin hazırlanmasında iki etken öne çıkmıştır:

  1. Ulusal savaşımın protestolarla, mitinglerle kazanılamayacağının anlaşılması

Protesto mitingleri Mondros Ateşkesinden sonra yurdun işgali üzerine başlamıştır. Daha çok İstanbul’da yapılan bu mitingler aydınlar ve toplum önderlerince düzenlenmiş, Beyazıt ve Sultanahmet meydanlarında Halide Edip’in konuşmacı olduğu toplantılara coşkulu katılım olmuştur.

  • 105 yıl önce toplantı ve gösteri özgürlüğü işgal altında bile karışma olmadan barışçı biçimde kullanılabilmiştir.

İşgallerin genişlemesi, Ege’de yerli Rumların, güneyde yerli Ermenilerin işgalcilerle işbirliği içinde sivil yurttaşlara düşmanca davranışları karşısında bu tür mitinglerin yeterli olmayacağı anlaşılmış; ilk kez Amasya Bildirisi’nde Osmanlı padişahı ve hükümeti doğrudan hedef alınmıştır.

  1. Amasya Bildirisinin hazırlanmasında 2. etken Mustafa Kemal’in ulusal savaşımı kişisel olmaktan çıkartıp ulusa dayandırmak istemesidir.

O, padişahın “Geri dön” buyruğuna uymayan asi bir Generaldir.

Uygulamayı düşündüğü girişimin sert olacağını değerlendirmektedir. Nutuk’taki ifadesiyle “Eylemlerinin bir an önce kişisel olmak niteliğinden çıkarılması, bütün ulusun birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına yapılması gerekmektedir.”[5]

Büyük devrimci, Ulusun savaş yorgunu, yoksul, eğitimsiz, yaygın hastalıklı olmasına bakmaksızın savaşımı Ulusa dayandırmakta, tüm gücünü Ulustan almaktadır.

Mutafa Kemal ve Amasya Bildirisini yayımlayan komutanlar yönetimi kendi ellerine alıp savaşımı askeri bir örgütlenme ile yönetmeyi düşünmemişler, başlangıçtan beri ulusa dayanmayı yeğlemişlerdir.

Mustafa Kemal tarafından hazırlanan ve Amasya Bildirisi’nin temelini oluşturan bir metin
18 Haziran 1919’da Trakya’daki 1. Kolordu komutanı Cafer Tayyar’a gönderilmiştir.
Mustafa Kemal bu telgrafında özetle;

  • Padişah ve hükümetinin işgaller karşısında güçsüz kaldığını,
  • Trakya ve Anadolu’daki ulusal örgütlerin birleştirilmesine, Ulusun sesini bütün gürlüğü ile dünyaya duyurabilecek bir yer olan Sivas’ta birleşik ve güçlü bir kurul oluşturulmasına
    karar verdiğini” bildirmiştir.

Sıra bu düşünceleri içeren bir Bildirinin Amasya’da toplanan önder kadro tarafından yayımlanmasına gelmiştir.

Mustafa Kemal tarafından 21/22 Haziran 1919 gecesi yaveri Cevat Abbas’a yazdırılan son metin üzerinde Ali Fuat ve Rauf Bey’in onayı alınır, ertesi gün telgrafla Kazım Karabekir ve Cemal Paşa’nın da onayları alınır. Refet Bele’nin Amasya’ya gelmesi beklenir. Refet Bele metni okuyunca “Kongrenin icabında bir hükümet teşkil edeceği anlaşılıyor” yönünde kuşkularını bildirir ama Ali Fuat Paşa ile konuştuktan sonra imza yerine kendisine özgü belli-belirsiz bir işaret koyar.

Amasya Bildirisi 22 Haziran 1919’da Anadolu’daki tüm yönetsel ve askeri orunlara yayınlanır.

Bildiri: Amasya Bildirisinin tam metnini Atatürk, Nutuk’ta vermiştir.[6]

Özetle şöyledir:

    1. Yurdun bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
    2. İstanbul’daki hükümet üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirmemektedir.
      Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
    3. Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.
    4. Ulusun haklarını bütün dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir.
    5. Her sancaktan ulusun güvenini kazanmış üçer kişi gizlice Sivas’a gönderilmelidir.

Amasya kararlarının bir de salt komutanlıklara yayımlanan gizli 6. maddesi vardır. Buna göre;

  • Askeri ve ulusal örgütler dağıtılmayacak,
  • Askeri birliklerin komutanlıkları devredilmeyecek,
  • Silah ve cephane elden çıkarılmayacak,
  • Bir yerin işgali uğraması yalnız oradaki askeri birliği değil tüm orduyu ilgilendirecektir.[7]

Mustafa Kemal ayrıca İstanbul’daki kimi kişilere bir mektup göndermiş, bu mektupta şu konuları belirtmiştir:

  • Yalnız mitingler ve gösteriler büyük amaçları hiçbir zaman gerçekleştiremez.
  • Bunlar ancak ulusun bağrından çıkmış ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
  • Artık İstanbul Anadolu’ya egemen değil, bağlı olmak zorundadır.[8]

Değerlendirme ve sonuç

Amasya Bildirisi, devrim tarihimizde iki bakımdan önemlidir:

  • Padişah ve hükümetine ilk kez açıkça meydan olunmuş, İstanbul’dan bir şey beklenmediği duyurulmuştur. Bu, hanedan egemenliğinden ulusal egemenliğe geçiş yönünde
    önemli bir aşamadır.
  • Ulusal savaşım bir kadro hareketi olmaktan çıkartılmış, ulusa dayandırılmıştır.
    Amasya Bildirisi, Anadolu Ve Rumeli Müdarayı Hukuk Cemiyeti (ARMHC) ve TBMM ile evrimleşecek olan ulusal egemenliğin başlangıcı olmuştur. Yeni devlet zor koşullara karşın, adı 29 Ekim 1923’te konulacak olsa bile, başlangıçta demokratik cumhuriyet olarak kurulmuştur.
  • Amasya Bildirisi tam bir devrim belgesi ve bağımsızlık bildirisidir.

Bildiri ile Ulusal kurtuluş savaşımının siyasal cephesinde protesto – miting aşamasından Padişaha karşı açık savaşım aşamasına geçilmiştir. Gizli tutulan 6. madde ile silahlı direniş önlemleri alınmıştır.

Önder kadro içinde tam bir uyum sağlanmıştır.

Bildiri İstanbul hükümetinde ve işgalcilerde şaşkınlık yaratmıştır.
Artık kılıçlar çekilmiş, köprüler atılmıştır.

Amasya Bildirisi Cumhuriyetin habercisidir.

Her yıldönümünde anımsanmalıdır. (22 Haziran 2024)
===========================
[1] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam İkinci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul,1964, syf.21
[2] Orhan Çekiç, 1919 Başlangıç, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, syf.178
[3] A.g.e. syf.29
[4] Aydemir, a.g.e. syf.40
[5] Nutuk, syf.41
[6] Nutuk syf.43
[7] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayını, İstanbul, 2013, syf.129
[8] Nutuk, syf.49

21. yüzyıl aydınlanması, Aristoteles ve CHP üzerine

Hatice Nur Beyaz Erkızan (@HaticeNurErkzan) / XProf. Dr. H. Nur Beyaz Erkızan

20 Haziran 2024, Cumhuriyet

“Siyasetin bir kenti/toplumu/ülkeyi yönetmesinden dolayı aynı zamanda Tanrıları da yönettiği söylenemez.”Aristoteles

Aristoteles, Metafizik adlı eserinin ilk satırında şöyle der:

  • İnsan varoluşu gereği bilmek ister, bilmeyi arzular”. Ancak bu, insanın bilmeye otomatik olarak yöneldiği anlamına gelmez. Çünkü insan olan değil, olabilen bir varlıktır. Olmayı gerçekleştiremeyen insan potansiyel olarak ışık saçma yeteneğine sahip olsa da
    bunu etkin kılamadığı sürece karanlıkta kalabilendir.”

Bir insan düşünme yeteneğine sahip olabilir ama düşünme cesaretini gösteremeyen için böyle bir  potansiyele sahip olmanın hiçbir değeri ve anlamı yoktur. İnsanın insan olabilmesi için kendine değerler yaratması, seçmesi ve de onları “var etmesi” gerekir. İster ülke bağlamında isterse de bireysel bağlamda düşünülsün, ne olduğumuz ne yapabildiğimizin toplamıdır.

İKİ FARKLI AYDINLANMA

Tarihsel olarak farklı iki aydınlanmadan söz edilebilir.

I. Aydınlanma MÖ 6. yüzyılda bugünkü Ege kıyılarında, Anadolu’da gerçekleşen varlığın bilinebilir olduğuna ilişkin bilim felsefe devrimidir.

II. Aydınlanma ise “varlığı ve yaşamı kapatan” ortaçağ anlayışına karşıt olarak Ockhamlı William’ın nominalizmi ile kendini duyurur.

İnanç alanı başka, bilgi alanı başka demek anlamına gelir bu.

I. Aydınlanmanın ruhunu izleyen Rönesans ve 18. yüzyıl Aydınlanması hiç kuşkusuz çok önemli olmakla birlikte ne yazık ki insanın insana ve insanın varlığa baskısını sonlandıramadı.

  • Afganistan’da Taliban’a destek yürüyüşü düzenleyen kadınlar, özgürlüğü için mücadele yerine Amerikan uçağının kanatlarına sığınanları Amerika/Avrupa nasıl özgürleştirebilirdi?

Şimdi, 21. yüzyıl Aydınlanması veya III. Aydınlanma olarak da tanımlayabileceğimiz yeni bir anlayışa gereksinim olduğu açıktır. Bu “Aydınlanma” varlığa ve insana hükmetmenin olmadığı bir zemin üzerinde yükselmeyi olanaklı kılma sorumluluğu ile karşı karşıyadır. İşte tam da bu noktada Atatürk Devrimlerini/Türk Aydınlanma Devrimini radikal bir biçimde yeniden düşünmemiz gerekir. Çünkü kavrayışı değiştirmeden koşulları değiştirmek pek olası görünmüyor.

Atatürk’ten esinlenerek söylenecek olursa, “Kavrayış koşullardan önce gelir. İnsan makus talihini yenmek istiyorsa, önce kavrayışını değiştirmek zorundadır.”

BUGÜN NE, NEDEN OLUYOR?

Günümüze gelince… Özellikle Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonucu birçok bakımdan alarm vericidir. Çünkü evrenselci, göçmen yanlısı, küreselci, yeşilci ve farklı cinsel tercihleri onaylayan tüm partiler kaybetti. Macron parlamentoyu feshederek seçime gitme kararı aldı, Belçika başbakanı üzgün olduğunu söyledi. Almanya’da aşırı sağcı parti ikinci sıraya yerleşti. Bazıları zaten Avrupa’nın çoktan bittiğini söylemeye başlamışlardı.

Neler oluyor, niçin oluyor ve tüm bunların anlamı ne?

I. ve II. Aydınlanma  bir anlamda üstten/jakoben bir aydınlanmaydı; doğal ve zorunlu olarak. Bir grup Anadolulu bilim insanı/filozofu dünyayı aklın ışığında anlama gibi insanın tarihinde bir devrimi gerçekleştirmişti. Kesintiler olsa da dünyanın her yerinde bu devrim gerçekleşmese de onun sonuçları tüm insanları etkiledi… Eldeki bilgisayarlar ve telefonlar, antibiyotiğin kullanımı ve hepsinden de tartışılmazı herkesin aydınlanmak için elektrik düğmesine basması… Anadolu Aydınlanmasının sonuçlarıydı bunlar.

Bu Aydınlanma, Rönesans ile başka bir biçime evrildi: Var olanı akıl ışığında anlama çabası bu kez esas olarak insana yöneldi; insanın bir insan olarak sahip olduğu hakları merkeze aldı, demokrasi bir etik estetik değer olarak kendini kabul ettirdi.

Herkes demokrat, herkes demokrasi sevdalısı. Irkçısı, dincisi, dinsizi, kadını, erkeği, azgelişmişi, çok gelişmişi… Eğer demokrasi iyi bir şey, teknoloji başarının bir alanı olarak görülüyorsa, neden hâlâ dünyada okuma yazma bilmeyenlerin çoğunluğu kadın, neden trafik kazalarında çok sayıda insan hayatını kaybediyor?

  • Neden I-II. Aydınlanmanın değerleri tehdit altında?
  • Neden “demokratik Avrupa” ölüme yürüyor?
  • Neden demokrasi iyileştirmiyor veya iyileştiremiyor?

Bu noktada CHP bu evrensel gelişmeleri izliyor mu?

Dünya politik arenasındaki oluşumlar onun kaygısını oluşturuyor mu? Yoksa yalnızca Avrupa’da çoktan zemin yitiren standart sosyal demokrat şarkıları mı söylüyor?

CHP’nin düşünsel zemini nedir? Nasıl bir ülke ve insanlık ufku söz konusudur?

SİYASET POLİTİKAYA EVRİLMELİ

Yalnızca biz değil; Avrupa da I. ve II. Aydınlanmayı aşamadı. Çünkü var olanı ve yaşamı akılla anlama çalışması önemli ama yeterli değildi. Yeni bir Aydınlanma gerekli. Bunun için;

– İnsan kendini başlangıç olarak almalı ve kendinden başlamalı.
– Ne yapmalı sorusunu, “ne olabilirim” sorusuna bağlamalı!
– Uman değil, umut eden ve gerçekleştiren
– Ne bir ideolojinin ne bir inancın kölesi olan
– Söylemlerin taşıyıcısı değil, yaşamın öznesi olabilen
– Kendini din üzerinden tanımlamayan
– Kapitalizmin tüketici-edilgen kinetik öznesi olmayan 
– Özgürlüklerin ve hakların edilgin taşıyıcısı olmayan
– Alan değil, verebilen… kendine, hayata ve başkalarına

Bunlar için de siyasetin politikaya evrilmesi gerekir. Siyaset, ürettiği söylemin aracı olarak insanı edilgenleştirir.

  • Bugün Türkiye’de CHP siyaseti terk edip politikaya dönerek kendi ülkesini
    III. Aydınlanmaya taşıyabilir…
  • Bunun için de halihazırda III. Aydınlanmanın bilgesi Atatürk’ün yaptıklarına bakması gerekir.

ÜÇÜNCÜ AYDINLANMA

Kısa bir anektod: Yaklaşık olarak MÖ 5. yüzyıl civarında İzmir’de/Klazomenai yaşamış olan büyük Anadolulu bilim insanı/filozof Anaksagoras Perslerle girişilen savaş sonucu Atina’ya gitmek zorunda kalır ama burada da tanrıtanımazlık suçlamasıyla karşılaşır. Anaksagoras, bugün fizikçilerin kabul ettiği “Büyük Patlama” kuramını bin yıllar önce ortaya atar. O’na göre, Atinalıların Tanrı olarak kabul ettikleri güneş, ay ve diğer gök cisimleri “Büyük Patlama” sonucuydu. Anadolu fiziği Atina metafiziği ile karşı karşıya gelmişti. Anaksagoras dinsizlikle suçlanarak yargılanır ve çocuklarıyla birlikte ölüme mahkûm edilir. Ölüm sırası kendisine gelip son arzusu sorulduğunda: “Her yıl benim ve çocuklarımın ölüm ayına denk gelen bu ayda çocuklar için bayram yapılsın.” der.

Atatürk çocuklara bir bayram armağan ediyor.

Çünkü O, yaşadığı toprakların düşünsel öyküsünü biliyordu. O, bir “intellectual slumming” değildi; yani yaşama ve ülkesine ilişkin kaygılarını kısa bir gecekondu ziyareti ile süslemeyen, başkalarının aydınlanmaları ile aydınlanılamayacağını bilen, bunun için kendi topraklarındaki düşünceden hareket eden biriydi.

  • O’nun yaşamı bir “üçüncü aydınlanma” gerçekliğidir.

Kendimizden başlamak durumundayız, o zaman belki yalnızca Avrupa değil, insanlık da bize bakar…

Her insanın insan olabilme olanağını sağlama ama insanın insani var oluşunu gerçekleştirmeyi insana bırakma…

İşte CHP bir tek bundan sorumlu olmayabilir!

işte o zaman demokrasi erdemli ve insan da etkin bir varlık olabilir…

Cicero’nun sorusunu III. Aydınlanmaya şu soruyla bağlayabiliriz:

  • Peki, insan olarak doğduğumuz halde nasıl oluyor da insan olmayabiliyoruz?

Artık soru, insan için budur; ya yanıtlar ve yaşarız ya da…

Yasama koalisyonu Anayasa’ya aykırı ve ülkeye zararlı

Siyaset 20.06.2024, BİRGÜN

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

“Hukuka çağrı veya saygı” girişimi olarak CHP-AKP görüşmeleri ardından yapılan açıklamalar, 2017 kurgusunun Anayasa ve anayasacılık kavramlarına ne denli uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bunda, değişiklik metni kadar, yasama koalisyonu gibi fiili durumların payı kayda değer.

REJİMİ İLGA

“Koalisyonlara hayır”, 2017 kurgusunun parlamenter rejimi ve hükümet sistemini kaldırma gerekçelerinin başında geliyordu.

Böylece TBMM, Yasama faaliyetlerini (çalışmalarını) yasa yapımı üzerinde yoğunlaştıracaktı. -Bütçe dışında- yasa teklifi (önerisi) tekeli de, TBMM’nin özerk Yasama hedefi olarak yorumlanabilirdi. Böylece, milletin temsilcileri “Anayasa andı” doğrultusunda Yasama görev ve sorumluluklarını Hükümetin gölgesi olmaksızın yerine getirebileceklerdi. Zaten, Yürütme yetkisi tekeli ile donatılan Cumhurbaşkanı (CB), Kararname (CBK) yoluyla norm da koyabilecekti.

YURTTAŞI İNFAZ

Hükümeti – Rejimi ilga önündeki engelleri temizlemek için KHK yoluyla yargısız infaz yapılarak onbinlerce kişi “sivil ölü” durumuna getirildi ama “evet” oyu veren milyonlarca yurttaş da
iğfal edildi (aldatıldı).

SEÇMENİ İĞFAL (Aldatma)

Nasıl?
2017 kurgusu” uygulamaya konulmadan kurulan Cumhur İttifakı, TBMM’yi, “Anayasa’ya uygun yasa yapımı” sürecinden daha baştan alıkoydu. Kaçınılması gereken yapıldı, yapılması gerekenden ise kaçınıldı. Bunun güncel örneği, AYM kararı ile gündeme gelen KHK-703’tür.
AKP-MHP ikilisi, kendilerinin koyduğu kural gereği uyum yasaları ile değil, İttifak için 298 sayılı Seçim Yasasında değişiklikle uğraştı.

27. Yasama döneminde nitelikli yasa yapımı bir yana, “Anayasa’ya aykırı yasa da yapabiliriz”  anlayışı ile yürütülen Yasama çalışması, kamu yararı için de zararlı bir ‘yasa enkazı’ yarattı
(Bkz. Cumhur İttifakı: Meclis’e takılan ters kelepçe!, BirGün, 12.12.19).

TARİHE İHANET

Hükümet’in ilgası (kaldırılması) ile tasfiye edilen (dışlanan) kurum ve düzenekler, Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı Devleti anayasal ve siyasal tarihine ihanetti.

SÜREKLİ İHLAL (Çiğnem)

2017 kurgusu aktör ve antrenörü, koydukları anayasal kuralları sürekli ihlal etti (çiğnedi) :

-Cumhur İttifakı (Cİ) adı altında yasama koalisyonu,
-CB’nin parti başkanlığı,
-CB yardımcısı ve Bakanların AKP üyesi, yöneticisi ve milletvekili gibi açıklama ve
siyasal davranışları,
-Bütçe yapma çalışmasına TBMM’de CB’nin katılmaması, bu yetkiyi yardımcısına kullandırması.
-Yasama koalisyonunun (Cİ), Meclis dışında hazırlanan yasa önerilerinin noktası ve virgülüne dokundurtmamak için kullanılması…(…)

DİZGİNSİZ İSRAFLAR

Koalisyon, maliyeti bile bilinmeyen Saray ve DİB eksenindeki denetimsiz harcamaları kamuflaj (perdeleme) işlevi de görüyor.

ÜLKESEL İMHA

Tarih, kültür ve doğal varlıkları yok etme iştahının sınır tanımamasında da, Koalisyon yasaları belirleyici.

KÜLLİYEN İFLAS

Emeklileri ve milyonları Bayram harçlığına muhtaç duruma düşüren toplumsal yoksulluk;
rejim ve sistemi ilga,
– yurttaşı infaz,
– seçmeni iğfal,
– tarihe ihanet,
– Anayasayı sürekli çiğneme,
– israf ve imha hareketinin sonucu.

Parlamenter rejimde koalisyon, koşulları var ise, gerekli ve yararlı; yakın tarihimizde görüldü bu. Ne var ki, 2015’te gerektiği halde engelledi; 2017’de artık gerekmediği halde kuruldu.

Zararlı olması, TBMM için “kelepçe işlevi” görmesi ile sınırlı değil; CBK İzleme Komisyonu kurulmasını engelleyerek, Yasama yetkisini Yürütme’nin kullanmasına da seyirci kalmasından.

Özetle : Andı doğrultusunda milletvekillerinin görev yapmasına engel olan Koalisyon (Cİ),
ülkenin bugünü ve geleceği için çok sakıncalı.

KURULUŞ İRADESİ

Cİ’den kurtuluş için güçlü bir kuruluş iradesine gereksinim var. Bunun için,

Anayasal BİRİKİM ve YIKIM farkındalığı sürekli kılınmalı…

Sözde yeni Anayasa söylemine karşı “önce yürürlükteki Anayasa’ya saygı” yanıtı, değinilen aykırılıkları da kapsamına almalı: Anayasanın bütününe ve 2017 kurgusu gereklerine saygı.

-Bu çifte saygı yükümlülüğü yerine getirilse de, 2017 kurgusu demokratik hukuk devletinin asgari gerekleri ile bağdaşmadığı için, TBMM önünde sorumlu hükümet sistemine giden yolu döşeme kararlılığı, kuruluş istenci ile özdeşleşmelidir.
***
Yazarın Son Yazıları

Dostlar,

Prof. Kaboğlu, birkaç gün önce beklenmeyen biçimde kardeşini yitirdi.
Artvin’de toprağa verdi, kendi deyimi ile “vedalaştı” ve üzerinden 1-2 gün geçmeden
bu makalesini yazdı!

Yazıdaki saptama ve uyarılar çok değerli ve çok yerinde.

Yasama koalisyonu” deyimi ustaca bir kavramsallaştırma siyaset bilimine ve
anayasa hukukuna. Türkiye’mize dayatılan ucube (anomalili!) “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” nin siyaset bilimi yazınında yeri yok. Dolayısıyla bu “özgün” (!) durum, Kaboğlu hoca gibi alanın uzman ve yazarlarını “yaratıcı” (!) da kılıyor bir “yan ürün” (!) olarak..

Görünüm (tablo) acıklı – gülünç (traji – komik) ama ülkemizin 200 yıllık Anayasacılık ve  Aydınlanma birikimi ve Kemalist Devrim deneyimi, bu kuşatmayı yaracak,
Türk Devrimi sürecek Anadolu’da.

Kendisine hem şükran borçluyuz hem de alkışlamalıyız bu derin Aydın sorumluluğu ve
bilge insan tutumu nedeniyle.

Acısını paylaşır, kendisine ve ailesine dayanç dileriz. Merhumu toprak incitmesin..

Sn. Kaboğlu’na sağlıklı – onurlu – üretken uzun yaşam yılları diliyoruz “Gök Tengri” den…

Türkiye, O’nu özenle izlemeli ve yol gösterilerinden mutlaka, çok kapsamlı yararlanmalı.

Sevgi ve saygı ile. 21.6.24

Dr. Ahmet SALTIK

Cumhuriyet gazetesi köşe yazımız : “Kurban” (!?) Bayramı çağrışımları…

Kurban” bayramı bana hep hüzün; çok nedenli. 1-2 günde milyonlarca hayvan “kurban” ediliyor.
Hiç ekonomik değil, büyük israf. Çevre kirliliği ve sağlık için ciddi risk. Kesimevi hijyen-güvenlik koşulları dışında, sokakta ve uyutmadan, çocukların gözü önünde, büyük bir ilkellik ve vahşetle, ortalık kan-revan!

Sümerlerden bu yana beş bin yıllık gelenek. Muhammet peygamber de Hac’a gelenlere ikram etmek için önermiş hayvan kesimini Mekke’lilere. Koşullar çok değişti, işlevsiz gelenekler hızla güncellenmeli.

Dünyada iki milyar müslüman var, toplam nüfusun 1/4’ü. Onda biri “kurban” kesse 200 milyon gibi korkunç bir rakam, hem de 1-2 günde. “İklim yıkımı (faciası)” ile can çekişen doğaya ağır örseleme bu.

“Kurban” bayramına yakın, derin dondurucu satışları da artıyor nedense!?

Çok ciddi çevre kirliliği ve yetersiz canlı hayvan stokuna büyük darbe, eko-kırım!

“Homo sapiens” akıl tutulmasında sanki!?
***
Türkiye’de yerli “kurbanlık hayvan”(?!) üretimi yetersiz, dışalım yapıyoruz, kırmızı eti de.
Yerli-milli üretim, yüz milyon insanın yaşadığı çoook ve gereksiz kalabalık, kavimler göçüyle çökertme eşiğinde Türkiye’ye yetmiyor. 2023’te canlı hayvan dışalımı 2022’ye göre yedi kat artarak rekor kırdı (1,2 milyar $). Veriler, 2024’te et ve canlı hayvan dışalımının (ithalatının) tarihsel rekor kıracağında kuşkuya yer bırakmıyor. Geçen yıl dış ticaret açığının 106 milyar Dolara eriştiğini de ustan çıkarmamak gerek.
***
Usumuzu kullansak, sorgulasak, her çağda bilime uygun olanı yapsak??

Kulaktan dolma kimi kalıp davranışları, üstelik dinselleştirerek, körü körüne sürdürmesek??
Haa.. bir de “Bayramdan bayrama yoksullar et yesin..” deniyorsa; bu çok büyük çelişki,
hatta aymazlık! Şunu sormalı :

  • «Ülkemizde bunca çok, on milyonlarca yoksul neden var ve niçin derin yoksullar??»

Nüfusun yarısından çoğu, AKP=RTE iktidarının bilinçli-kurgulu islami kesime ideolojik servet aktarımı ile aşırı yoksullaşTIRıldığı için, inançlarının gereğini bile yerine getiremedi.

Yozlaşma öyle derin ki; “kurban” etleri evde-işyerinde derin dondurucuya konuyor, deriler vd. satılıyor! Dinciye “Kurban rantı” çok büyük!

Demek ki; dinci” iktidar – dini siyasete utanmazca alet eden sefil politikacılar, halkı dinden de ediyor!

İnsanlar bu acı sömürüyü artık mutlaka sorgulamalı. Savaştan beter derin-yaygın yoksullaşTIRma niçin?

Çıplak yanıt     : AKP=RTE’nin bilinçli politikaları! Halkı yoksullukla ümmetleştirme ve biata zorlarken, yandaşlara ve devşirebilecekleri çaresizlere tarikatları yollayarak dolaylı yardım yapıyorlar.

Oyun büyük!

Öte yandan İslamiyet eski ve çok çaresiz!
1400 yıl önceki geleneklere kendince esnemeden-esnetmeden, DİNDE REFORM’a yanaşmadan “iman” dayatıyor!
Örn. islam kapitalistlerine salt %2,5 (1/40) fitre-zekat öneriyor, yılda bir kez.
Yoksulluğu verili olgu-yazgı (kader) inancıyla topluma dayatıyor!? “Şükür edin, bu dünya sınavdır” masalları anlatıyor az eğitilmiş yoksullara.

Eğitimi (Maarifi!) bütünüyle dincileştirerek çocuk yaşta beyinleri yıkamayı ve salt islamın bir mezhebinin dogmalarıyla koşullandırmaya çabalıyor!

Yığınlar deriiiin uykulardan uyanıp sorgula(ya)mıyor bu hayın kuşatmayı.
Açıkçası İslamın, yoksulluğu yok etmeye dönük somut çözümü yok ne yazık ki!
Neden acaba?!
AKP=RTE’nin hedefi dinci-tebaa devleti!
***
K. Marx hiç haksız değildi: “Kapitalizm, dini bir afyon gibi kullanıyor!” derken.
Softa yobazsa, bu söylemi çarpıtıp, “Marx dinimize afyon dedi..” karşı suçlaması ile demagojide. Ama kapitalistler, bu ilkel ideolojilerini müslümanlara da şırınga ettiler.
İslam seçkinleri kendilerini Batı’lı ağababalarının yerine koymuş durumda; kabilelerine-ümmete masalın adı: “Dinler arası diyalog, medeniyetler uzlaşması”(!?)

  • Devşirilmiş FETÖ islamının post-modern derebeyleri, hıristiyan Batı ile göbekten bağlı, işbirlikçi!

Halkının çoğunluğu müslüman olan ülkeler (“İslam ülkeleri” kavramı yanlış; ülkenin dini olmaz,
din kabule bağlı olarak insanlara ve bireyseldir)
genel olarak sefalet içinde, bu 57 ülkenin toplam dışsatımı Almanya’ya erişemiyor.

İskandinav ülkeleri gönenç (refah) adaları, halkın büyük kesimi deist-ateist-bilinmezci!

KURBAN”sız; hakça gelir dağılımlı, sömürünün olmadığı, laik-barışçıletik, onurlu bir toplumsal düzen ve ekonomo-politik demokratik hukuk devleti istiyoruz.
Bunun olanaklı olduğunu da biliyoruz; insanlık önünde-sonunda böylesi bir düzeni kuracak! Thomas More’un Ütopya’sı epey demlendi, 500 yaşında!
***
Yazımızın Cumhuriyet Gazetesi web sitesinde erişkesi (linki) :
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/kurban-bayrami-cagrisimlari-2218898 

Köşe yazımızın PDF biçimi : Kurban Bayramı çağrışımları, 20.6.24

Yazımızın daha kapsamlı örneği :
http://ahmetsaltik.net/2024/06/17/kurban-bayrami-cagrisimlari/

SORUNLAR 

Suay Karaman

Yaşadığımız süreçte ülkemizde dinci eğitimden başlayıp, istilacı göç ile süren büyük sorunlarımız bulunmaktadır. Bunlardan başka hukuksuzluk, ekonomik bunalım, açlık, yoksulluk, işsizlik, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yok edilmesi, sanayi, tarım ve hayvancılığın bitirilmesi, terör gibi sorunlarımız da toplumun belini bükmektedir.

Kuşkusuz bu sorunların en başta geleni saptırılan eğitimdir.

Büyük Atatürk’ün 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle görüşürken söylediklerini aklımızdan çıkarmamalıyız:

  • “Eğitimdir ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır
    veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder.”

AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bugüne dek dokuz kişi Milli Eğitim Bakanı oldu.
Bu dönemde eğitim-öğretim sistemi 18 kez değiştirildi.
Ülkemizin şiddetle bilime ve teknolojiye gereksinimi varken;

  • AKP iktidarı laik-bilimsel eğitim yerine sürekli imam-hatip okulları açarak ve
    öbür okullarda da içeriği sürekli daha çok dinselleştirerek, dinci eğitim dayatmaktadır.

Milli Eğitim Bakanlığı, gerek öğretim programlarında, gerek ders içeriklerinde, gerekse okul kitaplarında laik-bilimsel ve çağdaş eğitime ters düşen çok kapsamlı değişiklikler yaptı.
Bu değişikliklerin ülkemizi çağdaş dünyadan koparacağı bellidir.

Dindar ve kindar bir nesil yetiştirme” amacını gizlemeyen AKP iktidarı, din eğitimini 4-6 yaş dilimi çocuklara dek indirdi. Bu dayatmanın bilimsel açıklaması yoktur, tümüyle İDEOLOJİKTİR!

Milli Eğitim Bakanlığı tarikatlarla protokoller imzalayıp onları okullara sokarak, laik-bilimsel eğitime son vermekte!

Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı 2022-2023 eğitim-öğretim yılsonu istatistiklerine göre, bugün okul öncesi, ilk, orta ve lisede toplam 75.514 okul bulunmaktadır. Ortaokul ve lise sayısı toplam 30.623 olarak verilmiştir. Bunun 5.146’sı imam-hatip ortaokulu ve lisesidir. Ortaokul ve lisede toplam 6.789.681 öğrenci okurken, imam-hatip ortaokulu ve lisesinde 1.175.983 öğrenci kayıtlıdır. Yani ortaokul ve lise öğrencilerinin yaklaşık %18’i imam-hatip okullarında öğrenim görmektedir.

Ülkemizde üniversite öncesi 75.514 okula ve 46.828 kütüphaneye karşın 90.000’den çok cami vardır ve sürekli yenileri yapılmaktadır. Toplum, TEK ADAMA’a “biat eden” tebaa kılınacaktır!?

Bilimsellikten sınıfta kaldığımız çok bellidir; artık iman gücüyle bilim yapılamayacağını da anlamamız gerekir. (AS: Aydınlanma, aklın inançtan – bilimin dinden özgürleşmesidir!)

AKP 3 Kasım 2002 iktidara geldiğinde, geçmiş hükümetlerce genel bütçeden eğitime %22,4 pay ayrılıyordu. 2023’te AKP iktidarının merkezi yönetim bütçesinden eğitime ayırdığı pay %9,6’ya indirildi! Kamu okullarından kısıldı, özel okullara öğrenci başına destek ödemesi giderek artırıldı.

Milli Eğitim Bakanlığı, devlet okullarına yeterli ödenek ayırmayıp, imam-hatip okullarına ve özel okullara ciddi parasal kaynaklar ve olanaklar seferber etmektedir. Bu ideolojik bir seçimdir.

  • AKP, din devleti kurmak için, ulusal eğitimi hem dincileştirmekte hem de özelleştirmektedir! Bunu ısrarla, kararlılıkla ve ideolojik körlükle dayatmaktadır. (A.S.)

Yıllardır siyasal sömürü (istismar) ve ideolojik araç konusu yapılan imam-hatip okulları, her açıdan desteklenip tüm giderleri devlet ve kimi tarikatlar tarafından karşılanırken, öbür devlet okulları için velilerden kapsamlı parasal destek beklenmektedir. Kısacası, kamusal eğitim yavaş yavaş dışlanarak (tasfiye edilerek), özel öğretim ve dinci eğitim veren okulların desteklendiği (teşvik edildiği) görülmektedir.

Ulusal Eğitim sisteminde dayatılan ticarileşme ve dincileştirme uygulamaları sürekli ve bilinçli olarak artırılmaktadır. AKP, din devleti kurmak için, AYDINLANMIŞ BİR ULUS istememektedir.

Eğitim yasalarında değişiklik yapılacaksa, ülkenin geleceği olan çocukların, çocukluk dönemi ve sonrasındaki gelişimini sağlayacak düzenlemeleri hedeflemesi gerekir.

Laik, bilimsel ve çağdaş, karma, kamusal bir eğitim dizgesiyle öğrenilen temel bilgilerin ve kazanılan becerilerin, bilimsel akılcılık ışığında yaşamla ilişkilendirilmesi ve sorun çözme becerilerinin edinilmesine odaklanılmalıdır. Tersi, “sürü toplum” ve ulusu çürütmedir!

  • Acımasız Küresel yarışma için, başta Bilişim, zorunlu donanımlar mutlaka sağlanmalıdır

Bilim insanlarına danışılmadan hazırlanan, bilimsel verilere dayanmayan adına “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” denen bu Müfredat (Yetişek!) Programı tümüyle politik-ideolojik bir dayatmadır.

  • Türkiye, böyle bir sistemle laik-bilimsel eğitime son vererek, tümüyle ümmetleştirilecektir!

Getirilen bu yeni öğretim programının omurgasını temel bilimsel dersler değil, dinsel ders ve kavramlar oluşturmaktadır. Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji gibi evrensel ve temel bilim dersleri yerine daha çok dinsel ve ahlaksal değerlerin öğretilmesine odaklanılmıştır. On yıldır üzerinde çalışıldığı söylenen 3500 sayfalık

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli“nde 12 yıllık temel eğitimde toplam 1210 saat Matematik, Fen ve Sosyal bilimlere ayrılırken; 1590 saat din ve ahlak bilgisi ile iyi insan olma konularına ayrılmıştır.

Evrim Kuramı gibi birçok bilimsel kuramın yanında Darwin, Einstein, Newton gibi evrensel bilim insanları ve kuramları öğretim programları içeriğinden kaldırılmıştır.

Ülkemizde AKP ile birlikte dinci yeni bir rejim yaratılmıştır ve bu yeni rejim, topluma kendi ideolojik eğitimini dayatarak konumunu-kazanımlarını berkitmektedir (tahkim etmektedir).

Eğitim sistemi, yıllardır ulusallıktan çıkartılarak küresel sermayenin buyruğuna bırakılmıştır. Böylece vatan bilinci olmayan, ulusal kimlikten uzaklaştırılan; cumhuriyet, laiklik, bağımsızlık, demokrasi gibi kavramların anlamını bilmeyen kuşaklar yetiştirilecektir. Bunun için öğretim programlarından Ulusal Kurtuluş Savaşı, eşsiz önderimiz Atatürk, laik cumhuriyetimize karşı yapılan emperyalist destekli saldırılar, etnik isyanlar çıkartılmaktadır.

AKP iktidarı devleti eğitimden çekerek, yasal olarak yasak ve kapatılmış olan (Anayasa md. 174) tarikat-cemaatları okullara doldurarak kendi eğitim sistemine yön vermektedir. Amaç, düşünmeyen ve sorgulamayan bir tebaa ve oy deposu yaratmaktır.

Ülkemiz genelinde üniversite öncesinde yaklaşık 20 milyon öğrenci ile 1,2 milyonu aşkın eğitim emekçisini ve ailelerini etkileyen Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin getireceği yıkıcı sonuçlar üzerinde titizlikle düşünmemiz ve tartışmamız gerekir.

Bu dinci – gerici siyasal islamcı ideolojik model asla kabul edilemez!

Bunun için etkili ve sonuç getiren örgütlü, demokratik eylemlere hızla gereksinim vardır.

Bu konuda muhalefet partilerinin cılız tepkilere son vererek, topluma önderlik etmeleri gerekir.

Emperyal destekli, ulusa düşman bu Projede (tasarımda) rol almayan siyasal partilerin,
bu sözde yeni çağdışı öğretim programına karşı çıkmak ve engellemek için demokratik kitle örgütleriyle birlikte alanlara çıkmaları kaçınılmaz bir görev ve zorunluluktur.

Meşru direnme hakkı doğmuştur, gerekirse anababalar çocuklarını okula yollanmaz!

Azim ve Karar, 10.06.2024.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 19 Haziran 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE


YEMEK

DİB, Dini İhtisas Merkezi için 8 milyarlık yemek (üst kalite) ihale etmiş.

Yiyin efendiler!..

ETİK

Gebze’de, kız öğrencileri kıyafetlerinin açık olduğu gerekçesiyle törene almayan sapkın okul müdürüne sahip çıkan Dini Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, “Konunun medyatik hale gelmesinin basın etiği açısından doğru olmadığını” savundu.

Etiğini de ettiğini de sevsinler…

TASARRUF

Vatandaşın her lokmasında, her adımında tasarruf arayan saygıdeğer iktidar, yandaşlara milyonlarca liralık saray ihaleleri vermeye devam ediyor.

Vatandaş tasarruf etmese yamyamları nasıl doyuracak?..

KARANLIK

 Ülkü Ocakları eski başkanı Sinan Ateş’in eşi, Adalet ve İçişleri Bakanlarına mektup yazarak “katilleri koruyan karanlık elleri bulun!” dedi.

Oralar karanlık…

NORMAL

Bahçeli, ”Ülkemizde anormal hiçbir şey yoktur” diyor.

Kendisi normalse öyledir…

ŞAŞKINLIK

Jandarma, Osmaniye’de kuruluş yıldönümünü AVM’de kutladı.

Bahçeli’nin normal memleketi…

HAZIM

RTE, “İade-i ziyaretimizi hazmedemediler.

Sade Özgür Özel olsa neyse, milletin midesine oturdu…

Tabip Odalarının Durumu

Prof.Dr.Gazi Zorer (@prof.dr.gazizorer) • Instagram photos and videosProf. Dr. Gazi Zorer

13 Haziran 2024, Cumhuriyet

Meslek odaları demokratik sistem içinde bir baskı grubu (kümesi) olarak yer alır. Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları olarak anayasada tanımlanmış olmaları (AS: m.135) bu kuruluşlara bir sosyal grubun hak ve çıkarlarını savunmanın ötesinde toplumsal görevler yükler. Bu anlamda 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği (TTB) yasası, meslek birliğimize halk sağlığını koruma görevi de vermiştir. Bu çerçevede siyasal iktidarın halk sağlığı için risk oluşturan kimi karar ve uygulamalarına karşı uzman bir kuruluş olarak hukuksal girişimlerde bulunmak ve toplumun bilgilendirilmesine yönelik müdahale etme görevini yerine getirir.

Meslek kuruluşlarının kamu kurumu niteliği yanında üyelerinin demokratik katılımı ile seçtiği yöneticiler eli ile işlev gördüğü dikkate alındığında, toplumsal etkinlik düzeyinde üyeleri ne denli temsil ettiği de önem kazanıyor. Ülkemizdeki meslek kuruluşlarında, mesleği uygulamak için üyeliğin zorunlu olduğu barolar, en yüksek üye katılımı ile yönetim organlarını seçerken öbürlerinde seçimlere katılımın düşük olduğunu biliyoruz. En düşük katılıma sahip meslek kuruluşlarından birinin Tabip Odaları olduğunu söylersek hata yapmış olmayız. Birkaç istisna (ayrık) dışında Oda seçimlerine katılım %5-15 arasında değişiyor. Bu durum ciddi bir temsil sorununu da ortaya koyuyor.

BU DURUMA NASIL GELİNDİ?

12 Eylül 1980 askeri darbesini takiben (izleyerek) çıkarılan, katılımı ve demokrasiyi kısıtlayıcı yasal değişikliklerden biri de 6023 sayılı TTB yasasında önceden mesleği uygulamak için zorunlu olan Oda üyeliğinin, salt kamuda çalışan hekimler için isteğe bağlı duruma getirilmesi oldu. Bu değişiklik Oda ve Birlik (TTB) yönetimlerinin, hekimlerce onaylanmayan politikaları ile birleşince, süreç içinde Tabip Odalarına üye hekim sayısının yarıya düşmesi sonucu ortaya çıktı. Özellikle genç hekimler arasında üyelik oranı çok düşük düzeylerde, %15 dolayındadır. Halen ülkemizde mevcut (varolan), yaklaşık 230 bin hekimden 100 bin kadarı Tabip Odalarına üyedir.

TTB’nin efsanevi başkanı Prof. Dr. Nusret Fişek’in 1990’da vefatını takiben (ölümünün ardından) değişen yönetim anlayışı halen sürmektedir. 34 yıla ulaşan bu dönemde TTB sağlık alanını aşan, her fırsatta ülkenin siyasal gündemine müdahil olmaya çalışan, sağlık ve yaşam üzerinden bağlantı kurarak genel güvenlik meselelerine kadar (sorunlarına dek) uzanan birçok alanda söylem ve eylemlerde bulunmuştur. Hekimlerin her geçen gün artan mesleksel, ekonomik, yönetsel hatta can güvenliği gibi pek çok sorunlarının göz ardı edildiği, yeterince ilgilenilmediğine dair (ilişkin) algı, çok geniş hekim kitlesince benimsenmiştir.

Bunun sonucunda “hekim sorunları ile değil gündelik siyasetle uğraşan” meslek birliğine yönelik oluşan bu geniş tepki sonucunda hekimler ile meslek odası arasında aşılması güç duvarlar örülmüştür. Kitlesinden kopan yönetimler giderek daha çok savrulmuşlardır. TTB başkanının terör örgütü ilişkili bir TV kanalında canlı yayın konuğu olarak Irak’ın kuzeyinde Ordunun kimyasal silah kullandığına dair iddialarda bulunması sonrasında terör örgütü propagandası yapmak suçundan 2 yıl 8 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmış, İstinafta onaylanmıştır. Ayrıca TTB yönetimi hakkında açılan davada yönetim kurulu görevden alınarak kayyum atanmasına karar verilmiştir.

  • Meslek örgütümüz ciddi bir kriz ortamına sürüklenmiştir. 

Söylem ve eylemleri kendi hekim kitlesi tarafından desteklenmeyen güçsüz ve zayıf düşmüş bir TTB gerçekte siyasal iktidarın işini kolaylaştıran bir işlevi de yerine getirmekte, TTB’nin aykırı kimi çıkışları siyasal gündemi değiştirmekte bile kullanılmaktadır.

  • Sonuçta hekimlerin hak kayıpları artmakta ve mesleksel uygulamadaki özgürlük alanları her geçen gün kısıtlanmaktadır.
  • Hekim emeği günbegün değersizleştirilmekte, özel hastane zincirleri büyütülürken şehir hastaneleri yolu ile dolaylı bir özelleştirmenin de yolu açılmış ve ilerletilmektedir.
  • Neoliberal ekonomi anlayışının sağlık alanındaki bu uygulamaları artık bir nesne durumuna getirilen hastalarla birlikte hekimleri hem kamuda hem özel sektörde ucuz işgücü olarak kullanmaktadır.

ÇÖZÜM NEDİR?

TTB ve Tabip Odalarının tüm hekimleri kapsayarak, onların güvenini kazanarak, desteğini alacak yeni bir anlayışla yönetilmesi gerekiyor.

Stratejik plana sahip, proje bazlı (temelli), proaktif (öngelen) bilimsel çalışmalar ile bu değişim gerçekleştirilebilir. Hedef tüm hekimlerin Oda üyesi olmasını sağlamak olmalıdır. Bunun için gündelik siyaseti, kimlik siyasetini değil, hekimlik ve sağlık siyasetini öne çıkaran bir politika değişikliğine gereksinim vardır.

Hekimlerin meslek örgütüne sahip çıkması için gerekli nesnel koşullar fazlasıyla mevcuttur (vardır). Aile hekimlerinden serbest hekimlere, kamuda çalışan uzman ve asistanlardan özel hastanelerde çalışan hekimlere dek tüm hekimlik kategorilerinde (alanlarında) her geçen gün artan devasa sorunlar vardır. Son üç yıl içinde kamu hastanelerinde çalışan 50 bine yakın hekim sendikalara üye olmuştur.

TTB’nin tüm hekimleri içeren meslek birliği olarak, hak temelli kapsayıcı politikalar oluşturup, sağlık alanında varolan uzmanlık derneklerinden hekim sendikalarına, aile hekimleri dernek ve sendikalarından, serbest hekim yapılanmalarına dek tüm hekim örgütlenmeleri ile birlikte hareket etme yeteneğini kazanmalıdır. Bu stratejik birliği sağladıktan sonra hekimler istediklerini elde edebilir ve halkın sağlık sorunlarına da sahip çıkabilecek ağırlığa ulaşabilirler. Bunun için de hekimlerin Tabip Odalarına sahip çıkmaları gerekiyor.

Anayasaya darbe

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

AKP Genel Başkanı ve “cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan, Kızılcahamam’daki “istişare ve değerlendirme” toplantısında, “darbe anayasası”nın değişmesi ve “sivil anayasanın” gerekliliğinden söz ederek, yine gerçekleri tersyüz etti.

Birincisi, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, 1982 yılında “kabul edilen” anayasa, birçok anayasa değişikliğiyle zaten değişti. Günümüzde, “12 Eylül darbe anayasası” olarak adlandırılabilecek bir şey kalmadı. 1982’den kalan ve değiştirilmesi gereken bazı (kimi) antidemokratik maddeler olsa da, bu maddeler anayasanın bütününü temsil etmemektedir.

İkincisi, anayasaya en büyük darbelerden birisi, AKP döneminde, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini devreye sokan referandum (halkoylaması) ile vurulmuştur. (AS: Hukukçu şapkamızla söyleyelim; 16 Nisan 2017 halkoylaması hukuksal olarak doğmamış, yoklukla sakattır! Çünkü YSK, mühürsüz zarf-oyları geçerli sayarak Anayasayı çiğnemiş, TBMM’nin yasama yetkisini gasp etmiştir!)

Anayasanın birçok demokratik maddesine aykırı olan bu değişikliklerle, TBMM’nin yetkileri sınırlandırıldı; Yürütmenin yasa (AS: Yasa değil, KHK eşdeğeri CBK) çıkarması sağlandı; Anayasa Mahkemesi’nin ve Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun üyelerinin önemli bir bölümünün (tek kişilik!) Yürütme – CB tarafından atanması karara bağlandı; böylece Yasama, Yürütme, Yargı arasındaki güçler ayrılığı sistemi büyük darbe yedi.

Ortada bir darbe anayasası değil, anayasaya vurulan bir darbe vardır.

  • Bugün bir darbe anayasasından söz edilecekse, bu 1982 Anayasası değil,
    2017 Anayasası’dır.

***
AKP’nin ve Erdoğan’ın anayasaya vurduğu tek darbe bu da değildir. Bugün geçerli olan anayasada var olan birçok demokratik madde AKP ve Erdoğan tarafından yıllardır ihlal edilmektedir (çiğnenmektedir).

Bu maddeler ve içerdiği ilgili ifadeler şunlardır:

Madde 2: “Türkiye Cumhuriyeti … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Madde 6: “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”
Madde 7: “Yasama yetkisi … Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez.”
Madde 8: “Yürütme yetkisi ve görevi, cumhurbaşkanı tarafından, anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”
Madde 9: “Yargı yetkisi … bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.”
Madde 11: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar anayasaya aykırı olamaz.”
Madde 14: “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri … insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”
Madde 24: “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
Madde 25: “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.”
Madde 26: “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.”
Madde 28: “Basın hürdür, sansür edilemez. Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.”
Madde 34: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”
Madde 138: “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”
***
Erdoğan’ın kullandığı “sivil anayasa” ifadesi, bu anayasa maddelerinin de ihlal edilmesi eylemini meşrulaştırmanın kod adıdır!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Anayasaya darbe10 Haziran 2024