Anayasa, Evrensel Bildirge ışığında okunmalı

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Güncel 12.12.2024, BİRGÜN

“Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.” (md.1, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi-İHEB-, 10 Aralık 1948, BM Genel Kurulu).

İnsan haklarının evrenselliği sağlanamadı; ancak, Bildirge’nin esin kaynağı olduğu gelişmeler, insan hakları bilgisi ve ideolojisinin ötesine geçerek, insan hakları bilim dalı olarak ele alınmaya başladı.

İHEB, “hukuk (kuralı) olarak kabul edilen genel bir uygulama” (Uluslararası Adalet Divanı Statüsü, md.38/1.b) ile teamül (yapılageliş) gücü kazanmış ve uygar uluslarca tanınmış hukukun genel ilkeleri”nden (md.38/1,c) biridir.

Türkiye Cumhuriyeti, İHEB’in amacı doğrultusunda Bakanlar Kurulu Kararı yoluyla gereğini yerine getirdi: “Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun (…) sayılı karariyle kabul edilen ilişik “İnsan Hakları Evrensel Beyanname”sinin Resmi Gazete ile yayınlanması ve yayından sonra okullarda ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması, (…) Bakanlar Kurulu’nun 6/4/1949 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.” (RG 27 Mayıs 1949 -16199).

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS/1950) için de, Evrensel Bildirge esin kaynağı oldu. Türkiye Cumhuriyeti, kurucu devletleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi (1949) tarafından hazırlanan ve dünyanın en güçlü İnsan Hakları koruma düzeneği kuran Sözleşme’ye 1954’te taraf oldu.

Denetim düzeneği öngören iki temel belge (1966), Evrensel Bildirge’yi pekiştirdi:
Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Paktı (Sözleşmesi) ve
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Paktı (Sözleşmesi).

1948 BM İnsan Hakları Bildirgesi, 1966’dan günümüze dek hazırlanan ve Bildirge, Şart, Pakt, Antlaşma, Sözleşme adı verilen belgeler için “İnsan Hakları Anayasası” işlevi gördü. Böylece İnsan hakları hukuku, insanlığın ortak mirası (kalıtı) olarak oluştu. Uluslararası ve bölgesel ölçekte hazırlanan insan hakları belgelerinin esin kaynağı olmasının ötesinde, maddeleri söz konusu belgelerle yeniden yazılmış ve zenginleştirilmiş (varsıllaştırılmış) olan İHEB, anayasaların birincil referans kaynağı ve jus cogens (uluslararası hukukta emredici norm) durumuna geldi.

  • Çevre Hakkına İlişkin Uluslararası Sözleşme yolunda yapılan çalışmaların
    bir an önce sonuçlanması beklenir.

27 Mayıs 1949’da Resmi Gazetede yayımlanan Evrensel Bildirge, 3 anayasal döneme yayılıyor: 1924, 1961 ve 1982. İnsan haklarının evrenselliği anlayışı, 1961 Anayasası’na damga vurdu: Cumhuriyet’in dayanağı olan insan hakları (md.2), öncelikle, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yer alan insan haklarıdır. 1982 Anayasası ise, devlet ve insan haklarını, birbirinden ayrı iki olgu olarak düzenledi:

  • İnsan haklarına saygılı devlet…

2001 Anayasa değişikliği ise, “insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet” (md.14) tanımı ötesinde, ileri hak ve özgürlük güvenceleri öngördü (md.13). 2004’te (md.90) ve 2010’da (md.148) değişiklikleri ile insan hakları uluslararası ve Avrupa hukukuna açılım sürdü.
Söz konusu açılımlar, üç katmanlı anayasal düzeni pekiştirdi:

• Anayasa’da yazılı kurallar,
• TC’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler,
• Hukukun genel ilkeleri.

Anayasa, bu üçlüde şu ilke ve haklar ışığında okunmalı:

İnsan haklarının bütünlüğü ve bölünmezliği ilkesi,
İnsan hakları kazanımlarının geriye götürülemezliği ve
maksimum (en üst) standart (daha ileri düzenlemeye açıklık) ilkeleri,
Çevre, gelişme ve barış hakları.

İnsan haklarının gerçekleşmesine elverişli uluslararası düzen, ulusal  uygulamalar için itici güç olmalı:

  1. Anayasal düzene saygı,
  2. Erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı.
  3. TBMM önünde sorumlu hükümet.

Bu arayış, hak ve özgürlüklerin saygı görmesine elverişli düzeni isteme hakkı olarak görülebilir. Bunun için yılda bir gün değil, insan hakları bilgisi her gün paylaşılmalı ve yayılmalı.
Hak ve özgürlük düşmanlarına karşı mücadelede şiddet, eşitsizlik,  ayrımcılık, ırkçılık, fanatizm, yoksulluk, başlıca mücadele alanları olmalı.
Anayasa hükümlerini özgürlükler lehine okumak ve yorumlamak, İHEB ve esinlendiği belgeleri sürekli öne sürmeyi gerekli kılar.

Eşitlik / özgürlük / haysiyet’ üçlüsünde bilmek, sahiplenmek, savunmak, talep etmek ve direnmek, her gün için yaşamsaldır.
===========================================
Yazarın Son Yazıları

ULUS OLARAK, ATATÜRK’Ü DOĞRU ANLAMAK ve BOZULAN TÜM ULUSAL AYARLARI YENİDEN DÜZENE KOYMAK GEREKİYOR..

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski  Dekanı
Şair – Yazar

10 Kasım’ın 86. yıldönümünü geride bıraktık.
Yurdumuzun baş kurtarıcısı, tam bağımsızlığımızın mimarı, saltanat  ve hilafeti kaldırarak ulusal egemenliğimizin yoktan var edicisi, demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan  çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin kurucusu, yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatatürk,
bedensel olarak aramızdan ayrılalı tam 86 yıl olmuş.

Ancak Türk ulusunun Atatürk‘üne topyekün sarsılmaz bir vefa borcu ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma, kollama ve yaşatma zorunluluğu, devredilemez ve kaçınılamaz tarihsel  bir sorumluluğu vardır.

Kanımca, aramızdan bedensel ayrılışının bu 86. yılında  bile, hâla Yüce Önderimizin anılmaktan  çok daha öteye, doğru anlaşılmaya; özgür akıl, çağdaş bilim, tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, laik ve demokratik devlet … rotasından asla  ödün vermeden, ayrıca yurtta ve dünyada barış ilkelerinden hiç  vazgeçmeden daha çok çalışmaya, daha çok üretmeye, daha adil bölüşmeye, ırkçılığa ve dinbazlığa sapmadan, halkımızı çağdaş uygarlığa kavuşturmaya çok gereksinmemiz var… Henüz başlardayız, yolumuz çok uzun.

Peki Atatürkçülük nedir?

Özgür aklın, deneysel ve eleştiriye açık  çağdaş bilimin verilerini kullanarak Türk Ulusu’nu  siyasal, hukuksal, ekonomik, sosyal, kültürel, sanatsal, bilimsel, teknik  olarak… her konuda ve her alanda çağdaşlaştırma tasarımına (projesine) Atatürkçülük denir.

Gerçek Atatürkçüler Türk Ulusu’nun birlik ve dirliğini korumaya, hukukun üstünlüğüne, anayasaya bağlılığa (sadakata), bağımsız – yansız yargı erkine, gerçek demokrasiye, sosyal adalet  ve laik devletin kaçınılmazlığına, evrensel insan haklarına; ırk, dil, din, servet, toplumsal konum  (sosyal statü), cinsiyet, asalet… vb. farklar gözetilmeksizin yasal yaptırımlar, haklar ve ödevler  karşısında herkesin eşit konumda olmaları gerektiğine inanan ve bunların gereklerini özenle  yapan hümanist ve devrimci bireyler demektir…

Bu duygu, düşünce ve eylemlerle Yüce Önderimiz ATA’MIZI SAYGI, MİNNET VE ŞÜKRANLA
bir kez daha ANIYORUM.

Ancak, “Hepimiz ulusça aynı yolun yolcusu, aynı düşünce ve eylemlerin uygulayıcısıyız” demeyi çok isterdim. Fakat umutsuz hiç değilim. 

Türkiye’de şu anda geçerli (cari) olan siyasal yönetim biçimi; laik Cumhuriyetin, hukukun üstünlüğünün, sosyal devletin, üretim, paylaşım ve tüketim düzenin, toplumsal birliğin,
çağdaş demokrasinin, eğitim ve öğretim birliğinin, gündelik yaşamın… ayarını (akordunu)
epeyce bozmuş görünüyor.

  • Fakat  anayasanın temel maddeleri ve hukuk açısından Cumhuriyet yerli yerinde duruyor.

Telli ve vurmalı çalgıların, örn. bağlamanın akordu da bozulabilir. Düzgün notalarla ses vermesi için arada icracısınca yeniden akort yapma gereği ortaya çıkar. Aynı biçimde, eğer egemenlik bağsız (kayıtsız) ve koşulsuz ulusa (millete) ait olduğuna göre, devletin sahibi de ulustur.

Demokrasi kuralları içinde kalarak bozulan ayarı (akordu) yeniden düzene koymak,
yine ulusun görevidir.

Son sözün her zaman ve her koşulda ulusa, halka ait olduğu gerçeğinden hareketle,

demokratik – laik cumhuriyete ve parlamenter sisteme yeniden dönmek gerekiyor.

Türk ulusu, tarihsel olarak, doğru rotayı (yönelimi) ve doğru akordu (ayarı) yeniden oluşturma ve  yaşatma deneyimine, birikimine ve gücüne sahiptir.

Enseyi karartmayalım. Ancak kendimize düşen ulusal görevlerden de asla kaçınmayalım.

Atatürkçülük, ulus olarak ve ulusal çıkarlar için asla akıl ve bilim yolundan ayrılmamaktır.
Zaten, akıl ve bilim rotasından ayrılan ulusların da geleceği yoktur.

Cumhuriyet Kadın Devrimidir

Dr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu

Yarı sömürge durumuna getirilmiş, geri bıraktırılmış, yoksul, savaş yorgunu, hastalıklı ve cahil bir ulusu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmayı amaçlayan Atatürk devriminin önemli bir öğesi, kadına toplumda hak ettiği yerin verilmesi ve kadın hakları konusunda yapılan devrimdir.

Bu kapsamda 05 Aralık 1934’te kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesinin 90. Yıldönümünü kutluyoruz.

Devrim Gereksinimi

Müslüman olmadan önce Türklerde kadın toplumda saygın bir konuma sahipti, ev işlerinde ve yönetimde kadınların sözü geçerdi. Müslümanlıkla birlikte Arap kültürünü aldıktan sonra kadının toplumsal konumu zamanla geriledi.

Osmanlı’nın son, cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de kadın toplumdan (üretimden) tümüyle dışlanmıştı. Evlenme ve boşanmada kadının söz hakkı yoktu. Bu da kadını çoğu kez ve çoğu yerde “bir mal gibi” alınır satılır hale getirmişti!

Kadın tek başına sokağa çıkamaz, kocası bile olsa bir erkekle yan yana yürüyemezdi.
Kadınlar evde, sokakta, mahallede her yerde erkeklerin üstlendiği ortak bir “ahlak bekçiliği”nin baskısı altında idiler. Toplu taşıma araçlarında kadınlarla erkekler bir arada oturamazdı. Okullarda kızlar ve erkekler ayrı otururlardı. Kadınlar sinema ve tiyatroda rol alamazlardı. Mirasta (Kalıtta) kız çocuğa erkek çocuğun yarısı hak verilirdi. Mahkemelerde iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına eşitti. Siyasal hakları yoktu.

Bu durum Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefine uymuyordu.
Her şeyden önce yurttaş olan kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olmaları eşitlik, adalet ve demokrasinin gereği idi.. Eşitlikten anlaşılması gereken fıtrattan (doğuştan) gelen eşitlik değil, hukuk karşısında eşitliktir. (AS: Yaşamda haklar ve onur bakımından eşitlik.. kölelik yok!)

Toplumun yarısını oluşturan kadınların toplumdan uzaklaştırılması, üretime katılmamaları ekonomik kalkınmaya engeldi. Atatürk.

  • Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı zincirlerle toprağa bağlı kaldıkça
    diğer yarısı göklere yükselebilsin?!”
    demişti.

Kurtuluş savaşının kazanılmasında kadınlarımızın büyük özverileri olmuştu.
Zafer kazanıldığına göre Türk kadınına toplumda hak ettiği yer verilmeliydi.

Bu nedenler, kadın haklarında devrim yapmayı zorunlu kılıyordu.

Devrim

Kadın haklarında devrim, öbür devrimlerde olduğu gibi adım adım gerçekleştirildi.

1923’te toplu taşıma araçlarında kadınlarla erkekleri ayıran perdeler kaldırıldı.

Aynı yıl Nezihe Muhittin başkanlığında Türk Kadınlar Fırkası (Partisi) kuruldu.

1924’te Fırka Türk Kadınlar Cemiyeti (Derneği) olarak örgütlendi. Amaç genel seçilmede seçme ve seçilme hakkını elde etmekti.

1924’te eğitimin birleştirilmesi (tevhidi tedrisat) yasası ile okullarda kız ve erkek öğrenciler karma eğitime başladılar.

17 Şubat 1926’da İsviçre’den alınan Medeni Yasa yürürlüğe girdi.

Medeni Yasa şunları getirdi:

  • Kadın-erkek, kız çocuk-erkek çocuk eşitliği,
  • Tek evlilik,
  • Resmi nikah zorunluluğu,
  • Evlenme yaşının kişilerin fiziksel ve ruhsal gelişimlerine uygun olarak belirlenmesi,
  • Kadına boşanma davası açma hakkı,

1929’da Cumhuriyet gazetesi tarafından ilk kez Türkiye güzellik yarışması düzenlendi.
Feriha Tevfik Türkiye güzeli seçildi.

1932’de Türkiye güzeli Keriman Halis dünya ve kainat güzeli seçildi.

1932’de kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı

1933’te muhtar seçilme hakkı tanındı.

1934’te Anayasa değişikliği ile kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı
ilk seçimlerde 17 kadın milletvekili TBMM’ne girdi. (oran % 5) .

1935’te dünya kadınları 12. kadınlar kongresi İstanbul’da yapıldı.

İlk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen, tarih Profesörü Afet İnan, Türk Kadınlar Birliği başkanı Nezihe Muhittin, Doktor Safiye Ali, opera sanatçısı Semiha Berksoy, tiyatrocu Afife Jale çağdaş Türk kadını için öncü oldular

Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı verildiğinde Avrupa ülkelerinin çoğunda
bu hak yoktu. Pek çok Avrupa ülkesi bu hakkı İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra tanıdılar.

Değerlendirme:

Yapılan bu devrimle Türk kadını dünyaya örnek olacak şekilde ikinci sınıf yurttaş olmaktan çıktı, hakkı olan erkeklerle eşit hukuki statüye kavuştu. Çağdaş uygarlık yolunda önemli bir aşama gerçekleşti.

“Atatürk kadınlara haklarını verdi” demek yerine “Kadınların zaten insan olarak doğuştan sahip olduğu hakların kullanılmasındaki engelleri kaldırdı” demek daha doğru olacaktır.

Kadın haklarının gerçekleştirilmesi salt devrim önderliğinin yukarıdan tek yönlü verdiği bir şey değil; kadınların zamanın güç koşullarına karşın verdikleri örgütlü savaşımın sonucudur, bugüne örnek olmalıdır.

Bugün kadınlarımız iş yaşamında, bilimde, sanatta ve sporda büyük başarılar kazanıyorlarsa bunu Atatürk’ün kadın devrimine borçluyuz. Ancak siyasette ve kamu yönetiminde istenen düzeye ulaşamadık TBMM’de kadın milletvekili oranı % 20’dir. Bu oranın 90 yılda % 5’ten % 20’ye yükselmesi yetersizdir. Milletvekili sayısında ve üst düzey kamu yönetiminde kadınların oranı % 50’ye çıkartılmalıdır.

Bugün ülkemizin bir bölümünde ortaçağ benzeri feodal ekonomik ilişkinin türevi olan kadına karşı şiddet, kadın cinayetleri, küçük yaşta evlilikler, kızların okula gönderilmemesi gibi gerçeklikler Atatürk’ün çağdaş uygarlık hedefi ile çelişmektedir.

İstanbul Sözleşmesi‘ne geri dönmek başta olmak üzere, gereken önlemler alınarak bu ayıba son verilmeli, kadın haklarının kullanılmasının önündeki engeller tümüyle kaldırılmalıdır. Kadınlarımız bu ayıpların son bulması için 100 yıl önceki büyüklerinden esinlenerek örgütlü savaşım vermelidir.

Medeni Yasa’nın kabul edildiği 17 Şubat 1926 (yürürlük 4 Ekim 1926) veya kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verildiği 05 Aralık Türkiye’de “kadınlar günü” olarak kutlanmalıdır.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 12 Aralık 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

İMAM

Binlerce öğretmen atama beklerken,
Dini Eğitim Bakanlığı imamları okullara görevlendirmeye devam ediyor.

İmamistan cumhuriyeti…

KUSURSUZ

İliç’teki maden sahasında 9 işçinin toprak altında kalarak yaşamını yitirdiği heyelana (toprak kaymasına) ilişkin soruşturmada, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarında imzası bulunan kamu yetkilileri hakkında “kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin” karar verildi.

AKP iktidarı, sütten çıkmış “ak” kaşıktır.

Bütün suç ölenlerdedir…

KALA KALA

RTE, Suriye’de Beşar Esad’ın devrilmesi sonrası,

  • “Şu anda da dünyada liderler arasında zaten iki kişi kaldık. Bir ben varım, bir de Vladimir Putin var.” dedi.

Hayırlısı. Umutsuz değiliz…

KATLİAM

Kaz Dağları’nda Cengiz’in ağaç katliamı sürerken Danıştay kararı bekleniyor.

Doğanın anası halledildikten sonra “Kesilemez” kararı çıkması olasıdır…

ÇÜRÜME

Rize Valisi İ. Selim Baydaş, AKP milletvekilleri ve il yöneticilerine şoförlük yapmış.

Çürük meyve yanındakileri de (devlet organları) çürütür…

TANIMA

AKP iktidarı yakıt kaçağını önlemek bahanesiyle (gerekçesiyle) yandaş müteahhide (yükleniciye) “araç tanıtım kiti” takma işi verdi.

Yöntem tanıdık…

NİTELİK

TÜİK Başkanının kardeşi nitelikli dolandırıcılıktan gözaltına alınmış.

Ağabey de nitelikli yalancılığa devam etmekte…

MUHTEŞEM

(Şeriatçı) HTŞ’nin Suriye’deki başarısını “muhteşem devrim” olarak niteleyen RTE,

“Suriye halkının özgürlüğüne, yeni Suriye yönetiminin istikrarına, kadim Suriye topraklarının bütünlüğüne yönelik her saldırı karşısında Suriye halkıyla birlikte bizi de bulacaktır.” dedi.

Herhalde Suriye’yi bütün gören sanal bir dünya var…

Herkes potansiyel engelli

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 05.12.2024, BİRGÜN

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Engellilik, doğuştan veya sonradan herhangi bir hastalık veya kaza sonucu bedensel, zihinsel, ruhsal, duygusal ve sosyal yetileri çeşitli derecelerde yitirme, olağan yaşam gereklerine uyamama durumudur. Bu tanıma göre, herhangi bir engeli olmayan herkes, aynı zamanda potansiyel birer engelli adayıdır. Ülkemizde ayrımcılık ve engellemelerle, her geçen gün başkaları ile eşit temelde toplumda yer almalarına engel olan sorunlarla karşı karşıya bulunan engelliler; eğitim sistemine dâhil olma, toplulukta yaşama, özgürce hareket etme, spor ve kültürel etkinliklere katılma gibi herkesin eşit haklara sahip olması gereken konularla ilgili
ciddi sorunlar yaşamakta.

Engelli hakları, insan hakları genel kuramı gerekleri ışığında uygulamaya geçirilebilir.
Şiddeti dışlama, işkence ve kötü muamele yasakları, herkes için, her zaman ve her yerde geçerli. Eşitlik hakkı, olanaklar elverdikçe engelliler için de, kamusal alanda paylaşımları gerekli kılar.

Bu nedenle sorun, yalnızca özel olarak korunması gerekenlerin (kadınlar, çocuklar, engelliler, yaşlılar…) hakları olarak engellilere özgü hakları tanımak ve onları güvence altına almak değil;
bu soruna öncelikle hak ve özgürlük genel ilkeleri açısından yaklaşmaktır.

OLUMLU YÜKÜMLÜLÜKLER

Devletin, “sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri al”ma anayasal yükümlülüğü (md.61/2), hak ve özgürlükler önündeki engelleri kaldırma genel yükümlülüğü (md.5) ve madde 10’da güvencelenen özürlüler lehine pozitif ayrımcılık yaparak engellilere yönelik önlemlerin alınması, sosyal devlet gereklerince Anayasa bütününün engelli hakları açısından okunması ölçüsünde olanaklıdır.

KAMUSALLIK

Kentsel kamu düzeni ve çevresel kamu düzeni kavramları çifte işlev görür: Bir yandan, engellilerin yaşamını kolaylaştırır; öte yandan, sağlıklı olanların engelli olma riskini azaltır.
Bu ise Anayasa’nın sosyal devlet açısından olduğu denli, ekosistem açısından okunmasını gerekli kılar. Çevresel kamu düzeni ve kentsel kamu düzeni, engelli ve potansiyel engelli ayrımının en kritik eşiğidir.

Acı ama gerçek: Engellilerin bağımsız biçimde sokakta yürüyebilmesi, işe gitmesi, otobüse binmesi için erişilebilirlik düzenlemesini 21 yıl erteleyen ve açıkça Anayasa’ya aykırı olan 5378 sayılı Engelliler Hakkında Kanun hükmü, nihayet Anayasa Mahkemesince iptal edildi (2023/115)

Öte yandan; hakkın özü ve ölçülülük gibi genel güvenceler, barınma hakkından seyahat özgürlüğüne dek engelli hakları açısından da yorumlanmalı. Çevresel ve kentsel kamu düzeni gözetilmediği zaman, engellilerin yaşamı karartıldığı gibi, engelli olmayanların da potansiyel engelli olma olasılığı yükselir.

SÖZLEŞMELER

Değinilen anayasal gereklerin uygulanmasında konuyla ilgili uluslararası sözleşmeler de kullanılmalı. Birleşmiş Milletler Engelli Haklarına İlişkin Sözleşmeye göre,

  • Hiç kimse işkence veya zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleye ya da cezaya maruz kalmamalıdır” (md.15).

Engellilerin hem ev içinde hem de ev dışında sömürüye, şiddete ve istismara karşı korunmasını öngören Sözleşme, bu amaçla kapsamlı yasal, idari ve sosyal tedbirler alınmasını şart koşmakta (md.16), engelli bireylerin beden ve ruh bütünlüğüne öbür bireylerle eşit saygı duyulması hakkını güvencelemekte (md.17).

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi de, zihinsel ya da bedensel engelli çocukların ‘saygınlıklarını güvence altına alan, özgüvenlerini geliştiren ve topluma etkin biçimde katılmalarını kolaylaştıran eksiksiz bir yaşam hakkı’ öngörmekte.

ÖNCELİKLİ VE İVEDİ

Engellilerle ilgili her türlü eğitim, yardım ve öbür etkinlikler kamu eliyle ve kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde yapılmalı; yollar, binalar, toplumsal yaşam alanları engellilerin gereksinimlerine uygun düzenlemeye kavuşturulmalı. Ayrımcılığı aşmak için, kamu hizmeti yoluyla kamusallık bilinci yaratılmalı. Çeşitli sosyal güvenlik kurumlarına bağlı olarak çalışanların ve sosyal güvenceden yoksun olan ailelerin çocuklarının kullandıkları bütün cihazlar devletçe ücretsiz olarak karşılanmalı.

5378 sayılı yasa, Anayasa’nın ekosistem ve engelli hakları gerekleri doğrultusunda okunması yoluyla uluslararası sözleşmeler gereklerince uygun olarak dijitalleşme olanakları ve Covid-19 deneyimleri göz önüne alınarak acilen (ivedilikle) yeniden düzenlenmeli.

Salt 3 Aralık değil, her gün engelliler günü olarak düşünülmeli; herkesin potansiyel engelli olduğu bir an bile unutulmamalı.
=======================
Bizim kısa katkımız                                   :

Türkiye’de “sakat,” “özürlü,” ve “çürük” sözcüklerinin yasal metinlerden çıkarılarak yerlerine “engelli” sözcüğünün konması, 25 Nisan 2013 tarihli ve 6462 sayılı yasa ile gerçekleştirildi.
Bu düzenleme, engelli kişilerin haklarının daha saygılı ve uygun bir dille anlatımı amacıyla yapıldı. 03 Mayıs 2013 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren bu yasa, engellilere yönelik sosyal ve hukuksal düzenlemeleri güncel uluslararası standartlara uyumlu duruma getirmeyi amaçlıyor. Yalnızca Anayasada birkaç yerde “sakat” sözcüğü kaldı..

6462 sayılı Yasa kapsamında yapılan değişiklikler, Türkiye’de yaklaşık 95 yasa ve yasa gücünde kararnamede yer alan “sakat,” “özürlü,” ve “çürük” sözcüklerinin yerine, “engelli” teriminin kullanılmasını sağlamıştır. Bu kapsamda, bu 3 sözcüğün yasal mevzuat ve metinlerden tümüyle çıkarılması hedeflenmiştir. Bu çalışma, engelli bireylerin haklarının ve toplumsal algılarının güçlendirilmesi amacıyla gerçekleştirilmiş, dildeki duyarlığın artırılmasına yönelik bir adım olmuştur.

Bir de, ülkemizde %23’leri bulan akraba evliliği, kalıtsal hastalılara bağlı engelliliklerin oldukça yüksek olmasında temel etken. Toplum genelinde %12’leri aşan engellilik oranı, gelişmiş ülkelere göre çok yüksek ve ulusal ekonomiye yükü de çok ağır.

Genetik danışmanlık, gebelik öncesi ve sırası hizmet alabilme çok önemli.
Önümüzdeki yıllarda genetik danışma – onarım – sağaltım olanakları daha da artacak
ancak çok pahalı..
Türkiye, ne yazık ki, bir bütün olarak yeterince sağlıklı – güvenli yaşam ortamı sağlayamıyor..
Oysa Devletin en başat görevlerinden biri bu.

Saygı ve sevgi ile. 06. 12.24

Dr. Ahmet SALTIK
=========================================
Prof. Kaboğlu’nun son yazıları

Aydınlanma Devrimleri ve emperyalist kurgular

Alev Coşkun
29 Kasım 2024, Cumhuriyet
(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Siyasal iktidarın sözcüleri son haftalarda epeyce çığırından çıktı. Laiklik ilkelerine kökten karşı olan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, camilerle ilgili eski hikâyeleri (öyküleri) yeniden gündeme getiriyor.

Milli Eğitim Bakanlığı tarikatları koruyan, kollayan onlara Cumhuriyet bütçesinden kaynak aktaran bir bakanlık haline (durumuna) geldi.

Bakan Tekin kendisini TÜGVA, Ensar ve TÜRGEV gibi tarikatları koruyan bir görevli olarak kabul ediyor. Öte yandan Harbiye’den yeni mezun olmuş “Atatürk’ün askerleriyiz” diyen teğmenler, öyle anlaşılıyor ki, mesleklerini ve görevlerini yapamadan Ordu’dan çıkarılacaklar. Bunun için de Milli Savunma Bakanlığı, “Bakanlığın itibarını zedelediler” gibi insanı güldürecek bir gerekçe buldu.

Erdoğan, “Atatürk on yıl daha yaşasaydı Türkiye daha güzel olurdu” dedi. Bir yazar da buna karşı şunları söyledi: “On yıl daha yaşasaydı yeni fabrikalar kurardı, AKP de onları satardı.”

Eski bakanlardan Nihat Zeybekçi de “Atatürk yaşasaydı AKP’ye girerdi” gibi insanları güldürecek söylemler ortaya atıyor. AKP iktidarının bu çelişkilerini, Cumhuriyetin temel ilkelerini hiçe sayan laiklik karşıtı uygulamalarını saymaya kalkmak bu yazının boyutlarını aşar.

‘MEDENİYETLER (Uygarlıklar) ÇATIŞMASI’

Bunlar aslında, AKP’nin siyasal görüşleridir diye düşünenler yanılıyorlar. Türkiye’nin özellikle “BOP(AS: Büyük Ortadoğu Projesi) kararlarından sonra sürdürdüğü uygulamalar, süper güçlerin Türkiye için kurguladığı planların sonucudur.

Emperyalist devletlerin “Yeni Dünya” kuramcılarından Prof. Huntington’un 1996’da yazdığı “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında ileriye sürdüğü düşünceler unutulmasın.

S. Huntington bu kitapta 1996’da laik demokrasinin salt Batı’ya uygun olduğunu, Müslümanların demokrasiyi beceremediğini, Türklerin de Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçerek “ılımlı İslam” modelini benimsemesi gerektiğini ısrarla savundu. Soğuk Savaş boyunca
İslami kimlik ve hareketlerin sosyalizm karşısında güçlendirilmesi Amerika’ya radikal İslam olarak dönünce, Soğuk Savaş sonrası dönemde kontrolü mümkün (denetimi olanaklı) görülen hem de Amerikan emperyal düzenini devam ettirecek (sürdürecek) olan “ılımlı İslam” modeli oluşturuldu.

Böylece CIA (Ankara) masası şefliği de yapmış olan Graham E. Fuller, Paul Henze gibi isimler (adlar), Elizabeth H. Shakman, K. Robins, J. Esposito gibi sosyal bilimciler Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine ters, tarih dışı bir durumu, kendi önerdikleri sisteme oturtarak anlatmaya ve savunmaya başladılar.

CUMHURİYETLE SORUNU OLANLAR

Son günlerde bu daha da yoğunlaştı. Nobel ödülü alan, Prof. Dr. Daron Acemoğlu da Atatürk hakkında yorumlar yaptı. Nobel ödülünü alan (paylaşan) Acemoğlu, daha önce Orhan Pamuk’un yürüdüğü yoldan yürüyor.

Cumhuriyetle problemi (sorunu) olan kesimler konuyu 1930’lara getirirler. Bugünkü aksaklıkları Atatürk’e, Cumhuriyet dönemine ve 1930’lara bağlarlar. Acemoğlu da şöyle diyor:

  • “Atatürk, o sırada politik sistemi açabilmek gibi elinde bir opsiyon olmasına rağmen tam tersini yapıyor. Elindeki gücü merkezileştirmeye çalışıyor. Yani mümkün müydü gerçekten daha demokratik bir şey olması? Belki de mümkündü. Niye? Çünkü Osmanlı’dan başlayarak yani
    I. Dünya Savaşı’ndan önceki parlamentolara bakarsanız daha çoğulcu bir sistem var
    .”
  • Bazı (Kimi) şeylerde empoze, çok özel zamanlarda olursa, örneğin işte Fransa’da Napolyonik, savaşlar zamanında, savaştan dolayı belki geçiyor. Ama onun dışında hemen hemen
    hiç örneği yok. O yüzden daha baskıcı değil de daha çoğulcu bir biçimde yapmanın olanaklı olduğunu düşünüyorum ben o zamanki reformların. Çünkü Türkiye demokrasisinin sorununu ben, başından beri sivil toplumun çok zayıf ve gücün de devleti kim denetliyorsa elinde merkezileşmesi olarak değerlendiriyorum.”

Acemoğlu, I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Parlamentosunda “çoğulcu sistem” olduğunu söyleyecek ölçüde gerçeklerden uzaklaşabiliyor.

Bu görüş, toplumsal gelişmeler tarihine, Ortaçağı yaşayan bir toplumdan laik ilkelere bağlı ve Aydınlanma Devrimlerine dayalı çağdaş bir toplum yaratma mücadelesine (savaşımına)
bilimsel olarak ters düşüyor. Atatürk Devrimlerine ters bakan, sürekli “Tepeden bastırdı” diyen oryantalizmin yüzeysel değerlendirmelerine karşı etkin ve doğru yanıtlar veren akademisyen Prof. Dr. Seda Ünsar’ın yazdıklarına bakıyorum. Bu konuda yazdığı bilimsel makaleleri bir yana, bir edebiyat yorumcusunun belirttiği gibi “edebi ve felsefi yönü ağır basanDüşüş adlı romanında Prof. Ünsar şöyle yanıt veriyor:

BOŞ SLOGAN ve ATATÜRK

“Türkiye’nin neredeyse yüz yıldır, emperyalizmin körüklediği anti-laiklik ve üretimi baltalayıcı politikalara karşın, büyük oranda Atatürk’ün ruh kudretinin olanaklı kıldığı devrim sayesinde hâlâ ayakta durabilmesi büyük olay. Laik Cumhuriyet, Tevhid-i Tedrisat, medreselerin, tarikatların kapanması, laik hukuk, Alfabe Devrimi, Köy Enstitüleri, sosyal fabrikalar gibi, oryantalist Batı âlimlerinin bile hayranlığını gizlemediği, her biri bir yüz yıllık büyük adımların sağladığı toplumsal dönüşüm…”

“ (…) Emme basma tulumbadan çıkmış, içi boş bir slogan gibi, ‘Atatürk eskiyi kaldırırken yerine bir şey koyamadı’ diyen oryantalizm beni çıldırtıyor. Şimdi özet verelim: Yerine, yüz yıl sonra sokaklarda rüştünü (erginliğini) kanıtlayan bir sivil toplum koydu; yeni bir alfabe (abece) koydu; İslam dinine ilk defa (kez) gelenek dışında ve günah demeden felsefe, bilim, tarih, sosyoloji, antropoloji, epistemoloji açısından da bakılabilmesini koydu -hem de 1300 yıllık tarihinde ilk kez- İslam dünyasında tek olan vicdan özgürlüğü kavramını koydu; yeni, modern (çağcıl), kaderine hükmeden (yazgısını yöneten) bir benlik koydu; bilimsel düşünce, arkeoloji, tıp koydu; derslerinde çıplak modeller kullanılan güzel sanatları koydu; geometri, matematik kitaplarını bizzat (doğrudan) yazdığı bir eğitim seferberliği koydu; uçak, şeker, un, çimento, iplik ve aklına gelen her şeyi kendisi üreten, işçiye tiyatro yaptıran, ulaşımını bedava (bedelsiz) sağlayan fabrikayı koydu; Finlandiya’nın bile incelediği köy tarım modellerini koydu; dünyanın en değerli para birimini koydu; müziğin, sanatın, insanlığın evrensel değerlerini öğreten, çarıksız köylüden öğretmen, mühendis, Bakan yapan Köy Enstitülerini koydu; saz çalıp Shakespeare okuyan
köy çocuklarını koydu; hangi Ortadoğu toplumunda bale var, hangisinde Türklerdeki gibi bir laiklik kabulü, sadece (yalnızca) yasal anlamda değil, laik devlet, laik toplum, laik insan, laik bir benlik veya kimlik idrakı (algısı) var. Benim tüylerimi diken diken eden şey, bütün bunların temellerinin on beş senede (yılda) gerçekleşmesidir.” (Seda Ünsar, Düşüş, İnkılap Kitabevi, 2021, s.71-72.)

Yukarıdaki alıntı bu laiklik karşıtı ve bilimsel gerçekleri altüst eden kişiler için yetmez mi?
=======================================
Dostlar,

Biz de biz X iletimizle Prof. D. Acemoğlu’na yanıt yazmış ve tarihsel anakronizma hastalığına düşmemesi gerektiğini, yüz yıl gerisini günün ölçütleriyle irdeleme olanağı olmadığını, yaptığının temelsiz ve bilimsel yönteme uyarsız olduğunu belirtmiştik. Daron hocamıza, Prof. Aziz Sancar’ı örnek alması gerektiğini de anımsatmıştık..

  • Prof. Dr. Maurice Duverger : «Kemalist partinin birinci özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip olmasıydı. Mustafa Kemal‘in siyasal rejimi, çoğulculuğun üstün değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu. Üstelik, partisinin, yapısal açıdan da totaliterlikle hiçbir ilgisi yoktuKemalizm demokratik bir ideolojidir. Atatürk döneminde niçin demokrasinin tüm kurum ve kuralları yoktu? Olamazdı da, onun için…»

Bu değerlendirme, Prof. Maurice Duverger’in, Kemalist partinin demokratik ideolojisi ve yapısının totaliterlikle ilgisi olmadığına ilişkin belirlemeleri, 1951’de yayımlanan “Les Partis Politiques” (Siyasal Partiler) adlı yapıtında yer alıyor. Bu betikte (kitapta) Prof. Duverger, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yapısını ve ideolojisini irdeleyerek, Partinin demokratik değerlere sahip olduğunu ve totaliter özellikler taşımadığını belirtmiştir. Özellikle, CHP’nin üyelik yapısının herkese açık olduğunu, ihraç ve dışlama düzeneklerinin bulunmadığını, üniforma ve geçit törenleri gibi totaliter simgelerin olmadığını vurgulamıştır. Bu değerlendirmeler, Prof. Duverger’in CHP’yi totaliter partilerden farklı bir konumda gördüğünü göstermektedir.

Dr. Ahmet SALTIK
01.12.2024, Ankara

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Adaleti beklerken kayyum uygulaması…

28.11.2024, BİRGÜN

2017 (Anayasa) Değişikliği, hem anayasal rejime hem de siyasal sisteme ilişkindi: Hükümeti kaldıran, kolektif karar alma ve siyasal sorumluluk ilke ve süreçlerini tasfiye eden bir Anayasa değişikliği, hem rejim hem de sistem değişikliği idi.

Anayasa’nın üç hali (demokratik, otoriter ve fiili-keyfi) olarak uygulama ise, değişiklik ötesi ve
bir tür rejim ve sistem yokluğu. Fiili ve keyfi yelpaze genişlediği ölçüde rejim ve sistem de sönümlenmekte.

Yöneten ve yönetilenlerin hukukça yönetilmede eşitliği olarak tanımlanan hukuk devletinin
bu özelliği bir yana, yönetilenler arasında bile açık eşitsizlik var:

  • Hayali suçlular hapiste, gerçek suçlular ise toplum içinde!

Ölçüt ne?

  • Demokrasi ve özgürlükleri savunanlara hapishane;
    iktidarın bekası (sürmesi) için çalışanlara ayrıcalık ve cezasızlık.

FİİLİ ve KEYFİ

Esenyurt’tan Halfeti’ye, Mardin’den Tunceli’ye kayyum kasırgası, çifte standardın tipik örneği:

Seçilmiş Belediye başkanı : Görevden değil yalnızca, özgürlüğünden de yoksun kılınıyor;
arama, gözaltına alınma ve tutuklanma usul ve koşulları da Anayasa’ya aykırı.

Seçilmiş Belediye meclisi : Başkan hedef alınıyor, ama Belediye Meclisi de dağıtılarak,
suçsuzluk karinesinin bireysel ihlali (başkan), kolektif ihlal (Meclis) sürecine uzatılıyor.

Belediye kurumu olarak : Anayasal dayanağı madde 2’ye dek uzanan yerel yönetim,
demokratik kimliğinden (ve kalkanından) birkaç saat içinde yoksun kılınıyor.

Seçmenlerin iradesinin yok edilmesinden, kanunsuz emire dek uzanan Anayasa dışı uygulamalar dizisi, köşe yazılarında değil, yüksek lisans ve doktora tezlerinde incelenebilir ancak.

Burada asıl sorun, Anayasa’da yazılı demokratik veya otoriter hükümlerin uygulanması değil, tümüyle Anayasa dışı ve fiili bir uygulama olup; “kayyum” adı altında yaygınlaştırılan bu alan, hukuk güvenliği ve adalet yokluğunu da teşhir ediyor.

BUZDAĞININ GÖRÜNEN YÜZÜ

Bakırköy ve Silivri ziyaretlerim, bu gözlemlerimi bir kez daha doğruladı.

Gezi tutukluları Mine Özerdem ve Çiğdem Mater’i ziyaret planımda Av. Dilek Ekmekçi yoktu. Bakırköy’e gidinceye dek O da tutuklandı.

Silivri ziyaret çizelgesinde Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer, Gezi tutukluları
Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Osman Kavala ile avukatlar Selçuk Kozağaçlı, Oya Aslan, Behiç Aşçı, Bekir Kaya ve Bedirhan Sarsılmaz vardı.

Ne var ki, ziyaret gerçekleşinceye dek Nasuh Mahruki de tutuklanmıştı.

Özgürlüklerinden alıkonulmuş olan savunmanlar, siyasiler ve sivil toplum neferlerinin ortak paydaları ne?

Hiçbiri eline silah veya suç işlemeye elverişli başka bir alet almamıştı, toplumsal veya bireysel güvenliği tehdit edici söylemde, suça veya şiddete çağrıda bulunmamıştı. Ortak payda,
delilden (kanıttan) hareketle suçlandırmak değil, failin kimliğinden hareketle suç yaratmak.

Hepsi adaleti bekliyordu; Cumhuriyet’in niteliklerinin üzerine inşa edildiği adaleti (md.2).
Kimileri iddianamenin bir an önce hazırlanmasını, kimileri  Anayasa Mahkemesi (AYM) başta mahkemelerin bir an önce karar vermesini, kimisi de gerekçeli mahkeme kararlarının uygulanmasını.

Adil yargılanma hakkının bu denli sistematik olarak ihlali (çiğnemi), binlerce ‘düşünce suçlusu’ mağdurun varlığının göstergesi.

Aysbergin (buzdağının) görünen bu yüzünün öte yanında; dolandırıcılar, altın kaçakçıları, katiller, uyuşturucular, Anayasa, özgürlük ve demokrasi savunucularını sürekli hedef gösterenler,
ölüm fermanı çıkaran Devlet’in maaşlı imamları ve sözde akademisyenler,
elini kolunu sallayarak toplumda “potansiyel suç makinası” olarak gezebiliyor.

Özetle, “hayali suçlular” ile meşgul edilen yargı, gerçek suçluları aklamak veya
seyretmekle yetiniyor veya zorunda bırakılıyor.

  • Bu karamsar tablo, iyimser iradeyi asla gölgelememeli!

Adil, dürüst, düzgün ve hakkaniyete uygun yargı gerekleri için hukuksal mücadele  sürekli kılınmalı; Anayasa’ya saygı yolunda kararlılık pekiştirilmeli.

Ne var ki; siyasal olarak hesap verebilir bir yönetim öncelikli anayasal düzene dönülmediği sürece, adalet mücadelesinin göreceli kalacağı da hiçbir zaman göz ardı edilmemeli.
=========================================
Yazarın Son Yazıları

Dayanışma etkinliklerinin sosyolojisi

Şükrü Aslan

Şükrü Aslan

Güncel 27.11.2024, BİRGÜN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1970’li ve 80’li yılların Türkiye’sinde ve Avrupa kentlerinde ‘Dayanışma Geceleri’, daha çok politik işlevleriyle iz bırakan etkinliklerdi. Bu geceler sadece odaklandıkları temalar itibarıyla değil, katılımcıların hali, dili ve söylemiyle de birer muhalif politik gösteri gibiydi. O kadar ki sanatçıların sahnede yer alma biçimleri bile büyük ölçüde muhalif politik sembollerin bir tür fotoğrafına benziyordu. Elindeki sazı, türlü mücadelelerin nesnesi gibi tutan bazı sanatçıların, dakikalarca alkışlandıklarını hatırlarım. Dönemin hâkim siyasetinin yarattığı politik atmosfer, toplumsal kesimlerin bulunduğu yerden bir muhalif ses verme çabalarını tetikliyordu.

Geçtiğimiz Pazar günü Almanya’da Stuttgart Arena’da, Tunceli Eğitim Sağlık Vakfı yararına yapılan dayanışma etkinliğini izlerken, hemen her adımda bu deneyimleri ve sosyolojinin hem değişen, hem de genellikle görünmez kalan yüzlerini düşündüm. Elbette o salonda yerlerini alanlar da aynı şekilde toplumsal coğrafyalarına duyarlılardı. Hatta bu duyarlılığın çok daha gelişmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Atalarının yaşadığı topraklara yapılan ziyaretler, geleneğin türlü ritüellerine gösterilen saygı, geçmiş hakkında kullanılan özenli dil, kendi kültüründe, dilinde, coğrafyasında güven ortamında yaşama hayalleri vb. ortak duygu, tutum ve arzulardı. Bu durumu hemen her şekilde gözlemlemek mümkündü.
∗∗
Eğitim gerçekten de geleneksel Dersim coğrafyasının geleneğinde vardı. Daha resmi okullar yokken bu coğrafyanın çoğu köylerinde, maliyeti köyün ileri gelen ailelerden biri tarafından karşılanan enformel okullar vardı. ‘Kuş içmez kervan geçmez’ diye tarif edilen bu coğrafyada ‘eski yazı’ olarak bilinen Osmanlıcayı da, Latin alfabesini de okuyan-yazan kuşaklar vardı. Bilhassa genç neslin okuma; Türkiye ya da dünyanın iyi üniversitelerinde yer bulma arzusu ve arayışı dikkat çekiciydi.

Bu öylesine güçlü bir eğilimdi ki, coğrafyanın çocukları oldukça zor koşullarda okumuş, lise ve üniversite giriş sınavlarında çok kez başarı listelerinin üstünde yer almışlardı. Bu başarılı deneyimler giderek bir geleneğe dönüşecekti. Bugün çalışma alanlarında etkili izler bırakan akademisyenlerden Fransa’da Prof. Dr. Mehmet Ali Oturan, Prof. Dr. Hüseyin Fırat, Almanya’da Prof. Dr. Şahin Albayrak, Prof. Dr. Süleyman Ergun, Türkiye’de Prof. Dr. Müslüm Bozyiğit,
Prof. Dr. Ahmet Saltık, Prof. Dr. Kamer Kılınç ve daha niceleri bu kahırlı coğrafyanın çocuklarıydı ve zor koşullarda okumuşlardı. Şimdi de çoğunluğu üniversitelerde aktif olarak çalışan, aynı coğrafyadan yüzlerce bilim insanı onların izini sürüyor.
∗∗
Bugünün öğrencilerine bakınca da hep aynı eğilimi düşünürüm. Bütünüyle bağışlarla sağlanan desteklerle Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın burs verdiği 509 öğrencinin içinde başarılı bir gelecek vaat eden çok sayıda aday bulunuyor. Üstelik bu öğrenciler de tıpkı daha önceki kuşaklarda olduğu gibi toplumsal coğrafyalarının haline, diline, geleneğine ve dertlerine aşina ve yine aynı şekilde bu durumdan kaygı duyan bir kuşağı oluşturuyorlar. Yani gelenek devam ediyor ve geleceğe dair büyük umut veriyor.

İşte bu öğrencilerin desteklenmesini amaç edinen ve tümüyle gönüllü bir grubun düzenlediği ‘Stuttgart Dayanışma Etkinliği’ coğrafyanın eğitim geleneğine işaret eden pek çok onur verici yeni uygulamaya da sahne oldu. Etkinliğin gerçekleştiği mekan sahibinden başlamak üzere katılan sanatçılara, ses düzenini sağlayanlara, satış ve salon görevlilerine kadar hemen herkes gönüllüydü. Dahası çok sayıda iş insanı bu etkinliğe ve Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın burs çalışmasına sponsor olmuşlardı. Etkinliğin adı da yine bu gönüllü ekip tarafından belirlenmişti: ‘Karanlığa ışık, genç yüreklere umut’…

Dayanışma etkinliğinin bu türü sanki geleneğin yeni bir sesi ve türüydü. Etkinlikte konuşmacı olarak seçilenler de, alanlarında tanınan ve genç nesiller için model olan akademisyenlerdi. Öyle sanıyorum ki Stuttgart Arena’da pek çok şehrin sivil toplum ve akademi ilişkisine dair model olacak özgün bir dayanışma deneyimi gerçekleşti. Eğitimin ve geleneğin kesişiminde bu deneyimin takip edilmesini özellikle öneririm.
====================================================
Dostlar,

Bu sıcacık makalenin yazarı Sayın Şükrü Aslan Sosyoloji Profesörüdür İstanbul Mimar Sinan Üniversitesinde..

Aynı toprakların, Tunceli’nin insanlarıyız.

Ben, Tunceli’nin Hozat ilçesinin Karaca köyündenim.
Ev kadını bir anne ve emniyet başkomiserinin (1908’de görev şehidi verdik) çocuğuyum.

Yazıda da belirtildiği gibi çoooook ama çooook zor koşullardan geliyoruz bulunduğumuz yere..

Bu olgu not edilmeli, hep akılda kalmalı..
Fırsat eşitliği / eşitsizliği.. çok ama çok yakıcı bir sorun.
Sıklıkla da çok ağır olumsuz etkilerinin giderimi (telafisi) olanaksız.
Belki nehir söyleşilerle öyküleştirilmeli, kalıcılaştırılmalı ülkemiz kültüründe basılı yapıtlarla.
***
Prof. Aslan, Tunceli Eğitim Sağlık Vakfı’nın  güçlenmesi için çok emek veriyor.
Stutgart etkinliği de bu kapsamda.
509 yoksul ve gereksinimli öğrenciye burs sağlamak kolay iş değildir ve son derece saygın bir çabadır.
Bu çabaya omuz verilmesini dileriz.

Vakfı kurarak bu günlere taşıyanlara, emek ve katkı vereceklere ve Prof. Şükrü Aslan hocamıza şükran ile..

Emeklerine saygı ile.

T.C. Devletini, özellikle Anayasa m.2 ve 5’te yer alan görevlerini özenle yerine getirmeye çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 28 Kasım 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Asgari ücret için çözüm önerimiz

Prof. Dr. Orhan Şener
27 Kasım 2024, Cumhuriyet

Asgari ücretin açlık ve yoksulluk sınırlarının çok altında kalması nedeniyle yapılacak zammın tutarı hep tartışılır. Asgari ücrete yapılacak zam, işverenin üretim maliyetine daha fazla yansıtılacağından enflasyon da artarak kontrol edilemeyecektir. TÜİK istatistiklerine dayanarak, enflasyon olduğundan çok daha küçük gösterilerek, daha az zam yapılırken sendikalar ve muhalefet ise açlık ve yoksulluğu temel alarak daha fazla zam yapılmasını istemektedir. Yıllardır bu tartışmalar devam eder ve bu kısır döngü kırılamamaktadır. Bizce her iki tarafın tezleri de çözüm getiremez.

Bu yazımızın amacı ise kamu ekonomisinin ilkelerine uygun olarak en tutarlı çözümü tartışmaya açmaktır. Gelişmiş ülkelerde asgari ücret sorununun olmamasının nedeni, enflasyonun kontrol altına alınmasında yatar. Bu ülkelerde maliye politikasıyla ekonomik ve sosyal altyapı gerçekleştiğinden, temel kamu hizmetlerine aile bütçesinden yapılan ödemeler azaldığından enflasyon da kontrol edilebilmektedir. Türkiye’de ise yoksulluğu önleyen ve firmaların üretim maliyetini düşüren, aşağıdaki kamu hizmetleri yeterli kalite ve miktarda üretilemediğinden enflasyon ve asgari ücret sorunu çözülememektedir.

KAMU HİZMETLERİNDE NE DURUMDAYIZ?

Eğitim hizmetlerinin  kalitesi son derece düşmüş olup ayrıca toplumun yüzde 90’ından fazlası kaliteli eğitime ulaşamamaktadır. Kalitesiz eğitim ise kalitesiz üretime neden olmaktadır. Çözümü temel eğitimin bilimsel ve laik niteliği korunarak kaliteli eğitim verenler dışındaki özel eğitimin kamulaştırılmasıdır.

Sağlık hizmetleri genel olarak son derece yetersiz, kalitesiz ve pahalıdır.
Ayrıca, yetişmiş doktorların yurtdışına gitmeleri ise hizmet kalitesini daha da düşürmüştür. Çözüm, kaliteli sağlık hizmetleri sunan özel vakıf hastanelerin dışındakilerin kamulaştırılmasıdır.

Toplu taşımacılıkta karayolu taşımacılığının sosyal maliyeti deniz yoluna göre 15, demiryoluna göre 10 ve havayolu taşımacılığına göre, yaklaşık 5 kat daha fazla olduğu tahmin edilir. Burada çözüm olarak denizyolu taşımacılığının Yunanistan örneğinde olduğu gibi artırılmalı, İspanya örneğinde olduğu gibi saatte ortalama 300 km hız yapan hızlı trenlere ağırlık verilmelidir. Böylece önemli akaryakıt tasarrufu sağlanacaktır.

Sosyal konutlar düşük gelirlilere kiralanmalı ve isteyene satılmamalıdır. Kişi başına düşen milli gelirin 62 bin dolar olduğu Viyana’daki konutların yarısına yakını sosyal konuttur. Böylece emlak rantı önlendiği gibi ayrıca sosyal konutlar ayda ortalama 500 Avro’ya kiralanmaktadır. Türkiye’de tam tersi yapılmakta olup üretilen sosyal konutların yoksullara kiralanması yerine satılması ise yoksulluğun artmasına katkıda bulunmaktadır.

SOSYAL DEVLET

Bu hizmetlerin aile bütçesindeki ağırlığı %70’lerde olup gerisi gıda harcamalarına gider.
Kamu hizmetlerinin payı yarı yarıya düşürüldüğünde enflasyon ve asgari ücret sorunu kendiliğinden çözülecektir.
Çözüm önerilerimiz kısa zamanda gerçekleştirilemeyeceğinden, etkin bir planlama uygulamasıyla birkaç yılda kendiliğinden olacaktır.
Bu nedenle başta sendikaların, CHP ve muhalefetteki partilerin Atatürk’ün başarıyla uyguladığı bu tür bir sosyal devlet politikasını savunmaları gerekmektedir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 27 Kasım 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

LİBOŞ

CHP İstanbul Milletvekili Namık Tan, “Bakınız bugün Mavi Vatan’dan ne Dışişleri Bakanı ne Cumhurbaşkanı söz ediyor. Zira Yunanistan’la Ege’de bahar yaşanıyor. Bu fena mı? Kötü mü? Asla.”

Bu adam Yunanistan’da AKP şubesi açmalı … 

HIRSIZ

RTE’nin açtığı dava ile yargılanan Kılıçdaroğlu,

  • “Karşınıza Sayın Yargıç, ‘hırsıza, hırsız’ dediğim için çıktım… Başçalan, Hırsız ve Başhırsız’ dedim” ifadelerini kullandı ve sözlerinin hiçbirinden pişman olmadığını dile getirdi.

Nasrettin Hoca ne demişti? “Hırsızın hiç suçu yok mu?”..

KAYIP

İçişleri Bakanı Yerlikaya,150 bin 327 sığınmacının kaybolduğunu, Avrupa’ya gittikleri değerlendirildiği için kayıtlardan sildiklerini söyledi.

Bu yöntemle hiç sığınmacı kalmaz (!!)…

MAHRUKİ

Seçim dürüstlüğü anketinde 165 ülke içinde 123’üncü olan ülkemizde YSK’yı eleştiren
Nasuh MahrukiHalkı yanıltıcı bilgi vermekten ve yargı organlarını aşağılamaktan” tutuklandı.

Halkı yanıltan yargıyı kim tutuklayacak?.. 

İMAM

Öğretmen sayısı sürekli azalırken, DİB’lığı personelinin toplam memurlar içindeki payı
altı yılda binde 39.7’den binde 44.2’ye çıktı.

Ülkede ahlaksızlık neden artıyor?..

ANAMIZ

Yılda 3.5 milyar TL kar eden Çayırhan Termik Santrali yaklaşık 2 milyar TL’ye satılmaya çalışılıyor.

Alıcı adaylarından biri de Cengiz.

İktidar bir yandan, Cengiz öbür yandan milletin anasına “doyamadılar“!!…