Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Ders konusu: Siyanür liçi… (Kurum’un çevre karnesi-2)

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset15.02.2024, BİRGÜN 

– Günaydın, bugünkü dersimizin konusu, siyanür liçi yöntemi ile altın işletmeciliği,

– Ama… , mevzuata göre mümkün değil..

– Sorun da zaten burada düğümleniyor:  AB mevzuatına göre yasak. Buralarda bu yöntemle madencilik faaliyeti yapamayan çokuluslu şirketler, Türkiye’ye gelip mevzuat esnekliğinden yararlanarak siyanür liçi yöntemi ile maden işletmeciliği yapıyorlar.(…)

Karşılaştırmalı Anayasa hukukunda çevre hakkı’ dersine böyle bir diyalog ile başlamıştım, 14-15 yıl oluyor Limoges Üniversitesinde.

O yıllarda siyanür liçi yöntemi ile altın işletmeciliği, Bergama’dan ve Cerattepe’ye Türkiye coğrafyasına yayılırken ‘Eurogold’ çokuluslu şirketi gündemde idi.

Kurum’un kent karnesi’ (1 Şubat), kent ile sınırlı değil. ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği’ bakanlığının görev ve yetki alanı çok geniş. Aslında, bir yandan kentsel-kırsal-kültürel çevre, öte yandan, doğal-tarihsel-kültürel boyutları ile bütünleşik çevre yaklaşımı, çevre hukukunun genel ilkesi.

YİNE TORBA

27. Yasama döneminde Çevre Komisyonunda görüşülen iki torba yasa teklifi dışında, ‘bütünleşik çevre’nin ortak paydalarını oluşturan imardan madenlere, kıyılardan ormanlara geniş bir alanın onlarca torbaya nasıl dağıtıldığı üzerine sayısal bilgiler vermiştim. Yalnızca maden yasası 5 kez değiştirildi. TBMM gündemindeki torba “Maden Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” de, yağma iradesinin sürekliliğini teyit ediyor.

EKOKIRIM SUÇU

Ruhsatı 2004’te, Bakan Kurum döneminde kapasite genişletme için ÇED olumlu raporu verilen (31.12.19) deprem fay hattı üzerindeki İliç Anagold işletmesi, en başta ihtiyat, çevre hukukunun bütün ilkelerini ihlal ederek korkunç bir afet yarattı. (AS: Precautionary principle)

Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınan siyanür liçi yöntemiyle maden işletmesi üzerine AYM ihlal kararı (17 Ocak), yalnızca aysbergin (buzdağının) görünen bölümü : ÇED olumlu raporu, kapasite artışı, keşif heyeti yetersizliği, bilirkişi keşfinin eksiklikleri, tarım ve hayvancılıkla ilgili hususların ihmali, gerekçesizlik vb., geniş ölçekte zarar verilen doğal ekosistemin tahrip edilmesiyle oluşan ekokırım suçudur. Öyle ki, Fırat nehrine olası bir siyanür akışı, sınıraşan ekokırıma bile neden olabilir.

CİNAYET

Türkiye ekosistemini koruyucu Anayasa hükümlerine karşın çevre hukuku mevzuatının (AS: başta 2872 s. yasa) delik deşik edilmesinde kilit konumda olan Bakanlık, ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’ni sürekli değişikliklerle işlevsizleştirdi. ÇED raporları,  Ceratttepe’den İliç’e siyanür liçi madenciğini meşrulaştırma aracı olarak kullanıldı.

Böylece, ‘çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önleme’ (AS: Anayasa m.56) yükümlülüğünü yasama ve yürütme,  ‘engelleme, bozma ve kirletme’ye dönüştürdü. Bu durumda, ‘düzenleme, denetleme, yaptırım’ zinciri, daha ‘düzenleme’ aşamasında kırılmış oldu.

SİYASAL KLİANTELİZM

Ekokırım tehlikesi olan her yerde hukuk mücadelesi veren Av. İsmail Attal’ın ilettiği bilgiye göre maden ruhsat sayısı: 1186 (1923-2002) ve 386.000 (2002 sonrası).

Dünyanın en tehlikeli kimyasallarının su gibi kullanıldığı bir madencilik, AKP ve ona 2016’da eklemlenen MHP tarafından “oy avcılığı” için kullanılıyor;

  • İktidarın bekası için ülke yok ediliyor.a karşı şiddet kullandırtarak kolluğa suç işleten Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme, Anayasal ve siyasal kurum ve kuralları dezenformasyon eşliğinde tasfiye ile yetinmedi; hukuku katlederek ülkeyi yağmalattığı çokuluslu şirketler yoluyla sınıraşan felaket riski de yaratmış bulunuyor.

Partiler arası eşit yarış koşullarını kaldıran AKP-MHP yöneticileri, ülke talanını örtmek için, CHP ve DEM Partisi içişişleri ile uğraşıyor.

ÜLKE İÇİN..

Çevre yağması ve toplumsal yoksullaşma koşutluğunda, Eurogold’dan –Akkuyu üzerinden Rusya hegemonyası dahil- Anagold’a, Türkiye ülkesinin yağmalanmasına karşı,  yargı organlarını ve TBMM’yi göreve çağırmakla sınırlı değil yurttaşlık sorumluluğu.

  • Bütün yurtseverler, iktidar bekası için ülkeyi yağmalatan ve yağmalayan yerli ve yabancı işbirlikçilere karşı düşünsel, hukuksal ve eylemsel mücadele güçlerini birleştirmeli.

Laik Cumhuriyetin temel taşı: Medeni Kanun

Sinan Meydan
Sinan Meydan
sinan.meydan@hotmail.com
14 Şubat 2024, Cumhuriyet

 

Medeni hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır.“(Atatürk, 1924)

Atatürk, Türkiye’de tam bağımsızlığın, ulusal egemenliğin, çağdaş uygarlığın güvencesi olan
laik Cumhuriyetin temeline laik hukuku, yani insan aklının ürünü yasaları yerleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti, laik hukuku benimsediği içindir ki, Türkiye’de egemenlik kayıtsız şartsız milletin olabildi; akla ve bilime dayalı çağdaş bir sistem kurulabildi ve kadınlara en temel hakları verilebildi.

24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunulan, 17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu, hiç kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti’ni laikleştiren en önemli hukuk devrimlerinden biridir.

OSMANLI’DAKİ DENEMELER

Batı karşısında geri kalan Osmanlı’nın değişen çağa uyma çabası ve Batılı devletlerin Osmanlı’daki azınlıkları koruma isteği, 19. yüzyılda Osmanlı’da Medeni Kanun tartışmasını da başlattı. Kimi devlet adamları, Osmanlı Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan, özellikle de Fransa’dan alınmasını savundular. Bu düşünceyi savunan Tanzimatçı Ali Paşa, bir “Code Civil Komisyonu” kurup Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme etmeye başladı. Buna karşı, Osmanlı Medeni Kanunu’nun İslam hukukuna dayanması gerektiğini ileri süren Ahmet Cevdet Paşa da bir “Mecelle Komisyonu” kurup bu yönde çalışmaya başladı. Sonunda İslam hukukuna dayalı bir Medeni Kanun düşüncesi kabul gördü. Sekiz yıllık çalışma sonunda toplam 16 kitaptan oluşan 1851 maddelik Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye hazırlandı. Bu kanun, 1869-1876 arasında yayımlandı.

Şeriata aykırı olma korkusuyla kişi, aile ve miras hukukunu içermeyen Mecelle’nin gerçek bir Medeni Kanun olmadığı açıktır. Mecelle’nin bu eksikliğini tamamlamak için 1916’da, İttihat ve Terakki döneminde iki yeni komisyon oluşturuldu. Bu komisyonlardan birinin hazırladığı yasa tasarısı, 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” adıyla kabul edildi. Bu Kararname, erkeğin mutlak boşanma hakkına ve çok evliliğe kimi sınırlamalar getirmişti. Ayrıca o zamana dek serbest bırakılan gayrimüslimlerin evlenme hukukunu düzenlemişti. Müslüman-gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının tepkisini çeken bu Kararname, işgal sırasında, 19 Haziran 1919’da İstanbul hükümetince yürürlükten kaldırıldı.

 ATATÜRK’ÜN MEDENİ NİKÂHI

Büyük Taarruz sonrası İzmir’e giden Atatürk, orada Latife Hanımla tanışıp görüştü. Atatürk ve Latife Hanım, 23 Ocak 1923’te evlendiler. O dönemde nikâhlar dinsel hukuka göre yapılıyordu. Nikâh sözleşmesi genelde din adamlarınca yapıldığı için nikâhlara “imam nikâhı” deniliyordu. Evlenecek kadının nikâha katılıp evleneceği erkekle yan yana oturması yasak olduğundan, nikâh törenlerinde evlenecek kadını “vekili” olan başka bir erkek temsil ediyordu.

Fakat Atatürk ile Latife Hanım’ın nikâhları medeni kurullarla gerçekleşti.

Öncelikle nikâhı bir din adamı (imam veya müftü) değil, bir kadı, yani bir yargıç (İzmir Merkez Kadısı Ömer Fevzi) kıydı. Törende her iki yan da hazır bulundu. Ayrıca tanıklar ve çağrılılar da  oradaydı. Kadı Ömer Fevzi Efendi, önce Latife Uşaklıgil’e, sonra Mustafa Kemal’e evlenip evlenmek istemediklerini sordu.

Böylece Atatürk, evlenecek çiftlerin görücü usulüyle değil, bizzat tanışıp görüşerek, nikâhta birlikte yan yana bulunarak, tanıkların ve çağrılıların huzurunda, kendi özgür bildirimleriyle devleti temsil eden bir memur tarafından nikâhlanmaları yöntemini, yani medeni (çağdaş) nikâhı, doğrudan kendi nikâhında uyguladı.

Atatürk’ün 1923’teki medeni nikâhı, 1926’daki Medeni Kanun’un ilk işareti gibiydi.

HAZIRLANMA SÜRECİ

Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 1923’te, Adalet Bakanlığı iki komisyon kurdu. Bu komisyonlara, İslam fıkhına dayanarak bir Medeni Kanun hazırlama görevi verildi. Ancak bu komisyonların hazırladığı şeriata (dinsel hukuka) dayalı Medeni Kanun tasarısı beğenilmedi. 1923’te Cumhuriyetin ilanı, 1924’te Halifeliğin, Şeriye (Din) ve Evkaf (Vakıflar) Bakanlığı’nın kaldırılması, şeri (dinsel) mahkemelerin kapatılması üzerine, 1924’te bu komisyonlar yenileriyle değiştirildi. Çünkü Atatürk, laik bir ulus devlet kuruyordu. Bu yeni devletin yepyeni çağdaş yasalara gereksinimim vardı. Atatürk, 1 Mart 1924’teki Meclis konuşmasında yasaların çağdaşlaştırılmasını istedi.

Atatürk, çağdaş yasaları uygulayacak çağdaş hukukçular yetiştirmek istiyordu. Bu amaçla 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’ni açtı. Atatürk, orada yaptığı konuşmada, eski dinsel hukuka son verip yeni/laik hukuku kabul edeceklerini söyledi:

  • Millet, dini ve mezhebi bağ yerine Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır… Cumhuriyet Türkiye’sinde eski yaşam kuralları, eski hukuk yerine yeni yaşam kurallarının ve yeni hukukun geçmiş bulunması bugün hiç duraksamadan kabul edilecek bir oldubittidir… Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski hukuki esasları temelinden kaldırmak teşebbüsündeyiz…

Atatürk’ün isteğiyle çağdaş bir Medeni Kanun için çalışmalara başlandı. Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) başkanlığında 26 uzmandan oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, dünyadaki medeni kanunları inceledi. Fransız Kanunu’nu eski, Alman Kanunu’nu eksik ve karışık bulan komisyon, yeni, yalın, anlaşılır, modern ve demokratik özelliklere sahip ve yargıca geniş takdir yetkisi veren “İsviçre Medeni Kanunu”nda karar kıldı. 1874-1876 arasında Almanya’da hazırlanan medeni kanundan alınıp 1912’de İsviçre’de yürürlüğe giren bu yasa, o zamanın dünyasında en son hazırlanmış, en çağdaş medeni yasaydı. Bu nedenle Türkiye’den önce Japonya’da, Türkiye’den sonra Çin’de medeni yasanın temelini oluşturmuştu. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 530; Gülnihal Bozkurt, “Atatürk’ün Hukuk Alanına Getirdikleri”, Atatürk Araştırma Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2007).

İsviçre Medeni Kanunu’nun, kimi uyarlamalar yapılarak bir bütün olarak alınmasıyla oluşan “Türk Medeni Kanunu Tasarısı” 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunuldu.

Mahmut Esat Bozkurt, tasarı konusunda şunları söyledi:

  • Medeni Kanunumuzun en önemli bölümlerini, özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir… Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri, şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.

Bozkurt, Türk Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan alınmasını eleştirenlere de çağdaş uygarlık ailesine mensup ulusların gereksinimleri arasında büyük farklar olmadığını, artan toplumsal ve ekonomik ilişkilerin insanları bir aile durumuna getirdiğini, çağdaş uygarlık ilkelerini kabul etmeye karar veren Türk ulusunun, o uygarlığın gereklerine uyacağını söyledi. Ünlü sosyolog Max Weber de “Ekonomi ve Toplum” adlı yapıtında dünyadaki büyük hukuk sistemlerinin birbirlerinden farklı özellikler taşımadıklarını belirtmişti.

Sosyal yaşamda kadın – erkek eşitliğini savunan İsviçre Medeni Kanunu, Türk aile yapısına uygundu. Komisyon sözcüsü Şükrü Kaya’nın ifadesiyle “İsviçre Medeni Kanunu,  kendi toplumumuza uygun olduğu için doğrudan doğruya alınmıştır.” Örneğin, İslam öncesi Türklerde kadın, boşanma ve miras gibi en temel haklara sahipti. Eski Türklerde genel olarak kadın – erkek eşitti. Türk kültürüne uymayan şeri yasalardı; çok eşlilikti, kadının miras, boşanma vb. haklarının olmamasıydı. Cumhuriyeti kuranlar, İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul ederek, gerçekte Türk kadınının İslam öncesinde sahip olduğu, fakat İslami dönemde, yüzyıllar içinde elinden alınmış en temel haklarını Türk kadınına geri verdiler.

TBMM’de madde madde değil, bir bütün olarak oylanan tasarı, 17 Şubat 1926’da 743 sayılı “Türk Medeni Kanunu” olarak kabul edildi. Kanun, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi.

İki ay kadar sonra da -İsviçre Borçlar Kanunu’na dayanılarak- Medeni Kanun’un devamı niteliğinde bir “Borçlar Kanunu” çıkarıldı. (22 Nisan 1926).

MEDENİ KANUN’UN GETİRDİKLERİ

Atatürk, 1923’te cumhuriyeti ilan ederken Türkiye’de kadınların temel haklarını güvenceye alan gerçek bir medeni yasa yoktu. Varolan düzende yalnız erkeğin boşanma hakkı vardı. Mirasta kız çocuklar erkek çocukların yarısı kadar pay alabiliyordu. Kızlar, çocuk yaşta evlendiriliyordu. Mahkemede ancak iki kadın bir erkek tanığa denk sayılıyordu. Kadın-erkek bir arada bulunamıyordu. İşte 1926 Türk Medeni Kanunu, kadına yaşamı zindan eden bu çağdışı düzeni yıktı.

1926 Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal ilişkileri şeriatla (dini hukukla) değil, çağdaş hukukla belirlendi, böylece;

– Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, mirasta, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak kadın-erkek eşitliği sağlandı.
– Evlilikte kadının kendi iradesi yeterli sayıldı.
– Evlilikte resmi nikâh zorunluluğu getirildi.
– Evliliğin mahkeme kararı ile sona erdirilmesi ya da boşanma belirli nedenlere bağlandı.
– Çok eşlilik yerine tek eşle evlilik kabul edildi.
– Kadınlara istedikleri mesleği seçme hakkı verildi.
– Çocuğun hakları güvenceye alındı. (Örneğin çocuk yaşta evlilikler yasaklandı. Evlilik dışı doğan çocukların babalarına soybağı ile bağlanması için babalık davası açılabilmesi kabul edildi.)
Patrikhane’nin din dışındaki yetkileri kaldırıldı.

1926 Türk Medeni Kanunu ile kadın, insanlık onuruna yakışmayan kısıtlamalardan, bağlardan kurtarıldı; sosyal hayatta (toplumsal yaşamda) her bakımdan kadın – erkek eşitliği sağlandı. Bu sayede kadınlar, eğitim öğrenim görüp çalışma yaşamının her alanında kendilerine yer buldular, maddi-manevi güvencelere sahip oldular.

Türk Medeni Kanunu ile din ayrımı gözetilmeksizin tüm yurttaşlar eşit haklara sahip kılındıkları için azınlıklar, kendilerine Lozan Barış Andlaşması ile tanınan haklardan vazgeçtiler. Böylece ülkede hukuk birliği sağlandı. Yurttaşlık bilinci güçlendi. Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak borçlar ve ticaret kanunları, mali sorumluluklar, oturma yeri, soyadı gibi konularda da çağdaş düzenlemeler yapıldı. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma, 1933’te muhtar ve aza seçme-seçilme ve 1934’te de milletvekili seçme-seçilme hakkı tanındı.

Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal yaşamı, değişmeyen dinsel kurallar yerine, insan aklının ürünü olan değişebilir dünyevi (seküler) kurallarla düzenlendi. Bu sayede Cumhuriyetin laik karakteri güçlendi.

Dönemin sosyolojisi içinde Medeni Kanun’un, kadın-erkek eşitliğine aykırı kimi yönleri ise Türkiye’de toplumsal aydınlanmanın artmasıyla değiştirilebilecekti ve zamanı gelince değiştirildi.

Gerçek şu ki; sanayileşmemiş, aydınlanmamış, yüzyıllarca dinsel bir monarşiyle yönetilmiş, kadının her bakımdan baskılandığı, %10’u bile okur-yazar olmayan erkek egemen bir din-tarım toplumunda cumhuriyetin ilanından salt üç yıl kadar sonra çağdaş bir medeni yasanın kabul edilmesi çok büyük bir devrimdir. Türk Medeni Kanunu sayesinde Türk kadını evde, işte, mahkemede, okulda, sokakta, ilerleyen zamanda Meclis’te, kısacası toplumsal yaşamda erkekle eşit haklara sahip olabildi. Bugün Türkiye’de kadın, İslam ülkelerinin aksine, aileden iş yaşamına, kültür ve sanattan spora her alanda eşit, özgür biçimde kendini gösterebiliyorsa bu, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin Türk Medeni Kanunu ile başlattığı çağdaş dönüşümün eseridir.

  • Dün olduğu gibi bugün de laik Cumhuriyet düşmanı çevrelerin hedefinde Türk Medeni Kanunu vardır. Çünkü laik Cumhuriyetin temel taşı Türk Medeni Kanunu’dur.

Ordudan Çıkartılan Atatürkçü Teğmenlere

Teğmenim,

Öncelikle seni Atatürk’e cesaretle sahip çıktığın için yürekten kutluyorum.

10 Kasım’da yakasına Atatürk resmi takmayanlara gösterdiğin tepki senin yiğit bir Atatürk askeri olduğunu gösteriyor.

Ebedi başkomutanımız Atatürk’ün Okulu olan Harbiye’de ‘harbiye ruhu” dediğimiz niteliği kazandığın anlaşılıyor. Keşke tepki gösterdiğin arkadaşların da senin gibi olsalardı.

Başına gelebilecekleri düşünerek onlara hiç tepki göstermez sessiz kalsaydın harbiye ruhuna aykırı harekette etmiş olurdun.

Senden yaşça büyük bir Harbiyeli olarak, seni yürekliliğinden ve ilkeli davranışından dolayı kutluyorum.

Ordudan çıkarılmanı haksız buluyorum.

Ebedi başkomutanımız Atatürk’ün ordusunda O’nu inkar edenlerle (yadsıyanlarla)
O’na sahip çıkanlar aynı ceza ile karşılaşmamalıydı.

Fakat üzülme kardeşim.
Davranışınla övünç duy.
Almış olduğun eğitim ve kişiliğinle her zaman ve her yerde bu ülkeye ve halka Atatürk’ün askerine yakışır biçimde hizmet borcunu ödemeyi sürdürebilirsin.

Senden bu beklenir.

Gözlerinden öperim. 14 Şubat 2024

Em. Tuğg. Cihangir Dumanlı

1972

Çarşamba iğneleri : 14 Şubat 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

HIYANET

Cumhuriyet’e ‘Darbe’ diyen Hüda Par’lı Serkan Ramanlı, Batman’da ‘Ana dilimi seçiyorum’ kampanyası başlattı. Sınıflara girip Kürtçe ders verdi.

Diyanet İşleri Başkanlığı çalışanlarının %80’inin “Diyanet’te torpil ve kayırmacılık var” dediği ortaya çıktı.

Milli Eğitim de, Diyanet de Laik cumhuriyete hıyanette…

İLŞİKİ

RTE, Adliye’ye yapılan DHKP-C saldırısını da CHP’yle ilişkilendirdi.

Çamur deryası…

ÜYE

RTE, İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline onay veren yargıcı AYM üyeliğine atadı.

Bağımlı yargı, vicdansız adalet…

RANT

MHP’li Karabük Belediye Başkanı, ”AKP siyaseti, bir yerde rant varsa onu peş keş çekmekle başlar.

Dost doğruyu söyler…

TEHDİT

Hatay’da CHP‘li belediye olmadığı için hizmet gelmediğini söyleyen RTE, Tekirdağ’da “Bizde sırf kendine oy vermedi diye depremzedeleri dışarı atmak yok. Bizde CHP gibi milleti tehdit etmek yok” dedi.

Yeni yasal düzenleme ile Belediyelerin yatırım için iç borç alması, Cumhurbaşkanı yetkisine bağlandı.

Mart kedisi hem yapar hem başkasına atar…

YARDIM

Depremzedelere yardım için toplanan malzemeler bir yıl sonra AKP’li Üsküdar Belediyesi’nin otoparkından çıktı.

Adamları alnı secdeye değiyor!..

Hedefteki kilit taşı: Laiklik

Olaylar Ve Görüşler

Prof. Dr. Can CEYLAN

12 Şubat 2024, Cumhuriyet

“Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakiki yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin emir ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.” (M.K. Atatürk)

Anayasamızın 2. maddesi

  • “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Anayasanın 4. maddesi de devletin cumhuriyet, resmi dilin Türkçe ve bayrağımızın Türk bayrağı olduğuna hükmeden 1. ve 3. maddeleri de içine alarak, bu maddelerin değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceğini vurguluyor.

EVRENSEL DEĞERLER

Karşıdevrimin temelleri, 1950’li yıllarda Menderes hükümetinin antidemokratik karar ve uygulamaları ile atılmaya başlanmıştır. Ardından, Amerikan güdümlü 1980 askeri darbesinden sonra, çağdaş evrensel değerlerin örselenmesi, dinsel figürlerin daha da ön plana çıkarılmasıyla, karşıdevrim hamlelerinin en önemli enstrümanı olan siyasal İslam projesinin yolu açılmış oldu. 2002’de, ülke siyasetinin yaşadığı çalkantılı süreç, ülke ekonomisindeki olumsuz gidişle birleşince; emperyalist güçlerin gizli amaçlarını gerçekleştirmek için, 1923’ten beri bekledikleri fırsat fişeği, AKP’nin siyaset sahnesine sürülmesiyle ateşlenmiş oldu.

Ardından, Atatürk ilke ve devrimleri, Cumhuriyet kazanımları; emperyal işbirlikçi FETÖ yapılanmasının devlet kurumlarına ve Türk Silahlı Kuvvetlerine sızarak ya da AKP korumasıyla sızdırılarak güç kazanması ile  hedef durumuna getirilmiş oldu.

AKP lideri

  • “Hem laik hem müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar, ikisinin bir arada olması mümkün değil..”

gibi anayasa ve laiklik karşıtı söylemlerini her fırsatta dile getiriyordu artık. Ülkenin kurucusu ve Cumhuriyetin temel değerleri konusundaki asılsız ve olumsuz söylemler de hız kesmeden sürüyor.

TEK ADAM YÖNETİMİ

Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki kurucu ilkelere bağlı yurtsever kurmayların Ergenekon, Balyoz kumpasları ile tasfiye edilmesi, demokratik parlamenter sistemden partili tek adam yönetimine geçilmesi, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması, yürütmenin yansız olması gereken partili cumhurbaşkanınca atanması ve Meclis denetiminden soyutlanması, yasamanın işlevsiz duruma getirilmesi; karşıdevrimin en önemli hamleleri olarak tarih sayfalarında yerini alacaktır. Kuşkusuz; AKP’nin iktidarını sürdürmesindeki en önemli kozu, siyaset kurgusunda din unsurlarını (ögelerini) fazlasıyla (AS: aşırı!) kullanması, seçim yitirme riski ortaya çıktığında da kutuplaştırma söylemlerini, “iktidar değişirse ülke bekasının bozulacağı” sopasını devreye sokmasıdır.

Önümüzdeki süreçte demokratik parlamenter sistemin yeniden kurulması, kurucu değerlerin yeniden ülke yönetiminde egemen kılınması noktasında muhalefet partilerine büyük görevler düşmektedir.

Bu görevlerin belki de en önemlisi; demokratik çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması, ülkede barış ve huzur (erinç) ortamının güvence altına alınması, evrensel değerlerden beslenen kalkınma girişimlerinin yaşama geçirilmesi için laiklik ilkesinden asla ödün verilmemesi, laikliğin sırf (salt) dinsel inançlar için değil tüm temel insan hakları ve özgürlükler için gerekli  (zorunlu) olduğunun halka anlatılıp benimsetilmesidir.

Başka bir deyişle laiklik, insanın kendi içinde yaşaması gereken dinsel duyguların siyasal propagandalara malzeme edilmemesinin, inançların sömürülmemesinin ana sigortası ve kilit taşıdır.

İslam, şeriat ve Türklük

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
12 Şubat 2024, Cumhuriyet
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

 

“Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 1 Şubat 2024 tarihinde “Diyanet Akademisi”nde yaptığı konuşmada, şeriat düşmanlığını eleştirerek ve “İslamın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık, esasında dinin bizatihi kendisine husumettir.” diyerek, İslamı köktendinciliğe indirgediği gibi, anayasadaki laiklik ilkesini de yok saydı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, şeriatı savunan ilk cumhurbaşkanı ve yürütme organı yöneticisi oldu!

Erdoğan böylece, şeriatı kabul etmeyen, laiklik ilkesini benimseyen ve buna rağmen kendisini Müslüman olarak tanımlayan onlarca milyon vatandaşın ve şeriatın İslamın özünde olmadığını savunan ilahiyatçıların görüşünü de yok saydı.
***
Erdoğan aynı konuşmada, “Kuran’a ve hadise sıkı sıkıya sarılmak”tan da söz etti. Oysa İslam dininin temeli “hadisler” değil, Kuran’dır. Kuran’da da herhangi bir devlet ve siyaset modeli ortaya konmamıştır.

  • Kuran ayetleri, Müslümanlar için bir öneri ve öğüt niteliği taşımaktadır. 

Ayrıca hadisler olarak bilinen metinlerde, anayasa ve yasalarla çelişen birçok unsur olduğu gibi, Kuran ayetleriyle çelişen birçok unsur da bulunmaktadır.

Bunun da ötesinde, Müslümanlara göre Kuran ayetleri, Allah tarafından peygambere vahiy yoluyla aktarılan ayetlerdir. “Hadisler” ise “din âlimleri” olarak anılan kişilerin Kuran yorumlarından ve buyruklarından oluşmaktadır.
***
Ayrıca, yalnızca Kuran ayetleri dikkate alınacak olsa bile, Kuran’daki bazı ayetlerin de anayasayla ve yasalarla çeliştiği açıktır. Örneğin

  • hırsızın elinin kesilmesi,
  • zina yapana 100 kez değnekle vurulması,
  • kadının mirasta ve tanıklıkta erkekle eşit olmaması,
  • kadının gerektiğinde dövülmesi gibi öğütler ve öneriler,

anayasaya ve yasalara aykırıdır.

Günümüz hukukuna göre hırsızlığın cezası hapistir; zina boşanma gerekçesi arasındadır; kadın ve erkek tüm haklarda eşittir; el kesmek, değnekle birisine vurmak ve birisini dövmek cinayete teşebbüs veya darp suçudur.

Bu durumlarda vatandaş, Müslüman da olsa, Kuran ayetine göre değil, anayasaya ve yasalara göre hareket etmekle yükümlüdür. Bunun aksini savunmak Afganistan, İran ve Suudi Arabistan’daki teokratik düzeni savunmak anlamına gelir!
***
Erdoğan aynı konuşmasında, anayasadaki Türklükkavramını da çarpıtarak, “Tarih kitaplarına şöyle bir göz attığınızda karşınıza çıkacak hakikat şudur: Türk demek, aynı zamanda Müslüman demektir.” diyerek, saçma bir iddiada daha bulunmuştur.

  • Anayasada Türklük, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden değil, vatandaşlık üzerinden tanımlanır.

Bu aynı zamanda laiklik ilkesinin gereğidir. Çünkü Müslüman olmayan, örneğin ateist, agnostik, deist, panteist, Şamanist, Hıristiyan, Musevi olan milyonlarca Türk ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da vardır.

Türklük kavramına etnik kimlik, ana dil ve tarih üzerinden bakıldığında da, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkler, göç etmeden önce Müslüman değil, Şamanist ve Tengrici idiler. Türkler batıya doğru göç sırasında ve sonrasında, Müslüman olan Araplarla ve Perslerle karşılaşınca, Müslümanlığı benimsediler veya benimsemek zorunda kaldılar.

Türklüğü Müslümanlıkla özdeşleştirmek, anayasaya ve tarihsel olgulara aykırı olduğu gibi;
bir Türk vatandaşını, Türk olmayan bir Müslümandan ayırmayı da olanaksızlaştıran, milli değil, ümmetçi bir zihniyetin göstergesidir.

Erdoğan’ın Türkün Müslüman, Müslümanın da şeriatçı olması gerektiğini savunduğu bu vahim konuşmasında, kendisi gibi düşünmeyenleri, “cahil”, “kibirli”, “nobran”, “kendini bilmez”, “pervasız” olarak nitelendirmesi de ayrı bir fiyaskodur.

Başta CHP olmak üzere muhalefet partisi yöneticilerinin, Erdoğan’ın açıklamaları karşısındaki sessizliği, Cumhuriyetin yıkılmasına hizmet etmekten başka bir anlam taşımaz!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İslam, şeriat ve Türklük12 Şubat 2024

Yapay zekâ5 Şubat 2024

==========================================

Dostlar,

Bilindiği gibi, web sitemize aktardığımız ve sosyal medya hesaplarımızda da paylaştığımız bu köşe yazısının yazarı Sayın Örsan Öymen, ODTÜ‘de Felsefe Profesörüdür.

Felsefe bize doğru düşünme yöntemlerini öğretir. Olgulara yaklaşırken öznel (subjektif) değer yargılarımıza göre değil, olgular hakkında bilimsel bilgi temelli “değer bilgisi” yaklaşımını kullanır.

Bu yazıda Erdoğan’ın sözleri tümüyle “öznel (subjektif) değer yargıları” dır.

Değindiği temel ve kritik kavramlara ilişkin bilimsel bilgisinin olmadığı çok açıktır.
Türklük, müslümanlık, şeriat gibi anahtar kavramlar hakkında bilimsel temelli olgusal bilgi
sahibi değildir. Dolayısıyla, Erdoğan’ın bu söyledikleri yanlıştır, bilimsel olarak geçersizdir,

gerçek dışıdır. İmam Hatip Lisesi mezunu olması çelişkiyi daha da derinleştiriyor.

Daha acı bir olasılık, Erdoğan’ın geçerli bilgi sahibi olmasına karşın gerçeği çarpıtmasıdır.
Tuzu biberi ise, yalan – yanlış sözlerini onaylamayanlara yakıştırdığı düzeysiz nitemler
(sıfatlar). Bu tür bir davranışın iler tutar yanı yoktur.
Siyaset bu değildir.
Hiçbir gerekçe ile yalan – yanlış konuşmak ahlaksal – etik bakımdan savunulamaz.

Her 2 gerekçeyle de Erdoğan’ın “meydanı boş bulmuşluğu” hem TEK ADAM rejiminin despotik gücü hem de halkın önemli ölçüde ve yaygınlıkta yetersiz eğitimidir.

Saygın yönetici – politikacıya halkı bu durumda bırakarak sömürmek değil, ATATÜRK gibi millet mektepleri açarak, Köy Enstitüleri kurdurarak ulusal eğitim seferberliği başlatıp demokrasinin yurttaşlarını yetiştirmektir.

İkinci kamburumuz ise bu kişinin ne acı, ne yazık, ne talihsizlik ki Türkiye gibi çok önemli ve

büyük bir ülkenin Cumhurbaşkanı (3. kez seçimi hukuksuz) ve Yürütme’de mutlak egemen (kadir-i mutlak) tek adam oluşudur.

Türkiye bu utanılası tabloyu hak etmiyor ve hızla, artık bu görünümden kurtulmalıdır. Olgular halka, başta muhalefet partileri olmak üzere etkin – yaygın açıklanmalıdır. Bilinçlenen halk, oylarıyla, söz konusu aşağılanmayı reddedecektir. Ulusa öncülük gerek..

Bu bağlamda Laiklik Meclisi çalışmalarının web sitesinden özenle izlenmesi uygun olur.

Bu konuda biz de web sitemizde bir makale yayınladık birkaç gün önce :

“Din = şeriat ve Türk = Müslüman” imiş, yok yahu? | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM

Tıklanıp okunması, yayılması ve gereklerinin yapılması dileğiyle..

21. yy’da uygar insanlık, artık din bezirganlığından mutlaka kurtulmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 12 Şubat 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net
        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

HATAY MAHZUN

Suay Karaman 

3 Şubat Cumartesi günü AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan, partisinin Hatay’da düzenlediği AKP ilçe belediye başkan adayları tanıtım toplantısında,

  • Merkezi yönetim ile yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şimdi Hatay garip kaldı, Hatay mahzun kaldı.” dedi. 

Bu sözler, bilerek ve isteyerek Hatay’a yardım edilmediğinin açık ifadesidir. Zaten bizlerin bildiği bu gerçeği, şimdi AKP genel başkanı itiraf etmiştir. Yerel seçimler öncesinde seçmenlere gözdağı olarak söylenen bu sözlerin gereği yapılmalıdır. 

Hatay’ın CHP’li bir belediye tarafından yönetilmesi nedeniyle yardım yapılmadığının itirafı olan bu sözler üzerinde düşünmek gerekir. Depremden dört gün sonra Hatay’a ulaşılması, arama kurtarma çalışmalarının yeterli olmaması, geçen bir yıla karşın halen insanların çadırlarda ve konteyner kentlerde yaşatılması, birçok yerde elektrik ve su bulunmaması, halen birçok kamu hizmetinden yoksun olan Hataylılara yapılan büyük bir haksızlıktır. CHP’li belediye tarafından yönetilen Hatay’a verilen sözler tutulmadığı gibi, AKP’li belediyeler tarafından yönetilen diğer kentlerde de deprem sonrası verilen sözler tutulmamıştır. 

Hatay mahzun” söylemi üzerine Halkın Kurtuluş Partisi, Tayyip Erdoğan ve Murat Kurum hakkında “görevi kötüye kullanma”, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “nefret ve ayrımcılık” ve “resmi belgeyi bozmak, yok etmek veya gizlemek” suçlarını işlediklerini belirterek Hatay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Bu suç duyurusundan bir sonuç çıkmayabilir ancak tarihe not düşülmüştür ve zamanı gelince gereği yapılacaktır. 

Bu söylemden çıkan sonuç şudur :

  • CHP’li belediyelerin yönettiği Ankara, İstanbul, İzmir gibi kentlerde de deprem olsa, arama-kurtarma çalışmaları çok yavaş yapılacaktır,
  • Hatay’da ne yaşandıysa, aynıları yaşanacaktır.
  • Bu söylem açıkça toplumu ayrıştırmaktır, bölmektir.
  • Bu söylem siyaset değildir.
  • Hatta bu söylem, tıp biliminin konusuna bile girebilir.
    (AS: bir hekim olarak; kesinlikle patolojiktir!!)

Yüz binin üstünde binanın çöktüğü depremde, resmi verilere göre 55 bin kişinin ölmesi de inandırıcı değildir. Çünkü AKP iktidarının açıklamalarına inanmak olanaklı değildir. Hatay’da yaşamın normale döndüğü konusunda siyasal iktidarın ve yandaş medyanın yaptığı algı operasyonları gerçeği yansıtmamaktadır. (AS: Kovit salgınında 101 bin ölüm dediler, TÜİK Şubat 2023’te 221 bin “fazladan” ölümü itiraf etmek zorunda kaldı!) Toplam 321 bin ölüm!)

Depremin üzerinde bir yıl geçti ama yaralar sarılamadı, barınma sorunu ile temel ihtiyaç maddelerine ulaşmaktaki sorunlar giderilemedi, eğitim ve sağlık sorunları çözülemedi, yitirilen çocuklar bulunamadı, birçok yerde molozlar kaldırılamadı, halen karanlıkta olan ve susuz olan semtler bulunmaktadır. Hatay garip, Hatay mahzun demek işin en kolayı ama Hatay’ın neden ve nasıl bu duruma getirildiğinin sorgulanması ve hesap sorulması gerekmektedir. Ovaları yapılaşmaya açarsanız, standartların dışında bina yaparsanız, bilim dışına çıkarsanız bu afetler kaçınılmaz olur. (AS: Çok sayıda imar affı!??)

Hatay halkının bu sözlere, bu tehdide aldırmayacağı görülecektir. “Hatay benim kişisel  sorunumdur.” diyen eşsiz liderimiz Atatürk’ten ilham (esin) alan Hataylılar, siyasal şantajlara boyun eğmeyeceklerdir. 31 Mart 2024, gerekli uyarıların yapılacağı tarihsel bir seçim olacaktır. 

Büyük vatan şairi Namık Kemal, 

  • “Millete ümit ettiğim aydınlığı görmeden ölürsem mezar taşıma yazılsın; vatan mahzun,
    ben mahzun..
    ” demişti.

Hatay mahzun değil, ülkemiz mahzun değil, bizler de mahzun değiliz.

Çünkü karanlığın sona ereceğinden ve ülkemizin aydınlığa kavuşacağı güzel günlerin görüleceğinden hiç kuşkumuz yok.

  • Yeter ki Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkalım,
  • tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığında örgütlü mücadele yapalım.

Aydınlık gelecek bizimdir, güzel günler Mustafa Kemal’in çocuklarınındır. 

Azim ve Karar, 12 Şubat 2024

Hak arama mücadelesi ve Can Atalay kararı

Bir ilk gerçekleşti! - Anayurt GazetesiDr. Enver KUMBASAR
Yargıç

08 Şubat 2024, Cumhuriyet

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), 14 Mayıs seçimlerinde Hatay halkının oyuyla seçilmiş bir üyesinin, Av. Can Atalay’ın milletvekilliğini, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nden (CD) gönderilen yazıyı Meclis Genel Kurulu’nda okutarak düşürür.

Av. Can Atalay, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce (ACM) hakkında verilen mahkûmiyet kararı henüz kesinleşmeden milletvekili seçilir ve yasama dokunulmazlığı kazanır (Anayasa m. 83).  Tahliye talebinin (Salıverilme isteminin) reddedilmesi üzerine Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuruda bulunur. AYM henüz karar vermeden, dosyanın bulunduğu Yargıtay 3. CD mahkûmiyet kararını onar ve bir yazıyla durumu TBMM’ye bildirir. Yazı, hukuka ve teamüllere (geleneklere) uygun olarak Genel Kurul’da okutulmaz, bekletilir. AYM, başvuru tarihi itibarıyla hak ihlali (seçilme ve siyasi faaliyette bulunma, kişi hürriyeti ve güvenliği) kararı verir. Kararı, yeniden yargılama, tahliye ve durma kararı vermesi için İstanbul 13. ACM’ye, bilgi ve gerekli düzenlemeyi yapması için TBMM’ye gönderir. İstanbul 13. ACM, AYM kararı gereğini yerine getirmez ve dosyayı Yargıtay 3. CD’ye gönderir. Daire, AYM kararını yok hükmünde sayarak uyulmamasına karar verir. AYM’ye yeniden bireysel başvuru yapılır. Aynı süreç ikinci kez işler ve AYM’nin verdiği ikinci ihlal kararı da yerine getirilmez. TBMM’de bekletilen Yargıtay 3. CD’nin yazısı, İçtüzüğe aykırı bir şekilde Genel Kurul’da okutulur ve milletvekilliğinin düşürüldüğü duyurulur.

AYM kararlarının bütün kişi ve kurumları bağladığı, dolayısıyla AYM’ce verilen hak ihlali kararlarının İstanbul 13. ACM tarafından yerine getirilmesinin hukuken zorunlu olduğu (Anayasa m. 153), aksi uygulamanın disiplin ve ceza sorumluluğunu gerektirdiği, Yargıtay 3. CD’nin bu konuda görev ve yetkisinin bulunmadığı, AYM’nin hak ihlali kararı yerine getirilmediği ve TBMM önünde durduğu sürece milletvekilliğinin düşürülemeyeceği hususları gayet açık ve hukuken tartışmasızdır.

HUKUKUN ARAÇSALLAŞMASI

Anayasanın emredici hükmüne (m.153) rağmen AYM kararının gereğini yapmayan İstanbul 13. ACM yargıçları ile görevli olmadığı halde yetki kullanan Yargıtay 3. CD yargıçları, kararlarının anayasa ve hukuka uygun olmadığını bilmemekte midir? Elbette bilmektedirler! Peki o zaman anayasaya, hukuk devletine ve vicdanlara açık bir meydana okuma niteliğindeki bu kararları hangi cüretle alabilmektedirler? Bu durumu nasıl anlamalı ve açıklamalıyız? Hukuk alanının biraz dışına çıkarak!

Hukuk, sadece “hukuk” değildir. Hukukun bir de ekonomi-politiği vardır ve ekonomi-politik, büyük ölçüde hukuku belirler. Seksenli yılların başından beri dünyada uygulanmakta olan neoliberal kapitalist ekonomi politikaları maalesef toplumlara huzur getirmemiş, bölgesel ve etnik çatışmalara, büyük ekonomik, sosyal ve siyasal krizlere neden olmuştur. Bu durum birçok ülkede yönetimlerin otoriterleşmesine, bu ise hukuk devletinin ve yargı bağımsızlığının zayıflaması, yer yer ortadan kaldırılmasına yol açmıştır. Hukukun/yargının bir araç olarak kullanılması, bu dönemin en sık görülen uygulamasıdır.

Yargı bağımsızlığı anayasal bir ilke olmakla birlikte (Anayasa m. 9, 138), yargının yönetiminden sorumlu ve mahkemelerin bağımsızlığı esasına göre görev yapmakla yükümlü (Anayasa m. 159/1) Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) üyelerinin büyük çoğunluğu doğrudan ve dolaylı yöntemlerle partili cumhurbaşkanı tarafından belirlendiğinden, böyle bir yapıyla yargı bağımsızlığı ve hukuk devletinin gerçekleştirilmesi olanaklı gözükmemektedir. Yargı pratiği bunu acı bir şekilde göstermiş, göstermektedir.

YARGI BAĞIMSIZLIĞI

Bu köşede 2 Aralık 2023’te yayımlanan yazımda belirttiğim gibi, yaşanan yargı krizinde HSK derhal devreye girerek, görevini yapmayan İstanbul 13. ACM heyetini görevden alarak disiplin ve ceza işlemleri başlatması, AYM kararlarının uygulanmasını sağlayacak yeni görevlendirmeler yapması gerekirken ne yazık ki bundan kaçınmıştır.

  • TBMM’nin milletvekilliğini düşürme işlemi İçtüzük ve Anayasaya,
  • Yargıtay 3. CD’nin kararları ise Anayasaya  aykırı olduğundan hukuken yok hükmündedir.

Henüz yerine getirilmeyen AYM’nin hak ihlali kararları ortada durmaktadır.

Bu kararları yerine getirecek kurum, kararlarda açıkça gösterildiği gibi İstanbul 13. ACM’dir. İstanbul 13. ACM görevini yapmıyor ise –ki yapmıyor-, HSK derhal devreye girmeli, Anayasa hükümlerinin üstünlüğü, AYM kararlarının bağlayıcılığı, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı ilkeleri ile hak arama hürriyetinin gereği olarak sözü geçen mahkemeye yeni görevlendirmeler yaparak AYM’nin hak ihlali kararlarının bu mahkemece yerine getirilmesini sağlamalıdır. Bu onun anayasal görevidir.

HSK’nin, bu amaçla devreye girmesi ısrarla talep edilmelidir. Sonuç alınması, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve demokrasiden yana bütün toplumsal güçlerin demokratik mücadelesinden geçmektedir.

6 Şubat sonrası: 14 Mayıs ve 31 Mart

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset, 08.02.2024, BİRGÜN

Parlamenter rejimi ve hükümeti kaldıran 2017 değişikliği, CB’nin Anayasa’nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını “gözetme yetkisi”ni, “temin etme” olarak pekiştirdi. Uygulama ise tersi yönde. İşte güncel bir örnek:

Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı.”
Birinci yılında depremzedeler önünde ayrımcılık itirafı ve tehditle oy istemi.

Kısa bir bellek tazelemesi, buraya nasıl gelindiğini görmek için gerekli.

6 Şubat 2023, saat 04.17…

Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY);

– Enkazlara ilerleyen saatlerde ulaşamadı; ama 8 saat süreyle bant daraltması yaptı ve beton yığınları altında can çekişenler, yakınlarıyla iletişim kuramadı…

-Askeriyeden yardım istemedi.

-İlgili yasaları hemen uygulamaya koymadı ve 36 saat sonra OHAL ilan etti; TBMM ise, 82 saat sonra onayladı.

-Depremlerin yaralarını sarmak için ilgili mevzuatı ve OHAL Kanunu’nu etkili bir biçimde uygulamak yerine, ilgili ilgisiz onlarca OHAL Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK)  çıkardı.

-CBK-126 ile tarıma elverişli arazileri ve ormanları yerleşime açtı. Bu CBK, yasa önerisi bile hazırlanmadan, doğrudan TBMM Genel Kurul’unda Anayasa’ya aykırı bir biçimde yasalaştırıldı.

35. gün

Depremlerin 35. gününde enkazlarda yaşam belirtileri sürerken CB, seçimleri 35 gün öne çekti. Haliyle, 18 Haziran’da yapılacak seçimlere kadar, Devlet’in bütün güç ve olanaklarını depremzedeler için seferber etmek yerine, ülke seçim havasına sokuldu.
Bakanlar, görevlerinden çekilmeden milletvekili adayı oldu.

Barınma ve altyapı vaatleriyle depremzedelerden oy istendi.

Çevre ve Şehircilik Bakanı, İstanbul’da çay, çorba ve sandviç dağıtıyordu seçmenlere, depremzedeler içecek su bulamazken.

Ya yasama? Eğer TBMM dağıtılmasaydı, deprem yaralarının sarılmasına katkı ötesinde (ANAYASA-DER / TBB / TMMOB / TCHD paydaşlığında) katılımcı bir yöntemle hazırlanan ve 6 Nisan 2023 günü TBMM Başkanlığına sunulan Türkiye Afet Yönetimi Kanun Teklifi belki de yasalaşacaktı.

31 Mart

14 ve 28 Mayıs seçim kampanyalarının –enkaz altındaki cansız bedenlere basılarak– konusu suç oluşturan eylemlerle nasıl yürütüldüğü belleklerde…

  • Şimdi ise, 31 Mart için şantaj yoluyla ‘oy tacirliği’ yapılıyor.

Değinilenler, seçim öncesi ortam ve koşulları üzerine fikir veriyor: Seçmenin tercihini, özgür iradesi ile belirleyemediği ve siyasal yarışma koşullarının eşit olmadığı bir süreç.

Temin değil, bozma

Ya madde 104’ün 6 yıllık uygulaması? “Devlet organlarını düzenli ve uyumlu çalıştırmamak”, PBDBY kurgusunun özeti.

Buna Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi (CBHS) denmesi bile, bir resmi dezenformasyon. Çünkü hükümet lağvedildi; Anayasa andı gereği CB yok; sistem ise hiç.

Bu nedenle, demokrasiye ulusal ve yerel ölçekte birlikte odaklanılmalı:

Zira cezasızlık, itiraf ve keyfilik, PBDBY sonucu:

Cezasızlık kimin için?

-Ülke yağmacıları,

-Kent rantçıları,

-İnsan haklayıcıları.

İtiraf ne?

Ne istediler de vermedik?” : İlk on yılın itirafı.

“CB, anayasa suçu işliyor.” İlk 15 yıla ayna.

İstanbul’a ihanet ettik”, 25 yılın özeti.

“Oy yoksa hizmet de yok”: 3. On yıl tasarımı.

Keyfilik üçlüsü ise; ayrımcılık, hesap vermeme ve liyakatsizlik.

Umut için…

Şimdilik umut kaynağı, halk (demos). “kişi+parti+Devlet” birleşmesinden güç alan ikilinin kin ve nefret tohumları eken ayrıştırıcı söylemleri, eylem ve işlemleri karşısında halkın büyük çoğunluğu, “inadına barış ve birliktelik”ten yana.

Bilişim teknolojisi ise, “mezhep ve ırk“ alaşımlı bir totalitarizm inşasına kapalı; yeter ki demokratlar, olup biten üzerine doğru bilgi edinsin, sağlıklı düşünsün ve eyleme dönük dayanışma halkalarını genişletsin!

  • Özetle umut, PBDBY ile Türkiye’nin yönetilemeyeceği farkındalığında.

6 Şubat’ın 369. gününde bile kayıp sayısı bilinemediğine göre unutmamak için, yapılan ve yapılmayan üzerine bellek, sürekli tazelenmeli.
=================================================
Yazarın Son Yazıları
 Kurum’un ‘kent karnesi’
 Sürdürülemezlik farkındalığı
 Sürekli ‘riskler üreten yönetim’
 Gezi’den Tandoğan’a ‘Türkiye ahalisi’
 Baskıcı yönetimler ve dirençli yargıçlar
Tüm Yazıları
#ibrahim kaboğlu

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 7 Şubat 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

KULLANILMA

Davutoğlu, Can Atalay hakkındaki düşme kararını okuyan Bekir Bozdağ için “Kullanılmaktan bıkmaz” dedi.

Nasıl kullanılmak?..

DARBE

Cumhur İttifakı ortağı Hüda Par’lı vekil Serkan Ramanlı, Cumhuriyetin kuruluşunu “darbe” olarak niteledi.

Darbecilerin meclisinde işin ne a-salak!..

POSTER

RTE, Eskişehir ziyaretinde posterlerini astırmayan il başkanını görevden aldı.

Reise haaa!..

İRADE

Adalet Bakanı, Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi ile ilgili oturumda muhalif vekillerin başkanlık kürsüsünü kuşatmasını “milli iradeye saygısızlık” olduğunu söyledi.

AYM kararının uygulanmayarak anayasaya karşı gelinmesine değinmedi.

Milli irade dediği, iktidarın iradesi,

Saygı dediği, RTE’ye biat edilmesi…

ŞERİAT

RTE, “Şeriata düşmanlık dinin kendisine düşmanlıktır”

Sokaklarda şeriat isteyen yobazların cesaret ve güç kaynağı…

ORMAN

Cumhurbaşkanı kararı ile 6.378 m2 (doğrusu :  6 milyon 74 bin 411 m2, yazılanın bin katı!) orman sınırı dışına çıkarıldı, satışa açıldı.

Ormanlar boşuna yakılmadı…

SAHTEKAR

Sosyal medyada bir “din adamı” (?), Allah’tan istendiğinde enflasyon ve faizin anında sıfırlanacağını söylüyor.

Akıl fukarası, din tüccarlarının sıfırlanması istense?..

OY

AKP’nin cumhurbaşkanı RTE,

İstanbul’da; merkezden yardım almadığından yakınanların herkesten çok aldığını söyleyerek İmamoğlu’nu suçladı.

Hatay’da; yerel yönetimlerin merkezi yönetimle el ele vermemesi durumunda oraya hizmet gitmeyeceğini, Hatay’a bu yüzden gitmediğini söyledi.

İşte dürüstlük, işte insanlık, işte cumhurun başkanı!..

ANMA

Malatya Valiliği, Kahramanmaraş merkezli depremlere ilişkin yapılacak anma etkinliklerini 3 gün süreyle yasakladı.

Merkezle uyumlu…

DİSİPLİN

Milli Savunma Bakanlığı YDK (Yüksek Disiplin Kurulu), Tuzla Piyade Okulu’nda Atatürk’ün fotoğrafının takılma(ma)sı ile ilgili kavgaya karışan Atatürkçü teğmenler için de ihraç kararı vermiş.

Ne şiş yansın ne kebap…