Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Restorasyon dönemi

Prof. Dr. Doğan SOYASLAN | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMProf. Dr. Doğan SOYASLAN

29 Nisan 2024, Cumhuriyet

İhtilal, sosyoekonomik yapının zorla değiştirilmesi; restorasyon, eski kurumların yeniden kurulmasıdır. Milattan önce Yunan sitelerinde sanatta, edebiyatta, felsefede gelişmiş; özgürlük içinde yaşayan bireyci bir medeniyet oluşur. Roma’nın yıkılmasından sonra Hıristiyanlık Avrupa’ya egemen olur. 13. yüzyıldan başlayarak dinin dışında bir dünya olduğu keşfedilir. Avrupalı bilginler sanatta, felsefede, edebiyatta Yunan medeniyetini taklit ederler. Coğrafi keşiflerden sonra burjuvazi sınıfı oluşur. İngiltere’de Cromwell’in liderliğinde parlamento ile kraliyet arasında iç harp yaşanır. Kral I. Charles’ın kafası kesilir. 1649-1658 yıllarında Cromwell Cumhuriyeti kurulur. 1660 yılında Charles’ın oğlu II. Charles kral olur. Restorasyon dönemi başlar. Yüzyıllar içinde İngiliz kralının yetkileri parlamentoya devredilir.

Fransız halkı 1789 ihtilaliyle insan ve vatandaş haklarını deklare eder (açıklar). İhtilalcilerle kraliyet parlamenter monarşide uzlaşamazlar. Kral ve eşi Avusturya’ya kaçarken yakalanır, milletin özgürlüğüne ve devletin güvenliğine ihanetten yargılanır, idam edilirler. 1792’de Cumhuriyet ilan edilir. İmparator Napolyon, ihtilal değerlerini yaymak için savaşır, 1814’te yaptığı savaşı yitirir. 1815’te kraliyet ailesinden XVIII. Louis kral olur. Fransa’da restorasyon dönemi başlar. 1848 isyanı sonucu II. cumhuriyet ilan edilir. I. Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon cumhurbaşkanı seçilir. 14 Ocak 1852’de yeni bir anayasa ve yoğun propaganda altında plebisit yapılır. III. Napolyon imparator ilan edilir. 1870’te Almanlarla yapılan savaşı Napolyon yitirir, Fransa’da III. cumhuriyet ilan edilir.

TARİHSEL GELİŞİM

Fetihçi bir toplum olduğu için, Osmanlı İmparatorluğunda toprak mülkiyeti devletindir. Otoriter yapılar içe kapanık, çağından habersiz bir toplum oluşturur. Voltaire’in deyişiyle, Batılıların çıkar kavgaları Haliç’e ulaşana dek dünyadan haberleri olmaz. Tanzimat ile Batılı kültür değerleri kabul edilmeye başlanır. Osmanlının Batılı değerleri kabul etmesi içeride dindar çevrelerin tepkisini çeker. Bunlar geri kalış nedenini İslamdan uzaklaşma ile açıklar. 1876’da padişahın yetkilerini Meclisi Mebusan ile paylaştıran (AS: Meclis-i Umumi 2 kanatlı idi : Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan) bir anayasa kabul edilir. Osmanlı-Rus savaşı gerekçesiyle Meclis kapatılır. 23 Temmuz 1908’de Meclis yeniden açılır. Ancak 31 Mart 1909’da alaylı subaylar Meclisi Mebusan’ı basarlar, şeriat isterler. Selanik’ten gelen Hareket Ordusu isyanı bastırır. Darbecileri desteklediği gerekçesiyle, II. Abdülhamit tahttan indirilir. Ancak şeriat istemleri hiçbir zaman bitmez.

Kurtuluş Savaşı sonunda düşman ülkeden atılır. Yüzyıllardır değişim ve gelişimin engeli sayılan saltanat ve hilafet ortadan kaldırılır. 1923’te Cumhuriyet ilan edilir. Ancak halkın büyük çoğunluğu Cumhuriyet değerlerini anlamaktan uzak, Sultancı bir kültüre sahiptir. 1924 ve 1930 yıllarında iki muhalif (karşıt) siyasal parti kurulur, Cumhuriyet için tehlike oluşturan bu partiler kapatılır. 31 Mart Vakası belleklerdedir. Türk halkına din dışında bir dünya keşfettirilir. İnancın salt vicdan için olduğu kabul edilir. Kamu yaşamına sokulması yasaklanır. Eğitimde her şeyin neden-sonuç ilişkisi içinde birbirine bağlılığı temel kabul edilir. Kurucu babalar kamu gücünü bölmekten, iktidarı dağıtmaktan, insanlara ve kurumlara sorumluluk vermekten yanadırlar. Çünkü ülkeyi akılcı, sorumluluk ve liyakat sahibi insanların ileri götüreceğine inanmaktadırlar.

1946’da çok partili siyasal yaşama geçilir. Ancak çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra, Cumhuriyet hükümetleri oy alabilmek için Cumhuriyet düşmanı kadroları yetiştirirler. 1970’li yıllardan başlayarak siyasal İslamı hedefleyen partiler kurulur.

NEHİRLERİN ÖNÜNDEKİ SET

14 Ağustos 2001’de, kapatılan partiler çizgisinde AKP kurulur. 2002’de iktidara gelir, hukuk devletinden uzaklaşılır. Parlamentoya, yönetsel bürokrasi ve yargıya dinsel nedenlerle Cumhuriyetle sorunu olanlar yerleştirilir. Metafizik değerler okullara ve yaşamın her alanına egemen olur. 2007’deki anayasa değişikliği ile “Osmanlı sultanlığına” doğru ilk adım atılır. 2008’den başlayarak kimi subaylar siyaseten hapsedilirler. Mahkemelere, istenilecek kararı verecek yargıçlar atanır. Doğal yargıç ilkesi ortadan kaldırılır. 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile yüksek mahkemelere Cumhuriyetle sorunu olan yargıçlar yerleştirilir. Tek yanlı propaganda ve ihtilal mağdurluğu altında

  • 16 Nisan 2017’de yeni anayasa halkoyuna sunulur.
  • Halk iradesini (istencini) koruyan mühürsüz oylar geçerli sayılarak
    Yasama, Yürütme, Yargıyı bir kişiye bağlayan anayasa kabul edilir.
  • Gerçekte yapılan işlem yok hükmündedir, çünkü işlemin kurucu unsuru (mühür) yoktur.

Böylece cumhurbaşkanlığı özü bakımından sultanlığa dönüşür.

Köylü çocukları, demokratik yollarla iktidara gelirler, halka ait olan iktidarı halkın elinden alırlar.

Tarihsel süreç içinde bakılırsa, Cumhuriyetten 80 yıl sonra restorasyon dönemine geçilmiştir.

  • Adı cumhurbaşkanı olsa da iktidar, bir kişiye ve çevresine bağlanmıştır.

Kraliyet İngiltere’de restorasyon sonrasında halkın temsilcileri ile anlaşarak yetkilerini devretmiş, monarşik demokrasiyi yerleştirmiştir.

Fransız halkı restorasyondan 32 yıl sonra II. Cumhuriyeti ilan etmiş, dört yıl aradan sonra imparatorluğa geçmiş, 1870 yılında savaşın yitirilmesiyle imparatorluktan III. Cumhuriyete geçmiştir.

  • Türkiye’de restorasyonun ne zaman biteceği belli değildir.
    Ama birkaç yıl daha süreceği anlaşılmaktadır.

Restorasyon dönemleri özgür, sorumlu, özgüvenli, sorgulayıcı ve girişimci insanların oluşturduğu nehirlerin önüne çekilen bir set gibidir.

Biriken suyun baskısı er geç seti yıkacaktır.

Em. Org. Çetin Doğan’a Mektup

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

 

 

Em. Org. Çetin Doğan’a mektup

Komutanım,

​Öncelikle size ve benzer durumdaki komutanlara yapılan büyük haksızlığı en şiddetli biçimde kınıyor ve lanetliyorum.

​Sizler görevde iken biz astlarınıza mesleksel ve kişisel yaşamlarımızda örnek oldunuz, yine de dik duruşunuzla örnek olmayı sürdürüyorsunuz.

​Başınıza gelenlerin devrim – karşı devrim savaşım (mücadele) sürecinde
Atatürk ilke ve devrimlerini savunduğunuz için olduğunu biliyorum.

Bu savaşım (mücadele) bitmeyecek ve sizler savaşımın “devrim” cephesinin simge adı
olarak anılacaksınız.

​Bunlar benim kişisel duygu ve düşüncelerim ama Harbiye ruhu ve vicdan sahibi
her Türk subayının aynı duygu ve düşünceleri paylaştığından emin olabilirsiniz.

Karşı devrimci iktidarın atanmış Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanının “rütbelerinizin geri alındığı” açıklaması bizim için anlamsızdır.

Siz, sürekli biz astlarınızın komutanı olarak kalacaksınız.

Sizden aldığımız askeri terbiye bunu gerektirir.

Eşiniz saygıdeğer hanımefendi de tüm asker eşlerine örnek davranışları ile büyük takdir ve teşekkürü hak ediyor.

​Size ve öbür komutanlarıma sağlıklı güzel günlerin en kısa zamanda gelmesini,
haksızlığın son bulmasını ve haksızlık yapanların adalet önünde hesap vermelerini bekliyor, geçmiş olsun dileklerimi ve saygılarımı sunuyorum. 30 Nisan 2024, Ankara.

Laik – Bilimsel Eğitim

Dostlar,

Bu gün (28 Nisan 2024) saat 19:00’da “Laik – Bilimsel Eğitim” konusunu ele aldık.

Samsun’dan Sn. İlknur Ünsal, “Samsunumut” adlı youtube kanalında görüşmemizi yayınladı. Twitter hesabında da eşzamanlı yayınlandı : I@samsunumut  

youtube.com/@samsunumut

Yaklaşık 46 dakika süren irdelemeyi izlemek için tıklayınız :

https://youtu.be/f7FRvWAUWXM

https://youtu.be/f7FRvWAUWXM?t=465

Milli Eğitim Bakanlığı Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adı altında bir yetişek (müfredat) programı yayınladı (27.4.24)

https://gorusoneri.meb.gov.tr/

Üstteki web sitesinde 1 hafta askıda kalacak kamuoyundan geribildirim alınacak. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını taşıyan yeni taslağın ilkokul, ortaokul ve imam-hatip ortaokullarında 4, 5, 6, 7 ve 8. sınıflar için hazırlanan ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde uygulanacak yetişek (müfredat) erişime açıldı. Yeni müfredatta skandallar bitmiyor: Savunma sanayinin ‘yerli ve milli ürünleri’ 6. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi yetişek (müfredat) taslağına girdi. Öğretmenlerden 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü’ne değinmeleri önerildi. AKP kendi tarihini yazıyor!

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinin öbür sınıflara yönelik taslağında,
ulusal bayramlara ilişkin herhangi bir etkinlik yer almadı.

Bu programın nasıl sığ, çelişkili, bilimden ve çağdaşlıktan uzak, ilkel.. olduğunu örneklerle açıkladık.

  • Hedef insanları mürit – kul yaparak çağdaş yaşamdan koparmak!..
  • Program insanı inançlarıyla davranmaya özendiriyor; aklıyla değil!
  • Değer yargılarıyla karar, eğer bilgisiyle değil.. Temel felsefe eğitimi yok!

Zorunlu din dersi süresi 2 saat /  haftadan 4 saate çıkarılıyor. Oysa zorunlu din derslerinin insan hakları çiğnemi (ihlali) olduğu hakkında kararları var, AKP açıkça çiğniyor.

  • İnsan beden ve ruhtan ibarettir.. diye saçmalıyor!

Oysa insan biyo – psiko – sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla insanın sosyalleşerek insanlaşma sürecini tıkıyor.. içine dönük (introvert) yaşam telkin ediyor. İnsanları şizoid yapıyla atomize etmek.. sözde bir islami – demokrasiye dönüştürerek hep iktidarda kalmak ve hesap vermemek..

  • İmperyal destekli, insan onurunu hiçe sayan, ülkemizi sömürgeleştirme planı!  

Sorgulamayan, soru sor(a)mayan, eleştirel düşünme yetisi (critical mind) kazandırılmamış, okul öncesinden başlayarak dinci koşullandırma ile beyni yıkanmış ezberci insanlar.. Oy deposu.. olabildiğince laik rejimden uzaklaşıp, ilan edilmemiş bir şeriat düzenine dönüştürmek..

Son derece sakıncalı, tehlikeli ve ulusal güvenlik tehdidi oluşturan stratejik bir sorunsal ile karşı karşıyayız. Tüm ulusalcı – uygar kesimlerin bu tarihsel tuzağa ortaklaşarak karşı çıkması gerek..

Bu gün Laiklik Meclisi‘nde sorunu irdeledik. Yürütme Kurulu gerekli açıklamayı yapacak.

Başta Anamuhalefet Partisi CHP olmak üzere, tüm muhalefet partilerini, eğitim ve emek sendikalarını, demokratik kitle örgütlerini, basını… bu saldırıyı püskürtmeye çağırıyoruz

Sevgi ve saygı ile. 28 Nisan 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Laiklik Meclisi Kurucu Üyesi

Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik

https://www.instagram.com/ahmet_saltik

ISTAKOZ

Suay Karaman 

AKP İzmir Milletvekili Şebnem Bursalı, bayram tatili için gittiği Monako’da yediği ıstakozun fotoğrafını sosyal medyada paylaşınca haklı olarak tepki çekti. Bu olaya birçok kesimden tepki gelince Şebnem Bursalı açıklama yaparak, özür dilemeye çalıştı. Partisine ve genel başkanına övgü düzdüğü açıklamasındaki şu ifadeler ilgi çekicidir:

“Antalya’da göz göre göre ihmal sonucu günahsız insanlarımızın hayatını kaybettiği, yaralandığı ve saatlerce mahsur kaldığı elim olayla ilgili tek bir söz etmeyenlerin, ne amaçla bu olayı çarpıttığını da biliyoruz.”

Söz ettiği o elim olaydaki teleferik, 2017 yılında AKP’li belediye zamanında yapılmıştı ve “Türkiye’nin en ucuz teleferiği” olarak sunulmuştu. Bu olayla ilgili tutuklanan Kepez belediye başkanı Mesut Kocagöz, 2017 yılında AKP’li belediye tarafından yönetilen Antalya’da ANET genel müdürü olarak görev yapmıştı. 2019 yılındaki yerel seçimlere birkaç ay kala Antalya Anakent Belediye Başkanı Menderes Türel zamanında AKP’den ihraç edilmiş ve CHP’ye geçmişti. AKP, yitirdiği yerel seçimlerin şokunu, bu yöntemlerle gidermeye çalışmaktadır. 

Toplumun büyük çoğunluğu açlıkla boğuşurken, emekliler on bin lira ile yaşam savaşı verirken, bir iktidar milletvekilinin Monako’da yediği ve ülkemizde fiyatı çok pahalı olan ıstakozu paylaşmasının tepki çekmesi doğaldır. Açıkça bu hareket görgüsüzlük olarak da nitelenebilir. Gerçi AKP’liler için itibardan tasarruf olmaz (!) ama bu olay toplumla dalga geçmektir. Şebnem Bursalı’nın sosyal medyadaki bu paylaşımının TBMM’deki AKP’liler tarafından kutlanması ise aymazlıktır, sapkınlıktır, siyaseten çürümüşlüğün simgesidir.

 Yenilen bu ıstakozun sofraya gelmesini değerli gazeteci Zülal Kalkandelen şöyle yazdı: “Yakalanarak canlıyken bir süre tutsak edildiği soğuk sudan alınıp doğrudan kaynayan suya atılarak haşlanır. Çünkü suya atmadan önce öldürülürse, zararlı bir madde salgılayarak zehirlenmeye yol açabilir. Normal olarak ses çıkaramayan ıstakozların merkezi sinir sistemleri olduğundan, acıyı ve dehşeti insan gibi hissederler ve haşlanırken canları öyle yanar ki, kıskaçlarını birbirine şiddetle vururlar. Bunu yapamasınlar diye kıskaçları bağlanır. Tabaklara ‘yemek’ olarak konan ıstakozlar, insanın en acımasız yaratık olduğuna ilişkin düşünceye iyi bir dayanak oluşturur. Hal böyleyken ıstakozun yalnızca fiyatının konuşulması, bu utandırıcı olayın yalnızca ekonomik değeri yüzünden tepki çekmesi, tam bir trajedidir.” 

Istakoz paylaşımına verilen haklı tepkinin yanında, doğal olarak Antalya’ daki teleferik kazasına da tepki verildi. AKP iktidarı, Erzincan İliç altın madeni kazasına ne tepki verdi diye sormak gerekir? Dokuz işçiden günler sonra yalnızca ikisinin cesedi bulundu. Bölgede altın madeni aramaları sürüyor, şirketin vergi borcu silinirken AKP’nin tepkisini duyan oldu mu? Ülkemizin yer altı ve yer üstü zenginlikleri peş keş çekilirken, talan edilip yok edilirken AKP tepki veremezdi çünkü hepsi siyasal iktidarın kolları ve kollaması altında yapılıyordu.
***
Mardin Anakent Belediye Başkanlığı meclis toplantısının açılışında oybirliği ile İstiklal Marşımızın çalınması ve okunmasını gündemden çıkartılıyor ve reddediliyor. Diyarbakır Anakent Belediye Meclisinin salonunda bulunan Türk Bayrağı yerinden kaldırılırken, Diyarbakır Sur Belediyesi mazbata töreni sonrasında, makam odasında bulunan Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafına yönelik DEM Parti yöneticilerinin hakaret içeren sözleriyle ilgili AKP’nin tepkisi var mı? Hoş, bu bölücü partilerle “açılım” adı altında Oslo’da pazarlık yapanların, Dolmabahçe’de anlaşmaya varanların tepkileri olsa ne olur, olmasa ne olur? Bu küstahlıklara sessiz kalmak olanaklı değildir.

Ulusal değerlerimizi özelleştirme adı altında peş keş çekenlere, laik ve bilimsel eğitime son verenlere, hukuku yok edenlere, tarım, hayvancılık ve sanayimizi bitirenlere, ülkemizi sömürenlere, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na sarılanlara, Andımızı kaldıranlara, T.C. yazılarını silenlere, eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret edenlere gerekli tepki verilmeyince laik ve demokratik cumhuriyetimizin tehlike altında olduğu gerçeğiyle yüz yüze kaldık. Ancak umutsuzluğa yer yok, şimdi Atatürk ilkeleri ışığında örgütlenip, bütün bu pislikleri yok etmek için örgütlü mücadele yapmanın tam zamanıdır. Çünkü AKP’nin yitirdiği belediyelerde ortaya çıkan yağmaya bakınca, iktidarı yitirdiklerinde ortaya çıkacaklar korkunç boyutta olacaktır. “Biz bitti demeden hiçbir şey bitmez” diyerek rüya ortamında yaşayanlar, örgütlü toplum karşısında direnemeyeceklerdir. Bunu herkesin bilmesi gerekir. 

Azim ve Karar, 22 Nisan 2024

TÜİK VERİLERİ ve GERÇEKLER

Prof.Dr.rer.nat. D. Ali Ercan
Çekirdek Fiziği Uzmanı
ADD Bilim Kurulu Başkanı

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Değerli arkadaşlar,
İstatistik biliminin en önemli uygulama alanlarından biri olan “Demografi” toplum yöneticilerinin pusulasıdır adeta… Doğum-ölüm, göç gidişatı, genç-yaşlı oranı, ortalama yaşam süresi, seçmen sayısı, yabancı göçmen sayısı vb. çok önemli, kritik verilerdir.

Atatürk’ün emriyle, 25.Nisan.1926’da kurulan “İstatistik Dairesi” zamanla büyüyerek 1930’da “İstatistik Genel Müdürlüğü” oldu. Genel Müdürlük 1960 Devrimi sonrası 1962’de yenilenerek “Devlet İstatistik Enstitüsü” (DİE) adını aldı; 2002’de “Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) dönüştürüldü .. TÜİK 2007 yılından bu yana, tüm resmi İstatistik verilerini yayınlıyor…


***
TÜİK bülteninde yayınlanan yıllık nüfus her yılın son günündeki durumu belirtir. Bir önceki yılın sayısını ve yıl içindeki Doğum (D) , Ölüm(Ö) ve giren-çıkan Göçleri (G) biliyorsak, yıl sonu Nüfusu basitçe,

N(y) = N(y-1) + D – Ö ± G eşitliğinden hesaplayabiliriz.

TÜİK’in 2007’den bu yana yayınladığı yıllık nüfus ve doğum-ölüm sayılarından (ekli liste) açıkça görülmeyen “yabancı göçmen” sayısını da hesaplayabiliriz. Türkiye’nin Nüfusu Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan tüm insanları, (TC yurttaşlarını + legal yabancı Göçmenleri) kapsamaktadır; Yurtdışında yaşayan T.C. yurttaşları ve sığınıcılar bu sayının içinde değildir.

TÜİK Türkiye’nin 2007 yılı nüfusunu 70,586 milyon; 31.12.2022 nüfusunu da 85,280 milyon vermiştir. (bkz.tablo) [2008-2022] arası 15 yılda toplam (doğum-ölüm) doğal nüfus artışı 12,437 milyon olmuştur..

image.png

2023 yılı için doğum-ölüm sayıları henüz verilmedi, ama genel toplam verildi; buna göre 31.12.2023’te, Türkiye’nin toplam nüfusu 85,372 milyondur; yıllık doğal nüfus artışı için tablodaki gidişata bakarak yaklaşık 500 bin alabiliriz.. Buna göre ülkedeki toplam yabancı ‘legal’ göçmen sayısı,

85,372 – (70,586 + 12,437 + 0,500) = 1,85 milyon bulunuyor;

2007 yılı ve öncesi yabancı göçmen sayısını(?) bilmiyoruz. resmi verilere göre, TC yurttaşlığına alınan 157 bin Suriyeliyi de hesaba eklersek, TC Yurttaşlarının 31.12.2023’teki yurtiçi sayısı (85,372+0,16-1,85) ~83,7 milyon bulunuyor! Yurtdışındaki ~4,3 milyon yurttaşla birlikte T.C. yurttaşlarının toplam sayısı
31.12.2023’te ~ 88 milyona erişmiş bulunuyor!

Cumhuriyetin 100. yılında nüfusumuzu 6’ya katlamış durumdayız!

***

Değerli arkadaşlar,

Kısıtlı TÜİK verilerinden çıkara bildiğimiz bilgiler bu kadar. ~83,7 milyon TC Yurttaşı ile birlikte ~2,4 milyon legal (!) yabancı(göçmen), ~3,2 milyon Suriyeli ve ~ 1 milyon* Turist olmak üzere, her an için ülken kapasitesinin 3 katı, en az ~ 90 milyon insan yaşıyor Türkiye’de !

Konut, Su, Hastane, ulaşım ve daha bir sürü sosyal ekonomik sorunları olan Türkiye’nin kısıtlı olanaklarının onda biri yabancılara ayrılmış durumdadır! Legal olmayan kaçak göçmenler ne kadar, bilmiyoruz… Sanki özellikle sıkıntılı hale sokulmuş böylesine bir ülke gelecek kaygısı yaşayan gençlerimiz için umut verici bir tablo değil; nitekim her yıl binlerce yetişmiş, yetenekli insanımız yurtdışına göçüyor; karşılığında Afrika’dan Afgan’a uzanan coğrafyanın yoksul, boş insanları ülkeyi dolduruyor!!

Çok yazık!æ

_____________
* Yılda yaklaşık 30-40 milyon Turist geliyor Türkiye’ye; her bir turist ort. 10 gün kalsa, ” her an ~1 milyon Turist var” demektir…

================================================

Dostlar,


Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan, seçkin bir bilim insanıdır.

Kara Harp Okulu bitirenidir (mezunudur). Yüzbaşı iken Ordu’dan isteğiyle ayrılmış ve Almanya’da Çekirdek Fiziği (Nuclear Physics) dalında PhD (Doktora) yapmış ve Doçentlik derecesi almıştır.
Ülkemize çağrılmış (davet edilmiş) ve TAEK”te on yıla yakın çalışmış, Üniversiteye geçerek Profesörlüğe yükselmiş ve Savunma Sanayisi Müsteşarlığı yapmıştır.

Kendisiyle 2006’da ADD’de öncül – ardıl (halef- selef) olduk. Biz ADD Genel Başkan Yardımcılığı görevimizi kendisine devrettik.

20 yıla varan bir süredir “Dostluk” içinde ADD’ye hizmet ediyoruz.
Kendisinin Bilim Kurulu Başkanlığı görevlerinde Kurul Yazmanlığı, Başkan Yardımcılığı / Vekilliği görevlerini üstlendik.

Engin yurtseverliği, geniş ve derin bilimsel ufku ve “matematiksel düşünme” yetisi ile hep ufuk açan katkılar verdi.

Bu yazı da örneklerden biri.
Demografi bizim de ilgi alanlarımızdan.
  • Nüfusun niteliğinin iyileştirilmesi niceliğinin sınırlanmasından geçiyor.
Türkiye her bakımdan 90-100 milyon nüfusu yetecek doğal kaynaklara sahip değil.. Başta su ve enerji..
Mutlaka ama mutlaka yıllık nüfus artışını hızla %1’in altına çekmeli, giderek negatif kılarak azaltmalıyız. Bu coğrafya şimdikinin yarısı nüfusa, yaklaşık 50 milyona doğal destek verebilir.

Öte yandan, nüfusun azalması, yaşlanması günümüzde artık önemli sorunlar değil.

“İnsan eşdeğeri robotlar” (MER!) yapay zeka ile donatık ve yaşamın her alanında işe koşuluyorlar giderek. Kol gücüne, kelle sayısına gereksinim çok azaldı.

Bu devrimsel – tarihsel demografik dönüşüm aşamasını görmek ve demografi politikalarını köktenci biçimde güncellemek gerek.
***
Geçtiğimiz yıl ülkemize 57,3 milyon turist geldi.
Aşağıdaki hesaplamayı biz de sıklıkla kullanıyoruz..
Ortalama 10 gün kalmış olsalar, 573 milyon turist-gün yapar.
365 güne böldüğümüzde 1,57 milyon kalıcı – yerleşik (statik) nüfusa karşılık gelir.
Dikkate alınmalıdır.

Politikacılar ve halkımız, çağın değişen gerçeklerini görmeli ve nüfus artışını asla ve asla teşvik etmemelidir.

HER AİLEYE 1 ÇOCUK… gelecek kuşaklara / kendi çocuklarımıza karşı ağır – tarihsel sorumluluğumuzdur.

Sevgi ve saygı ile. 28 Nisan 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Aklın çiçek açtığı 

MODELLE DEĞİL,YAŞAYARAK ÖĞRENME:KÖY ENSTİTÜLERİ - Devrim Gazetesi

İbrahim Türkeş
Hukukçu, Felsefeci

27 Nisan 2024 Cumhuriyet

Türkiye, yatay ve dikey çizgilerle dörde bölünmüş, böylece oluşan eğitim coğrafyasında Cumhuriyet Devrimi’nin kültürel altyapısını oluşturmak için her eğitim coğrafyasına beş Köy Enstitüsü kurulmuş. Toplumda yaygın olan düşünce dinamiklerinin çağdışı, akıldışı, bilimdışı olduğu yıllar. Bir yanda temelini anlamını bilmeden bir din kitabını ezberlemede bulan “hafızlık” geleneği ve onu kuşanmış olan dogmatik düşünce, öbür yanda tarih boyunca her türlü baskısına isyan etmiş olduğu dogmatizmi reddeden yaratıcı ve canlı aklın eseri olan çağdaş uygarlık. Bir yanda çözülemeyen ve çözümü de giderek zorlaşan sorunları karşısında Allah’a sığınmaktan başka çıkar yolu kalmamış yoksul, çaresiz köylüler; öbür yanda 258 köye hükmeden, gücüne ve toprağına ortak istemeyen Kinyas ağalar, aşiret beyleri…

TÜRK RÖNESANSI

Türk Rönesansı da denilen Cumhuriyet Devrimi ve onun kültürel altyapısını örgütleyen Köy Enstitüleri, yurt düzeyinde Anadolu insanına Aydınlanmayı taşımak, okuryazar olmayan bir toplumdan düşünen, tartışan, sorgulayan, üreten aydın ve çağdaş insanlar yetiştirmek gibi bir tarihsel yüklenimle doğmuştur. “Nasıl bir eğitim?” değil, “eğitimin ne olduğu” sorusundan yola çıkarak eğitime çağdaş, laik, akılcı bir içerik kazandırmıştır. “Nasıl bir eğitim?”, politik tercihlere bağlı, siyasetçiye egemen olan dünya görüşüne göre kurgulanan bir eğitim izlencesi olup, gelenin keyfine göre değiştirilebilen bir öznelliği içerir. Türkiye’de eğitimin yazboz tahtasına dönüşmesinin, her gelenin kendine göre bir eğitim sistemini uygulamaya koymasının nedeni, değerli felsefecimiz Nermi Uygur’un kurucu soru dediği “nedir” sorusuna doğru yanıt verilmeden, “nedir”e verilecek yanıtın ardından işlevsel olabilecek “nasıl?” sorusu ile işe başlanmasıdır. Köy Enstitülerinde önce çağdaş bir eğitimin ne olduğu, sonra bunun nasıl gerçekleştirileceği ön planda tutulmuştur.

BUGÜN

Köy Enstitülerinde uygulanan ve artık hepimizin belleğine kazınmış olan

  • Eğitim ilkeleri iş içinde, demokratik, katılımcı, üretime dayalı eğitimdir.
  • Bu sistem UNESCO tarafından dünyanın geri kalmış ülkelerine eğitim modeli olarak önerilmiştir.
  • Biz ise bu sistemi toprağa gömdük.

Bugün AB’nin eğitim konusunda ortaya koyduğu yeni örgütlenme modeli, bizim gömdüğümüz Köy Enstitülerinde uygulanan eğitimi çevreye açma modeli üzerinde yoğunlaşmış görünmektedir. Buna göre, eğitim yalnızca sınıfta olup biten bir etkinlik olarak değil, içinde yaşanılan çevrenin üretim merkezleri ve endüstriyel birimlerine doğru genişletilerek yapılması gereken bir etkinlik olarak değerlendirilmekte; böylece öğrenilenler ile uygulamalar arasında tutarlı bir davranış bütünlüğü oluşturma hedeflenmektedir. Tıpkı Köy Enstitülerinde olduğu gibi.

Öğretmen okuluna dönüştürüldükten sonra 1960’lı yıllarda öğrencisi olduğum Isparta Gönen İlköğretmen Okulu’nda bizden önceki Köy Enstitülü öğrencilere elektrik kesintileri sırasında bir kondansatörün nasıl devreye sokulacağının uygulamalı olarak öğretildiği, Gönen’deki eğitimi yansıtan özgün anılarımdan biridir.

  • Bugün yeniden dogmatik, irrasyonel, metafizik ve dinsel içerik kazandırılmış eğitim izlencesi ile çıkmaza sürüklenen Türkiye’nin

eğitimde yeniden verimliliği artırabilmesi, insan kaynaklarını en akılcı ve verimli bir biçimde kullanabilmesi için eğitimde de rasyonel (ussal – akılcı) bir zemine dönme dışında bir seçeneği yoktur.

Laiklik ihlalleri ve bunlara meşruiyet katan faaliyetler nereden gelirse gelsin kabul edilemez!

ImageLaiklik ihlalleri ve bunlara meşruiyet katan faaliyetler nereden gelirse gelsin kabul edilemez!

 27.4.2024
https://twitter.com/LaiklikMeclisi/status/1784172713155645518/photo/1 

Laiklik Meclisi‘nin yerel seçimler öncesinde ve sonrasında gerek iktidar gerekse muhalefet partileri tarafından yapılan laiklik ihlalleri ile ilgili açıklamasıdır.

Ülkemizde laiklik ihlalleri her geçen gün artarak sürerken, iktidarın “yeni anayasa” zorlaması ile birlikte, halkın bu yöndeki endişe ve kaygıları, öbür etkenlerin yanı sıra, 31 Mart yerel seçim sonuçlarında önemli belirleyenlerden biri olmuştur.

Seçim sürecinde gerek siyasal iktidarın gerekse ana muhalefet partisi de dahil olmak üzere öbür siyasal partilerin birçoğu laikliğe aykırı fiil ve söylemlerle kampanyalarını sürdürmüşlerdir. Bunlar arasında mitinglerde Kur’an ayetleri okumak, tarikat-cemaat ziyareti, zikir-matik dağıtmak, seçim çalışmalarının iftar programlarıyla yapılması, aşiret ve cemaat destekleri gibi faaliyetler basına yansımış, Laiklik Meclisi İzleme Merkezinin Laiklik İhlalleri Raporlarında yer almıştır.

Siyasal iktidarın laikliğe aykırı eylemleri, başta Milli Eğitim olmak üzere, bakanlıklar ve resmi kurumlar bünyesinde önceden olduğu gibi hız kesmeden sürmektedir.

Bunun yanı sıra belediyelerde sürdürülen laikliğe aykırı faaliyetler ne yazık ki siyasal iktidar ve onunla benzer çizgideki siyasal partilerle de sınırlı değildir. Ana muhalefet başta olmak üzere muhalif siyasal partilerin seçimle yönetimine geldiği birçok belediyede de laikliğe aykırı eylemlerde bulunulduğu basına yansımıştır.  Bunlar arasında, görev değişimi sırasında, belediye başkanlığı makamında din adamları eşliğinde dualarla Kur’an öpülerek, görev devralınması gibi eylemler bulunmaktadır.  

Seçim sonuçları da göz önünde bulundurulduğunda, özellikle ana muhalefet partisinin ve bu parti yönetimindeki belediyelerde laikliğin gereklerine uygun hareket edilmesi son derece büyük önem taşımaktadır.

Ana muhalefet partisi, uzun zamandır laiklik konusundaki hassasiyetlerini (duyarlıklarını) yitirmiştir. Hatta laiklik ilkesini zedeleyen politikalar ile kendi kuruluş ilkelerine aykırı davranmaktadır. Ancak, laikliğin tehlikede olduğu endişe ve kaygısını taşıyan halkın oylarının, bu kaygıyı bir nebze olsun gidereceği umuduyla kendisine yöneldiğini görmeli ve buna göre hareket etmelidir.

Diğer taraftan (Öte yandan), ana muhalefet partisi yönetimindeki belediyelerde önceki dönemden bu yana süregelen laikliğe aykırı uygulamalara bir son verilmeli yeni dönemde laikliğe aykırı iş ve işlemlere bundan böyle geçit verilmemelidir. Açık bir biçimde seçim sonuçlarına da yansıyan halkın laiklik konusundaki duyarlığına ve anayasanın üstünlüğüne uygun hareket edilmelidir.

Muhalif belediyelerdeki laikliğe aykırı uygulamalar diğer belediyelerde laiklik ihlallerinin artarak devam etmesine yol açar, tarikat ve cemaatleri daha çok cesaretlendirirken; iktidarın da her alanda laikliğe yönelik saldırılarına meşruiyet katan ciddi bir dayanak olacaktır.

Bütün bunların yanı sıra siyasal iktidar, laiklik ilkesinin yer almadığı 1921 Anayasasına işaret ederek “yeni anayasa” gündemi konusunda girişimlerini hızlandırmıştır. 1921 Anayasasına sığınarak “yeni anayasa” hamlesinin müzakereye açık olduğu izlenimini veren siyasal yaklaşımlar ve açıklamalar esasen (gerçekte) karşı devrim sürecini meşrulaştırma girişimidir ve kabul edilemez!

Yukarıdaki açıklamalarımız ışığında tespit (saptama), görüş ve kaygılarımızı doğrudan kendilerine aktarmak ve karşılıklı görüş alışverişinde bulunmak üzere, ana muhalefet partisinin Genel Merkez Yönetimi ve Genel Başkanı’ndan Laiklik Meclisi adına randevu talebinde (isteminde) bulunulmuştur.

Laiklik Meclisi, 27 Nisan 2024

Varsın gitsinler mi?

Bayazıt İlhanDr. Bayazıt İlhan
26.04.2024, BİRGÜN

Hekimler de dahil olmak üzere sağlık meslek profesyonellerinin uluslararası göçü tüm dünyada üzerinde çalışılan bir konu. Bu göç nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde yetişmiş insan gücü ve kaynak kaybı ortaya çıkıyor, global sağlık sorunlarının çözümü zorlaşıyor. Zengin ülkelerse hazır yetişmiş nitelikli insan gücünü hiçbir maliyete katlanmadan kullanabiliyor. Türkiye’den de hekimlerin göçü dikkat çekiyor. Konu bu kadar önemliyken bizde ele alınış biçimi çok acayip. Sorun var mı? Ya da “varsın gidiyorlarsa gitsinler, bizler de üniversiteleri yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam ederiz, bunlarla beraber bu yola devam ederiz.” diyerek hafife alınacak, Sağlık Bakanı’nın TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda ülkeden ayrılan hekimleri para işaretiyle damgalamasıyla çözülecek gibi mi? Dünyada hiçbir ciddi kurum sorunu böyle ele almıyor. Bir bakalım.

ULUSLARARASI KURUMLARIN ÇABALARI

Çalışmalara göre hekimler en çok gelir yetersizliği, kötü çalışma koşulları ve mesleki kariyerlerinin önündeki engeller nedeniyle göç ediyor. Türkiye’den hekim göçünde bu faktörlerin yanına sağlıkta şiddet, otoriterleşme ve kendileri ile çocuklarının geleceğine yönelik kaygılar ekleniyor. Konu 1960’lı yıllardan bu yana uluslararası kurumların gündeminde. Son olarak COVID-19 pandemisi sıkıntıyı daha da büyütmüş durumda. Dünya Sağlık Asamblesi (DSA) (AS: Dünya Sağlık Örgütü Genel Kurulu) 2004 yılındaki toplantısında

  • Sağlık personelinin uluslararası göçü:
    Gelişmekte olan ülkelerin sağlık sistemi için bir zorluk
    ” başlıklı tutum belgesini yayımladı.

Gelişmekte olan ülkelerin bu konudan zarar görmemesi için stratejiler geliştirilmesi, sağlık insan gücü planlamasının doğru yapılması, sağlık çalışanlarının kendi ülkelerindeki çalışma koşulları ve haklarının iyileştirilmesi, ülkeler arasında değişim anlaşmaları ile işbirliği geliştirilmesi önerileri getirildi. Birleşmiş Milletler’in girişimiyle Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sağlık meslek profesyonellerinin uluslararası hareketliliği konusunda çalışmak üzere ortak platform kurdu. Platform 2017-2021 arasındaki çalışmalarını rapor olarak DSA toplantısında sundu. Sorunların gelişmekte olan ülkeler aleyhine devam ettiği, yeterli veri akışının sağlanmadığı vurgulandı.

Dünya Tabipler Birliği (DTB) de 2003 yılında yayımladığı Sağlık Çalışanlarının Uluslararası Göçü Üzerine Etik Kılavuz’da hekim ve sağlık insangücü planlamasında yapılan yanlışlara ve bu meslekleri seçenlerin yaşadıkları zorluklara dikkat çekti. DTB, her ülkenin sağlık insangücü planlamasını doğru yapmasını, kendi hekimlerini ülkesinde tutabilmek için gerekli destekleri sağlamasını, dışarıdan hekim getirerek sorunu çözmeye çalışmamasını, hekimlerin kendilerini geliştirmek için başka ülkelere gitmesinin önüne engeller konulmamasını, göçmen hekimlerin ayrımcılığa maruz kalmamasını önerdi. Bizde olan biten ise hep bunun tersi yönde oldu.

TÜRKİYE’DEN GİDEN KAÇ HEKİM VAR?

Bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın veri sunmaması nedeniyle elimizde gerçek sayılar yok. TTB hekimlerin aldığı “iyi hal belgesi” sayısını düzenli olarak yayımlıyor. Buna göre özellikle son üç yılda büyük artış var. Belge alan hekimlerin kaçının yurt dışına yerleştiğini bilemesek de artış dikkat çekici. 2012 yılında 59 hekim iyi hal belgesi alırken bu sayı 2023’te 3 bin 25 oldu, artış 60 kat. Önemli bir değişiklik; yurt dışına giden hekimler önceden eğitim alıp dönerken şimdi kalıcı olarak gidiyor.

  • Yalnızca tıpta değil tüm alanlarda bu eğilim artıyor.

Önemli sayılabilecek bir veri kaynağı ülkelerin DSÖ’ye bildirdikleri göçmen hekim sayıları. Bu DSA’nın 2010 yılı toplantısında karar altına aldığı “Sağlık Personelinin Uluslararası İşe Alımına İlişkin DSÖ Küresel Uygulama Kuralları” gereğince bir zorunluluk. DSÖ raporları incelendiğinde Türkiye’nin göçmen hekimler konusunda verileri doldurmadığı görülüyor. Ancak, örneğin Almanya’nın ilettiği verilere göre 2021 yılı için ülkedeki 274 bin 499 hekimin 44 bin 514’ü (yüzde 16,2) göçmenlerden oluşuyor. Türkiye’den 2015 yılında 728, 2016 yılında 763, 2017 yılında 860, 2018 yılında 986 hekimin Almanya’ya göç ettiğini öğreniyoruz. Sonraki yıllarda bu sayının arttığını gözlemlesek de henüz açıklanmamış durumda.

Sağlık Bakanı iyi hal belgesi alan hekimlerin üçte birinin yurt dışına gittiğini, 2022 yılında yurt dışına giden 450 hekimden 55’inin geri döndüğünü açıkladı. 2022 yılında TTB’den alınan iyi hal belgesi sayısı 2 bin 685 olduğuna göre bu sayılardaki tutarsızlık dikkat çekiyor. Böylesine önemli konularda şeffaflık olmaması sıkıntıyı artırıyor, yöneticilere olan güveni sarsıyor.

Sorunları halının altına süpürmek, “varsın gitsinler” demek bizi sağlıklı yapmıyor. Hekimlerin ve sağlık çalışanlarının ülkemizde kalmasının sağlanabilmesi için doğru insangücü planlaması, iyileştirilmiş çalışma koşulları ve özlük hakları, doğru sağlık sitemi, demokratik, laik ve barış içinde bir ülke için mücadele etmemiz gerekiyor.
==============================================
Yazarın Son Yazıları

Hekim bağımsızlığı ve oda seçimleri
Gazze’deki durum kimin umurunda?
Sağlıksız bir 14 Mart daha
Sağlık torba yasası bizi iyileştirir mi?
“Elim hadiseler” ülkesi

Ermeni Soykırımı Yoktur!

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

(AS: Bizim kapsamlı katkılarımız yazının altındadır..)

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915 yılında Ermenilere soykırım uyguladığı yalanı özelikle Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler (Diaspora) tarafından gündeme getirilmekte, başta emperyalist batılı ülkeler olmak üzere kimi devletlerce sahiplenilmektedir. Ülkemiz üzerinde siyasal baskı aracı durumuna getirilen soykırım yalanı uluslararası saygınlığımızın korunması ve yükseltilmesi konusundaki ulusal çıkarımıza bir tehdittir ve son amacı Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak olduğundan, ulusal güvenlik sorunudur. 

ABD Başkanı Biden, yetkisi ve hakkı olmadığı halde 24 Nisan 2021, 2022 ve 2023’teki açıklamalarında “Osmanlı dönemi Ermeni soykırımı” deyimini kullanarak ülkemizi açıkça suçlamıştır. Aynı söylemi bu yıl da yinelemesi olasıdır. Bu nedenle konu ile ilgili gerçekleri anımsamak yararlı olacaktır.

Ermeni Sorunu

Osmanlı imparatorluğunda Ermeni sorunu 1915 ile sınırlı değildir. 800 yıl Türklerle dostça yaşayan ve “millet-i sadıka(güvenilir ulus) olarak tanımlanan Ermeni azınlık, Rusya’nın Akdeniz’e inmek istemesi ve İngiltere’nin bunu engellemek istemesi sonunda “Büyük Oyun“un (The Big Game) bir aracı olarak kullanılmışlar ve 1880’lerden başlayarak Rumları ve Bulgarları örnek alarak Rusya’nın kışkırtması ile Osmanlıya karşı ayaklanmalara başlamışlardı. Her iki devlet (Rusya ve İngiltere) Doğu Anadolu’da kendilerine yardımcı bağımsız bir Ermenistan kurdurmak için Osmanlı Ermenilerini kullanmışlardır.

1878 Berlin Andlaşmasında bağımsızlık isteklerini kabul ettiremeyen Ermeniler, terör örgütleri (Daşnak ve Hınçak) kurarak silahlanmış, Rusya’nın desteği ile çoğu Doğu Anadolu’da olmak üzere 20 yılda (1889-1909) yılda 40 ayaklanma çıkarmışlardır. Ermeni terör örgütlerinin stratejisi  “ayaklan,Osmanlı devleti müdahale etsin,‘Türkler Ermenileri öldürüyor’ iddiasıyla büyük devletlerden yardım iste” şeklinde özetlenebilir. Ermenilerin hiçbir ilde çoğunluk olmamaları ve Osmanlı İmparatorluğu’nun aldığı önlemler nedeniyle ayaklanmalar başarılı olamamıştır. Ancak bu ayaklanmalar sonunda Ermenilerle Müslümanlar (Türk ve Kürt) arasında büyük düşmanlık oluşmuş ve sorun uluslararası boyuta taşınmıştır. ABD’li tarihçi Prof. Justin McCarthy’nin saptamasına göre bu ayaklanmalarda 1 milyon 300 bin Türk hunharca öldürülmüştür.

Birinci Dünya Savaşı’nda

Ermenilerin yukarıda anlatılan ayaklanmalardan çıkardıkları sonuç “ayaklanma için en elverişli zaman, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşta olduğu zamandır” olmuştur. İmparatorluğun 1. Dünya Savaşına girmesi Ermenilere bekledikleri fırsatı vermiştir.

Osmanlı imparatorluğu 29 Ekim 1914’te Donanma Komutanı Souchon komutasındaki Osmanlı donanmasının Karadeniz’deki Rus donanma ve üslerine saldırması ile kendi istenci dışında bir oldubitti ile erkenden (kışın) savaşa girmiştir. Bu nedenle 1. Dünya Savaşında Osmanlı’nın ilk cephesi Doğu (Kafkas) cephesi olmuştur.

İlk çatışmalar niteliğindeki Köprüköy muharebelerinden sonra Enver Paşa komutasındaki 3. Ordu, Sarıkamış’ı Ruslardan geri almak ve Rus ordusunu imha etmek amacıyla 22 Aralık 1914’te Sarıkamış harekatı olarak bilinen saldırıyı başlatmıştır.

Doğuda hava ve arazi koşulları çok çetindir. Buna karşın ordumuzun lojistik hazırlıkları kış koşulları için yeterli değildir, ulaştırmada ve sağlık hizmetlerinde büyük zorluklar yaşanmaktadır. Bu harekatta ordunun kış koşullarına hazır olmaması; şiddetli soğuk ve derin kar, tifüs salgını, planlama ve yönetim hataları yüzünden ordumuz, çoğu donarak ve tifüsten olmak üzere yüz bine yakın yitik vermiş ve Rus işgalindeki topraklarımızı kurtaramayarak başarısız olmuştur.

  • Sarıkamış harekâtındaki başarısızlığın en önemli nedenlerinden biri,
    bölgedeki Ermenilerin yurttaşı (tebaası) oldukları Osmanlı devletine ihanet ederek,
    düşman Rus ordusu ile işbirliği yapmalarıdır.

Savaşta Ermeniler

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Paylaşım Savaşına girmesinden yararlanan Osmanlı tebaası Ermeniler, Daşnak ve Hınçak terör örgütlerinin buyrumları (talimatları) doğrultusunda;

  • Zorunlu olduğu halde askere gelmemişler,
  • Gelenler firar etmiş,
  • Askere gelen Türk gençlerini öldürmüşler,
  • Rus ordusundaki Ermeni gönüllü alaylarına katılmışlar,
  • Rus ordusuna istihbarat ve kılavuzluk (yol göstericilik) desteği sağlamışlar,
  • Ordu geri bölgesinde ayaklanmalar çıkartarak sivil halka toplu kırım yapmış ve ordunun
    geri bölge güvenliğini bozmuşlar,
  • Ordunun lojistik ve haberleşme hatlarını kesmişler,
  • Hasta ve yaralı konvoylarına saldırılar düzenlemişlerdir.

Bu durum zaten çok zor koşullarda üstün düşman güçleri ile çatışan 3. Ordunun harekatını daha da zorlaştırmış, yitiğin artmasına neden olmuştur. Ordu komutanı, geri bölgesinin güvenliği için güç ayırmak zorunda kalmış bu da cephede Rus ordusunun işini kolaylaştırmıştır. Ordunun gücünü koruması ve başarısı için bu tür eylemlere son verilmesi askeri bir zorunluluk durumuna gelmiştir

Enver Paşa komutasındaki 3. Ordu çok yitik verip başarılı olamayınca, yeni Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa 4 Ocak 1915’te çekilme buyruğu (emri) vermiştir. Ordu çekilirken ve çekildikten sonra Ermenilerin sivil halka saldırıları ve ordunun lojistiğini engelleme çabaları sürmüştür. Hafız Hakkı’dan sonraki 3. Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşa, 6 Nisan 1915’te Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) Enver Paşa’ya gönderdiği iletide “Orduyu besleyecek olan bölgenin ve menzil hatlarının geçtiği bölgelerde düşmanca unsurların bulunmasını, ordunun yiyecek ihtiyacı ve emniyeti bakımından sakıncalı görüyorum” diyerek “Arzedilen bölgelerdeki Ermenilerin Suriye ve Musul bölgelerine sevk ve iskan edilmelerine izin verilmesini” önermiştir.

Bu öneri hükümetçe uygun görülmüş, 27 Mayıs 1915’te “Tehcir ve İskan Kanunu(Göç Ettirme ve Yerleştirme Yasası) çıkartılmıştır. Bu yasa ordu, kolordu ve tümen komutanlarına bölgelerinde zararlı faaliyetleri görülenleri öbür bölgelere sevk ve iskan ettirme (gönderme ve yerleştirme) yetkisi vermiştir. Yasada “Ermeniler” sözcüğü geçmemekte, “zararlı faaliyetleri görülenler” denmektedir.

Yasanın uygulaması için çıkartılan yönetmeliklerde ve hükümet buyruklarında zorunlu göçten (tehcirden) ayrı (bağışık) tutulacaklar belirtilmiştir. Bu ölçütlere uyan 300 000 kişi tehcirden
ayrı tutulmuştur.

Yasanın uygulanması için yayınlanan yönetmeliklerde, tehcir edilenlerin yol güvenlikleri, beslenmeleri, sağlıkları ve yeni yerlerinde sağlanacak olanaklar ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Bütün bunlar araştırmacılara açık olan Osmanlı arşiv belgelerinde bulunmaktadır.

Devletçe alınan tüm önlemlere karşın soğuk hava koşulları, yeterli yolların olmaması,
Kürtlerin yaşadığı bölgelerinden geçenlere saldırılar, bu saldırıları önleyecek yeterli güvenlik güçlerinin bulunmaması ve salgın hastalıklar gibi nedenlerle yollarda ölen Ermeniler olmuştur.

24 Nisan 1915’te  Ne Oldu?

Ermenilerce “soykırım günü(med yegern) olarak anılan 24 Nisan 1915’te, Osmanlı devleti
Doğu Anadolu’daki ayaklanmaları ve Ermenilerin haince davranışlarını planlayan ve yöneten terör örgütlerinin İstanbul’daki merkezlerini basmış, evraklarına el koymuş, sorumlu olduğundan kuşku duyulan 350 kişiyi tutuklamıştır.

Soykırım nedir?

Soykırımın suç olarak tanımı 1948 tarihli BM Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi ile yapılmıştır. Buna göre soykırım suçunun oluşması için ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir kümeyi (grubu) tümüyle veya bir ölçüde ortadan kaldırmak kastı olmalıdır (özel  kasıt: suçun manevi – tinsel ögesi). Bu kasıtla;

  • Grup üyelerinin öldürülmesi,
  • Ciddi bedensel ve zihinsel zararlar verdirilmesi,
  • Yaşam koşullarının değiştirilmesi,
  • Doğumların engellenmesi,
  • Çocuklarının başka bir gruba verilmesi fiillerinden birinin işlemesi gerekmektedir
    (suçun maddi ögesi).

Ceza Hukuku kuramına göre bir suçun oluşması için, maddi ve tinsel (manevi) ögelerinin
var olması gerekir.

Soykırım Yoktur, çünkü                               :

  1. Soykırım kastı (Ermenileri tümüyle veya kesimsel ortadan kaldırmak) yoktur.
    Böyle bir kastın bulunduğunu gösteren tarihsel bir kanıt bulunamamıştır.
    Suçun manevi (tinsel) ögesi oluşmamıştır.
  2. 27 Mayıs 1915’te çıkartılan yasanın adı “Tehcir ve İskan” yasasıdır. Ermenilerin salt tehciri değil, gittikleri yerde yerleştirilmelerini de kapsamaktadır. Bu durum soykırım kastı olmadığının kanıtıdır.
  3. Tehcirde bağışıklıklar (muafiyetler) tanınmıştır,
  4. Savaş bölgesi dışındaki Ermeniler tehcire tabi tutulmamıştır.
  5. Yollarda gereken güvenlik önlemleri olanaklar ölçüsünde alınmıştır.
  6. Tehcir edilenler gittikleri yerlerde toplama kamplarında tutulmamış, yaşamlarını ve
    soylarını sürdürme olanağı sağlanmıştır.
  7. Soykırım hukuksal bağlamda bir suç olarak 1948’de tanımlanmıştır. “Suçun ve cezanın yasallığı” ilkesine göre, 1948’de tanımlanan bir suçun 1915’te işlenmesi olanaklı değildir.
    Ceza hukuku kuramında Suç ve ceza hükümleri geriye yürümez.
  8. Soykırım yasa ile tanımlanmış bir suç olduğundan, bu suçun işlenip işlenmediğine
    yetkili mahkemeler karar verebilir. Yetkili mahkemeler dışında yabancı devlet organları (Başkanlar dahil) soykırım yapıldığına ilişkin karar veremezler. Bu güne dek
    yetkili bir mahkeme kararı bulunmadığından, hukuksal olarak soykırım suçu da yoktur.
  9. Sevr Andlaşması İngiliz Kraliyet Başsavcısına soykırım savlarının soruşturulması görevini vermiştir. İstanbul işgal altında, bütün arşivler işgalci müttefiklerin elinde iken ve olası kuşkulular (şüpheliler) Malta’da sürgünde iken, İngiliz Başsavcı soykırım suçuna ilişkin yeterli kanıt bulamamış, kovuşturmaya yer olmadığı kararı vermiştir.
  10. Tehcir sırasında Ermenileri koruma görevini savsaklayan görevliler cezalandırılmıştır.
  11. Tehcir edilen Ermenilerin eski yerlerine dönmelerine izin verilmiştir.
  12. Ermeni yetimlerine sahip çıkılmış, yetimhanelerde devlet korunmasına alınmışlardır.
  13. Yabancıların tehciri izlemesine izin verilmiştir.
  14. Türk vatandaşı Ermeniler bu gün bile Lozan Andlaşması’nın sağladığı azınlık haklarından yararlanarak ülkemizde barış ve erinç içinde varlıklarını sürdürmektedir.

Soykırım yoktur ama tehcir ve iskan vardır 

Bu da Ermenilerin neden olduğu tümüyle askeri zorunluklardan kaynaklanmıştır.
Kişiler Ermeni oldukları için değil; ordunun varlığını ve güvenliğini tehlikeye soktukları için
savaş bölgesinden çıkartılarak, ülke içinde daha güvenli bölgelere yerleştirilmişlerdir.

  • Yukarıdaki konular, Perinçek-İsviçre davası kapsamında 15 Ekim 2015 tarihli kararla
    AİHM Büyük Dairesince karara bağlanmış, konu hukuksal olarak kapanmıştır.
  • Büyük Jüri, 1915 olaylarının Yahudi soykırımına (holokost) benzemediğini de
    kararında belirtmiştir.

Değerlendirme ve sonuç

  • Ermenilerin savladıkları (iddia ettikleri) gibi Osmanlı İmparatorluğu, 1915 yılında ve
    başka herhangi bir zamanda Ermenilere soykırım uygulamamıştır.
  • Soykırım suçlaması emperyalist bir yalandır! 
  • Amacı Türkiye’yi baskı altına almak, uzun erimde (vadede) Doğu Anadolu’da Ermeni devleti kurma tasarımını gerçekleştirmektir; (AS: 3 T formülü; Tanıma – Tazmin – Toprak!)
  • Osmanlı arşivleri tüm araştırmacılara açıktır. Yukarıdaki konular Osmanlı ve ilgili devlet arşivlerden araştırılabilir. Ancak Ermeni tarafı, ortak tarih komisyonu ile arşiv araştırmasına yanaşmamaktadır.
  • ABD başkanı Biden’ın 24 Nisan Bildirisinde “soykırım (genocide) deyimini kullanması haksız, tarihsel gerçeklere aykırı ve küçük düşürücüdür. Uluslararası saygınlığımızın korunması ve yüceltilmesi konusundaki ulusal çıkarlarımıza açık saldırıdır. Biden, hukuken tanımlanmış bir suç olan “soykırım hükmü” vermeye yetkili bir yargı organı da değildir.

Ne Yapmalı?

Türkiye bu haksız suçlamaya karşı salt tepkisel (reaktif) değil, çok yönlü önalıcı (proaktif) bir yordam (strateji) belirlemeli ve uygulamalıdır. Sözde soykırım suçlamalarına karşı tepkiler
24 Nisanlarla sınırlanmamalıdır. Bu kapsamda;.

  1. Konu ile ilgili olarak, hükümetten hükümete değişmeyen ulusal bir yordam (strateji) belirlenmelidir,
  2. Bu yordam (strateji) kapsamında bilimsel çalışmalar, halkla ilişkiler (PR) yürütülmeli,
    değişik dillerde film, roman, tiyatro gibi sanat yapıtları üretilmelidir.
  3. Yetkililer, Ermenileri haklı çıkartacak eylem ve söylemlerden kaçınmalıdır.
  4. Konu, okullarda öğretim programlarına alınarak gençlerimiz aydınlatılmalıdır.
  5. ABD Başkanı’nın “soykırım ”suçlamasına ciddi uluslararası tepki gösterilmelidir.
  6. ABD’deki Ermeni lobisine karşı etkili lobicilik yapılmalıdır.
    ***
    Yazının PDF biçimi : Ermeni Soykırımı Yoktur, Cihangir Dumanlı
    =====================================================

Dostlar

Sayın Dumanlı’nın 3 şapkası (General, Hukukçu ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı) ile yaptığı irdeleme çok değerli. Kendisine teşekkür ederiz. Biz iki katkı yapmak isteriz :

Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’nin kitabı bir itirafnamedir : Soykırım yapılmadı!

(Kaçaznuni, Ovanes, Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005)

Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 Parti Konferansına Raporundan birkaç alıntı :

  • “Biz kayıtsız şartsız Rusya’ya yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken zafer havasına kapılmıştık; sadakatimiz, çalışmalarımız ve yardımlarımız karşılığında Çar Hükümeti’nin (Güney Kafkasya Ermenistanı ile Türkiye’nin Ermeni Eyaletlerinden oluşan) Ermenistan’ın bağımsızlığın bize armağan edeceğine emindik.”

Taşnak Hareketinin gücünü nereden aldığını Kaçaznuni’nin bu sözlerinden anlayabiliriz; Çarlık Rusya’sından. Çarlık Rusya’sı da o dönem emperyalizmin ağababası İngiltere’nin hegemonyası altındaydı. Türkiye’nin aldığı önlemler, yaptığı eylemler haklı ve yerindeydi. Ovanes Kaçaznuni de bu durumu şu sözleriyle itiraf etti:

  • ” Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır; sonradan da anlaşıldığı üzere, Türkiye’de Ermeni meselesinin temelli çözüm açısında bu yöntem en kesin ve en uygun bir yöntemdi.”

1914-18 arasındaki savaş Osmanlı’yı bölme savaşıdır. Müthiş bir destek alan Taşnak Ermenileri büyüsüne kapılmış oldukları ‘Denizden denize Ermenistan projesini gerçekleştirmek için Dünya Savaşı’nın koşullarını kullanarak tasarımlarına yön verdiler.

Kitap Ermenistan’da yasaklandı, Avrupa kütüphanelerinden toplatıldı. Son olarak, çuval dolusu ciddi arşiv belgesine ulaşan Ermeni araştırmacısı Mehmet Perinçek tutuklandı ?!
***
Ayrıca, CHP’nin çağrısıyla (Gn. Bşk. D. Baykal) ülkemize gelen ve TBMM’de bir konuşma yapan (21 Mart 2005), ABD’li tarihçi Prof. Dr. Justin McCarthy :Ermeniler soykırıma uğramadı!” dedi. ABD Lousville Üniversitesi profesörü McCarthy, kendisine yöneltilen sorular üzerine
ilk açıklamasını Türkçe yaptı : (Konuşma metnine TBMM tutanaklarından erişilebilir..)

  • Maalesef yanlışlıktan korkuyorum, onun için İngilizce cevap vereceğim” diyen
    Justin McCarthy, soykırım iddialarının asılsız olduğunu söyledi.
  • Prof. McCarthy, Ermeni soykırımı yoktu. Bir savaş vardı. Bu savaşta Ermeni isyancılar yönetime karşı ayaklandı. Yönetim tepki verdi, Ermeniler öldü. Bazen Türkler tarafından öldürüldüler. Ama Türkler de Ermeniler tarafından öldürüldü.
  • Ermenilerden çok daha fazla Türk öldü. dedi.
  • “Şunu anımsamamız gerekir ki; Osmanlı İmparatorluğunun varlığı tehdit altındaydı; Sırbistan, Bosna, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan Avrupalıların müdahaleleri nedeniyle zaten yitirilmişti. Avrupalılar, Osmanlı İmparatorluğunu 1878’de bölmeye karar vermişlerdi ve 1890’da bu planı yürürlüğe koydular. Salt Rusya’dan korkuyordu. İşte, Ermeni isyancıları da bunu istiyordu. Osmanlıların Ermeni isyancılarını hapse atmasını ve idam etmesini bekliyorlardı…
  • Bu durumda Avrupa’daki gazeteciler masum Ermenilerin öldürüldüğü haberleri yayacaklar ve Ermenilerin siyasal özgürlüğünün olmadığını yazacaklardı. Müslümanların Ermeni  kışkırtmasına ve saldırılarına Ermenileri öldürerek tepki vermesini istiyorlardı. Avrupa gazeteleri ölen Müslümanları değil, ölen Ermenileri haber yapacaktı ve bu nedenle,
    kamuoyu bu şekilde İngiliz ve Fransızların Rusya’yla işbirliği yaparak imparatorluğu çökertmesine olanak sağlanacaktı..
  • Tehcir edilen kişilerin %80’den çoğu yaşamda kaldı. Prof. Halaçoğlu burada zaten; O da söyleyebilir doğru mu, değil mi. Bu, tabiî, soykırım değil %80’i yaşamda kalmışsa. Halkın %80’inin yaşamda kaldığı soykırım olmaz. Örn. Yahudilerin yüzde kaçı yaşamda kaldı, ona bir bakalım. Bu bilgiler yayınlanmadan önce bile zaten soykırım olmadığını biliyorduk. Neden; çünkü, İstanbullu, İzmirli, Edirneli Ermeniler tehcire tabi tutulmadı, yaşamda kaldılar….
  • …Gerçek bir soykırıma bakalım : Örneğin Hitler Almanya’sına bakalım. Gerçekten soykırım yaptı Yahudilere değil mi? Peki, Berlin’de yaşayan Yahudilere ne oldu; yaşamda kaldılar mı savaşta; hayır, kamplarda öldürüldüler. Büyük kentlerdeki Yahudiler ne oldu; yaşamda kaldılar mı; hayır, öldürüldü hepsi. Peki, İstanbul Ermenileri ne oldu; herkes gibi bunlar da savaşta yaşadılar ve hâlâ da yaşıyorlar.
  • Demek ki soykırım değil bu!
  • Ayrıca, bir şey söyleyeyim size : Osmanlılar çok zekiler, eğer Ermenileri öldürmek isteselerdi, %80’i yaşamda kalamazdı Ermeniler. Çok basit (alkışlar).

  • Bir de, bir şey daha söylemek  istiyorum. Türkler 1071’de, işte Ermenistan denilen topraklara girdiler ve Ermeni sorunu 1915’te başladı. Burada bulanan, 1071’de yaşayan Ermenilerin soyu 1915’e dek sürdü. Türkler katliam yapan manyaklardır diyebilmek için, dokuz yüzyıl düşündüler öyle mi karar verdiler?! Dokuz yüzyıl düşündüler ha, tamam öldürelim Ermenileri mi dediler?! (alkışlar)

    Evet, son soruydu değil mi bu? Evet, son soru olduğuna göre, ben, hepinize çok teşekkür etmek istiyorum beni buraya davet ettiğiniz için. Tabii ki, Cumhuriyet Halk Partisine teşekkür ederim davet ettiği için. İnşallah yakında görüşürüz. Teşekkür ederim.”
    ***
    Ertesi gün Cumhuriyet‘te de kapsamlı haber oldu bu konuşma..

İkiyüzlü ve insanlık düşmanı emperyalizmin ve uşakları emperyalistlerin oyunları bitmiyor.
Hep uyanık, hazırlıklı olmak ve gerekli yanıtları zamanında, kanıta dayalı vermek gerek.

Sayısız Ermeni araştırmasına imza koyan saygın ve çok kıdemli Prof. Türkkaya Ataöv şu savı ileri sürüyor :

  • “Soykırım yapıldığına ilişkin bir tek belge  şimdiye dek ortaya konulamamıştır!”

“Bir Türk Ermenisi olarak ve de bir tarihçi kimliğiyle söylüyorum; Türkler, Ermenilere asla soykırım yapmamıştır!”

Levon Panos Dabağyan (Türkiye Ermenileri Tarihi)

Image

03 Mayıs 2013 günü, CHP Altındağ ilçesinde bir görsel konferans vermiştik (85 yansı).
Başlık şuydu : ERMENİ SOYKIRIMI : EMPERYALİST İFTİRA!..

Bu yansılara (slaytlara) erişmek için lütfen tıklayınız…

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2015/04/Ermeni_Soykirimi_Emperyalist_iftira_Altindag_CHP.pdf  

Sevgi ve saygı ile. 17 Mart 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Hangi anayasal miras?

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Anayasalarımızı, 1921, 1924, 1961 ve 1982 yıllarıyla anarız genellikle;
20 Ocak, 20 Nisan, 9 Temmuz, 7 Kasım tarihleriyle değil.

‘1924 Anayasası’ deriz ama 20 Nisan 1924 tarihini pek az kullanırız. Oysa bir ulusun ortak belleğinin temel taşları olan büyük belgeler, tarihleri ile anılır.

Tıpkı 23 Nisan 2020, 20 Ocak 2021, 24 Temmuz 2023 ve 29 Ekim 2023’ün sırasıyla TBMM, 1921 Anayasası, Lozan Barış Andlaşması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılları olarak kutlandığı gibi, 20 Nisan 2024 de, Cumhuriyet anayasacılığının yüzyılı olarak kutlanmalı.

Bu önem, Anayasa metnine indirgenemez. İçerik her anayasa gibi tartışılabilir; ama önemli olan, konuya anayasal zaman ekseniyle yaklaşmak. Şöyle ki; itici güçleri açısından 1924 Anayasası ve 1924 sonrası yüzyıllık dönemi tartışma ötesinde Cumhuriyet’in 2. yüzyılı Türkiye’si için
nasıl bir anayasal gelecek?

Soruya yanıt, anayasacılık ortak paydalarında:

  • Ulusal egemenlik temelinde demokratik ve laik hukuk Devleti”.

1924 Anayasası, siyasal iktidarın seçimler yoluyla el değiştirdiği bir demokratik süreci yansıtır.

1961 Anayasası, özgürlükçü ve demokratik anayasacılığın tepe yaptığı bir dönem ile örtüşür.

1982 Anaysası’nda 1987 ve 2004 arasındaki değişiklikler, hukuk devleti onarımına denk düşer.

2007-2017 değişiklikleri, anayasal ve siyasal mirası reddetti. Bu, hükümetin ve siyasal sorumluluk düzeneklerinin kaldırılması ile sınırlı olmayıp, Anayasa dışı uygulama ve fiili (eylemli) durumlar ağırlıklı bir kurgudur: Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY).

Yalancı anayasacılık” akımı da, sivil ve yeni söylemler eşliğinde bu dönemde zirve (tepe) yaptı.

Üç soru? ‘Sözde Anayasa’ öncülerinin 19 Mayıs 1919, 23 Nisan 1920 ve 20 Nisan 1924 üzerine “anayasal söylem” leri ne?

20 Nisan: Yüzyıllık kazanımlar, 2. yüzyıla, çağdaş anayasıcılıkla pekiştirilerek nasıl taşınacak?

23 Nisan: 2. Yüzyıl Anayasasının öznesi çocuklar, Anayasa’nın neresinde?

19 Mayıs: Gençleri, hangi anayasal gelecek bekliyor? Genç kuşaklar, anayasal sürece nasıl katılacak?

Bu sorulara yanıt bekleyen çocuklar ve gençler ise, tam tersi yönde işlem ve davranış ile baskılanıyor:

20 Nisan Resmi Gazete: Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Kur’an Eğitim Merkezleri Yönetmeliği (KEMY) yayımladı. Ne rastlantı!

23 Nisan: Atatürk’ün ulusal egemenlik bayramını armağan ettiği çocuklar, okullarda öğretmen olmayan kişilerin çocuk hakları ile bağdaşmayan ÇEDES kuşatması altında.

19 Mayıs: “ÖğrenciLise eğitimine örgün olarak devam ederken, Kur’an eğitim merkezlerinde verilen eğitim hizmetlerinden faydalananlar” (20 Nisan KEMY, md.4/a).

Görüldüğü gibi ÇEDES ve KEMY’nin amacı din bilgisi değil; çünkü, zorunlu din dersleri 42 yıldır uygulamada.

Hangi DİB? Sekülerleşmeyi, yani Cumhuriyet Anayasacılığının ortak paydası olan dünyevi (laik) hukuk düzeni ve toplumu sakıncalı gören ve Anayasa ihlalini alışkanlık haline getiren bir kuruluş!

Soru       : Anayasa zamanı olarak gelecek kuşaklar, “insan haklarına dayanan demokratik ve laik” bir Cumhuriyet’in yurttaşları mı olacak; yoksa, cemaatler, mezhepler ve tarikatlar kıskacında biat kültürü ile yetiştirilen kindar kuşaklar mı?

Özet        : Cumhuriyet kurucularının 3 Mart 1924 Öğretim Birliği Yasası üstünde temellerini attıkları Anayasal miras (kalıt), yüzüncü yıllarında silinmeye çalışılıyor.

PBDBY kurgusunun yapay koalisyonu Cumhur İttifakı’nın ters kelepçesi altındaki TBMM çoğunluğu, Diyanet Akademisi’ne onay verdi, ama Cemevi’ni ibadethane (tapınç evi) olarak bile tanımadı.

Aynı ittifak, Türkiye ekosistemi üzerinde yıkıcı riskler taşıyan yasaları yürürlüğe koydu.
Anayasa ve kuşaklar ilişkisi gibi Anayasa ve mekan ilişkisi de zedelendi.

  • PBDBY’nin 2. yüzyıla bırakacağı miras: Yağmalanmış bir ülke!

Yürürlükteki Anayasayı ihlal (çiğneme) yarışında olanların sahte Anayasa söylemlerine aldanmayacakları umuduyla, bütün çocukların Ulusal Egemenlik bayramı kutlu olsun!
********
Önceki ve Sonraki Yazılar
Seçim sonuçları ve Kurtulmuş’un Sivil Anayasası
İbrahim Ö. Kaboğlu Arşivi

3. CEZA DAİRESİ ve KESİN HÜKÜM YOKLUĞU, 05 Ocak 2024 
OHAL sona eriyor mu? 09 Mayıs 2023