Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Karanlığın kavşağında

Gani Aşık 

Emekli  müftü
09 Mart 2024, Cumhuriyet

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın dağılıp çökme nedenlerinin antitezi olan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti temelleri üzerinde inşa edilmiştir. Türklüğün ölüm fermanı Sevr’i onaylayan padişah yanlıları ile tarihte iki devlet yıkan ve Cumhuriyetle yeraltına inen sağ popülizmin sırtını sıvazladığı tarikatlar, 12 Eylül’ün beslediği irtica tarlasında filizlenip demokrasi tramvayından inmeye hazırlanan siyasal İslamla bütünleşerek parlamentoyu, yargıyı ve bürokrasiyi sardılar.

Genelde Türk ulusunun; özelde, kağnı ile cephenin lojistiğini sağlayan Kastamonulu kadınların gül kokan terleri ve binlerce İstiklal Savaşı şehidinin kutsal kanları karşılığında kurulan modern Türkiye bu sıkıntılara nasıl sürüklendi, irdeleyelim.

12 EYLÜL’ÜN ETKİSİ

12 Eylül faşist darbesinden bir gün önce, senatör ve milletvekili toplamı 600 olan, cumhurbaşkanını seçecek genel kurula yalnızca 23 kişi katıldığı için oturum açılamadı.

Kuliste, Senatör Müezzinoğlu ve bazı milletvekilleri ile “demokratik dönemin kapandığını, kaçınılmaz askeri darbenin tarihinin ne olabileceğini” değerlendirirken o saatlerde askerin kışladan çıkma hazırlığında olduğunu 12 saat sonra gelen darbe ile öğrenmiş olduk.

Devlet 6 aydır başsız, sokaklar kan gölü, binlerce gencin yaşamına mal olan eylemler ülkeyi teslim almışken, Demirel ve Ecevit cumhurbaşkanlığı seçimini inat ve ısrarla sabote etti. Evren’in başında olduğu Atatürk maskeli, ABD güdümlü gerici generalleri adeta darbeye ittiler, bunun hesabını da vermediler. Zamanın atmosferini soluyan milletvekili olarak bu tespitimin (saptamamın) dayanağı yaşanan ve tarihe mal olan siyasal fenomenlerle, yaşamda olan yüzlerce parlamenterin tanıklığıdır. Merhumlara duyduğum saygı, gerçeği yazmama engel değildir. Nitekim halk, “netekim”i alkışladı. Atatürk düşmanlarının örtülü minnet duyduğu Evren, kezlerce “Cumhurbaşkanını seçmiş olsalardı, darbe yapamayabilirdik.” demiştir.

DUR DİYEBİLMEK

Bu büyük siyasal ve sosyal çalkantılar Türkiye’yi devlet adamı yoksulluğuna mahkûm etti, fırsat ve istismarlardan beslenen siyasal İslamın önü de böyle açıldı. Darbenin nitelikli siyasetçi düşmanlığını kimi isimler sürdürdüler.

  • Aydınlığın karanlığa yenildiği gibi,
  • Kuran ve Hz. Muhammed İslamı da siyasal İslama yenik düşmüştür.

Sevgi, şefkat, adalet, hikmet, merhamet ve dürüstlük gerçek İslamın özünde, halkı din ile avlamak için siyasal İslamın sözündedir.

Her ikisi de emperyalizmin güdümündeki Hizbullah’ın uzantısı ve bölücü partiler milletin kutsal ocağı TBMM’dedir.

  • Şeriat çığlıkları adliye sarayında, ortaçağ eğitimi tüm okullardadır.
  • Cumhuriyet alev alev!

Vasıf Çınar, Reşit Galip, Mustafa Necati ve Hasan Âli Yücel’in koltuğunda, İslamcı vakıfları sivil toplum kuruluşu olarak niteleyen bir kişi oturuyor.

Yerel seçimlerde gidişata bir sarı kart gösterilmesi ulusal zorunluluktur!

Laiklik, “Halkın Sağlığı ve Sağlamlığıdır”

Celal KARLIKAYA | Prof.Dr., MD Specialist | Trakya University, Edirne | Pulmonary Medicine | Research profileProf. Dr. Celal KARLIKAYA
Göğüs Hastalıkları Uzmanı
Edirne Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi

Türkiye Cumhuriyeti olarak 3 Mart 2024 Halifeliğin kaldırılmasının 100. yılını kutluyoruz: “halkın sağlığı ve sağlamlığı” için ne denli yaşamsal olduğunu anmak -m anımsamak istiyoruz.

Tabip Odaları ve Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasa’ya dayanarak (m.135) çıkarılmış yasayla (6023 s. yasa) kurulmuş kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır ve temel görevi hekimlerin dayanışması yoluyla Halkın Sağlığı ve Sağlamlığı için çaba göstermektir.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığını, her zaman, üzerinde dikkatle durulacak ulusal amaç olarak tanımlamış ve

  • Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevi, halkın sağlığı ve sağlamlığıdır.” demekle doğru yola ışık olagelmiştir.

Anımsanmalıdır ki; I. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı Devleti yenildi ve sömürgeci devletler, yüzyıllardır vatanımız olan Anadolu’yu da elde kalan Trakya’yı da paylaşmak istediler. İngiltere, Fransa ve İtalya ortak olarak İstanbul’u işgal etti. Yunanistan Başbakanı Venizelos, Batı ve Doğu Trakya ile İstanbul’un Yunanistan’a verilmesini istemişti. Ülkenin dört bir yanı işgal edilmiş, halkımızın neredeyse tüm yaşam alanı elinden alınmıştı. Bu yaşamsal tehdit, dört yıla yakın süren Milli Mücadele dönemi ile 9 Eylül 1922’de Büyük Zaferle sonuçlandı. Sömürgeci devletler yenilgiye uğratıldı. Yedi düvelin paylaşım planları yırtılıp atılmıştı.

Askeri utkular (zaferler) büyük bir hızla eğitim, güvenlik, adalet, sağlık, güzel sanatlar, yönetim, kültür.. alanlarında köklü ve kapsamlı düzenlemelerle çağdaş bir ulus ve devlet yolundaki çabalarla taçlandırıldı. Batı’lılar (Garplılar), Atatürk önderliğinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ne hayranlığını gizleyemiyordu ve kendi ifadeleri ile:

  • 1923-38 arası 15 yılda, Batı’nın yüzlerce yılda yaptıkları başarıldı.”

Ulusun güven içinde yaşatılması, sağlığına özen gösterilmesi ve olanaklar ölçüsünde toplumsal (sosyal) acıların dindirilmesi başlıca görevlerinden idi. Ülkemizin ivedi (acil) doktor gereksinimini karşılamak için, 1920’de hepsi 260 (iki yüz altmış) doktoru olan Türkiye’de, hızla başta hekim olmak üzere sağlık çalışanları yetiştirildi. Bulaşıcı hastalıkların yayılması, destansı özverilerle önlendi.

Kimi bulaşıcı hastalıklara karşı en kesin koruyucu önlem olan aşıların, tümüyle ülkemizde üretimi sağlandı. Üç milyondan çok kişiye yetecek çiçek aşısı Sivas’ta üretildi. Ülkenin yaygın sıtmalı bölgelerine yeterli Kinin dağıtıldı. Frengi hastalığının yok edilmesi için de gerekli olanaklar sağlandı. Yoksulluk, trahom, cüzzam, verem, açlık, ruhsal bozukluklar… gibi sosyal hastalıklar ile de daha etkili ve ayrıntılı, bilimsel akılcılıkla savaşıldı; böylece dünyaya örnek bir “Atatürk’ün Sağlık Devrimi de gerçekleştirilmiş oldu. Hiç abartısız, destansı bir devrimdir uygarlık tarihinde!

Tam bağımsızlık amacındaki Türk Cumhuriyeti Devleti, başta sağlık reformları olmak üzere bu çabaları için gereksindiği gücü TBMM’den almış, ulusal egemenliğin yansımasını bu KURUM’da bulagelmiştir. TBBM Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, Atatürk’e göre “içi boşalmış bir heyula olan” Halifelik Kurumunu 431 sayılı yasayla yürürlükten kaldırmıştır. Çünkü ülkemizin dünyada temsili konusunda iki başlılık görüntüsü veriyordu. Çağdışı ve işlevsiz bir kurum olarak, Devletin varlığı ve ülkenin geleceği açısından tehdide dönüşmüştü. Cumhuriyet, daha dört aylıktı! 3 Mart 1924’te, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için yaşamsal önemde üç temel yasa TBMM’de kabul edildi. Cumhuriyetin kurucuları, başta Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları ve TBMM için en büyük ideal, Cumhuriyet’in çağdaş uygarlık düzeyine erişmesi ve aşması idi.

  • 3 Devrim Yasası”, Cumhuriyet’in kuruluş ideallerini ve temellerini pekiştirmiş ve ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyine – ötesine taşıyacak temel adımların zeminini oluşturmuştur.

Laiklik Halkın Sağlığı ve Sağlamlığı İçin Neden Gerekli İDİ?
Şu durumda neden GEREKLİdir?
Gelecekte de neden gerekli OLACAKtır?

Bilindiği gibi bir Türk hekimi olan İbni Sina‘nın çalışmaları, Türk-İslam düşünce tarihinde ve tıbbında çok önemli bir yere sahiptir. İbn-i Sina, Orta Çağ modern tıp biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi kabul edilir. Tıbbın, bilimin ışığının Doğudan Batıya taşınmasında büyük katkısı olmuştur. Özbekistan doğumludur. O’nun felsefesi ve bilimsel katkıları hem o dönemin hem de günümüz tıp anlayışını derinden etkilemiştir. Batı’da Avicenna olarak anılan İbni Sina; felsefe, tıp, matematik ve metafizik alanlarında 450’den çok makale ve 200’ü aşkın kitap yazmıştır. Kuramsal olarak doğa, matematik ve metafizik alanlarında; uygulamalı olarak siyaset, ekonomi ve ahlak alanlarında insanlık kalıtına (mirasına) büyük katkılarda bulunmuştur. Ancak ne yazık ki, bu çok yönlü yetkin HEKİM’e, Bilim İnsanına, “içgüdüleri ve kendinden kaynaklı (menkul) sözde bilgelik safsataları”ndan başka bir şeyleri olmayan din bezirganlarınca – mollalarca, itibar suikastı (saygınlık saldırısı) yapılmış, canına kıyılmıştır.

Günümüzde Atatürk Devrimlerine ve Cumhuriyet’in temel değerlerine yapılan ve giderek artırılan sistemli bütünsel saldırılardan biri de “laik-bilimsel eğitim“e yapılanlar. Çünkü dogmatik (hurafe ve değişmez – sabit – inançlar temelli) bir eğitim ile dinci ve kindar kuşaklar yetiştirilmek isteniyor. Bunun en net örneklerinden biri Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi bir KURUMu olan İzmir Müftülüğünce ilkokul öğrencilerinin, gerici Menemen ayaklanmasından ve Kubilay’ın başı kesilerek şehit edilmesinden yargılanıp ceza alan (1930) kişinin mezarına götürülmesi, övülmesi olayıdır. İlkokul çocuklarına dek indirilen dinci ideolojik-dayatmacı eğitim Atatürk’ün öğretmenlerimizden istediği “Cumhuriyet; sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” ilkesi ile kökten çelişki içindedir. Artık yapay zekanın yaşamın parçası olduğu bir çağdayız ve doğal aklın yok edilmesi ve yerine dogmatik robotik bir insan modelinin konması ile hangi halk – millet barışa, huzura (erince), gönence, esenliğe ulaşabilir ki..

  • ÇEDES safsatası ile küçük çocukların ruh sağlığında kalıcı ve ciddi bozulmalar beklenmeli
    ve bu kurgulu saldırı mutlaka engellenmelidir; ulusu çürütme hedefli,
    emperyal bir tasarımdır.
  • Süslü bir isim ile paket edilmiş ÇEDES projesi ile çocuklarımız SÖZDE “(b)ilime sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı; millî, ahlaki, insanî, manevi ve kültürel değerlere göre” yetiştirilecek, din görevlileri öğrencilere “Değerler Eğitimi” verecektir. Sonuç eğitim bilimlerinden, pedagojik formasyondan bihaber (habersiz), dahası Türkiye Cumhuriyet’imizin kuruluş değerlerine kindar-dindar bir davranış-tutum.
  • Yeterince din dersi öğretmenlerimiz varken din adamlarının örgün eğitimde ne işi var. Hatta bazı yerlerde devlet memuru olmayan vakıf derneklerden din adamlarının..
  • Ya eğitimdeki birlik daha da bozulup her ayrı din, her ayrı mezhep/ tarikat için böyle bir eğitim modeli uygulanırsa ne olacak bu ülkenin geleceği?
  • Unutulmamalıdır ki dünya tarihinde en fazla cinayet sözde din savaşları yüzündendir.
  • Günümüzde yaşanan Gazze savaşının bile temel savı farklı dini inançlar değil midir?
  • Temel eğitimde içeriğin (müfredatın) “dinci” ve sözde “milli” değerler çerçevesinde yeniden oluşturularak bilimsellikten uzaklaştırılması, laik-bilimsel eğitim kurumları yerine anaokullarına dek hemen tüm okulların bir tür İmam-Hatip okullarına dönüştürülmesi dayatması ile yüz yüzeyiz. Bunlar İbni Sina’nın ve Anadolu Aydınlanmacılarının bize bıraktığı aydınlık ve çok değerli kalıtın (mirasın) mollalarca yok edilmeye çalışıldığı karanlık çağları anımsatıyor ne yazıktır ki..

Anımsanmalıdır ki sağlıklı insan hastalanınca iyileşmek ister. İçgüdüye veya safsatalara dayalı yollardan değil sistemli gözlem ve deneye dayanan – bilimsel, denetime açık, onanmış en iyi sağaltımı (tedaviyi) görmek ister. Bu, doğallıkla insancıl bir davranıştır ve görülmektedir ki, en koyu molla – yobaz anlayışlılar bile, hastalandıklarında en çağcıl (modern) hastanelere, Tıp Fakültelerine, Avrupa’da-ABD’de eğitim almış “doktorlara” koşar ve dinine, mezhebine, tarikatına değil, diplomalarına bakarlar.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan devraldığı değişik (farklı) eğitim türlerinin uygulandığı geleneksel eğitim, yaygın olarak mahalle mekteplerinde ve medreselerde veriliyordu. Bir bölümü daha önce ama çoğu 1876 ilk Meşrutiyet sonrası sınırlı sayıda çağdaş okullar (idadi, rüştiye, tıbbiye, mülkiye, harbiye vb.) açılmıştı. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Yasası ile tüm bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı ve dinci eğitim-öğretime son verildi. Daha önce Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığına bağlı veya özel vakıflarca kurulup yönetilen “medrese ve mektepler” de Milli Eğitim Bakanlığı’na devredildi. Bu Yasa ile zorunlu öğretim birliği ilkesi yaşama geçirildi ve “eğitimde 2’lik” kaldırıldı.

  • Dinci ve Laik eğitimin birlikte varlığı, ülkede yakın gelecekte ciddi çatışma, bölünme vb. kabul edilemez sağkalım (beka) sorunlarına yol açabilecekti; buna hiçbir devlet izin ver(e)mezdi.

Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm temel değerlerine
örgütlü ve dış destekli – kurgulu ve güdümlü bütüncül – kapsamlı
ve çok tehlikeli saldırılarla karşı karşıyayız!

Biz, Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık yoluna gönül veren ve bilimselliği nedeniyle usçu (akılcı) olarak benimseyen Türkiye Cumhuriyeti’nin doktorları olarak, “halkın sağlığı ve sağlamlığı” nın da güvencesi olan laik eğitimin ve laik sağlık hizmetlerinin, bir bütün olarak
seküler toplum – devlet düzeninin hızla sağaltılmasını (tedavi edilmesini), esenlendirilmesini (rehabilite edilmesini) istiyoruz :

  • Nitelikli sağlık hizmetlerine erişim için nüfus cüzdanı yeterli!
  • Tüm vatandaşların, barış ve huzur içinde nitelikli sağlık hizmeti, nitelikli tıp eğitimi, nitelikli eğitim.. özetle SAĞLIKLI YAŞAMA temel haklarıdır!

Özetle toplumsal barış, huzur ve özgürlük için LAİK – SEKÜLER (din ve devlet işlerinin ayrılmış olduğu) düzen tek yol. Herkes inancını vicdanında yaşar. Herhangi bir dinin yetersiz – eski – değişmeyen hükümleri devlet – toplum yaşamı dışında kalır. Batı bu gerçeği 114 yıl süren kanlı mezhep savaşları sonunda (1453, İstanbul’un düşmesi!) gördü ve uyguladı. Rönesans (Yeniden Doğuş!) yaşandı ve dinde reform yapıldı. Bilimsel – sanatsal ilerleme ile dünyaya egemen oldular ama dini ikiyüzlü, şeriatı bölücü, sömürücü politikalara alet yapan toplumlar karanlıkta kalmayı sürdürdü.

Bu tehlikeli ve çirkin oyuna asla gelmemeliyiz!

Laik eğitimi, laik yaşam biçimini benimseyen tüm KURUM, KURULUŞ ve sivil toplum örgütleri ile amaç ve eylem birliği içinde Cumhuriyet’imizin tüm kazanımlarına sahip çıkmaya ve bir bütün olarak laik düzeni, bilimsel-kamusal eğitimi ve sağlık hizmetini savunmayı kararlılıkla sürdüreceğiz.

  • Herkesin bilimsel sağlık hizmetine erişmesini temel hak sayıyoruz.

Türk Tabipleri, Hekimleri, Doktorları olarak Büyük Önder Atatürk’ün gösterdiği bilim ve fen (teknik) yolunda yürüyerek

  • Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevi, halkın sağlığı ve sağlamlığıdır.” ilkesi – bilinci ile çalışacağız.

Cumhuriyetimizi daha da ileriye taşıyıp, ulusumuzun hak ettiği çağdaş, gönenç (refah) içinde ve özgür bir ülkede başı dik ve onurlu yaşayacağız. Atatürk’ün buyruğu – öngörüsü net :

  • Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!(sonsuza dek yaşayacaktır)

Kaynakça

MUSTFA AYDINLI ŞİİRİ : EFENDİ        

ŞİİR KÖŞESİ

 

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
Halk ozanı

 

EFENDİ  

Sana birkaç sorum vardır
Biraz beri bak efendi!
Neden hep bizler yaşarız
Şok üstüne, şok efendi
***
Hep sana varlık barışı
Yersin kırışı kırışı
Şu verdiğin üç kuruşu
Al cebine sok efendi
***
Bak sana söyleyim baştan
Biz kesildik ekmek aştan
Giydiğin kutmu kumaştan
Neden bize yok efendi?
***
İşten güçten geç yatmadın
Kuru yerde hiç yatmadın
Akşamları aç yatmadın
Senin karnın tok efendi
***
Dil, diş sende, damak sende
Davul bizde, tokmak sende
Alıp cebe komak sende
Çok aldınız, çok efendi
***
Aydınlı yaşama dargın
Sen yaşarsın zevkle sargın
Devran döner elbet bir gün
Yaydan çıkar ok efendi

Noise Pollution and Health

Dear Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School
All medical students,
Medical residents in different branches
Allied health staff
General public and Media,

On 07th March 2024, we’ll conduct a 1 hour lecture for Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School with a subject of Noise Pollution and Health.

Here is the 37 slides PDF file (2,7 MB) : Noise Pollution and Health

Some important reminders for all                    :

  1. Hearing Damage : Noise pollution drives hearing loss, tinnitus, and hypersensitivity to sound. Protect your ears and advocate for noise reduction.
  2. Cardiovascular Risks : Noise can exacerbate cardiovascular diseases.
    It’s not just about what you see on an ECG; consider the noise around
    your patients.
  3. Sleep Disturbances :  Noise disrupts sleep patterns, affecting overall health.
    Prioritize quiet environments for healing.
  4. Stress and Mental Health : Chronic noise exposure leads to stress, cognitive impairments, and memory deficits. Recognize noise as a mental health factor.
  5. Childhood Development : Chronic noise exposure leads to stress, cognitive impairments, and memory deficits. Recognize noise as a mental health factor.
  6. Low Birth Weight: : Noise during pregnancy correlates with low birth weight. Educate expectant mothers about noise exposure.

The Next Public Health Epidemic : City Noise Pollution!

With respect and love. 07th March 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Univ. Medical School, Dept. of Public Health
BSc in Political Sciences & Public Administration
LLM in Health Law
www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik X : @profsaltik

31 Mart: Demokrasi için oy

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 07.03.2024, BİRGÜN

Cumhuriyet Anayasacılığının ortak paydası olarak “ insan haklarına dayanan laik ve demokratik sosyal hukuk devleti,  demokrasi açısından üç düzlemde somutlaşır:

-Demokratik devlet,
-Demokratik yerel yönetimler,
-Demokratik toplum.

DEVLET

Anayasal ve siyasal tarih karşıtlığı, demokratik kurumları tasfiye ederek devlet erklerini tek kişide birleştirmekle sonuçlandı. AKP-MHP genel başkanları talimat doğrultusunda yasa çıkaran TBMM, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarını hiçe sayıyor; tıpkı iptal ettiği ihalesiz liman özelleştirmesi yasasını 2. kez iptal etmek zorunda kalması gibi. AYM kararını uygulamayan yargıçlar için işlem yapmayan HSK, aynı kişinin 3. kez CB adayı olamayacağı gerçeğini dillendiren yargıcı meslekten atıyor. Çizelge uzatılabilir ama olgu açık: seçimle belirlenen

  • Tek kişiye verilen Yürütme, parti başkanlığı yoluyla yasama ve yargı üzerinde hakimiyet (egemenlik) kurarak erkler ayrılığını sönümlendirdi.
  • Oysa erkler ayrılığı demokrasi ölçütü.

YEREL YÖNETİMLER

“…üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma andiçerim” diyen kişi, her gün seçmenden oy istiyor,

“CB ve -olmayan- Hükümet” şapkalarını sürekli hatırlatarak; üstelik ayrımcı bir söylemle:

  • Parti adayına oy karşılığı kamu hizmeti vaadi.

İstanbul için 2019’da aday gösterdiği TBMM başkanını, YSK bile kurtaramadı; şimdi, Bakanlık kimliği ile tanınan kişiyi yine Ankara’dan gönderdi. 16 milyon içinden değil, adayı tepeden belirlemek, örgüte güvenmeme ötesinde, yerel yönetimlerin doğasına da aykırı.

Ama aday gösterme ve seçmenden oy isteme tarzı (biçimi), tam bir demokrasi karşıtlığı: “demos” suz “kratos”, muhalifler karşısında değil yalnızca, kendi partisi içinde bile.

Üçlü nüfuz seferberliği, oy tacirliği için:

-Devlet Başkanlığı ve Yürütme,
-Aday gösterilen kişinin kimliği,
-CB yardımcısı ve Bakanlar yetmedi;
askeriye, diniye ve mülkiye de sahaya sürüldü; partililer, okullara ve üniversitelere sevk edildi.

TOPLUM ve ÜLKE

Düşünce özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü, demokratik toplum güvenceleri.

Siyasal partiler, ‘kişi+parti+Devlet’ birleşmesi (füzyonu) sonucu “demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri” olmaktan çıkarıldı. Partilerin eşit yarışma koşulları ortadan kaldırıldığı gibi, AKP de parti kimliğinden uzaklaştırıldı.

“İnsan haklarına dayanan laik ve demokratik sosyal hukuk devleti”ni yok etme seferberliğinde Gazze bile kullanıldı. Ama, demokratik toplumun itici güçleri olarak sivil toplum örgütleri sürekli baskılandı.

Ya çevresel demokrasi? Toplumun ve gelecek kuşakların yaşam hakkını, ekosistemi ve ülkenin bölünmez güvenliğini tehdit eden madencilik hız kesmiyor.

  • Varlık nedeni, yerel-ulusal-uluslararası çetelere karşı mücadele olan kolluk güçleri,
    “ülke savunucuları” üzerine çullandırıldı.

Böylece, yerli ve yabancı sömürgeciler ve onları Devlet adına destekleyen ülke ve halk düşmanları, çevresel demokrasiyi de boğmaya çalışıyor.

SEÇMENİN GÜCÜ

Bu nedenle, seçmen yaşamsal bir tercihle karşı karşıya, eşit olmasa da ‘gizli’ olduğu için ‘serbest’çe oy kullanabilecek.

31 Mart oyu, Anayasal kurumların ve yerel yönetimlerin yaşarkalma (beka, sağkalım) sorunsalına ilişkin olup, Türkiye’nin “demokratik yörünge” umudu bakımından da yaşamsal.

Özetle, kişi+parti+Devlet füzyonunu pekiştiren yürütme+yasama+yargı birliği, merkezin yerele hakimiyeti (egemenliği) yoluyla ülke bütününe yayılmak isteniyor.

Yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte çeteler, işbirlikçiler ve din tacirleri,
toplumsal ve çevresel güvenliği bozduğu gibi,
hukuk güvenliği ötesinde dünyevi (seküler) hukuku da yok etme seferberliğinde.

Şu halde, erkler ayrılığı ve yerel demokrasi için, demokratik toplum ve çevresel demokrasi için, yoksullaşmanın derinleşti(rildi)ği bir ortama karşı toplumsal demokrasi için, kısacası  “Türkiye demokrasisi” veya Anayasa diliyle

  • “demokratik, sosyal, hukuk devleti” UMUDU için kullanılmalı 31 Mart oyu.
    ========================================
    Yazarın Son Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 6 Mart 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

GERİCİ

İzmir Müftülüğü, ilkokul öğrencilerini, gerici Menemen ayaklanmasından yargılanıp ceza alan Esad Erbili’nin mezarına götürdü. Övgüler düzüldü.

Gerici iktidarın yobazlaştırma uygulaması…

CUNTA

RTE, “Sağda solda kendi kendilerine gelin güvey olan varsa, hepsini de ikaz ediyorum. Hayalinizde 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi bir darbe veya cunta girişimi varsa, karşılaşacakları gerçek en hafif tabirle 15 Temmuz olacaktır.” dedi.

Her seçim öncesi hayal ürünü de olsa bir düşman veya mağduriyet yaratılmalı…

SOYKIRIMCI

RTE, İsrail’i soykırımla, öbür ülkeleri sessiz kalmakla suçlarken İsrail’e Türkiye’den yapılan ihracat devam ediyor (dışsatım sürüyor).

Soykırıma dolaylı destek…

PARTİLİ

Şırnak’ta Vali ve İl Jandarma Komutanının Anayasa’yı çiğneyerek AKP’li belediye başkan adayının seçim çalışmasına destek verdiği görüntülendi.

Vali, AKP il başkan yardımcısı,

Jandarma Komutanı, AKP Özel Güvenlik Müdürü…

GAZİ

Terörle mücadele gazimize MSB‘nin ödediği tazminatı bozan Bölge İdare Mahkemesi, tazminatın bir bölümünün geri alınmasına karar verdi.

İktidar ve yandaşlarının haksızlık ve hukuksuzluklarında kafayı kuma gömenleri gördükçe…

BÜYÜME

%4.5 büyüme ilan edilince RTE sevinçten uçtu. Ekonominin iyi gittiğini söyledi.

Yalandan kim ölmüş?..

EMEKLİ

RTE bu yılı emekliler yılı ilan etmişti.

Emeklilerin yaşam kalitesi açısından 44 ülke içinde sondan ikinciliğe düştük.

Ver kardeşine yetkiyi, gör etkiyi…

KARŞILIK

Erzincan’ın İliç ilçesinde maden faciasına ilişkin soruşturmada gözaltına alınan Anagold Madencilik’in yönetim kurulu başkanı serbest bırakıldı.

Veren el, alan elden üstündür…

DENETİM

Murat Kurum’un 2015-2022 arasında 111 kez denetlediklerini söylediği İliç Madeni Proses Mühendisi Kaan Murat Akpolat, “Bakanlık tarafından denetim görmedim.” dedi.

Görmeden ve görülmeden denetlemişlerdir…

Halifeliğin Kaldırılışı – Din Devletinin Yıkılışı

Alev Coşkun
Alev Coşkun
03 Mart 2024, Cumhuriyet

Bugün 3 Mart 2024 halifeliğin kaldırılışının, tarihin derinliklerine gönderilişinin 100. yılıdır. Milli Mücadele’nin en büyük devrimidir. Kısa bir durum değerlendirmesi yapalım.

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti yenilince o günün sömürge devletleri Anadolu ve Trakya’yı paylaşmak istediler. İngiltere, Fransa ve İtalya ortak olarak İstanbul’u işgal etti. Güney kıyıları İtalyan ve Fransız askerleri tarafından işgal edildi. Batı Anadolu; İzmir, Bursa ve Eskişehir’e kadar sömürge devletlerinin planları, destek ve yardımlarıyla Yunan askeri birlikleri tarafından işgal edildi. Yunan ordusu, emperyalist devletler tarafından taşeron olarak kullanılıyordu.

Dört yıla yakın süren Milli Mücadele 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlandı. Emperyalist devletler yenilgiye uğramışlardı. Sömürgeci devletlerin Anadolu’yu parçalama ve bölüşme planları yırtılıp atılmıştı. Kuşkusuz Milli Mücadele’nin başarısı, emperyalizmin yenilgiye uğraması dünya tarihinde ilk kez gerçekleşiyordu.

Milli Mücadele’nin aşama aşama hedefine ulaşması, Lozan Barış Antlaşması’nda Kuvayı Milliyecilerin süper güçleri geriletmesi çok büyük bir dönüşümün başlamasına kaynaklık etti.

ÜÇ BÜYÜK DEVRİM

9 Eylül 1922 ile 3 Mart 1924 arasındaki zaman dilimi bir buçuk yıldır. Bu bir buçuk yılda üç büyük devrim gerçekleşti. Birinci devrim, saltanat tacı ile ilgilidir. Padişahlık kurumu “ilga edildi” (kaldırıldı). Padişahın saltanat tacı onun başından alınıp halka verildi. Bu durum, 9 Eylül 1922 zaferinden sadece 52 gün sonra, 1 Kasım 1922’de gerçekleşti. (AS: Henüz Cumhuriyet ilan edilmeden!)

İkinci devrim, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanıdır. 9 Eylül 1922 zaferinden 1 yıl 50 gün sonra gerçekleşmiştir. Cumhuriyetin ilan edilmesi başlı başına büyük bir devrimdir.

Üçüncü devrim, 3 Mart 1924’te kabul edilen üç yasadır ki Cumhuriyetin ilanından yaklaşık 4 ay sonra gerçekleşmiştir:

  • 429 sayılı Şeriye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun
  • 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu
  • 431 sayılı Hilafetin İlga ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun

Bu yasalarla,

  • Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile halifelik kaldırıldı. Din devleti tarihin derinliklerine gönderildi.
  • Medreseler kapatıldı. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.
  • Çağdaş ve karma eğitimin yolu açıldı, öğretim birliği sağlandı.

İşte bugün bu büyük devrimin 100. yıldönümüdür. Cumhuriyet kazanımlarının ve Türklerin en büyük devrimidir.

NASIL GERÇEKLEŞTİ?

1 Kasım 1922’de padişahlık kaldırılmış ancak halifelik korunmuştu. Osmanlı soyunun en yaşlı üyesi Abdülmecit, Meclis tarafından halife olarak seçilmişti.

Halifeliğin korunması, kimi din adamlarını harekete geçirmişti. Milli Mücadele karşıtı “Teali-i İslam Cemiyeti” başkanı İskilipli Atıf Hoca, İslam Yolu adlı kitabında halifeliğin koşullarını ayrıntılarıyla anlatıyor ve halifenin “Peygamberin vekili ve halkın padişahı” olduğunu, dolayısıyla din işleri yanında dünya işlerine de bakması gerektiğini savunarak şunları söylüyordu:

  • “Halife, Peygamber Efendimizin vekili olup, halkın dini ve dünya işlerine bakan ve onu idare eden umum (genel) reistir.” (AS: Peygamber Allah’ın elçisi idi. Elçilik görevi ölümle bitti. Bu görüş Allah’a şirk koşmaktır, din dışıdır.. Allah’ın elçisine halef – ardıl atanamaz!)

İskilipli Atıf Hoca’yı Afyon Milletvekili İsmail Şükrü Hoca (Çelikalay) izledi. Şükrü Hoca, Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi adlı kitabında “Halife Meclis’in, Meclis Halifenin” sloganını işleyerek ve “Yasama ve yürütme işlerini, halifemizin taşıması yani devlet işlerinin ve devletin geleceğinin halifenin onayına sunulması zorunludur ve şeriatın gereğidir” diyerek halifeyi devlet başkanı, Meclis’i de onun bir danışma kurulu kabul ediyordu.

ADALET BAKANI SEYİT BEY’İN KONUŞMASI

Meclis’te halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili yasa görüşülürken Adalet Bakanı ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Seyit Bey, çok önemli bir konuşma yaptı.

Halifelik kurumunun gelişme aşamalarını irdelediği konuşmasında, Hz. Peygamber’in bir hadisini okudu. Hadiste şöyle deniyordu: “Benden sonra halifelik otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata döner.” Bu hadisin okunmasından sonra Seyit Bey, halifeliğin şeriat açısından niteliklerini de sergileyen açıklamalarda bulundu. Seyit Bey, fıkıh kitaplarında “İmamın, peygamberin kabilesi olan Kureyş’ten olması” gerektiğinin yazıldığını da sözlerine ekledi. Sonunda Meclis, hilafetin kaldırılması kararını verdi.

BÜYÜK YANKI

Hilafetin kaldırılışı çok büyük bir devrimdi. Tüm dünyada büyük yankılar yaratmıştı.

Osmanlı Devleti’nde halifelik salt dinsel değil, dünyasal, günlük yaşam ve devlet işleriyle ilgili bir makamdı. Halife, İslamda “devlet başkanı” demekti. Kurtuluş Savaşı’nda, işgalcilere ve emperyalistlere hizmet etmiş olan bu ortaçağ kurumu, Cumhuriyet adı verilen çağdaş yönetim sistemiyle birlikte olabilir miydi?

ŞERİATIN PENÇESİ

Yine Meclis tarafından kabul edilen Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile eğitim, şeriat kurallarının pençesinden kurtarılıyor, çağdaşlaştırılıyordu. Öğretim Birliği Yasası ile Osmanlı Devleti’ndeki eğitim ikiliğine son veriliyordu. Dinsel konuları ve şeriatı temel alan eğitim yerine, eleştirel aklı öne çıkaran çağdaş eğitim hedefleniyordu. İşte bu nedenlerle bu üç yasa, laik Cumhuriyetin kuruluşunun en önemli üç temel yasasıdır. İşte bu nedenle 3 Mart 1924 çok önemlidir.

AKLA DAYALI ÇAĞDAŞ EĞİTİM

Bu yasalar ile Türk toplumu ortaçağ karanlığından kurtulmak için çağdaşlaşma yolunda ileri adımlar atıyordu. Bu üç temel yasadan sonra devrimler ve dönüşümler birbirini izledi. Ortadoğu ve İslam coğrafyasında Türk Aydınlanması gerçekleştirildi. Atatürk’ün önderliğinde, Türk Aydınlanması laik ilkelere dayalı, birbirini tamamlayan devrimlerle yürütülmüş; devletin, hukukun, kültürün ve eğitimin laikleşmesi sağlanmıştır.

  • Bu yasalarla din devleti, şeriat devleti yıkılıyordu.

İSLAM DİNİ ve POLİTİKA

Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis’i açış konuşmasında, olabilecekleri haber vermişti. Şöyle diyordu:

  • İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin biçimde kurtarmak zorunludur. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir.”
    (TBMM Tutanak, Devre II, Cilt VII, s. 3-6)

ATATÜRK’ÜN HALİFE OLMASI İSTENİYOR

Atatürk’e halife olması için çeşitli yollardan baskı yapılıyordu. Meclis üyesi din bilginlerinden Antalya Milletvekili Rasih Hoca, Kızılay kurulu adına görevli olarak Hindistan ve Mısır’a gitmiş ve bu uzun gezisinden yeni dönmüştü. Rasih Hoca, gittiği ülkelerde Müslüman halkın, Atatürk’ün halife olmasını istediğini ve bu isteğin Atatürk’e ulaştırılması için kendisini de vekil tayin ettiklerini Atatürk’e bildirdi. Bu biçimdeki öneriler yurtiçinden ve Atatürk’ün eski arkadaşlarından da ısrarla geliyordu.

Atatürk, bu öneriye verdiği yanıtta, başka başka devlet yönetimlerinin olduğunu ve bu yönetimlerin altında yaşayan Müslüman halkın, halifenin buyruklarını ve yasaklarını nasıl yerine getirebileceğini sordu.

BAĞIMSIZLIKLA BAĞDAŞMAZ

Atatürk kendisine önerilen, halifeliği kabul etmeyişinin gerekçelerini Nutuk’ta şöyle açıklamıştır:

  • “Bütün Müslümanların bağlı olacağı bir halifelik makamının yönetme imkânı olamayacağını düşünüyorum. İran ve Afganistan gibi Müslüman devletler halifenin herhangi bir yetkisini tanımayacaklar çünkü böyle bir tanıma o devletlerin bağımsızlıkları ve ulusal egemenlikleriyle bağdaşmayacaktır.”

Ayrıca Atatürk, sömürü yönetimi altında bulunan Müslüman ülkelerle ilgili olarak şöyle diyordu:

  • “Türkiye’deki bir halife, sömürge altındaki öteki Müslüman ülkelerin bağımsızlığa kavuşmasında ne derece etkili olabilir?”

Atatürk, sömürge altında yaşayan Müslüman ülkelerin bağımsızlığa kavuşmasına, Türkiye’deki bir halifenin gücünün yetmeyeceğine de dikkati çekmiştir.

Atatürk, “Kendimizi dünyanın egemeni sanmak gibi düşüncelerin, Türk ulusunu felaketlere sürüklediğini” belirtmiş ve dünyada artık ulusal değerlere dayanan yönetim biçimlerinin geçerli olduğuna işaret etmiştir.

ÇOK PARTİLİ SİSTEMİN GETİRDİKLERİ

Ülkemiz, 14 Mayıs 1950’de çok partili sisteme geçtikten sonra, ne yazık ki bu “üç devrim yasası” sürekli saldırı altında kalmıştır. Son yıllarda, bu saldırı daha da artmış, hatta emperyalist güçlerin bir oyun sahasına dönüşmüştür.

SAĞCI İKTİDARLARIN HEDEFİ

Çok partili sisteme geçtiğimiz günden bugüne sağcı iktidarların, ilk iş olarak neden Milli Eğitim Bakanlığı’nı üstlenmek istedikleri, dinin siyasete alet edilerek kullanılmasına yarayacak dinci politikaları öne çıkarmak amacıyla bu üç temel yasayı törpülemek ve delmek için neden çaba gösterdikleri açıktır. Olabildiğince çoğaltılan Kuran kursları, alabildiğine çoğaltılan imam hatip liseleri, alabildiğine çoğaltılan vakıf okulları, 1980 askeri dikta rejiminin kurucusu Kenan Evren ve arkadaşlarının koruması ve kollaması sonucu, çıkardığı yasa ile imam hatip liselerine 1983 yılında üniversitelerin her bölümüne girme hakkının tanınması

İşte Devrim Yasalarını törpüleyen adımlar… Bugün AKP’nin de yapmak istediği, imam hatip okullarının alanlarının genişletilmesi ve kendi eğitim alanlarının dışına taşmasını sağlamaktır. Her gelen sağcı iktidar bu üç temel yasadan özellikle “Öğretim Birliği Yasası”nı delmek üzerinde çalışmıştır.

Bugün Türkiye’de 1 milyonu aşan öğrenci imam hatip ortaokulu ve lisesinde okumaktadır.

ATATÜRK’ÜN DEĞERLENDİRMESİ

Bu yasaların kabul edilmesinin Türk siyasal ve toplumsal yaşamındaki etkilerini Atatürk, Söylev’de şöyle belirtmiştir:

“Bu yasalarla:

a) Türkiye Cumhuriyeti’nde, halkın işleriyle ilgili yasaları yapmaya ve yürütmeye yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümetin yetkili olduğu saptandı; Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı.
b) Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.
c) Halifeliğe son verildi ve halifelik sorunu kaldırıldı.”

Atatürk, halifeliğin kaldırılışı kadar öğretim birliğinin kurulmasına da çok önem vermiştir. Bu nedenle bu yasanın uygulanmasına geçildiğinde, bir yurt gezisinde Rize’de kendisinin önüne çıkarak medreselerin yeniden açılmasını isteyen iki müftüye Atatürk şöyle yanıt verdi:

“Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu biliyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacaktır. Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” (Belleten, 18.9.1924, 211, s.1169)

‘MECLİS’TEKİ OLAYLAR BENİ ÇOK ÜZÜYOR’

Meclis’in içine dek uzanan bu tartışmalar, Mustafa Kemal Atatürk’ü rahatsız ediyordu. O sırada, Lozan’da görüşmelerde bulunan İsmet İnönü’ye 26 Aralık 1923 tarihinde gönderdiği mektupta bu kişileri “mürteci” (gerici) olarak niteliyordu:

Sağlığım iyidir. Meclis’te bazı cereyanlara karşı daima uyanık ve izleyici bulunmak mecburiyeti beni çok üzüyor. (…) Halifeye saltanat hukuku vermek hevesinde bulunan mürtecilerin için için girişimleri beni çok sinirlendiriyor.” (ABE, C.14, s.201)

Atatürk 23 Ocak 1924 tarihinde Başbakan İnönü’ye gönderdiği telgrafta ise konu ile ilgili olarak şöyle diyordu:

  • “… Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, var olan ve korunan halife ve halifelik makamının gerçekte ne dinen ne de siyaseten hiçbir mana ve varlık nedeni yoktur
  • Türkiye Cumhuriyeti, safsatalarla, varlığını ve bağımsızlığını tehlikeye atamaz…
  • Hilafet makamı, bizce en sonunda tarihsel bir hatıra olmaktan fazla bir öneme sahip olamaz.” (ABE, C.16, s.190)

Sonunda 3 Mart 1924’te halifeliği kaldıran yasa tasarısı Meclis’e geldi. Yasanın gerekçesinde, “Türkiye Cumhuriyeti içerisinde halifelik makamının bulunmasının Türkiye’yi iç ve dış siyasette iki ‘başlı’ olmaktan kurtaramadığı” belirtilmişti. Türkiye’nin “açık ya da gizli” böylesi bir ortaklığa tahammülü olmadığına ve imparatorluğu çöküntüye sürüklemiş bir hanedanın “halifelik elbisesi” altında güçlerini devam ettirmesinin ülke için artık bir tehlike doğurduğuna işaret edilmişti. Ayrıca, halifeliğin aslında İslamın ilk dönemlerinde “hükümet” anlamında kurulduğu, günümüzde dünya ve din işlerinin tümünü yüklenmiş olan hükümetlerin yanında ayrı bir halifelik makamının yeri olmadığı vurgulanmıştı. Bu yasalar üzerindeki görüşmeler ve tartışmalar Meclis’te beş saate yakın sürdü.

SÜPER GÜÇLERİN İSTEMLERİ

Süper güçler Türkiye’de halkın dinsel dogmalara sarılmasını isterler. Halkın eleştirel akıldan uzaklaşmasını isterler. Türkiye’de halifeliğin tekrar kurulmasını isterler. Çünkü tek adamı ele geçirmek her zaman daha kolaydır.

FETÖ hareketinin en üst düzeyde seyrettiği 2010’lu yıllardan bir örnek verelim.

27 Şubat 2010’da Washington’da “Yeni Türkiye; ABD için anlamı” başlıklı bir toplantı düzenlenmişti. Bir zamanlar Türkiye’de CIA şefliği daha sonra CIA Ulusal İstihbarat Dairesi başkan yardımcılığı yapan ve daima FETÖ’nün koruyuculuğunu yapmış olan Graham Fuller bu toplantıyı yönetiyordu. Fuller, sözü Atatürk’e getiriyor ve “Atatürk’ün Müslüman kimliğini bastırdığını” ve “Halifeliğin kaldırılışının hata olduğunu” söylüyordu. Fuller adeta Müslüman olmuştu. Müslümanlık adına konuşuyor, Atatürk’e karşı çıkıyor, hilafetin neden kaldırıldığını sorguluyordu.

Hilafet kurumu 1924 yılında kaldırılırken buna, o günün emperyalist devleti İngiltere karşı çıkmıştı. Türkiye’de dine dayalı isyanları örgütlemiş ve desteklemişti. Türkiye’nin çok partili sisteme geçtiği 1950’den beri de halifelik kurumunu yeni süper güç ABD destekliyor.

Yukarıda somut olarak adını verdiğimiz CIA yetkilisi Fuller bu konuda kitaplar da yazdı.

2003’te, “Siyasal İslamın Geleceği”, 2007’de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, 2010’da “İslamsız Dünya”, 2014’te “Türkiye ve Arap Baharı”… Sanırsınız ki Fuller İslam için mücadele eden, İslamı koruyan bir “mücahit”. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkiye’de “ılımlı İslam” cumhuriyetini ve Türkiye’nin İslam dünyasındaki rolünü anlatıyor. Ilımlı İslam hareketini övüyor, Türkiye’nin İslamlaşmasını istiyordu.

  • Amaç, Türkiye’yi laiklikten uzaklaştırmak, yeniden din devleti kurallarına bağlı kılmaktır.

Yeter ki Türk toplumu Atatürk’ün düşünce sisteminden uzaklaşsın,
çağdaşlaşma amaçlarını bıraksın…
Eleştirel aklı, sorgulamayı öne çıkaran laik eğitimden uzaklaşsın.
Tekrar din devleti kurallarına dönsün.
Böyle olunca başa geçecek tek halifeyi yönlendirmek çok daha kolay olacaktır.

Bu emperyalist politikalarla, ülkemizde özellikle Öğretim Birliği Yasası’nın yok edilmesi yönünde ellerinden geleni yapıyorlar. İmam hatip ortaokul ve liselerini çoğaltıyorlar. İmam hatiplerde okuyan öğrenci sayısı milyonları geçti. İlahiyat fakültelerinin sayısı 110’lara ulaştı. Açıkça belirtmeliyiz ki özellikle AKP döneminde Öğretim Birliği Yasası delinmiştir. Bugünlerde halifelik konusunda da istekler vardır.

  • Türk toplumunu kutuplaştırmak için süper güçlerin daha etkin harekete geçtiği anlaşılıyor.

Büyük bir kavga var. Bu kavga, karşıdevrimcilerin 3 Mart 1924 Devrim Yasalarına karşı kavgasıdır. Oysa bu Devrim Yasaları yalnız çağdaş toplum için değil, gerçek bir demokrasi için de gereklidir.

  • Her şeye karşın Türk toplumu Atatürk ve devrimlerinden kopmayacaktır.

Din devleti isteyen süper güçler ve onların yardakçıları başarılı olamayacaktır.

Türk halkı Atatürk’ün Aydınlanma Devrimlerinden ve ilkelerinden kopmayacaktır.

3 Mart’ın 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
04 Mart 2024, Cumhuriyet

3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alınan kararla, hilafet kaldırıldı, onun yerine din işlerini koordine etmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu; medreseler kapatıldı, onun yerine tüm vatandaşlar için bilimsel ve laik eğitimi öngören Öğretim Birliği Yasası kabul edildi.

Bu karar, Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’te kurulmasından sonra gerçekleşen ilk büyük devrimdi ve laikliğin temellerinin atılmasının en önemli adımlarından birisiydi.

1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun ile kadının ve erkeğin hukuk önünde eşit olmasının sağlanması ve şeriat yasalarının ortadan kaldırılması; 1928 yılında, devletin dininin İslam olduğuna dair (ilişkin) 1876 Osmanlı anayasasından kalan maddenin anayasadan çıkarılması ve bu sayede din konusunun vatandaşın özgür iradesine bırakılması; 1934 yılında kadının seçme ve seçilme hakkını kazanması; 1937 yılında laiklik ilkesinin anayasa maddesi haline gelmesi de, laiklik doğrultusunda TBMM’de gerçekleşen en büyük devrimlerin arasında sayılırlar.
***

  • Laiklik dinin, devlet, siyaset, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmemesi; devletin de dindar vatandaşın dinsel inanç ve ibadet özgürlüğünü, dinsiz vatandaşın yaşam biçimi ve felsefi görüş özgürlüğünü güvence altına almasıdır.
  • Laiklik dinsizlik anlamına gelmez.
  • Laiklik bir uzlaşma modelidir.
  • Laiklik, halk egemenliğine dayalı bir yönetim biçimi olan cumhuriyetin ve demokrasinin özünde olan bir ilkedir.
  • Laiklik, cumhuriyetin ve demokrasinin önkoşullarından birisidir.
  • Laikliğin olmadığı yerde cumhuriyet ve demokrasi olmaz, teokrasi olur.
  • Laikliğin olmadığı yerde halk egemen olmaz, ruhban sınıfı egemen olur.
  • Laikliğin olmadığı yerde halife, şeyhülislam, ulema, tarikat ve cemaat egemen olur.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması laiklik ilkesine aykırı değildir. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla, dinin devlet işlerine müdahale etmesi değil, devletin din işlerini koordine etmesi sağlanmıştır. Hilafet ise Osmanlı İmparatorluğu döneminde, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerine müdahale eden bir makamdı.

Sorun; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı değil, AKP iktidarı döneminde,
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, hilafet makamına özenmesi ve
laiklik karşıtı kadrolaşmanın merkezlerinden birisine dönüşmesidir.

  • Laiklik, cumhuriyetin ve demokrasinin güvencesi olduğu gibi, ulusal güvenliğin de güvencesidir.

Laikliğin olmadığı bir ülkede, belli bir dinin, belli bir mezhebinin, belli bir yorumu, toplumun çoğulcu yapısı dikkate alınmadan, vatandaşların tümüne dayatıldığı için din, mezhep ve felsefi görüş üzerinden kutuplaşmalar, bölünmeler, parçalanmalar ve gerginlikler ortaya çıkar.

Laiklik karşıtlığı, bu yolla büyük felaketlere yol açar ve emperyalizme hizmet eder.
***
Anayasasının 2. maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir”.

Anayasanın 14. maddesine göre, anayasadaki hak ve özgürlükler, “insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”

Anayasanın 24. maddesine göre, “kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar, yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını, yahut dince kutsal sayılan şeyleri, istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”

Laiklik ilkesini ortadan kaldırmak, anayasal düzeni ve cumhuriyeti yıkmak ve sivil darbe yapmak anlamına gelir.

Yapılan tüm araştırmalara göre, Türkiye’de vatandaşların çoğunluğu, laiklik ilkesini savunmaktadır.

  • Aylardır hilafet ve şeriat çağrısı yapan soytarılar,
  • Türk milletinin sabrını zorladıklarının ve ateşle oynadıklarının farkında değillerdir!

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İliç’te ne oldu?19 Şubat 2024

PARA, BİLGİ, TOPLUM, SİYASAL REJİM ve GOETHE

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bir kapitalist için mal, servet sermaye, para ne ise; gerçek bir bilim insanı için de bilimsel bilgi birikimi aynı şeydir. İkisinin de doyum ya da yeterlilik noktası yoktur.

Ancak kapitalistin para ve sermayesi kendisi ve kendi ailesi içindir. Halbuki bilim insanının bilgisi toplumu aydınlatma amacına hizmet eder.

Gelişmiş ülkeler, aklı (usu) ve bilimi eğitimin merkezine yerleştiren ve bilimsel bilgi birikimleri en yüksek olan ülkelerdir.

Ulaştığı bilimsel bilgi düzeyi ne denli yüksek olursa olsun, eğer bir bilim insanı yeni şeyler öğrenmeyi bırakırsa önünde sonunda çağ dışı kalmış olur.

Akıl (us) ve bilim kaynaklı eğitimden uzaklaşan toplumlar da çağ dışı kalmaya mahkumdur.

Sermayeleri cehalet olan toplumların yaşamları sefalet olur.

Bilgi ve kültür birikimleri yüksek olan toplumlar genelde demokrasi ile, buna karşın cehaletin baskın olduğu toplumlar ise genellikle diktatörlükle yönetilirler.

Ülkelerin siyasal rejimlerini ve yönetim biçimlerini genellikle toplumların kendileri belirler.

Her toplum layık (yaraşır) olduğu rejimle yönetilir.
****

Almanların büyük filozofu GOETHE (1740-1834) diyor ki :

-Bir toplumun acıları ve iniltileri arasında saltanat sürmek krallık değil ZİNDAN BEKÇİLİĞİDİR.

-Eğer insanları kuyumcuların hassas terazisi (duyalı tartaç) ile değil de bakkal terazisi (tartacı) ile tartarsan onlarla daha kolay anlaşırsın.

-İnsanlar yeteneklerini geliştirirken, farkında (ayrımında) olmadan kusurlarını da geliştirirler.

-Kardeşlerini Tanrı yaratır, ama dostlarını kendin seçersin.

-Aptallar asla huzursuz olmazlar.

-Dünyada en korkunç şey, cehaletin egemenliğidir.

-İnsanın karakteri, davranışlarının aynasıdır.

– Doğa, her yaprağında en derin anlamlı yazılar olan biricik kitaptır.

İyilik, insanları birbirine bağlayan altın zincirdir.

-İnandığı ve sevdiği şeyi yapan insanların enerjisi asla tükenmez.

– Büyük sevinçlere büyük zahmetlere katlanılarak ulaşılabilir.

– İnsanlar güneş kadar, sevgiye de gerek duyarlar.

– Konuşmak gerekli olabilir ama susmak bir sanattır.

– Söz sözü nasıl açarsa, başarı da başarıyı doğurur.

– Aktif (etkin) olmayan insanın bilgisi ölüdür. Aktifleşmeyen (etkinleşmeyen) bilgi işe yaramaz.

Halifelik Kaldırılmıştır

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi ile Osmanlı İmparatorluğu’na geçen Halifelik, yüz yıl önce 3 Mart 1924’te Türkiye Cumhuriyeti tarafından kaldırılmış ve tarihe karışmıştır.

Halefliğin geri getirilmesi istemlerinin dile getirildiği bugünlerde konunun anımsanmasında yarar vardır.

Halifelik Nedir?

Haleflik Hz. Muhammet’in ölümünden sonra aşiretler halinde düzensiz yaşayan Arap topluluklarını yönetmek üzere yönetici gereksiniminden kaynaklanmıştır.

  • Dinin gereği değil, siyasal bir orundur.

Halifeliğin Tarihi

Hz. Muhammet (570-632) Müslümanlığı çöllerde yaşayan, çadırlarda oturan, göçebelikle geçinen ilkel Arap Bedevi toplumuna yaymıştır. Arapların Müslümanlıktan önceki dönemine “cahiliye devri (bilisizlik-cehalet dönemi) denilmektedir. Bu toplumda devlet yoktur. Hukuk düzeni, insan hakları, yönetim biçimi ilkeldir. Bu nedenle Muhammet hem dinsel önder hem de toplumun saygı duyduğu, inandığı bir siyasal önder (yönetici) olmuştur.

Hz. Muhammet 632 yılında öldüğü zaman “Toplumu kim yönetecek? Siyasal önder kim olacak?” sorusu gündeme gelmiştir. Bu aynı zamanda kim iktidar olacak?” arayışıdır. Muhammet kendisinden sonra kimin siyasal önder (iktidar) olacağını söylememiştir. Kuran’da da halifelikle ilgili bir düzenleme yoktur. Bunun üzerine Müslümanların ileri gelenlerinden on kişi toplanıp Muhammet’in kayınpederi Ebubekir’i ilk halife olarak seçmişlerdir (632).

Ebubekir’in halifeliği iki yıl sürmüş, O’ndan sonra sırasıyla Ömer (634-644), Emevi ailesinden Osman (644-656), Muhammet’in yeğeni ve damadı Ali (656-661)  halifelik yapmışlardır. Ali’nin halifeliğini Osman’ın akrabalarından Şam Valisi ve Emevi devletinin kurucusu Muaviye kabul etmemiş, Ali yandaşları ile Muaviye yandaşları arasında savaş çıkmıştır. Ali yandaşları halifeliğin Muhammet’in soyundan olması gerektiği savıyla Ali’nin oğulları Hasan veya Hüseyin’in halife olmasını istemişlerdir. Ali yandaşlarına Ali Partisi anlamına gelen  Şiiah Ali (kısaca Şii) denmektedir. Ali’yi yenen Muaviye halifeliğini ilan etmiştir. Ali’nin oğlu Hasan da kendisini halife ilan etmiş, İslam dünyası iktidar kavgasına tutuşmuştur. Hasan halifeliği kendi isteği ile Muaviye’ye bıraksa bile kardeşi Hüseyin halifelik savından vazgeçmemiştir. Muaviye’nin oğlu Yezid Hüseyin’i 70 adamı ile birlikte 680 yılında Muharrem ayının onuncu günü (aşure günü) Kerbela’da öldürmüştür.[1] Bu olay üzerine halifelik zorla Emevi ailesine geçmiştir.

Görüldüğü gibi Muhammet’ten sonra “4 Halife Dönemi” (632-661) Müslümanları birleştirememiş, tersine bugün hala süren Şii-Sünni ayrımı biçiminde bölmüştür.

  • İlk 4 halifenin 3’ü (Ömer, Osman, Ali) öldürülmüştür.

Emevilerin halifeliği 750 yılına kadar sürmüştür. Bu dönemde halifelik tamamen siyasal   amaçlarla kullanılmıştır. Emevi hanedanı 750 yılında yıkılınca yerine Abbasi devleti kurulmuş, halifelik Abbasilere geçmiştir. Halifelik artık kim güçlü ve iktidarda ise ona geçmekte olan siyasal bir kurum durumuna gelmiştir. 1258’de Moğollar Abbasilerin merkezi Bağdat’ı ele geçirince Abbasilerin halifeliği sona ermiş, İslam dünyası üç yıl halifesiz kalmıştır. Bağdat’tan kaçıp Mısır’daki Kölemenoğullarına (Memlüklülere)  sığınan El Muntasır kendisini halife ilan etmiştir. Bundan sonra halifelik Mısır’daki Memlüklülere geçmiş, bu dönemde Memluk Sultanı Baybars devlet yönetimi ile uğraşırken, Halife siyasal yetkileri olmayan, işlevsiz bir orun (makam) durumuna gelmiştir.

Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır seferi sonucunda halifelik orunu (makamı) aynı yıl Memluklerden Osmanlı İmparatorluğu’na geçmiştir. Yavuz’dan başlayarak Osmanlı padişahları hem devlet başkanı hem de Halife, yani tüm Müslümanların önderidir.

Osmanlı padişahları uzun süre salt kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesi idiler. Bütün dünya Müslümanlarının halifesi savında bulunmadılar. Bu durum 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması ile değişti. Küçük Kaynarca Anlaşması ile Osmanlı imparatorluğu ilk kez Müslüman Türklerin (Tatarların) yaşadığı toprakları (Kırım’ı) yitirmişir. Bu Anlaşmada Ruslar Osmanlı İmparatorluğu’n-daki Ortodoksların (Ermenilerin) koruyuculuğunu üstlenmişler, buna karşılık Osmanlı padişahı da halife sıfatı ile, yitirilen Kırım topraklarındaki Müslümanların koruyuculuğunu üstlenmiştir.

Halifeliğin uluslararası bir güç kazanması emperyalist devletlerin işine gelmiş, halife aracı ile Müslüman ülkeleri etkilemek istemişlerdir. 1878 Berlin Kongresinde İngiltere Halifelik sorununu kaşımaya başlamış, Osmanlı yerine Araplardan bir halife olması gerektiğini ileri sürmüştür.

1. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Almanya’nın Osmanlı ile ittifak yapmasında halifeliğin etkisi olmuştur. Halife – Sultan Reşat, 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın başlangıcında (14 Kasım 1914’te) Almanya’nın zorlaması ile “kutsal cihat” ilan etmiş, sömürgelerdeki Müslümanların, uyruğunda bulundukları İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı ayaklanmalarını, Osmanlı ordusu ile savaşmamalarını istemiştir. Buna karşın İngiliz ve Fransız ordularındaki Müslümanlar halifeyi dinlememiş, dindaşları Osmanlı askerlerine karşı savaşmışlardır. Mekke Şerifi Hüseyin önderliğindeki Müslüman Araplar Halife’nin cihat çağrısına karşın Osmanlı’ya ayaklanmışlardır. Bu olaylar halifeliğin İslam dünyasında saygınlığının kalmadığını göstermiştir.

Kurtuluş Savaşında Padişah-halife Vahdettin, işgalci Hıristiyan devletlerle işbirliği yapmış, Kuvva-yı Milliye’ye karşı İngiliz desteği ile kurduğu Kuvva-yı İnzibatiye birliklerini  (Hilafet Ordusu) göndermiştir. Halife-Padişahın milli mücadele önderlerini hain ilan ettiği fetvaları (dinsel bildirileri) Anadolu’ya İngiliz uçakları ile atılmıştır. Halife-padişah başta Mustafa Kemal olmak üzere Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum etmiştir. Vahdettin Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan devletlerce parçalanmasını öngören Sevr Andlaşmasını kabul etmiştir. Sonunda Vahdettin, “Müslümanların Halifesi” sıfatı ile işgalci Hıristiyan İngiltere’ye sığınarak ülkeden kaçmıştır
(17 Kasım 1922).

Kurtuluş savaşımızın önderleri halifelikten güç almamışlar, tam tersine direnç görmüşlerdir. İsmet İnönü 3 Mart 1924 günkü konuşmasında mücadeleler sırasında halifelik makamına dayanan herhangi bir güç almadık, tam tersine kötü etkilerini gördük. Halife düşmanımızdır’ dedik” diyerek bu gerçeği ifade etmiştir. [2]

Halifelik Niçin Kaldırıldı?

  1. Ulusal egemenliğe dayalı çağdaş, laik bir ülkede halifelik gibi ortaçağ kurumuna yer yoktu.
  2. Halife-Sultan Kurtuluş Savaşı’na ve önderlerine karşı çıkmış, Hıristiyan emperyalist işgalcilerle işbirliği yapmıştı. Cumhuriyet bu ihaneti kabul etmemiş, halifeliği kaldırmıştır.
  3. Egemenlik ulusa geçtiğine göre, ulusun egemenliğini halife ile paylaşması “egemenliğin bölünmezliği” ilkesine aykırı idi.
  4. Halifelik tarih boyunca İslam dünyasını birleştirmemiş, tam tersine bölmüştü.
  5. Halifeliğin İslam dünyasında saygınlığı kalmamıştı.
  6. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılıp halifelik Osmanlı hanedanında bırakılınca cumhuriyet karşıtları halifelik makamını Osmanlı’yı yeniden canlandırmak için bir olanak olarak gördüler ve halife çevresinde toplanmaya başladılar. Bu durum genç Türkiye Cumhuriyeti’ne bir tehdit idi.
  7. 3 Mart 1924’te kabul edilen bir yasayla Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. İslam’ın tapınma ilgili işleri Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiş, devlet yönetimi ile ilgili konuları da TBMM’de olduğundan halifeliğe gerek kalmamıştı.
  8. Halife’nin tüm Müslümanların önderi olma savı, Müslümanların yaşadığı emperyalistlerin sömürgesi devletlerle (Örn. Hindistan) ilişkilerimize zarar vermekte idi. Halife o ülkelerdeki Müslümanların dinsel önderi olunca, o ülkeyi yöneten sömürgeci devletin (Ör. Hindistan’ı yöneten İngiltere’nin) de bizim içişlerimize karışmasına ortam hazırlıyordu.

Halifelik Nasıl Kaldırıldı?

Büyük devrimci Atatürk, yaptığı her devrimi adım adım, yeri ve zamanı geldikçe gerçekleştirmiştir. Halifeliğin kaldırılması da böyle olmuştur. İlk aşamada büyük utkudan (zaferden) sonra kurulacak barış masasına (Lozan Konferansına) TBMM hükümeti ile birlikte Osmanlı hükümetinin de çağrılması üzerine “Türkiye’yi ancak TBMM hükümeti temsil eder” diyerek 1 Kasım 1922’de saltanatla halifeliği ayırmış, saltanatı kaldırmış, ama o aşamada halifeliğe dokunmamış, halife olarak Osmanlı hanedanından Abdülmecit Efendi TBMM tarafından seçilmiştir.

İkinci aşama halefliğin de kaldırılmasıdır. Bu olayı çabuklaştıran ve gerekli kılan olaylar, son halife Abdülmecit’in hatalı davranışlarından kaynaklanmıştır. Abdülmecit’in, kendisini padişah gibi görmeye başlaması, gösterişli cuma selamlıkları, Fatih Sultan Mehmet gibi sarık takması, yabancı temsilcilerle görüşmesi, halifelik bütçesinin artırılmasını istemesi gibi davranışları Cumhuriyet hükümetini rahatsız ediyordu.

Başlangıçta Atatürk ile birlikte olanlardan Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele gibi kişilerin İstanbul’daki Halifeyi ziyaret etmeleri bu rahatsızlığı artırıyordu.
15 Kasım 1923’te Afyon Mebusu Hoca Şükrü Efendi’nin yayınladığı bir kitapçık halifelik makamını savunuyordu. Buna göre “Halife Meclisin, Meclis halifenin idi”  “TBMM, halifenin danışma organı olmalı idi”. “Halife, Meclisin de, hükümetin de başı idi”.[3] Bu tür karşı devrim girişimlerine izin verilemezdi.

Hindistan’daki İsmailiye mezhebinin lideri Ağa Han ve İngiltere Kralının danışmanı(!) Emir Ali’nin

Başbakan İsmet İnönü’ye yazdıkları ve halifenin siyasal durumunun korunmasını istedikleri mektubun İnönü’ye ulaşmadan kimi İstanbul gazetelerinde yayınlanması süreci hızlandırdı.[4]

Halife Abdülmecit 22 Ocak 1924 tarihli mektubunda, İstanbul’a giden TBMM hükümeti yetkililerinin kendisi ile ilişki kurmamasından yakınarak, Ankara’da bir temsilci bulundurmasını veya hükümetin Halife nezdinde bir temsilci göndermesini ve hazinesinin artırılmasını istemişti.

O sırada harp oyunları için İzmir’de bulunan Atatürk’ün bu mektuba cevabı sert ve kesindi:

Halife kendisini dışlanmış hissediyorsa bu kendi davranışlarından doğmaktadır.

Hilafet makamının ne dinen ne siyaseten hiçbir anlamı ve varlık nedeni yoktur.

Ankara’ya temsilci göndermeye kalkışması, cumhuriyet hükümeti ile karşı karşıya vaziyet alması demektir. Buna yetkili değildir.

Hilafetin hazinesi yoktur ve olamaz. Maksat lüks yaşam ve gösteriş değil insanca yaşam ve temel gereksinimlerin sağlanmasından ibarettir (oluşmaktadır) [5]

Atatürk Nutuk’tahilafetin kaldırılması zamanının geldiğine İzmir’de iken karar vermiştim.” demektedir.[6] Atatürk, 23 Şubat 1924 günü İzmir’den Ankara’ya döner ve bu kararını arkadaşlarına bildirir.

Konu 2 Mart’ta Halk Partisi grubunda görüşülür. 3 Mart’ta Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşı “halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına çıkartılması” ile ilgili bir yasa önerisi sunarlar. Yasa önerisinin gerekçesinde özetle şunlar belirtilmektedir:

  • Türkiye cumhuriyet içinde halifelik makamının bulunması Türkiye’yi iç ve dış politikasında
    iki başlı olmaktan kurtaramadı.
  • Bağımsızlığında ve ulusal yaşamında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin, görünüşte bile olsa ikiliğe tahammülü (dayancı)
  • İmparatorluğun çöküş aracı olan hanedanın halife kisvesi altında Türkiye’nin varlığını etkileyecek bir tehlike olacağı deneyimlerle belli olmuştur.

431 sayılı yasa, 3 Mart 1924 günü TBMM’ce oybirliği ile kabul edilerek yasalaşmıştır.

431 sayılı, Halifeliğin İlgasına (kaldırılmasına) ve Hanedan-ı Osmani’nin (Osmanlı aile üyelerinin) Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine (ülkesi dışına) Çıkarılmasına İlişkin Kanuna göre:

  1. Halife hal edilmiştir (görevinden alınmıştır).
  2. Hilafet hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda (anlam ve kavramında) gerçekte mündemiç olduğundan (zaten var olduğundan), hilafet makamı mülgadır (kaldırılmıştır).
  3. Hanedanın bütün üyeleri ebediyen (sonsuza dek) Türkiye’de ikamet (oturmak) hakkından yoksun bırakılmıştır.
  4. On gün içinde ülkeyi terk edeceklerdir.
  5. Türk vatandaşlığını yitirmişlerdir.
  6. Taşınmazlarına tasarruf edemezler (taşınmaz malları ile ilgili işlem yapamazlar).
  7. Padişahlık yapmış olanların taşınmazları ulusa geçmiştir.
  8. Padişahlık sarayları, kasırları… içindeki tüm taşınmazları ulusa geçmiştir.

Sonuç ve Değerlendirme:

Halifeliğin kaldırılması ile;

  • Ulusal egemenlik pekiştirilmiş, dinsel bir makam olan halifelik devlet yapılanmasından çıkartılmıştır. Laiklik ve demokratikleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır.
  • Devletin tepesindeki iki başlılık (bir yanda TBMM, öte yanda kendisini padişah gibi gören
    Halife Abdülmecit)
    giderilmiştir.
  • Müslüman ülkeleri sömüren emperyalist devletlerin içişlerimize karışması önlenmiştir.
  • Tutuculuğun son kalesi yıkılarak öbür devrimlerin önü açılmıştır.
  • Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra siyasal devrimin üç ayağı tamamlanmıştır.
  • Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkartılması ile Osmanlı’yı yeniden canlandırma düşleri söndürülmüştür.
  • Türkiye İslam dünyasında dinsel merkez olmaktan çıkmış, devrimlerle İslam dünyasına yeni bir örnek olmuştur.

Halifeliğin yeniden canlandırılması düşleri dünyanın gerçeklerine, anayasaya, Cumhuriyet’in kurucu değerlerine aykırı olduğu ölçüde, tarihin durdurulmaz akışına da aykırıdır.

Halifeliği geri getirme girişimlerine karşı cumhuriyet savcıları gereğini yapmalı,
toplum örgütlü demokratik tepki göstermelidir.

Kaynaklar
[1] Kenneth Pollack, The Persian Puzzle The Conflict Between Iran And America,
Random House, New York, 2004, p.11
[2] Akalın, a.g.e. s.87
[3] a.g.e. s.208
[4] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Cilt-III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1965, s.168
[5] Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet yayınları, İstanbul, 2003, s.208
[6] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Alfa Yayınları, İstanbul, 2005, s.601