Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Asırlık çınar Cumhuriyet gazetesi

Benim Cumhuriyet'im

CumhuriyetAsırlık çınar Cumhuriyet gazetesi

07 Mayıs 2024, Cumhuriyet

Cumhuriyet gazetesi 100 yaşında!

Gazetemiz, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt. Bu nedenle gazetenin yaşam öyküsü yalnızca Cumhuriyet gazetesinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk toplumunun da var olma öyküsüdür.

İstanbul işgal edildiğinde Yunus Nadi İstanbul’da Yenigün adını taşıyan gazetesini yayımlıyordu. Milli Mücadele‘yi desteklediği için işgal güçlerinin baskısı altındaydı. İşgalciler kendisini tutuklamak istediler, Yunus Nadi; Anadolu yolunu tuttu, Mustafa Kemal’e katıldı. Yalnızca Ankara’ya gitmekle kalmadı, Yenigün matbaasını da işgal altındaki İstanbul’dan parça parça sökerek Ankara’ya taşıdı ve 9 Ağustos 1920’den itibaren (başlayarak) Anadolu’da Yenigün adını taşıyan gazetesini yayımlamaya başladı.

İçtenlikli bir Kuvayı Milliyeci olan Yunus Nadi, hem Meclis’te çalışıyor hem de gazetesi ile Milli Mücadele’yi destekliyordu

Cumhuriyet ilan edilince Yunus Nadi, Atatürk’ün isteği ile Cumhuriyet gazetesini kurdu ve gazetenin ilk sayısı 7 Mayıs 1924 tarihinde yayımlandı.

Yunus Nadi tam 100 yıl önce, ilk gün yazdığı başyazıda Cumhuriyet gazetesinin ilkelerini tanımlamıştı. Yunus Nadi, 100 yıl önce şöyle diyordu:

  • “Biz Cumhuriyetin koruyucusuyuz…
  • azetemiz ne hükümet gazetesi ne de parti gazetesidir.
  • Cumhuriyet sadece Cumhuriyetin bilimsel ifadesiyle demokrasinin savunucusudur.”

100 yıl boyunca her dönemin etkin kalemleri, düşün dünyasının en önemli yazarları hep Cumhuriyet’te toplandı. Bu köklü çınar sansüre, her türlü baskıya karşı çıkarak özgür basının sembolü olmuştur.

Gazetenin yazarları öldürüldü. Onlar basın şehitleridir.
Gazetenin yazarları hapse atıldı. Gazetemizin ilanları kesildi.

Gazetenin bahçesine üç kez bomba atıldı. Tüm susturma çabalarına karşın Cumhuriyet’i susturamadılar.

Cumhuriyet bugün başı dik, Aydınlanma ve demokrasi mücadelesini sürdürüyor.

Cumhuriyet gazetesi dünyada eşi olmayan bir yönetim modeline sahiptir. Holdingleri yok, şirketleri yok, yan kazançları yok, patronu yok…

Gazete 31 yıllık Cumhuriyet Vakfı tarafından yönetiliyor. Vakıf yönetim kurulunu gazetenin çalışanları ve Atatürkçü aydınlar oluşturuyor.

  • Cumhuriyet’in en büyük sahibi sadık okurlarıdır.

Yunus Nadi’nin 100 yıl önce yazdığı gibi Cumhuriyet, Atatürk’ün Aydınlanma yolunda yürümeye devam edecek. Aynı zamanda hukuk devleti ve güçler ayrılığına dayalı tam demokrasinin gerçekleşmesi için de mücadelesini sürdürecektir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sonsuza dek10 Kasım 2023

Din eğitimi yerine sanat eğitimi

İsmail Altınok

Ressam İsmail Altınok’un 1968’de Vatan gazetesi sanat sayfasında yayınladığı bu yazının güncelliği ne yazık ki sürüyor.

Vatan Gazetesi (31 Temmuz 1968 Çarşamba)
Fikir ve Sanat köşesi.
Gercekedebiyat.com
Din eğitimi yerine sanat eğitimi / İsmail Altınok (gercekedebiyat.com) 

Son Konya olayları karşısında aklımıza gelen ilk düşünce bu oldu. Din eğitimi yerine sanat eğitimi.

Sözde kültürlü din adamı yetiştirerek halkımızı eğitmeye çalışacağımıza, iyi düzenlenmiş sanat gösterileri ile çağımızın duygu ve düşüncelerini toplumumuza aşılayabilseydik bugün bu durum daha başka olurdu.

Eski din adamlarımızın kültürsüz oldukları, bu nedenle geçmişimizdeki utanç verici olayları hazırladıkları, bugünkü koşullar içinde ise din adamlarımızın yararlı olabileceği inancı bizi yanılttı. Kültürlü din adamı yetiştirelim derken, din, yine ters amaçlar için kullanılan bir araç durumuna getirildi.

Bugünkü din adamlarının da geçmişteki din adamları gibi devlet yönetimini ellerinde tutmak istedikleri ve her çeşit yeniliğe karşı oldukları anlaşılmıştır.

Bunu daha iyi anlayabilmek için geçmişimize bir göz atmak yerinde olur:

10. Yüzyılda Türklerin İslamlığı benimsemesinden sonra Büyük Selçuklular döneminde (1065’te) Bağdat’ta ilk medrese açılmıştır. Zamanla bu medreseler İslami yüksek öğretim kurumu oldu. Halk çocukları için de dinsel ihtiyaçları karşılamak üzere  “mahalle sıbyan mektepleri” açıldı. Medreselerde Arapça olarak şer’i dersler, Aristo mantığı ile ayet ve hadislerin tefsirleri okutulur, mahalle ve sıbyan mekteplerinde de “elif ba, tecvit ve ilmihal ile padişah ve Muhammet ümmeti için dualar ezberletilirdi.

Medreselerden çıkanlar, devletin yönetimi ve yargı alanlarında görevler alırlardı.

Böyle, bütünüyle dinsel bir öğretim ve eğitimden geçen medreselilerin, dinsel hukukun ve şeriatın temsilciliğini yapmaları ve günün koşullarına göre yapılmak istenen yeniliklere karşı durmaları doğaldır.

Nitekim, kimi ıslahat (düZelterek yenileştirme) hareketlerinin yapılmasının zorunlu görüldüğü Tanzimat döneminde din adamları ve medreseliler yeniliklere tepkiler göstermişler ve kan dökülmesine neden olmuşlardır. Patrona Halil ayaklanması, Kabakçı Mustafa isyanı bu dönemin önemli olaylarıdır.

Tanzimat’tan sonraki dönemde de yeniliklere karşı tepkiler sürer. 31 Mart ayaklanması bunlardan biridir.

  • Geri kalmamızın doğru ve kesin tanısını ilk koyan ve bu gericilere “dur!” diyen
    Atatürk olmuştur.

Gerçi din adamları O’na karşı da ayaklanmışlardır; fakat isteklerini elde edememişlerdi. Şeyh Sait İsyanı, Menemen olayı, Ticani ve Nurculuk hareketleri Cumhuriyet döneminde görülen gericilik hareketleridir.

Bir de Avrupa’yı bu bakımdan ele alalım:

Orta Çağ’da Avrupa da bizim durumumuzdadır. Din eğitimi olabildiğince egemendir, okullarda Latince ile teolojik bilgiler öğretilmektedir. Yönetim kilisenin elindedir. Bu durum Rönesans’a dek sürer.

  • Rönesans hareketi, gözlem ve deneylerle Doğa’nın incelenmesini yayar.

Dinsel bilgilerle doğa olaylarının çözümlenemeyeceği anlaşılır. Sosyo-ekonomik gelişmeler de, yeni yaşam düzleminde pratik öğrenim gereksinimlerinin öne alınmasını gerektirir.

  • Böylece okullar dinci / dinsel öğretim ve eğitimden kurtarılarak
    pozitif bilimlerin, güzel sanatların öğretildiği kurumlar durumuna getirilirler.

Bizim toplumumuz bu evrelerden geçmediği için, Atatürk, dinci / dinsel eğitimi kaldırıp laik öğretimi getirmiş, dinsel hukuk yerine medeni hukuku ülkemize yerleştirmiştir.

Ayrıca, uygar ve ulusçu bir toplum olmanın gereklerini düşünerek devrimler yapmış,

  • Türk dilini Arapça ve Acemce kelimelerden temizleyerek arı dil olma yoluna sokmuştur.

Geçmişimizde Atatürk’e benzer bir devlet adamı göremeyiz.

Yalnızca 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya’yı Selçuklulardan alıp Türkçe’yi resmi dil ilan eder ki, bunun da sonu getirilemez.

Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu düzen içinde yapılacak önemli işlerden biri de sanat eğitimi idi. Batıdaki uluslar toplumlarını eğitmek için, mevsimlere ve bölgelere göre büyük sanat hareketleri düzenlerken, biz göstermelik işlerle yetindik; sanat çalışmalarını yaygın duruma getiremedik. Gittikçe artan boş insanlarımızı sazlarla, sözlerle, maçlarla oyalamaya çalıştık.

Batı’da birbiri arkasına büyük sergiler açılır, yılda birkaç kez müzik ve film festivalleri düzenlenirken, tiyatro ve bale gösterileri gittikçe yaygınlaştırılır, televizyon önemli bir eğitim aracı durumuna getirilirken, bunların nedeni üzerinde hiç durmadık.

Şimdi ise yine, Türk olduğunu unutan, Türkçe’nin bilincine varamayan, uygarlığa katılmak istemeyen, eski kulluklarına kavuşmayı ne pahasına olursa olsun kafasına koyan, bunun için eğitemediğimiz halkı ve onların elinde yetişen İmam- Hatiplileri kaba güç olarak kullanan sözde din adamları ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Bir kez daha söyleyelim ki;

  • “Bizi yaratan doğa, insan eden de sanattır.” (AS: ve Bilim!)

Biz de bir an önce bu sözün bilincine vararak uygulamasına girişmeliyiz.

Prof. Dr. D. Gözütok Cumhuriyet’in konuğu : MEB’in yeni taslağı

Prof. Dr. Gözütok, MEB’in taslağında amacın ulusu ümmet yapmak olduğunu söyledi: Kulluğun sonu ortaçağ

Prof. Dr. Gözütok, MEB’in taslağında amacın ulusu ümmet yapmak olduğunu söyledi: Kulluğun sonu ortaçağ!

Bu taslak metin,
– vatanı ‘mülk’,
– ulusu ‘ümmet’,
– yurttaşı ‘kul’ yapmayı amaçlıyor.
Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmeyi hedefliyor.
Gericileşmede büyük adımlarla yol alınıyor.
Geleceğin erişkinlerine, 12 yıl içinde yapılan ve ‘yenilikler’ getirdiği iddia edilen bu değişiklikler ihmaldir, istismardır,
çocuklara uygulanan zihinsel, duygusal ve bedensel şiddettir.

 

Prof. Dr. Dilek Gözütok Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. 

– Adına “müfredat” denen “eğitim programı” nedir?

Eğitim programı, ülkenin yetiştireceği insanın özelliklerini tanımlayan, nasıl yetiştirileceğini, nasıl değerlendirileceğini planlayan ürünlerdir. 1924’ten başlayarak hazırlanan ve uygulanan eğitim programlarında milli, manevi, ahlâksal, kültürel ve sosyal değerler yer aldı; bu eğitim programları aracılığı ile bireyin, toplumun ve ülkenin gereksinimlerinin karşılanması amaçlandı. Toplumu oluşturan bireylerin ümmetten vatandaşa dönüştürülmesi için çaba gösterildi.

  • Cumhuriyet, “Türk Devrimi”ni gerçekleştirdiği eğitim programlarıyla mülkten “vatan”, ümmetten “ulus” yarattı, kulu “yurttaş” yaptı.

– Bu durum ne zaman değişmeye başladı?

1950’li yıllarda eğitim programlarında seçmeli Din Dersi vardı. Ders, seçmeliydi ama çocuğunun bu derse girmesini istemeyen veli “Girmesini istemiyorum” diye dilekçe (bildirim) verirdi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, eğitimde bilim dışı ve laiklik karşıtı uygulamalar devlet politikası oldu. 1982 Anayasasına aykırı olarak 4. sınıftan lise son sınıfa dek zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi kondu. Velilerin mücadelesi ile

  • AHİM, zorunlu din dersinin insan hakları ihlali (çiğnemi) olduğu kararını verdi.

Ancak 2012’de 4+4+4 yapılanması ile programlara çeşitli adlarla din ağırlıklı seçmeli dersler yerleştirildi ve öğrencilerin seçmesi için okul yönetimlerine baskı uygulandı. Her bilim dışı program değişikliğinde “seçmeli”, “zorunlu seçmeli” başlıklarında çok sayıda din içerikli ders, programlara yerleştirildi. Akademik okulların programları İmam Hatip Okulu programlarına benzetildi.

– Tüm bu değişiklikler yapılırken kimlerden yararlanıldı?

AKP iktidara geldiğinde MEB’de üniversitelerin Eğitim Bilimleri bölümlerinden bilim uzmanlığı ve doktora derecesi alan deneyimli öğrencilerimizi dağıttı. Gerici anlayışa hizmet eden kişilerle kadrosunu oluşturdu. Yeni kadro üyelerinin bir kısmı FETÖ ya da farklı cemaat mensupları, bir kısmı akademik camiada başarılı olamamış AKP’ye biat eden üniversite öğretim üyeleri ya da emperyalist kuruluşlara hizmet edenlerdi. Özellikle Kemalist bilim insanları YÖK’ün saldırıları ile hırpalandı, kadro verilmedi, bir kısmı KHK ile atıldı.

– Bilim insanları olarak sizler ne yaptınız?

İlk yıllarda henüz üniversiteler işgal edilmemişti. Demokratik kitle örgütleri, eğitim sendikaları, hatta veliler bile hak arayabiliyor, dava açabiliyor, mücadele edebiliyordu. Demokratik kitle örgütleri ve üniversiteler olarak araştırmalar yaptık,  kongreler ve yürüyüşler düzenledik, gazlar yedik. O zamanlar sesimiz daha çok çıkıyordu. 2005’te veliler programı dava etti. Danıştay 10. Dairesi, Hayat Bilgisi ve Türkçe dersleri programlarını “Türk Milli Eğitiminin amaçlarına ve demokratik değerlere uygun değil” gerekçesiyle iptal etti. Ama üç beş sözcük ekleyip 2009 programı diye TTK’ya onaylattılar.

– Darbe girişimi öncesi eğitimde FETÖ’nün etkisi nasıldı?

2013’ten itibaren her gelen bakan yeniden program yapmaya kalktı ve 2016’ya kadar hep FETÖ’cüler çalıştı. Subliminal mesajlar veren kitapları onlar bastı. Örneğin Din Bilgisi kitabında FETÖ’nün Türkçe olimpiyatları sembolü vardı. Peygamberin hayatıyla Türkçe olimpiyatlarının ne ilgisi var? Biz bunları hep yazdık, çizdik, paneller düzenledik, dava ettik ama baş edemedik. Yıkım projesi çok güçlüydü.

– 15 Temmuz sonrası neler değişti?

15 Temmuz’dan sonra, FETÖ reklamı içeren binlerce kitap ve kitap sayfaları MEB tarafından yok edildi. AKP iktidarı kendi bastırdığı ders kitaplarını imha ederek “Türk Eğitim Tarihi”ne geçti. Onların hazırladığı kitaplardan sayfalar çıkarıldı. Kitaplar yakıldı. Kendilerince kitapları FETÖ’den ayıkladılar. O dönemin bakanı “Nitelikli okul, niteliksiz okul” ayrımı yaptı ve “proje okulları” diye İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi gibi okullara saldırdılar. Okulların müdürleri değişti, olaylar çıktı. Yani insanlar çok mücadele etti ama her yerden saldırdılar. Bakan İsmet Yılmaz “Programları değiştiriyorum, 15 gün izin veriyorum. Herkes incelesin, görüş alacağım.” dedi. Üniversitede çalışma grupları kurduk, inceledik,  sendikalarla raporlar hazırladık. Bir cümlesine bile bakmadan programı uygulamaya koydular.

– Şimdi de inceleme için bir hafta zaman tanındı…

Bir hafta diyorlar ama yalan. Ancak şu an daha öncekilere göre çok daha kritik.

– Neden daha kritik?

Metinde, “bilim” yalnızca 43 kez, “ahlak” 61 kez, “erdem” 46 kez, “değer” ise hepsinden fazla, yüzlerce kez kullanılırken, Atatürk ve Cumhuriyet geçmiyor. Gelişim ve evrim demekten kaçınmak için “tekâmül”, bilim yerine “ilim” sözcüklerinin kullanılması, “belagat”, “kâmil insan”  vurguları, kendi ideolojilerine uygun bir nesil yetiştirme hedefledikleri anlamına geliyor. Sanki tekkede mürit yetiştiriyorlar.

“SONU HÜSRAN”

– Bu programla zaten eğitime sokulan tarikat ve cemaatlerin etkisini daha da mı fazla görüyoruz?

Rektör yapılması için özel geçici yasa çıkarılan Milli Eğitim Bakanı TBMM’de  “Cemaatler STK’dır. Onlarla protokoller yapmaya devam edeceğiz.” dedi. Tarikat ve cemaatleri STK olarak gören anlayış, çağdaş bir eğitim programı yapamaz.

Metinde çocukların düşünme ve sorgulama becerilerini geliştiren Felsefeye 67 sayfa ayrılırken Din Öğretimine 572 sayfa ayrılmış.
İmam Hatip okullarındaki başarısızlıktan ders almamışlar.
Şimdi bütün okulları imam hatip ruhuyla götürmeye çalışacaklar. Sonu hüsran bir politika. 

– Taslak metni incelediğinizde başka neler dikkatinizi çekti?

Kurtuluş Savaşı’nda Hanedanın ihaneti görmezden geliniyor.
Cumhuriyet ve devrimler, olabildiğince kısa tutuluyor.
Bilimsellik sözde kalmış, Evrim kuramına yer verilmiyor.
Din kültürü dersi tümüyle Emevi öğretisine dönüşmüş, öbür dinlerden hiç söz edilmiyor.

– “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP’nin seçim sloganı olan “Türkiye Yüzyılı” ne demek? Dünyada hiçbir ülkenin yapamadığı bir icat mı yapıldı? Bu sıfatı uluslararası bir kuruluş mu verdi? Türkiye Cumhuriyetinde yüz yıldan beri Arapça olan, konu listesi anlamına gelen ”müfredat” kavramı kullanılmaz. Eğitim Programı, Öğretim Programı, Ders Programı kavramları kullanılır. 21. yüzyılda “eğitim programı” konu listesi değil, çok boyutlu bilimsel araştırma sürecidir. Üniversitelerimizde Eğitimde Program Geliştirme bölümleri, YÖK’te bu adla doçentlik alanı var. Türkiye’de Eğitimde Program Geliştirme doçent ve profesörleri, bilim uzmanları var.

  • Maarif Modeli” kavramı, FETÖ’nün yurt dışında kurulan Maarif Vakfı’nın ve bu vakfa bağlanan okulların modelidir ve Arapça bir kavramdır.

Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim konusunu çalışan Bakana Maarif Vekili değil, “Milli Eğitim Bakanı” denir.

– Bu programda amaç nedir?

Metne bakıldığında ülkeyi toptan dincileştirmeyi amaçladığı, bilimin ürünlerine, evrime, integrale bile karşı olup kapsamdan çıkarıldığı görülüyor.

Bu taslak
– vatanı “mülk”,
– ulusu “ümmet”,
– yurttaşı  “kul” yapmayı amaçlıyor.

  • 2005’ten beri uygulanmakta olan bütün programlar Türkiye’yi ortaçağ karanlığına götürmeyi hedefliyor.

Köklü Cumhuriyet değerlerini savunan kuruluşların direnmesine karşın, gericileşmede büyük adımlarla yol alınıyor.

Cumhuriyetin kurduğu kurumlar yıkıldı, değerler altüst edildi.

Hile hurda ile seçim kazanıldı, Türkiye Cumhuriyetinin yönetim biçimi değiştirildi.

Cemaatler bu ülkenin kaynakları ile mahalleler, hastaneler, üniversiteler, okullar ve holdingler kurdu.

Sığınmacı ve göçmenlerle ülkenin demografik yapısı değişti. Manzara çok karanlık.

– Mevcut eğitim sistemini nasıl özetlersiniz?

Bugün uygulanan eğitim programları ulusal, bilimsel ve laik değil!

Tarihi, Türkçeyi ve öbür bilim alanlarını, hatta dini bile yanlış öğretiyor.

6 yaşından 18 yaşına dek öğretim sistemi içinde olan geleceğin erişkinlerine, 12 yıl içinde yapılan, “yenilikler” getirdiği iddia edilen bu değişiklikler ihmaldir, istismardır.

Çocuklara uygulanan zihinsel, duygusal ve bedensel şiddettir.

Bugün örgün eğitim yaşındaki 2 milyon çocuk eğitimin dışına çıkarıldı. Açık ortaokul ve açık liseye kayıtlı olan çocukların kimisi çırak, kimisi hafızlık kurslarında. Kimisi çocuk yaşta evlendirilmiş, çoğu da türlü iş alanlarında ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor.

  • Yüz binlerce çocuğun cemaatlerin elinde olduğu, uğradıkları şiddet, istismar ve intihar haberleri basında yer alıyor.

Yoksul aile çocukları istekleri dışında imam hatip okullarına kaydediliyor, öbürleri özel okullara gitmek zorunda kalıyor. Kamusal eğitim yerine cemaatlere ait özel okullar destekleniyor. 3-6 yaşındaki çocukların yalnızca yüzde 39’u okul öncesi eğitime katılabiliyor, bunların yarıdan fazlası ya özel eğitim kurumlarında ya da diyanetin/cemaatlerin açtığı anaokullarında Kur’an kurslarında.

– Bu eğitim programları Türkiye’nin geleceğini nasıl etkiler? 

Bugün uygulanmakta olan eğitim programlarıyla ancak sorgulamayan, eleştirmeyen, bilimsel düşünemeyen, okuduğunu anlamayan, biat eden Cumhuriyet düşmanı bireyler yetiştirilebilir. Adına müfredat dedikleri metnin tamamı, anayasanın laiklik ilkesine ve Milli Eğitim Yasası’na aykırı. Bu ürünü hazırlayanlar suç işliyor.

– Bu taslak program yeni eğitim öğretim yılında uygulamaya konabilir mi?

Eğer Cumhuriyet değerlerine inanan herkes, kurumlar, kuruluşlar bir araya gelip direnemezsek haftaya TTK’dan geçirip 2024-2025 öğretim yılında 1., 5. ve 9. sınıflarda bu akıl ve bilim dışı metni uygularlar.

  • Zaten kimi cemaat okulları MEB’in kitaplarını okutmuyor.

5-10 sayfalık fasiküller hazırlayıp eğitimi bu yolla yapıyorlar.

– Peki, öğretmenlerin eğitimi…

Nitelikli bir eğitim fakültesi okuyup, Cumhuriyet değerlerini içselleştirmiş öğretmenleri bir yana bırakırsak; ne yazık ki 1997’den beri öğretmenler ve öğretmenlik mesleği çok zarar gördü. Öğretmenlik sertifikası bile olmayanlar ya da uyduruk paralı öğretmenlik sertifikası olanlar, AKP yönetiminde KPSS’de düşük puan alanlar, bir yandaş sendika kanalıyla mülakatla öğretmen yapıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri yasalarla planlanan hizmet içi eğitim programları kaldırıldı.

Öğretmenler eğitim programını okumuyor, anlamıyor!

Yalnızca kitap ya da kitap yerine geçen, kitap piyasasının hazırladığı materyallerle ders veriyorlar. Ne yazık ki çoğu ders planını internetten çıkarıyor hatta planı olmadan derse giriyor. MEB öğretmen gereksinimini kapatmak için öğretmen ataması yapmak yerine “ücretli” ya da “sözleşmeli” statüde istihdam yapıyor.

– Yerel seçimlerden birinci parti çıkan CHP bu manzarada nasıl bir yol izlemeli?

CHP, önceki yıllarda yapılan program değişiklikleri zamanına göre çok daha avantajlı ve güçlü. CHP halktan aldığı güçle bir şey yapmalı, gerekirse yollara dökülmeli.

  • Bu program, ülkemiz ve cumhuriyetimiz için bir beka sorunudur.

Her sözcüğüne itiraz ettiğimiz bu abuk ürünle cumhuriyet ve demokrasiye ilişkin toplumda kalan değerler de yok edilmek isteniyor.

Bu duruma itiraz, hatta isyan etmeli!

Cumhuriyet değerlerine sahip çıkıyorum” diyen siyasal partiler, sendikalar, basın-yayın kuruluşları, demokratik kitle örgütleri, veliler örgütlenip bu saldırıya karşı mücadele etmek zorunda.

Türkiye emperyal güçlerin içeriden ortakları ile işgal altında.

  • Yeniden  “Kurtuluş Savaşı” vermek zorundayız. 

– Her şeye rağmen uygulanırsa ne olur?

O zaman veli bilinçlendirilir ve çocuğunu okula göndermez!

Bu eylemlere Cumhuriyeti kuran parti, CHP önderlik etmeli. Bütün demokratik kitle örgütleri, meslek kuruluşları ve barolar  100. yılında Cumhuriyete sahip çıkmalı.

– Türk Milli Eğitimi’nin gereksinimi nedir?

Cumhuriyetin 100. yılında bir Mustafa Kemalimiz yok ama Cumhuriyet devrimlerinin her alanda yetiştirdiği çok donanımlı bilim ve sanat insanlarımız var. Cumhuriyet ilkeleri kapsamında yıkılan kurumları, çökertilen Eğitim Sistemini yeniden kurarız.
=========================================
PROF. DR. DİLEK GÖZÜTOK

Kilis’te doğdu. 1973’te Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Lisans, yüksek lisans, doktora derecelerini Ankara Üniversitesi’nden aldı. Eğitim programları ve öğretim alanında 1995’te doçent, 2001’de profesör oldu. 2016’da emekli olan Gözütok’un eğitim programları alanında birçok yayını bulunuyor. Atatürkçü Düşünce, Çocuk İhmal ve İstismarını Önleme, Çağdaş Yaşamı Destekleme ve Cumhuriyet Kadınları derneklerinde çalışmalar yapan Gözütok, Laiklik Meclisi ve Eğitim İş Bilim Kurulu üyesi.

Hastanelerde randevu sorunu

Hastanelerde randevu sorunuFotoğraf: İHA

Sağlık Bakanlığı’nın istatistiklerine bakıldığında bu tespit (saptama) açık olarak görülmektedir.

2002-2022 yılları arasındaki 20 yıllık AKP iktidarı döneminde Sağlık Bakanlığına bağlı hastane sayısında %23 oranında bir artış olurken, özel hastane sayısındaki artış %110 civarında (dolayında) gerçekleşmiştir.

Yine aynı 20 yıllık dönemde hastane yatağı sayısındaki artış Sağlık Bakanlığı hastanelerinde %46 iken özel hastanelerde %184’tür.

Kamunun sağlık hizmetlerindeki payının azalması nedeniyle vatandaşların kamu hastanelerinden hizmet alma imkânı (olanağı) azalmış, Sağlık Bakanlığı hastanelerinden randevu alınamaz hale (duruma) gelmiştir.

Sağlık Bakanlığı her ne kadar (denli) yönetmelikler yayınlayıp randevu sorunu için toplantılar yapmış olsa da, izlenen yanlış sağlık politikalarıyla vatandaşların hastanelere ulaşımını kolaylaştırmak mümkün (olanaklı) değildir. Randevu sorunun altında yatan gerçek, kamu hastanelerinin azlığıdır. (AS: Kapsamlı-nitelikli koruyucu sağlık hizmetleriyle hastane gereksinimi çok çok azaltılabilir.. köktenci çözüm budur..)

Hastanelerdeki randevu sorunun çözümü için vatandaşın başvurabileceği poliklinik sayısının artırılması gerekmektedir. Kısa vadede (erimde) bu sorunu çözmek için Sağlık Bakanlığı özel muayenehaneleri sağlık sistemi içine dahil ederek (katarak) özel muayenehanelerden sağlık hizmeti alımını sağlamalıdır. Özel muayenehanelerin tıpkı özel hastaneler tanınan şartlarda (koşullarda) Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile anlaşma yapmasına imkan (olanak) tanınarak, vatandaşların özel muayenehanelerden ücretsiz sağlık hizmeti almasının yolu açılmalıdır.

Randevu sorununun kalıcı çözümü için kamu hastanelerinin sayısının artırılması zorunludur. Bunun için ulaşımı zor olan şehir hastaneleri modelinden, vatandaşların daha kolay ulaşabileceği lokasyonlarda (yerlerde) Devlet hastaneleri modeline dönülmelidir.

Sağlık Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yatırım programındaki maliyetler göz önünde bulundurulduğunda;

Sağlık Bakanlığı bütçesinden 2017 – 2024 arasında Şehir Hastaneleri için (Kira + Hizmet bedeli) harcanan miktar 187 milyar 735 milyon 587 bin 216 TL’dir.

*2023 yılı Sağlık Bakanlığı Bütçe Sunumu
** 2020 yılı Sağlık İstatistikleri Raporundan 

Bu miktardaki harcama ile her yıl 500 yataklı hastane yapılmış olsaydı, şu an elimizde 28.548 yatak kapasiteli (sığalı) 18 Şehir Hastanesi yerine 107.192 yatak kapasiteli (sığalı) 214 Devlet Hastanesi olacaktı (500 yataklı hastaneler). Böyle yapılmış olsaydı, vatandaşlarımızın başvuracağı hastane sayısı daha fazla (çok) olacaktı.

Üstelik bu hastanelerin sahibi özel şirketler değil Kamu olacaktı ve 25 yıl değil 1 kez ödeme yapacaktık.

Bir taraftan (yandan) şehir hastaneleri üzerinden kamu zararı devam ederken (sürerken) diğer taraftan (öte yandan) vatandaşlarımız hastanelerden randevu alamamaktadır…

Düzmece rapor uzmanı, Fincancı

Mine G. KırıkkanatMine G. Kırıkkanat

kirikkanat@mgkmedya.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

05 Mayıs 2024, Cumhuriyet

1 Mayıs’ta CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu Şebnem Korur Fincancı’yla aynı karede buluşturan fotoğraf; iki siyasal liderin şiddetle eleştirilmesine yol açtı. Kuşkusuz Özel ve İmamoğlu, fotoğraf çekilirken önlerine atlayan arsız ve hadsiz bir kadını, kovamaz ya da kovalayamazlardı. Olan oldu, ama çok talihsiz oldu…

Çünkü kamuoyu, Adli Tıp Uzmanı Şebnem Korur Fincancı’yı TSK’nin PKK’ye karşı kimyasal silah kullandığı iftirasıyla tanıyor. Ama biz haberciler, bu kişiyi Avukat Ceyhun Mumcu’nun iddiasına göre Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy’u aramızdan alan hain suikastların sanıklarını muayene bile etmeden yazdığı düzmece raporlarla koruyup cinayete azmettirenlerin ortaya çıkmasını engelleyen bir Cumhuriyet düşmanı diye biliyoruz…

ADİL SERDAR SAÇAN’IN KAHRI VE AHI

Adnan Oktar silahlı suç örgütünün en önemli üyelerinden biriyle akrabalık bağları olan ve zaten Adnancıların o yıllardaki baş savunucusu Av. Uğur Poyraz’ın yamaklığını yapan Şebnem Korur Fincancı; 1999’da örgüte operasyon düzenleyen efsane emniyet müdürü ve hukukçu Adil Serdar Saçan’ı, iftira olduğu yıllar süren dava sonunda kanıtlanan işkence iddialarıyla mesleğinden eden kişidir. Saçan’ı kederinden öldüren “düzmece işkence raporları” uzmanıdır.

2011 yılında “Biz 1999’da işkence gördük” iddiasıyla yargıya başvuran ve bugün nihayet, artık hapiste olan Adnancı örgüt üyelerine olay tarihinden 12 yıl sonra “Evet, işkence görmüş” raporları düzenlemiştir!

Şahsen tıp etiğinden tümüyle yoksun ve uzmanlığının da tartışmalı olduğunu düşündüğüm Fincancı hakkında; güvendiğim bir meslektaşından görüş istedim.

ORGANİZE İŞLER

Adli Tıp Uzmanı Dr. Onur Beden yazıyor:

Şebnem Korur Fincancı “danışmanlık” yaptığı avukatlar tarafından getirilen belgenin tam, gerçek ya da kanıt niteliğinde olup olmadığını nasıl belirliyor? Saptanan bulguların 10 yıl öncesinde olduğu davacı tarafından “beyan edilen travmadan başka şekilde oluşamayacağını” belirten bir raporla 10 yıl önceki işkenceyi tespit edebildiğini söylerken; olayın 20 yıl öncesi olmadığına nasıl emin olabiliyor? Anlatılan öykü ile muayene bulgularının uyumsuz olduğunu bildiren bir “alternatif yorum rapor” örneği var mı? Şebnem Korur Fincancı, raporlarının niçin “… Mahkemesine/Savcılığına” hitabı konulmadan “Adli Rapor” başlığı ile yazıldığını, hatta neden Mahkemeye değil de başvuran müvekkil avukatına hitap edildiğini açıklamıyor? 

USULE UYMAZ, ESASI OYAR

Mahkemelerin “alternatif yorum raporlarını” kabul etmediğini söylüyor, ama kabul edilseydi nasıl kötüye kullanılabileceğine hiç değinmiyor. 

Şebnem Korur Fincancı, savcılık yetkilerini bireylere dağıtıyor, bireylerin kanıt toplama ve bilirkişiye başvurma yetkisi olduğunu düşünüyor ve “usule uymasa da ben böyle çalışırım” diyor. Hayalindeki “alternatif hukuk düzeni” içinde “alternatif yorum raporları” yazıyor. Ama bir meslektaşının, diğer adli tıp uzmanlarının “alternatif yorum raporunun” ne olduğunu net olarak anlayacağı ve kendisine hak vereceği ayrıntılı bir açıklamasına rastlayamıyoruz. Başka adli tıp uzmanları da “alternatif yorum rapor” yazmış mı, yazıyor mu bilmiyoruz. 

TEŞHİS TELEPATİK, YORUM ALTERNATİF

Şebnem Korur Fincancı, “Türkiye’nin ilk adli tıp polikliniği İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı bünyesinde kurulmuş oldu. Bu öncü girişimin ne denli etkili olduğu, bugün Türkiye’nin pek çok yerleşik tıp fakültesinde ve ardından Sağlık Bakanlığı hastanelerinde de adli tıp polikliniklerinin peş peşe ortaya çıkmasından da anlaşılmaktadır.” diyor. 

Adli tıp uzmanı olarak belirteyim: Ceza davalarında savcılık/mahkeme yazısı olmadan işlem yapılmaz, adli tıbbın polikliniği olmaz, “alternatif yorum raporu” diye bir şey yoktur. 

Anabilim Dallarına, savcılık/ mahkeme talebi olmadan, ceza davası konusu herhangi bir suçlama nedeniyle bireysel başvuruya istinaden bugüne kadar herhangi bir “alternatif yorum rapor” düzenleyip düzenlemediklerini soralım. Ama “Biz bunu hep böyle yapıyoruz” gibi bir yanıt yeterli değildir, olmaz!* 

* Adli Tıp uzmanı Dr. Onur Beden, halen Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde görevlidir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Vekâleten aşk4 Mayıs 2024

Ayyıldız Projesi 

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Etimesgut’ta Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargahlarını bir arada barındıracak Ayyıldız Projesinin temeli 30 Ağustos 2021’de cumhurbaşkanı tarafından atılmış, yapımı sürmektedir. Proje Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK)  bozulan komuta yapısını kalıcı duruma getirmeyi amaçlamaktadır.

Bozulan Komuta Yapısı

Askerlikte emir-komuta sistemi bir organizmanın sinir sistemine benzer işleve sahiptir.
Uzman olmayan kişilerce girişimde bulunulursa bünyeyi felç edebilir.

  • 15 Temmuz hain darbe girişimi fırsata dönüştürülerek 31 Temmuz 2016’da yayınlanan
    669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile TSK’ya önemli darbeler vurulmuştur.

Bu darbelerden birisi TSK’nın üst düzey komuta yapısının askeri ilkelere ve anayasaya aykırı olarak bozulmasıdır. 669 sayılı KHK’nın 35. maddesi şöyledir:

MADDE 35 1/A- Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlıdır. Bu Kanuna aykırı olmayan ve diğer kanunlarla Genelkurmay Başkanlığına verilen görev ve yetkilere ilişkin hükümler saklıdır.

Cumhurbaşkanı, gerekli gördüğünde Kuvvet Komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabilir ve bunlara doğrudan emir verebilir. Verilen emir, herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilir.” 

Bu düzenleme anayasaya açıkça aykırıdır. Anayasanın 117. maddesi “Genelkurmay Başkanı silahlı kuvvetlerin komutanı olup, savaşta başkomutanlık görevlerini cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.” demektedir.

Anayasaya göre barışta TSK’nın komutanı Milli Savunma Bakanı değil, Genelkurmay Başkanıdır.

669 No’lu KHK ile Genelkurmay ve Kuvvet karargahları işlevsiz hale getirilmiş, görünürlükleri azaltılmıştır. Komutanlar denetleme ve ziyaretlerinde Bakana eşlik etmek dışında görülmemekte, kamuoyunda tanınmamaktadır. Ordu-ulus bütünleşmesi örselenmiştir.

TSK’nın komutanının Anayasaya göre Genelkurmay Başkanı, KHK’ya göre Milli Savunma Bakanı olması, emir-komutada belirsizlik oluşturmaktadır.

  • Emir-komutada belirsizlik, askerlikte yapılabilecek en büyük yanlıştır.

Savaş tarihi bunun acı örnekleri ile doludur. Anayasanın açık hükmünün KHK ile çiğnenmesi hukukun temel kuralı olan “normlar hiyerarşisine” aykırıdır.

2018‘den sonra Bakan olarak atanan eski Genelkurmay Başkanları, asker gibi davranmayı sürdürerek anayasaya aykırı hareket etmektedir.

Bu uygulama Genelkurmay Başkanlarında görev sürelerinsin sonunda Bakan olarak atanacakları beklentisini yaratarak Orduya siyasetin girmesine yol açma riskini içermektedir.

Bunun yanında Milli Savunma Bakanlığındaki general, Bakan Yardımcısı ve daire başkanları dahil kimi karargah ve kurumlarda general ve subay kadrolarına sivil kişiler atanmış, bunlara bulundukları kadro görevlerinin karşılığı olan general, subay statüsü (konumu) verilmiştir.
Askeri eğitim ve deneyimi olmadan sivil kişiler bu görevleri etkili olarak yerine getiremezken,
bu niteliklere sahip general ve subaylar dışlanmış olmaktadır. Bu durum askerlik mesleğini küçük görmektir.

Sorular…

Bu durumda aşağıdaki soruların yanıtlanması ve sorunların çözülmesi gerekmektedir:

  • TSK’nın sinir sistemi demek olan emir-komuta yapısı neden bozulmuştur?
  • Bu kimin işine yarar?
    • İsmet İnönü’nün, Fevzi Çakmak’ın makamında oturan ama Kuvvetlere komuta edemeyen Genelkurmay Başkanları, Anayasada kendilerine verilmiş olan yetki ve sorumluluktan nasıl ve neden vazgeçmişlerdir?
    • Yüzlerce personelin görev yaptığı Genelkurmay ve Kuvvet Karargâhlarının işlevleri nelerdir?
  • Barışta Kuvvetlere komuta edemeyen, Kuvvet geliştirme, savaşa hazırlık süreçlerine etkili olamayan, birlikleri denetleyemeyen, personelini tanıyamayan Genelkurmay Başkanı, savaşta Başkomutanlık görevini nasıl yerine getirebilecektir?
  • Subay, astsubay atamaları Bakanlıkça yapılmaktadır. Uzman erbaşlar dışında atama yetkileri olmayan Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • KHK’da “Cumhurbaşkanı Kuvvet Komutanlarına ve bağlılarına emir verebilir bu emir herhangi bir makamdan emir almaksızın derhal yerine getirilir.” denmektedir. Askeri bilgi ve deneyimi olmayan Cumhurbaşkanı örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı’na (hatta bir ordu komutanına) emir verecek, bu komutanlar amirlerine sormadan bu emri derhal yerine getireceklerdir. Bu durumda askerliğin temel kuralı olan emir-komuta birliği ve hiyerarşi (?) bozulmuş olmayacak mıdır? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları bunu nasıl kabullenmektedir?
  • Bugünkü Bakan asker kökenlidir. Yarın askerliğini hiç yapmamış veya kısa dönem yapmış sivil bir politikacı, salt iktidar partisine ve başkanına sadakati nedeniyle Bakan olduğunda Kuvvetleri nasıl yönetebilecektir? Bu askerlik mesleğini küçümsemek ve ulusal güvenliği tehlikeye atmak değil midir?
  • Hiç kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz
    (AY md.6) kuralına karşın Milli Savunma Bakanı, kaynağını anayasadan almayan hatta anayasaya açıkça aykırı olan emir-komuta yetkisini nasıl kullanmaktadır?

669 sayılı KHK olağanüstü hal  (OHAL) döneminde çıkartılmıştır. OHAL kararnameleri olağanüstü durumun gerekleri kapsamını aşamaz ve olağanüstü durumu gerektiren ortamın düzeltilmesi amacıyla çıkartılabilir. Etkileri olağanüstü durum sonunda da sürecek kalıcı düzenlemeler KHK ile değil, yasayla yapılabilir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi kararları (K.1991/1 ve K.1991/20) bağlayıcıdır. 669 sayılı KHK hukuk açısından da sorunludur.

Ulusal güvenliğimizi doğrudan etkileyen ve zayıflatan böyle bir değişikliğin kamuoyunda tartışılmadan, ilgililerin görüşleri alınmadan OHAL ortamında ivedilikle yapılması
demokrasiye aykırıdır.

Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları karargâhları birbirlerine yürüyüş uzaklığındadır.
Hatta Bakanlık ve Genelkurmay karargâhları bitişik binalardadır. Günümüzdeki iletişim olanakları dikkate alındığında, yakın ve eşgüdümlü çalışmalarına engel bir yerleşim söz konusu değildir. Bu karargahların Etimesgut’a taşınması durumunda şimdiki tarihsel binalar ne olacaktır?

Emir-komuta sistemindeki düzenleme ve buna uygun Pentagon benzeri altyapı ABD sistemine özenilerek yapılmaktadır. ABD silahlı kuvvetleri, o devletin küresel emperyal çıkarlarına göre örgütlenmiştir. Ana görevi yurdunu savunmak olan TSK’nın Komuta yapısı ABD’ye benzetilemez.

Cumhurbaşkanı “Ayyıldız Projesi“nin temel atma töreninde bunun “Dosta güven, düşmana korku vereceğini” söylemiştir. Dosta güven düşmana korku veren karargah binalarının görkemi değil, Ordu’nun gücüdür.

Ayyıldız Projesi, KHK ile bozulan komuta yapısındaki sakatlığı kalıcı kılmaya yöneliktir.
Bu yönü ile askerliğin temel kurallarına aykırı olduğu ölçüde, anayasaya da açıkça aykırıdır. Ulusal güvenliğimizi zayıflatıcı niteliktedir.

Sonuç ve öneriler…

  1. TSK’nın üst düzey emir-komuta ilişkileri .
  • “komuta birliği” ve “sadelik” savaş ilkelerine (harp prensiplerine) ve
  • TSK’nın görev ve geleneklerine uygun;
  • Anayasa ile uyumlu;
  • Rasyonel (akılcı);
  • Görev ve yetkilerin açıkça tanımlandığı bir yapıya dönüştürülmelidir.

2. Ayyıldız projesi iptal edilmeli, başka amaçlara yönlendirilmelidir.

3. Milli savunma Bakanlığı ve ast basamaklarında general, subay kadrolarına sivillerin atanmasına son verilmelidir.

Ulusal güvenliği doğrudan ilgilendiren bu konu hakkında, başta siyasal partiler olmak üzere demokratik kitle örgütlerince demokratik tepki gösterilmeli, kamuoyunda farkındalık yaratılmalıdır.

GDO’lu İNANÇ ya da DİNBAZLIK ve SONUÇLARI?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Biyolojik anlamda GDO, “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” demektir. Başka bir söyleyişle de, başlangıçta insan bedenine yararlı olan gıdaların, verimi artırma, depolama ömrünü uzatma, albenisini çoğaltma, raf ömrünü daha uzun bir süreye yayma vb. çeşitli nedenlerle gıda maddelerinin doğal-organik ve genetik yapısına insan eliyle karışıp vücuda zararlı duruma getirmektir. GDO’lu ürünleri üretimin toplumun değil, GDO’lu ürünlerin üretim ve satış tekelini elinde tutanların, halk sağlığı zararına çok para kazanıp aşırı zenginleşmeleri (varsıllaştırılması) içindir.

Peki acaba dinlerin GDO’larına yani inançsal, evrensel ve sosyal genetik yapılarına müdahaleler oluyor mu? Eğer oluyorsa bu ne anlama gelir? İnançlar ve dinlerin ilahi, özgün toplumsal yapılarını bozmak ve bu yapıları yeniden biçimlendirmek genelde kimlerce ve ne amaçla yapılmaktadır? Bir tümceyle söylemek gerekirse, siyasal ve ekonomik çıkar, saltanat, şöhret (ün) ve makam sağlama amacıyla, dinlerin özünü ve evrensel mesajlarını (iletilerini) çarpıtıp toplumu kandırmak isteyen ruhban, ulema, şeyh, hoca… takımı da GDO’cu kapitalistlerle aynı sınıfa girerler. Bu işin aslı dinbazlıktır.

Bazı küçük istisnalar hariç (ayrıklar dışında), bütün dinlerin genel amacı sevgiyi, barışı, kardeşliği, adaleti, dayanışmayı, yardımlaşmayı, huzuru (erinci), can ve mal güvenliğini… egemen kılmaktır. Bireyleri ve toplumu haksızlıktan, hırsızlıktan, kötülükten, yalandan, iftiradan, kinden, kibirden, fitneden, cebirden, şiddetten, ırk ve cinsiyet ayrımcılığından, bozgunculuk ve düşmanlıktan uzak tutmaktır.

Eğer içtenlikli olarak, yetkin insanlarca akıl ve bilim eksenli tarihsel, kültürel ve akademik ilahi iletilerin özüne uygun yeni yorumlamaları bir yana bırakacak olursak, inançlar ya da dinlerin ilahi yapılarına iki önemli nedenle müdahaleler olmaktadır. Bu amaçlardan birincisi iktidar ve saltanat sürmek, öbürü de din ve dince kutsal sayılan değerleri kötüye kullanarak çıkar sağlamaktır. Sonuçta her ikisi de aynı kapıya çıkar.

Dinlere ya da dine bozucu ve kötü amaçlı müdahaleler genelde, siyasal iktidarların, dinleri bir ahlak, vicdan, adalet, sevgi, esenlik, barış, kardeşlik ve huzur aracı olmaktan uzaklaştırıp giderek bir saltanat aracına dönüştürmeleridir. Yani dinlerin siyasal iktidarı kazanma ya da varolan iktidarı sürdürebilmek için kötüye kullanılmasıdır. Sevgi, barış, esenlik, kardeşlik ve huzur amaçlı dinlerin despotik bir korku rejimlerine dönüştürülmesidir.

Örneğin İslam Dini, Muaviye’nin hilafeti ile birlikte, Muhammedi-Kur’ani İslamdan giderek uzaklaşmış, Hz. Hüseyin ve peygamber neslini vahşice Kerbela’da doğrayarak zamanla bir saltanat aracına, Arap Krallığı ve İmparatorluğuna dönüşmüştür.

Sultan, şah, kral, halife… gibi otokratik siyasal aktörler için, dinleri siyasete alet etmenin işbirlikçileri hep rubpan ya da ulema denilen din adamları sınıfı içinden çıkmıştır. Bu tür işbirlikçi kimi ruhban ya da ulema tipler, tarihsel olarak, saltanat ya da hilafet sofralarının sürekli müdavimleri olmuşlar ve iktidar nimetlerinden beslenegelmişlerdir.

Diğer ikinci bir işbirlikçi çıkar grubu ise kimi tasavvuf ehlinin ve kimi tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin giderek Kur’anî, uhrevi, ilahi, irfani ve ahlaksal değerlerden uzaklaşıp; dinsel, ilahi kutsalların arkasına gizlenerek, cahil ve geniş halk yığınlarının içten inançlarını kötüye kullanmaları, onları dinsel, ahlaksal, siyasal, maddi ve manevi her açıdan istismar etmeleridir.

Günümüzün çoğu tarikat ve cemaat önderleri de yeterince din bilgisi olmayan halkın içten din duygularından yararlanıp onları ekonomik açıdan sömürmek ve bu yolla siyasal iktidarlardan para, makam ve meşruiyet desteği alarak hem siyasal iktidarın önemli bir ortağı ve hem de holdingleşip büyük sermaye sınıfının ihmal edilemez bir paydaşına dönüşmüşlerdir.

Dış ve iç siyasal, ideolojik beslemeli ve Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ideolojili Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) kapsamlı bir ihtilal girişimi yaparak devleti ele geçirmeye ramak kalmış ve bu hain hareket yüzlerce cana mal olmuştu.

Şunu hiç unutmamak gerekir: Siyasal saltanat destekçisi kötü niyetli kimi dinbaz ulemanın din kisvesi altında şırıngaladıkları dinsel fikirlerin çoğu gerçek, ilahi dinle ilgili olmayan, çıkar amaçlı olarak çarpıtılmış, dinsel – sosyal genetiği değiştirilmiş GDO’lu düşüncelerdir. Kandırma ve aldatma amaçlıdır.

Aynı şeyleri yine kimi dinbaz tarikat ve cemaat önderleri için söylemek de yanlış olmaz. Zaten tarih boyunca, insanlara sunulan zehir hep bala katılarak ve altın taslar içinde sunulmuştur. Dinbaz, işbirlikçi ve çıkarcı kimi ulema ve bazı tarikat ve cemaat önderlerinin yaptıkları da budur.

Ulu Önderimiz M.K. ATATÜRK tarihsel, kötü niyetli, cehalet ve sosyo-kültürel kaynaklı bu zararlı davranışları kökten silebilmek için, “…Türkiye şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz…” demiş ve dini devlet işlerinin dışında tutmak için laik bir siyasal rejim kurmuştur. Atatürk‘ün müdahalesi dine değildir. Dinin çıkar sağlamak amacıyla, evrensel – sosyal genetiği değiştirilmiş, birey – toplum ve devlet için kötüye kullanılmaya dönüşmüş GDO’lu yanlış din anlayışına müdahaledir.

Doğru anlaşılmış bir laiklik, bireyler için artısı ve eksisi ile demokratik bir din ve vicdan özgülüğüdür.

  • Toplum için laiklik tekçi değil, çoğulcu bir inançlar demokrasisidir.

Birlikte huzur (erinç) ve güven içinde kardeşçe yaşayabilme güvencesidir. Devleti yönetenler için laiklik, din ve devlet işlerini birbirinden ayırıp, ulema ile tarikat ve cemaat önderlerini dünyevi devlet islerinden uzaklaştırıp onların bitmez, tükenmez, sonu gelmez istekleri ve siyasal baskılarından kurtulmak demektir.

Laiklik, dünyevi devletin uhrevi ruhban sınıfından kurtarılmasıdır. İşlevsel işbölümüdür.
(Halil Çivi, 26.04.2024)

Anayasa tartışmaları 

Suna Türkoğlu | Yaşam Öyküsü

Suna Türkoğlu
Emekli Danıştay Üyesi

03 Mayıs 2024, Cumhuriyet

Ülkemizde 14 ve 28 Mayıs 2023’te yapılan genel seçim ve cumhurbaşkanı seçimleri ile 31 Mart 2024’te yapılan yerel seçimler sonrasında oluşan siyasal tablo birçok yönüyle ve özellikle de siyasal, toplumsal ve sosyolojik açılardan inceleme ve değerlendirme altına alınmaya çalışılırken; sanki çok zorunlu, çok gerekli ve çok acilmiş (ivediymiş) gibi karşımıza “anayasa değişikliği” tartışmaları çıktı.

Halkın çok büyük bir bölümünün açlık ve yoksulluk sınırlarının altında yaşam mücadelesi (savaşımı) vermeye çalıştığı; ekonominin düzlüğe çıkabilmesi için iktidarın bile en iyi ihtimalle  (olasılıkla) 2026 yılına işaret ettiği, Türk Lirası’nın değer kaybının (yitiğinin) önüne geçilemediği ve yalnızca baskılanmaya çalışıldığı, milli (ulusal) eğitimin milli mi, dinsel mi olduğu tartışmalarının ayyuka çıktığı, Türkiye Barolar Birliği önderliğinde tüm avukatların, savunmanın haklarının ve hukuka uygun yargılama yapılmasının temini (sağlanması) amacıyla “Büyük Savunma Mitingi” düzenlediği, atanmayan öğretmenlerin Ankara Ulus Meydanı’nda “Cumhuriyetin 100. yılında mülakatsız 68 bin atama” istekleriyle toplandıkları… günümüzde

Anayasanın hangi maddesi bu olumsuzluklara neden oldu da acilen değiştirilmesi gerekiyor?

UYULMAYAN YEMİN

1982 yılından bu yana 19 kez değiştirilen, üstelik tüm toplum kesimlerinin üzerinde uzlaşı sağladığı bir gereklilik olup olmadığına bakılmaksızın bu acelecilik neden? Neyi kaçırmamak için yaşanan bütün somut sorunlar arka plana (düzleme) atılarak anayasayı değiştirmek için görüşmeler yapılıyor?

Bu millet (ulus) kapalı kapılar arkasında, örtülü niyetlerle, alelacele (ivecen) alınmış kararlarla yönetilmekten çok rahatsız olduğunu seçimde oylarıyla açıkça ortaya koymuşken ve bu milletin (ulusun) anayasasıyla bir derdi yokken, kimlerin derdine derman olmak için anayasa değişikliği isteniyor?

Yeni anayasada “özgürlüklerin asıl, kısıtlamaların istisna” olacağını belirtmiş MHP genel başkan yardımcısı. Bize mevcut (eldeki) anayasamızda yer alan temel hak ve özgürlüklerimizi sanki kullandırıyorlar da, eksikliği kaldı! Halk, kişi dokunulmazlığı, özel yaşamın gizliliği, haberleşme özgürlüğü, düşünce ve kanaat hürriyeti (özgürlüğü), özellikle de düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti (özgürlüğü), basın hürriyetini (özgürlüğünü) mevcut (yürürlükteki) anayasaya uygun olarak bir kullanabilse; toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına yine mevcut (varolan) anayasaya göre bir kavuşabilse, zaten (gerçekte) kimsenin içi yanmayacak.

Neredeyse her gün Resmi Gazetede yayımlanan “acele kamulaştırma” kararları karşında “mülkiyet hakkı” anayasaya uygun korunuyor mu acaba, diye sormak gerekiyor.

Anayasanın sadeleşmesi lazımmış (gerekliymiş). Hangi maddeyi anlamıyor acaba siyasiler? Anayasada yer alan milletvekili yemin metninde dokuz tane “ve” varmış, okurken zorlanıyorlarmış. Desenize o nedenle yeminlerine uymuyorlar!

“Anayasadaki il esası (temeli) korunacak, bundan taviz (ödün) verilmeyecek, bölge eyalet gibi sistemler anayasaya girmeyecek” diye açıklamış yukarıda anılan genel başkan yardımcısı. Zaten (Gerçekte) yok ki! Anayasada olmayan bir konu, olmasın diye anayasa değişikliği yapılır mı?

YASAL GÜVENCE

Kanun teklifleri (Yasa önerileri) daha kapsamlı bir biçimde tartışılacakmış. Tartışmaya engel bir anayasa hükmü (kuralı) var da biz mi bilmiyoruz? Yasa tekliflerinin (önerilerinin) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmesinin usul ve esaslarını (ilke ve yöntemlerini) anayasaya göre zaten (gerçekte) anayasa değil, Meclis İçtüzüğü düzenliyor.

Merkez Bankası anayasal statüye (konuma) kavuşturulacakmış. Bilmeden, Merkez Bankası başkanını halk değiştiriyor, kararlarına halk müdahale ediyor galiba! O nedenle de güvence istiyorlar. Bunu takip edenler (izleyenler) öncelikle var olan yasal güvenceye saygı göstermeli.

TBMM başkanı tarafsız (yansız) olmalı, tarafsızlığı (yansızlığı) nedeniyle ihtilaflarda (anlaşmazlıklarda) arabuluculuk yapmalıymış. Anayasanın 94. maddesinin son fıkrası, başkanın ve başkanvekillerinin üyesi bulundukları siyasal partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine (etkinliklerine); görevlerinin gereği olan haller (durumlar) dışında, Meclis tartışmalarına katılamayacaklarını zaten (gerçekte) hükme (kurala) bağlayarak, tarafsızlığı  (yansızlığı) düzenliyor. Burada yapılmak istenen değişiklikteki amaç, özellikle yüksek yargı organları arasında arabuluculuk yapmasını sağlamak. Böylece güçler ayrımını tümüyle ortadan kaldırıp yargıya müdahaleyi (karışmayı) meşrulaştırmak.

1982 Anayasası’nın 136. maddesi “Diyanet İşleri Başkanlığı”nı düzenliyor. Madde,

  • Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda,
    bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi
    amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.

hükmünü taşıyor. Açıkça ifade edildiği üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bütün kamu kurumları gibi anayasaya uyma yükümlülüğü var.

Türk milleti, anayasa değişikliğinden önce, siyasilerin, yöneticilerin ve tüm devlet kurumlarının anayasaya uymasını bekliyor.

Yeni “maarif” ve “müfredat” üzerine: Tümü reddedilmeli

Güncel 03.05.2024, BİRGÜN
Yeni “maarif” ve “müfredat” üzerine: Tümü reddedilmeli
Fotoğraf: ANKA

Prof. Dr. Adnan ERKUŞ
Psikolog-Psikometrist

Yeni “maarif” ve “müfredat” üzerine:
Tümü reddedilmeli!

Ülkemizdeki 22 yıllık mevcut iktidarın, ekonomiden sağlığa, hukuktan eğitime her alanda neler yaptığı ve neler yapmakta olduğu ve hatta neyi amaçladığı herkesçe bilinmektedir. Ülkemizi “dar-ül harb” ilan edenlerin nasıl davranacakları beklenen bir durumdu ve öyle de oldu. Eğitim konusundaki gerçek amaçları/niyetleri son yıllarda artık açıkça dilendirilir olmuştur ve ÇEDES ile MESEM uygulamalarıyla da gözler önüne serilmiştir. Bu sözde yeni(!) diye sunulan son eğitim-öğretim programındaki her bir program incelendiğinde, ağdalı bir dilin ve takıyyenin altında yatan gerçek amaç ne kadar örtülmeye çalışılsa da son derece açık bir şekilde görülmektedir:

  • Tüm okullarımızı imam hatiplere benzetmek ve derslerin içeriğini de dinselleştirmek!

İşte “yeni” programdan bazı inciler: “Öğrencilerden günlük hayatlarında Allah ile nasıl bir ilişki kurduklarına dair örnekler…”, “… Müminun suresinin 14 ve Zümer suresinin altıncı ayetlerinden yararlanılarak insanın anne rahminde geçirdiği evreler ve insanın oluşumu hakkında edinilen bilgiler arasında bağ kurulur…”, “… öğrencilerin manevi değerler ile ruhsal gelişimine özen göstermesi, … inançlarıyla uyumlu bir şekilde düşünerek…” gibi dinsel temaların da ötesinde artık “cihat” da programlara giriyor.  “Ders dışı etkinlikler”in ne olduğu ÇEDES’te görülmüştür.  Bu örnekler, gerçek amaçlarını ortaya sermektedir. Öyleyse, bu programın satır aralarında kaybolmak ve oyalanmak yerine bu program tümden ret edilmelidir.

Bu program tümden reddedilmelidir. Çünkü, hazırlanış yöntemi doğru değildir; sendikalar eğitbilimciler, dernekler vd aktörler sürece hiç sokulmamışlar; yer alanların da ne tür kafalar oldukları ortadadır; görüş ve öneriye sunulması da “de facto” bir duruma figüran sağlama çabasıdır. Programa uygun kitapların bile birilerine yazdırıldığı konuşulmaktadır ki doğruluk payı olabilir, daha önceki uygulamalarda örneği çoktur.

Bu program tümden reddedilmelidir

Çünkü, “MEB’in var olan uygulamaları ve bu programın temel felsefesi çağdaş, bilimsel ve laik eğitimden uzak, hatta ona karşıttır; bir tek dinin ve mezhebin istediği kindar-dindar, boyun eğici, merak etmeyen, sorgulayıcı ve araştırıcı olmayan, şükür eden, yanlışa ve “büyükleri”ne karşı çıkmayan, söz dinleyen, manevi(!) değerlerine bağlı, özgür düşünemeyen, kaderci bir mürit nesil” yetiştirmeye yöneliktir.

  • Şeriat rejimi, ümmete dayanan, Ortaçağın köleci-feodal yönetim biçimidir ve ekonomisi talan ve ganimet, ideolojisi dindir, sosyal yaşam anlayışı ve uygulaması günlük yaşamı cehenneme çevirmektir.

Felsefesi metafizik, dogmalara dayanır. Bu felsefeye göre, her şeyi bir yüce irade bir anda yaratmış, canlıların kaderini önceden belirlemiş tek nedendir; bu bakımdan olayların gerçek nedenlerini araştıran bilim yapmak günahtır; her şey fıtrattır! Eğitim de elbet bu felsefeye uygun olmalıdır: Dogmaların ezberlenmesi ve sürekli tekrar edilmesi (daimicilik), dinozorların kemiklerinin keşfiyle tarihin çöplüğüne gitmiş olan yaradılışçı görüşe uygun, bilimin olduğu gibi özgür aklın da ret edildiği, hurafelerle dolu bir medrese eğitimi! Bomboş kafalar ve bomboş bakan çocuklar, kula kulluk yapacak kıvama getirilirler. Bu yolda epey yol alınmıştı, şimdi iyice kökleştirmeye çalışıyorlar. Zaten programlarda bilim derslerinin ağırlığı azaltılmış, felsefe kuşa çevrilmişti; bu “yeni” programda şimdi tüm bilim derslerinin de içi dinselleştirilmiş durumdadır. Hangi dinin-mezhebin? Ülkemizde hemen her dinden ve mezhepten yurttaşlarımız vardır; ancak eğitim programlarında sadece bir dinin ve mezhebin anlayışı bulunmaktadır. Değerler kimin ve hangi değerler; ya evrensel değerler? Yalan söylemek, hırsızlık yapmak, talan etmek, küçücük çocukları istismar etmek nerede? Bunlar “ilimi” savunurlar bilimi değil, “âlim” de bilimci değildir!

  • Bu eğitimle ne bilim yapılabilir ve ne bilişim çağı yakalanabilir, ne de ayakta kalınabilir; sadece ve sadece bilimsel bilgi üreten kapitalist-emperyalistlerin müşterisi ve kuklası olunur ve tarikat ve cemaatlerin ‘yolunacak’ müritleri çoğalır.

21. yüzyılda, bilişim çağında, biz tonlarca kumla beton yaparken, bilimsel bilgi üretenler bir avuç kumla çip üreterek ülkelerine binlerce kat değer katmaktadır.

Ortaçağcı eğitimle tüm çocuklarımızın tertemiz beyinleri zehirlenmekte, geleceğimiz karartılmakta, bilimsel bilgi üretenlerin yemleri haline gelmektedirler. Aslında bu bile bu Ortaçağcıların, emperyalistler tarafından nasıl planlı-programlı desteklendiğinin belirtileridir.

Bu program tümden reddedilmelidir!

Çünkü, programlar ve içerikleri çocuklarımızın bilişsel, duygusal, duyuşsal, sosyal vb gelişimlerine uygun değildir. Programların hedefi yaşlardaki çocukların devlet, Allah, değerler, cihat, cennet-cehennem gibi soyut kavramları anlayabilmeleri olanaklı değildir; zaten bu nedenle, günah işlemek ve cehennemde yanmak temaları sürekli işlenerek insanın en ilkel organı olan amigdalayı harekete geçiren korku duygusu sürekli canlı tutulur. İskandinav ülkelerinin cehenneminin “buz diyarı” olduğunu hatırlatarak, yaşama umutla bakması, neşe ve oyun içinde geleceğe hazırlanması gereken tertemiz-körpe beyinler dogmalar ve korkuyla doldurularak çocuklarımızın ve elbette ülkemizin geleceği karartılmaktadır. Çocukların bilişsel (bir anlamda düşünsel) gelişimleri de basitten karmaşığa doğru gelişir; bilişsel açıdan somut işlemler döneminde olan ilkokul çocukları somut nesneler aracılığıyla düşünürler, bu nedenle fasulye ve nohut gibi nesnelerle matematik öğretilir. Bu yaş çocukları mecaz sözleri, deyimleri, soyut kavramları anlayamazlar: “Etekleri zil çalmak” deyimini, bir kadının eteklerinde gerçekten somut zil olduğu ve hareket ettikçe ses çıkardığı şeklinde anlarlar. Soyut kavramlar, 12-13 yaş sonrası o da ancak merak edici, sorgulayıcı bir eğitim verilmişse anlaşılır hale gelmeye başlar; böyle bir eğitimden geçmemiş olan yetişkinler de soyut işlemler dönemine geçemezler; özgürlük, demokrasi gibi kavramları anlayamazlar. Çocukların doğru-yanlış, hak-adalet, kurallara uyma/uymama-ceza, demokrasi gibi evrensel ahlâk gelişimi de bilişsel gelişimlerine paralel gelişir.

Bilişsel düzeyi soyut işlemler düzeyine ulaşamamış çocuklar ve yetişkinlerin başkalarının haklarına saygı, empati kurma, vicdan, acıma ve utanma duyguları da gelişemez. Yetişme süreçlerinde bağımlı oldukları kişi ve otoritelerin koyduğu kurallara uyarlar, çünkü uymazlarsa (itaat etmezlerse) cezayı hak ettiklerini düşünürler; ne zaman ki soyut işlemler dönemine doğru bilişleri gelişir, ahlâksal yargıları da değişir ve gelişir; önce sosyal düzenin devamı için kurallara uyan çocuklar yavaş yavaş “kuralları insanlar koymuştur, iyi değillerse yine insanlar tarafından demokratik olarak değiştirilebilir” düzeyine ve oradan da diğer uluslar, halklar, hayvanlar ve doğa için de evrensel ahlâk ilkelerini edinirler.

  • Ortaçağcı kafaların “ahlâk” sandıkları şeyler, bir dinin-mezhebin sosyal yaşam ritüelleri ve kültürel ‘normlar’ından başka bir şey değildir ve normlar yere, zamana ve gruba göre değişiklik gösterirler; zaten bilişleri somut işlemler dönemini, evrensel ahlaksal yargıları da geleneksel düzeyi geçemez.

“Ben hep 50TL’lik benzin alıyorum, bana ne zamdan.”, “Her köşe başında bir kişiyi sallandıracaksın, bak nasıl düzeliyor”, “Tükürürüm böyle sanatın içine!” diyenler, soyut sanattan anlamayıp yıktırıp yerlerine somut işlemler düşünce düzeyine uygun ucube limon, koyun vb. heykeller(!) dikenler, kadınları öldürenler, piknikte herkesi rahatsız edici müzik dinleyenler ve çöplerini bırakanlar, hayvanları arabalarının ardında sürükleyerek öldürenler vb. düşünce açısından somut işlemler (hatta işlem öncesi), ahlâksal gelişim açısından da geleneksel (hatta gelenek öncesi) dönemi aşamamış kişilerdir. Bu sanattan politikaya, hukuktan (şeriattan) trafikteki davranışlara dek her alanda kolaylıkla görülebilir.

İnsan Hakları Evrensel Bildrgesi’ni anlamaları ve kabul etmeleri olanaksızdır. Hani, bizlere garip gelen açıklamalar ve uygulamalar var ya işte onlar zeki düşünce ürünü taktik ve stratejiler değiller, onlar zaten öyle düşünüyor ve davranıyorlar! Bizim gibi insanlar onlarla aynı düzeyde düşünmüyor, hissetmiyor ve davranmıyoruz ve bu nedenle acı çekiyoruz…

  • Bir devlet “nasıl bir insan tipi istiyorsa”,
    eğitim felsefesi de eğitim programları da ona göre biçimlendirilir.

MEB’in bugüne dek uygulamaları, amaçlarını çoktan tescillemiştir.

Öyleyse, programların içinde ayrıntılara takılıp kalmak yerine, tam da

  • Bu Ortaçağcı felsefe ve ona dayanan dinci eğitim tüm yönleriyle reddedilmeli;
    onun yerine çağdaş, bilimsel ve laik eğitim inatla (ısrarla) savunulmalıdır.

Ancak, bu eğitime ve eğitim programlarına neden karşı çıkıldığı da bilimsel temelde ele alınarak; broşür, kitap, teve – radyo konuşmaları, konferanslar-paneller, tüm aydınlanmacı oluşumların oraya-buraya çekmeden yapacakları ortak mitingler vd. çeşitli yollarla kamuoyu ve özellikle veliler aydınlatılmalıdır.

Öte yandan, gerici eğitim sonuçlarının ve halkımızın cahil bıraktırılmasının önüne geçmek için de tüm ülke çapında, köylerden sitelere, köylülerden işçilere-esnaflara, sürekli, bilim temelli, hurafe ve dogmalardan kurtulmayı sağlayan Kent Enstitüleri, Halka Açık Dersler gibi bir uygulama ve örgütlenmeyi de bir an önce yaşama geçirmek ve sürdürmek durumunda olmalıyız.

Çünkü hammaddemiz insan ve bu ülke bizim!

Epidemiologic Screening Technics

Dear Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School

All medical students,
Medical residents in different branches
Physicians and Allied health staff
Research Units, Health Managers

General public and Media,

On 3rd May 2024, Friday, we will conduct a 2 hours lecture (14:30 – 16:20) for Phase 3 Students of Atılım Univ. Medical School with a title / topic of

Epidemiologic Screening Technics

Here are 56 power point slides having a rich and up to date content (PDF 4,3 MB).

Epidemiologic Screening Technics

Brief notes on Screening Technics                        :

  • Epidemiologic screening refers to the process of testing a population
    that does not show symptoms of a particular condition to identify individuals
    who have the condition, so they can receive early treatment.
  • It’s a proactive public health strategy aimed at early detection & intervention to reduce the incidence and/or mortality of health problems within the population.
  • Screening is the testing of an asymptomatic population for a particular condition in order to identify those who have the condition so that they can be treated early.
  • Common examples include cancer screenings like mammograms and pap smears, routine hypertension screening, and annual tuberculosis and HIV screening among healthcare workers.
  • The purpose of screening is to identify people in an apparently healthy population who are at higher risk of a health problem or a condition, so that early treatment or intervention can be offered.
  • This helps reduce the incidence and/or mortality of the health problem or condition within the population.
  • Screening is distinct from diagnostic testing, which is performed
    on symptomatic patients to determine what condition they have.
  • Screening aims to find diseases before symptoms appear,
    allowing for earlier and potentially more effective treatment.

We wish you’ll gain necesary knowledge and skills on Community Screening Technics as a tool for Philosophy for understanding Community Health Problems..

With respect and love. 03rd May 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, LLM, BSc
Atılım Univ. Medical School, Dept. of  Public Health
MSc in Health Law
BSc in Political Sciences & Public Administration
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik       X  @profsaltik