Sadece, boğuşmakta olduğumuz yangın felaketi ile mücadelede değil, “afet” boyutundaki tüm olaylarda hep aynı yoldan ilerleyerek daha doğrusu hep aynı hataları yaparak doğru sonuca ulaşacağımızı zannediyoruz. Tekrarladığımız hatamız şu:
Her defasında “Kaynaklarımız, önlemlerimiz, araç gerecimiz, alet edevatımız, mücadele organizasyonumuz yani hazırlık düzeyimiz neden yetersiz? Şurada yetki kimin? Burada yetki kimin? O, neden devreye girmiyor? Bu, niye ilgisiz kalıyor? Yağmur duasına mı çıksak? Tekbir mi getirsek? Şunu neden harekete geçirmiyoruz? Sen niye bunu dedin? O neden şunu yaptı?..” gibi bir sarmalın içine giriyor, kendi başımızı ve birbirimizin başını döndürüyor ve gereksiz bir enerji kaybı ile ne mücadeleyi becerebiliyoruz ne de ağır kayıplara mani olabiliyoruz.
Oysaki pek çok başka alanda olduğu gibi “Bilimin ipine sarılarak” bu gereksiz ve zararlı sarmaldan kurtulmak mümkün. “Bilimin rehberliği” ile bu işlerin üstesinden gelebilen ülkelerin deneyimlerini, internetten açıp okumak bile kısmen de olsa bu işin çözümüne yarar sağlayabilir. Kaldı ki bu alanda eğitim veren pırıl pırıl üniversitelerimiz, kürsülerimiz, yurtdışında bu konuda uzun yıllarını vererek çalışmalar yapmış değerli hocalarımız var.
“Afet Yönetimi” diye bir alan var. Afetlerin, hatta daha küçük boyutta kaza ve felaketlerin “olmadan önce” önlenmesini, yaşandığı anda da neler yapılması gerektiğini, bu alana yapılacak yatırımları, önlemleri, arama-kurtarma faaliyetini, sonrasında da onarım ve yeniden yapılanmayı en ince ayrıntısına kadar bilimsel hesaplarla planlamayı konu alan bir bilim dalı bu.
Dün deprem, yakın bir geçmişte peş peşe sel felaketleri, bugün de orman yangınları…
Yıllar önce, 1995 tarihinde (İBB Başkanı Recep Tayyip Erdoğan zamanında) İstanbul’da Ayamama Deresi’nin taştığı felaketi hatırlarsınız. Aynısını bu kez yine AKP’li bir başka belediye başkanı (Kadir Topbaş) devrinde 2009 yılında yaşamış ve geriye dönüp “14 yılda neden ders almadık?” diye dizlerimizi dövmüştük.
Bir TV programında rahmetli Kadir Topbaş’a bu seli ve neden gereken araç gerece sahip olmadığımızı sorduğumda aldığım yanıt (mealen), aklımdan hiç çıkmaz:
“Bu kadar ekipmanı satın alıp bekletmek çok masraflı bir yatırım. Bilmem kaç yılda bir yaşanabilecek böyle olağanüstü ve beklenmedik bir durum için bunca yatırımı yapmaya değer mi?..”
Bu yanıtta tabii ki “Kurtarma ve felaketle baş edebilme aşamasının sorunları” vardı. Ama en başta, (şu an çözülmüş durumda) o derenin taşmasını önleyecek çevresel önlemlerin alınmasına yapılacak belki de çok daha az miktarda akıllı yatırımın, yani “önleyici” tedbirlerin işi kökten çözebileceğini, neden düşünmez yönetenler?
Taşma riski olan dere yatağı ile binaların ve yolların ilişkisini akıllı biçimde düzenlemek 3 – 5 milyonluk yatırımla mümkün iken, afet anında 30 – 40 milyonluk zarar.
Gelelim bugüne.
Orman alanlarını (bunlara yakın yerleşim birimlerinin ve sanayi / enerji tesislerinin konuşlandırılmasını) düzenleme işi, orman fakültelerinin yani bilimin öncülüğünde planlama ile Tarım ve Orman Bakanlığı’nın uhdesinde değil mi? Yerel yönetimlerle eşgüdüm içinde bunu beceremediğinizde ne oluyor?
Oturup günlerdir yaptığımız gibi “Kaç uçak lazım? THK uçakları neden atıl? Neden dışarıdan kiralıyoruz? Uçaklar yeterli değil. Şuraya kaç sorti yapıldı? Buraya neden hiç uğramadılar?” tartışması ile zaman (ve tabii buna bağlı orman alanı ve insan – hayvan canı) yitiriyoruz.
Deprem ve selde de aynı değil mi?
Hepimizin bildiği şeyler. Kent planlaması, doğa ile bilinçsiz biçimde kavga etmeyen ve yenileceğimizi bile bile meydan okumadan “afet öncesi” önlemleri almaktan söz ediyorum.
Bugün kalkmışız, nelerle uğraşıyoruz?
Muhalefeti “hainlikle ve teröristlerle birlikte ormanları yakmakla” suçlayan mı ararsın?
“#HelpTurkey” diye etiket açarak sosyal medyadan dünyaya yardım çağrısında bulunanları “alçak ve vatan haini” diye suçlayan salaklar mı ararsın?
“Bütün bunların arkasında bir darbe hazırlığı seziyorum. Bir hareketlilik var ama…” diyen geri zekâlılar mı ararsın?
Bilimden uzaklaştıkça, Absürdistan sınırlarına yaklaşır, hatta zamanla o garip memlekete yerleşir ve oranın vatandaşı haline geliriz.
Kim bilir kaçıncı defa hatırlatmak isterim.
Sevgili Zafer ARAPKİRLİ’nin dahi kalbinden ve kaleminden çıkmış MUHTEŞEM bir yazı daha. Sonsuz sağlık ve bağışıklık dolu en uzun bir ömür boyu sağolsun varolsun. İyi ki var. Yayıncısı sevgili hocamız Prof. SALTIK’a da aynı dilekler.