BAHRİYE ÜÇOK NİÇİN ÖLDÜRÜLDÜ?
6 Ekim 1990
Suay Karaman
Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri
6 Ekim 2007 Cumartesi “Bahriye Üçok Niçin Öldürüldü?” Paneli Konuşması
1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler, bizlere yurtseverler niçin öldürülüyor sorusunu akla getiriyor. Bunlardan ilk akla gelenleri sıralarsak;
Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 Çarşamba günü evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü.
Çetin Emeç, 7 Mart 1990 Çarşamba günü işine gitmek üzere evinden çıktığı sırada öldürüldü.
Yayınladığı kitap ve yazılarda dini sorgulayan Turan Dursun, 4 Eylül 1990 Salı günü faili meçhul bir suikastla öldürüldü
Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990 Cumartesi günü evine gönderilen bir kargo paketinin patlamasıyla yaşamını yitirdi.
Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 Pazar günü, evinin önünde düzenlenen bir bombalı saldırı sonucu öldürüldü.
Onat Kutlar, 11 Ocak 1995 Çarşamba günü bombalı bir saldırı sonucunda öldürüldü.
Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 Perşembe günü, evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu yaşamını yitirdi..
Bahriye Üçok niçin öldürüldü sorusuna, 9 Ekim 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki Uğur Mumcu’nun yazısıyla yanıt vermek istiyorum:
“ Bahriye Üçok niçin öldürüldü? Bu sorunun yanıtı bellidir. Atatürk ilkelerini savunduğu için! Evet bunun için. Üniversite ve yüksekokullarda kız öğrencilerin başörtü takmalarının İslam dini ile ilgisinin bulunmadığını, türban ve başörtünün birtakım tarikatların bayrağı gibi kullanıldığını kanıtladığı için. ”
Atatürk ilkelerini savunduğu için öldürülen Bahriye Üçok kimdir?
Bahriye Üçok, 1919′da Trabzon’da doğdu. Yüksek öğrenimini Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Ortacağ Türk-İslam Tarihi Bölümü’nde tamamladı. Aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera bölümüne de devam etti ve bitirdi. Samsun ve Ankara’da on bir yıl lise öğretmenliğinden sonra, 1953’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne ilk kadın Öğretim Üyesi olarak girmiştir. 1964’te “İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar” adlı teziyle doçentliğe yükselen Bahriye Üçok, Kur-an’ı Kerim’e bağlı kalarak İslam Dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960′lı yıllardan başlayarak tehditler almaya başladı. 1971′de Cumhuriyet Senatosu’na kontenjan senatörü olarak atandı. Altı yıl süre ile bu görevde çalıştı. 1977’de CHP’ye katıldı. 1983 yılında Halkçı Parti’nin kurucu üyesi oldu ve 1983 seçimlerinde bu partiden Ordu Milletvekili seçildi. 1986′dan sonra SHP üyesi oldu. 1990 Eylül’ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi.
Yaşamı boyu laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkelerine bağlı kalarak Kadın Haklarının Atatürk aydınlanması ışığı içinde savunucusu oldu. 1989 da televizyonda yapılan bir açık oturumda, “İslamda Örtünmenin Zorunlu Olmadığını” açıklamasından sonra, gericilerin, şeriatçıların yoğun tehditlerini almaya başladı. Yılmadı, açıklamalara her fırsatta devam etti. Bilindiği gibi 6 Ekim 1990 günü evine gönderilen kitap paketini kapısının önünde açmaya çalışırken içine yerleştirilen bombanın patlamasıyla yaşamını yitirdi.
İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, İslam Devletinde Kadın Hükümdarlar, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler ve Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu adlı yapıtları bulunan Üçok, birçok makale ve araştırma yazısı kaleme aldı. Aly Mazahéri’nin “Ortaçağ‘da Müslümanların Günlük Yaşayışları“ adlı ilginç yapıtını da Türkçe’ye kazandırdı.
7 Ekim 1990 Pazar günü, Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi şöyleydi :
”Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun’dan sonra türbana karşı tavrı ve laikliği savunmasıyla tanınan SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok da suikast sonucu öldürüldü. İstanbul’dan Ankara Çankaya’daki evine özel bir kargo şirketiyle yollanan kitap paketini açan Üçok, içindeki bombanın patlaması sonucu ağır yaralandı. İki kolu ve bir bacağı kopan Üçok, kaldırıldığı hastanede ameliyata alınamadan öldü. Bu alçakça cinayeti “İslami Hareket” üstlendi. Cumhuriyet Gazetesini telefonla arayarak İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu bildiren bir kişi, Üçok’u “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” cezalandırdıklarını söyledi. Aynı kişi “İslama sınır koyanları idam etmeyi borç bildiklerini” belirtti. Aslında bu gerici, irticacı gelişmelerin hiçbiri birdenbire olmadı;
Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllardan başlayarak Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladık; 1950 yılında iktidara gelen, yalnızca adı demokrat olan Demokrat Parti tarafından ezan Arapça’ya çevrildi. Sustuk, hep birlikte dinledik…
Sonra Demokrat Parti’nin Genel Başkanı “Odunu koysam seçilir” ve “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” dedi. Sustuk, demokrasi sandık…
Daha sonra hızla Kuran kursları ve imam okulları açıldı. Sustuk, eğitim özgürlüğü sandık. 1980’li yıllarda devletin imamlarına Rabıta-ül Alem örgütü maaş verdi. Sustuk, “devleti yönetmeye çalışan paşaların yaptığı doğrudur nitekim” dedik…
Din dersleri anayasal zorunluk oldu. Cami sayısı okulları geçti, tesettür arttı. Sustuk, bütün bunları inanç özgürlüğü sandık…
Dönemin başbakanı Turgut Özal’ın annesi ölünce, Bakanlar Kurulu kararıyla cenazeyi Fatih Camisi’nde Nakşibendi şeyhinin yanına gömdüler. Sustuk, ölüye saygı sandık…
1991’de DYP – SHP koalisyon hükümetinin, DYP’li bir devlet bakanı “Biz devletin emrinde din değil, dinin emrinde devlet istiyoruz” demişti. Sustuk, vicdan özgürlüğü sandık…
Gazetecileri, bilim insanlarını vurdular. Şairleri, yazarları, dansçıları yaktılar. Sustuk, tepkisiz kaldık, şaşırdık…10 Nisan 1994 Pazar günü Ankara ve İstanbul ‘da şeriat düzeninin gelmesi için gövde gösterisi yapıldı. Sustuk, düşünce özgürlüğü sandık…
Laikliği elden bırakmayan başbakan Tansu Çiller, tarikat liderleriyle görüşmeye başladı. Başbakan Necmettin Erbakan, tarikat liderlerine iftar yemeği verdi. Sustuk, ülke yönetiminin gereği sandık…
Biz hep sustuk.. Biz sustukça Recep Tayyip Erdoğan, konuştu. İşte örnekleri; Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok (12.5.1994 Hürriyet).
Bütün okullar İmam Hatip yapılacak (17.9.1994 Cumhuriyet). 10 Kasım’da yaygara kopartıldı (14.11.1994 Hürriyet). Elhamdülillah şeriatçıyız (21.11.1994 Milliyet). Ben İstanbul’un imamıyım (8.1.1995 Hürriyet). İmamlar da nikah kıysın (9.5.1995 Milliyet). Ben Meclis’in dua ile açılmasından yanayım (8.1.1996 Milliyet). Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır (5.2.1996 Akit). İçki yasaklansın (1.5.1996 Hürriyet). Ben tekkeye değil, dergaha gittim (22.1.1997 Gözcü).
Susmayan, hep konuşan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1996′da yaptığı bir konuşma, 21 Ağustos 2001 tarihindeki tüm gazetelerde yayımlandı. Bakalım neler konuşmuş:
”Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey?.. Çıkıyor İçişleri Bakanı, ‘Devlet dine karışır’ diyor. Eeee.. gerisini niye söylemiyorsun?.. Din devlete karışır demiyorsun!..”
”Hem laik ve Müslüman olunmaz.. Ya Müslüman olacaksın ya laik ”
”Ben Müslümanım, diyenin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim, demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı Allah kesin hâkimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ lafı koskoca bir yalan!.. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
”Yahu bu milletin bütünlüğü ‘Ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı otuzu aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliği ile tutacağız.”
”Türkiye Cezayir olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle!.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip!.. Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız; bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.”
”Bir buçuk milyar nüfuslu İslam âlemi Müslüman-Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor… Ayağa kalkacağız.. Işıkları göründü, Allah’ın izniyle kıyam başlayacak!..”
”Doğumevlerinde yalnız kadın doktorlar çalışacak!.. Öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var; şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek…”
Ülkemizde dört yüzün üzerinde radyo ve televizyon kanalında şeriat çığlıkları atılmaktadır. Yerel ve ulusal yirminin üzerindeki gazete Hizbullah çizgisinde yayın yapmaktadır. Üniversiteli gençlere ücretsiz dağıtılan iki yüzün üzerinde şeriatçı dergi bulunmaktadır. İki binin üzerindeki ‘Işık Evi’ denen medreselerde, onbinlerce üniversite öğrencisine şeriat eğitimi verilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın denetiminde olan binlerce camide, El Kaideciler ve Hizbullahçılar cirit atmaktadır. 2005 yılında dört binin üzerinde açılan kuran kursunda, yüz elli binin üstünde çocuk eğitim almıştır. Çocukların beyninin yıkandığı kaçak kursların sayısı ise kırk binin üzerindedir. Tarikat, cemaat okulları ve Kuran kurslarıyla, Öğrenim Birliği yasası çiğnenmektedir.
Devlet kurumları ve bakanlıklar Fettullahçıların, şeriatçıların ellerine geçmiştir. ‘Aptes suyu’ nun insan sağlığına yararları tartışılmaktadır. Evrim teorisi yok sayılmaktadır. Ülkenin her yerinde sarıklı, takkeli, cüppeli ve kara çarşaflı kişilerin sayısının artmaktadır. İstanbul Fatih’te İsmailağa Camisi’ndeki yobaz görüntüler ve yaşanan linç olayı adım adım dinci bir örgütlenmeyi göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okul kitaplarında açıkça şeriat propagandası yapılmakta, tarikatlara övgüler yağdırılmaktadır. Türban konusundaki bir dava nedeniyle karar veren Danıştay 2. Daire yargıçlarına yapılan silahlı saldırı, Menemen olayının bir tekrarıdır.
AKP kongrelerinde kadınların ayrı, erkeklerin ayrı, haremlik-selamlık oturması, ilkokul çocuklarına türban takılması, AKP’li Tuzla Belediyesi’nin, ‘9 yaşında kızlarla evlenebilirsiniz’ diyen bir sürü saçma fikirlerden oluşan kitaplar dağıtması, AKP’li belediyenin, ‘başı açık dolaşmak günahtır’ diye broşür dağıtması, şeriatın karanlığını gözler önüne seren olaylardan sadece bir kaçıdır. Eski Meclis Başkanı Bülent Arınç, laikliğin ve kamusal alanın tartışılmasını istemiştir. Çorlu’daki 23 Nisan kutlamalarında çocuklara kara çarşaf giydirilmiştir. Çocuk Meclisi’nde, 21 yaşındaki çocuğa, imam hatip lisesinin propagandası yaptırılmıştır. Ülkenin birçok yerinde dağıtılan ilanlarda da, 23 Nisan’da “neyin bayramı”nın kutlandığı sorgulanmıştır.
Devlet Bakanı ve baş müzakereci Ali Babacan’ın talimatıyla, AB’ye sunulan müzakere pozisyon belgesindeki “Türkiye’nin eğitim sistemi laiktir” ifadesi metinden çıkarılmıştır.
Recep Tayip Erdoğan konuşur da, Abdullah Gül susar mı? Abdullah Gül, 10 Aralık 1995 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan röportajında, özellikle değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek “Türkiye’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olduğuna ilişkin anayasanın ikinci maddesiyle değiştirilmesini yasaklayan maddelerin kaldırılması gerektiğini savunmuştur. Bu röportajında, “Biz İslamı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz.” , “Başörtüsü örneğinde olduğu gibi, Türkiye’de açık-gizli bir İslam düşmanlığı olduğuna inanıyoruz.” , “Türkiye’de geçerli kanunlar arasında, İslama aykırı olan da var, olmayan da… Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkı kullanacağım. Halka bu imkânı vereceğim.” gibi değerlendirmelerde bulunmuştur.
İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanan röportajında, “Cumhuriyet döneminin artık sonu geldi” demiştir. 23 Kasım 2002 tarihinde Almanya’nın “Die Welt” gazetesine; “Türkiye’nin hedefi çok açıktır: AB üyesi olmak… Bunun ülkemizde demokrasinin ve ekonominin güçlenmesini sağlayacağını ummaktayız. Buna karşılık biz de AB’ye tam üye olarak kabul edilecek Türk Devletinin saydam, demokratik bir İslam Devletinı taahhüt ediyoruz.” demiştir. Artık Cumhuriyet tarihimizin en kritik dönemecine girdik. Çeşitli nedenlerle Cumhuriyetin temel ilkelerine, laik devlet ve toplum düzenine, anayasaya karşı olduğunu açıkça beyan eden bir siyasi kadronun, çoğunluğa sahip olduğu için her istediğini yapabilme yetkisiyle karşı karşıya kaldık. Bahriye Üçok ve diğer aydınlarımız, günümüzde ciddi bir sorun olan laiklik karşıtlığına savaş açtılar, toplumumuzun ve cumhuriyet devrimlerimizin temel taşlarından biri olan laiklik ilkesini savundukları için, gericiliğe karşı direndikleri için yok edildiler..
Üçok’un bedenini ortadan kaldıran “İslami Hareket”, bugün “Ilımlı İslam” kimliğine sokularak emperyalist güçlerle işbirliği halinde onun savunduğu Tam Bağımsız ve Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak için çalışmaktadır. Yeni bir anayasa ortaya çıkarma adına iktidarın, laikliğe yeni tanımlar getirme çabaları ibret vericidir. Bu bağlamda sadece türbana karşı olanlarsa, ardındaki emperyalizmi görmek istememektedirler.
Bahriye Üçok, 3 Ekim 1990 tarihinde SHP Genel Başkanlığı’na sunduğu raporda irticayı, “gücünü kutsal inançlardan alan şeriatçı mihrakların eylemleri olarak” tanımlamıştır ve çözüm için şu görüşlere yer vermiştir; “Dış mihrakların Türkiye’yi içine düşürmek istedikleri uçurumu hepimiz biliyoruz. Bunu tabanın da bilmesi gereğine inanıyorum. Bugün yapılacak iş, her şeyden önce gerçekleri tabanın bilincine indirmek, bu konuda deyim yerindeyse bir seferberlik yapmaktır. Bu da bize düşer. Bunu iktidardan bekleyemeyiz.”
Artık susma zamanı bitmiştir. Çünkü bundan sonra sırada tüm çalışanlara Cuma namazı izni verilmesi gündeme gelecek. Sonra herkesin ‘inancı doğrultusunda’ giyinmesi gündeme gelecek… Daha sonra Cuma gününün resmi tatil ilan edilmesi gündeme gelecek… Ve en sonunda alıştıra alıştıra İslam devletine doğru gidiş gündeme gelecektir… Evet artık susma zamanı bitmiştir, güçlerimizi birleştirerek, örgütlenme zamanını gelmiştir. Kemalist ilke ve devrimlerle birlikte, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkma zamanı gelmiştir. Ancak böyle yaparak Bahriye Üçok ve diğer devrim şehidi dostlarımıza layık olduğumuzu gösterebiliriz. Örgütlenerek yılgınlıktan, vurdum duymazlıktan sıyrılmanın zamanı gelmiştir.
Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ederim.