Ayhan Şıhmantepe’den Güzide Filiz Tuzcu’ya yanıt

Sayın Ayhan Şıhmantepe’den Güzide Filiz Tuzcu’ya yanıt 

Değerli okurlarımız,

Sayın Tuzcu‘nun sitemizde yayınladığımız bir yazısına karşılık Sayın Şıhmantepe görüş açıkladılar, yayınladık. Sn. Tuzcu bu görüşleri yanıtladılar, yayınladık ve son olarak Sn. Şıhmantepe aşağıdaki “uzuuunca” yanıtı gönderdiler. Böylece, yerleşik Latince deyimi ile, yargılama süreçlerinde de uyulduğu üzere “replik – duplik” tamamlanmış oldu. Bundan sonrası için her 2 yazar ve öbür sitemiz izleyicileri dilerlerse ilgili makalelerin altına sitemizde “yorum” yazabilecekler. Metinleri anasayfada yayınlamayı kesiyoruz.

Gösterilen ilgiye teşekkür borçluyuz.

Sevgi ve saygı ile. 20 Nisan 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

========================================

Sayın Güzide Hanım,

Yanıtınız için teşekkür ederim. Sanırım biraz öfkelisiniz. Yanıtınızı benim yerime Ahmet Beye yazmışsınız. Önce sakince anlamaya çalışmak, sonrasında yanıtlamak gerekmez mi? Ben sade bir yurttaşım. Bir bilim insanı olduğunuzu söylemişsiniz. Bunu niye ayrıca vurguladığınızı anlayamadım. Yazılanlardan başkalarının inancına karışıldığı, inançsızlığa zorlandığı sonucunu nasıl çıkarıyorsunuz. Bir karışma ve zorlama yazının neresinde? Haksız suçlamayı içime sindiremedim.

Herkes, herhangi bir konudaki inancında özgürdür ve kimse karışamaz. Zaten ne ben böyle yaptım, ne de kendisine yanıt verdiğiniz İsa Bey yapmış. Osmanlı-İslam konusundaki değerlendirmeyle ilgili bir tek söz söyleyecek durumda değilim. Eğer iki konum, durum, olgu, veri… arasında bir değerlendirme yapılıyorsa, her iki tarafın da somut dayanakları olması gerekir diye düşünüyorum. İslam veya diğer göksel dinler somut konular, mutlak doğrular, “bilimsel gerçekler” midir?

Soyutla somut birlikte nasıl değerlendirilebilir. Osmanlı İslam’ı hiç önemsememiş, değer vermemiş, bir katkıda bulunmamış, daha da ötesi kötülük etmiş olabilir. İslam nedir? Bir varsayımdır. Görülemeyen, elle tutulamayan, sınanamayan, başkaları tarafından gözlemlenemeyen, kanıtlanamayan, “doğrulanamayan” bir konudaki inanç ile Osmanlı’nın ilişkilerini anlatmak ne denli gerçekçidir ve neye yararı vardır? Gerçekte değerlendirmeye konu olan iki taraftan biri kuşkulu veya yoktur. Osmanlı ile bir varsayım değerlendirilmiştir. Eğer anlatılan, soyutun somuta etkileri veya Osmanlı ile bir başka ülke veya ülkeler arasındaki ilişkilerle ilgili vb. olsaydı, bir tek sözüm bile olmayabilirdi.

Kutsal diye bilinen kitaplardan sunulan bölümler, ayetler bilimsel midir? Herhangi bir konuda kanıt olabilirler mi? Osmanlı’dan, yöneticileri ve orada yaşayan tüm diğer insanlar anlaşılıyorsa, İslam’a nasıl yaklaştıkları sadece onları ilgilendirir. İnanırlar veya inanmazlar. İlgilenmediler, önemsemediler, katkıda bulunmadılar, hatta kötülük ettiler demek bir haksızlık değil midir? Bir zorunlulukları mı vardı? Bir bireyin, toplumun dinsel inancına ve o inancı belirleyen özelliklerine, gereklerinin yerine getiriliş biçimlerine karşı çıkılabilir mi? Yanlış yapmışlar; şöyle olsaydı, daha iyi olurdu, doğru olurdu denebilir mi? Bu konuda somut ölçüler var mıdır? Adı üzerinde inanç; doğrulanamayan varsayım.

Osmanlı’nın soyut bir konuyla (dinsel inanç) olan ilişkilerinden çıkan sonuçta, bir gariplik, beklenmedik bir durum, olduğu düşünülüyorsa, bunun başta psikologları, psikiyatristleri, insanbilimcileri ve her konuda akılcılığın egemen olmasını isteyen kişileri, dahası herkesi ilgilendirmesi gerekir diye düşünüyorum. Elbette bu ilgilenme; koşullar (dinsel veriler) insanları nasıl etkiliyor, düşünce ve davranışlarında nasıl belirleyici olabiliyor ile sınırlı kalmalı. Belki bildikleri veya işlerine geldikleri gibi yorumlamış ve uygulamış olabilirler. Kime ne? Soyutun doğrusu olur mu?

Osmanlı, pek çok haklı gerekçelerle veya ayrımsayamadığı nedenlerle İslam’ı hiç önemsememiş olabilir. Yönetimde önde gelen insanlardan bazıları, din işlerine bakmakla birlikte, dünya işlerine de din bakımından karışan şeyhülislamlardı. Sanırım onlar da din konusunda gerekenleri yeterince yaptıklarını düşünmüşlerdir. Doğru anlaşılması için, her örneğin, ayrıntının verildiği söylenen Kutsal kitapların içerikleri de, insanlar tarafından farklı algılanmaktadır. Mezheplerin temeli bu olmalı. Belki şeyhülislamlar da anladıkları, işine geldikleri, padişah tarafından zorlandıkları gibi aktardılar ve uyguladılar. Onlara, diğer yöneticilere ve halka neden başka türlüsünü (doğrusunu) yapmadınız denemez diye düşünüyorum.

Ben, bir toplumla “?????!!!!” nin arasındaki ilişkileri anlatsam bundan ne anlaşılır? “????!!!!” nin de somut olması gerekmez mi? Somut olanla, bir varsayımın ilişkileri neyi anlatır? Bir insan düşünelim; tek başına bir masada oturuyor ve sanki karşısında bir başkası varmış gibi saatlerce onunla konuşuyor. Sonrasında, konuşan kişi için, karşısındakini tam olarak dinlemedi, önemsemedi, kötülük etti, haksızlık etti, zarar verdi denebilir mi? Olmayan kişi için, bu değerlendirme yapılabilir mi? Sadece konuşan kişi kafasında, olmayan kişiyi varmış gibi düşünmüş olabilir. Varmış gibi düşünülenle, var olan arasında bir bağlantı kurulacaksa bu zaten varsayımdır. Varsayımlar yokluğa da götürebilir.

Hele kendi inancının sorgulanmasını doğru bulmayan, bunu istemeyen bir kişi; hiçbir kişinin, bir toplumun inancını sorgulamamalı. Yeterince önemsemediler, gereklerini tam olarak yapmadılar, zarar verdiler diyebilmenin bir dayanağı olabilir mi? Neye zarar verdiler? Bir varsayıma. Böyle bir zarar verme olabilir mi? Belki de bu nedenle doğru yaptılar. Kutsal veya doğru diye bildiklerinizi yeniden gözden geçirmek isteyebilirsiniz. Önonayla doğru diye bilinenlerle, çeşitli konularda değerlendirmeler yapmak yanıltıcı olabilir.

İnsanlar zaman içinde, daha çok öğrenirler, bilgileri artar, doğru diye bildiklerini yeniden, bir daha, bir daha gözden geçirirler; doğruları ve gerçekleri değişir, dönüşür, gelişir. Böyle olması için tek koşul önyargılı ve takıntılı olmamaktır. Elbette soyut konular, kavramlar insanı etkiler. Buralardan veriler çıkarıp, ölçüleri bulmaya, dengeleri kurmaya, iyide kalmaya, doğrulara ve gerçeklere ulaşmaya çalışırlar. Peki, bu durumda sonuçlar neler olabilir? Bir birey, bir göksel dine ve tanrıya, herhangi bir mezhebe inanabilir; deist veya ateist olabilir. Simgeleştirdiği cisimlere (putlara), canlılara (hayvanlara) tanrı diyerek tapabilir. Kimse karışamaz, başka türlüsüne zorlayamaz.

Her konuda olabileceği gibi, belki sadece, doğru diye bildiklerini yeniden gözden geçir önerisi yapılabilir. Bir konuda inancın olması veya olmaması, en azından bazı somut veriler, dayanaklar yokken nasıl olabilir? Bunun adı önyargı olmaz mı? Herhangi bir konu, incelenmeden, araştırılmadan, sorgulamadan bir inanç veya karşı çıkış olabilir mi? Ben sadece bireysel bir saptama yaptım. İnsanlar aynı kitabı, dergiyi, bir köşe yazısını, makaleyi… okuduklarında; bir film veya tartışma programı… izlediklerinde çok farklı, farklı, benzer veya çok benzer değerlendirmeler yapabilirler ve bu doğal olanıdır. Görülemeyen, elle tutulamayan, sınanamayan, başkaları tarafından gözlemlenemeyen, doğrulanamayan bir konudaki inancın sorgulaması neden yanlış olsun. Böyle bir konuda “bir daha düşünün, araştırın, sorgulayın ve kararınızı sonra verin demek yanlış bir öneri mi?

Başkalarının herhangi bir konudaki inancına saygı göstermek temel ilkelerimden biri olmuştur. Asla karışmadım, zorlamadım. İstersen şöyle yaparak bir daha sorgula, önerilerim olmuştur. Bana aynı öneriyle gelen insanlara da saygı duyar, teşekkür eder ve gerekenleri yaparım. Kendim ve diğer herkesin, birikimlerinde yeterli veri veya bilgi olduğundan emin olsalar bile; doğru düşündüğünü, yaptığını sandığı zamanlarda bile; pek çok ayrımsayamadığı nedenlerle yanılıp yanlış yapabileceğini düşündüğüm, gözlemlediğim için, bana doğru diye öğretilenleri, doğru diye bildiklerimi sürekli sorgularım ve böyle yapmasını başkalarına da öneririm. Yazımda da bu yapılmıştır. Ayrıca şimdiye kadar ne olduğu kesin olarak bilinemeyen, belki de hep öyle kalacak soyut bir konudaki inanç; acı çektirir, takıntılar oluşturur, usu gölgeler, hem kendisini, hem de başkalarını yanıltabilir, zarar verebilir.

Eğer bir baskı, zorlama, korkutma, dayatma varsa, bunun kimlere olduğu sanırım çok açıktır. 

Benim sözüm; hiç sorgulayıp araştırmayan, kendisine söyleneni olduğu gibi kabul eden, tamamen öbür dünyaya odaklanan ve bütün derdi cennete giderek, orada sonsuz rahatı yaşamak olan insanlara. Ayrıca incelemeyi, araştırmayı, sorgulamayı yapıp, yine aynı konumda olanlara, lütfen bunları bir daha yapın diyorum.

Tevrat’ın Yaratılış 19. bölümünden:

30 Lut Soar’da kalmaktan korkuyordu. Bu yüzden iki kızıyla kentten ayrılarak dağa yerleşti, onlarla birlikte bir mağarada yaşamaya başladı.

31 Büyük kızı küçüğüne, ‹‹Babamız yaşlı›› dedi, ‹‹Dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok.

32 Gel, babamıza şarap içirelim, soyumuzu yaşatmak için onunla yatalım.››

33 O gece babalarına şarap içirdiler. Büyük kız gidip babasıyla yattı. Ancak Lut yatıp kalktığının farkında değildi.

34 Ertesi gün büyük kız küçüğüne, ‹‹Dün gece babamla yattım›› dedi, ‹‹Bu gece de ona şarap içirelim. Soyumuzu yaşatmak için sen de onunla yat.››

35 O gece de babalarına şarap içirdiler ve küçük kız babasıyla yattı. Ama Lut yatıp kalktığının farkında değildi.

36 Böylece Lut’un iki kızı da öz babalarından hamile kaldılar.

37 Büyük kız bir erkek çocuk doğurdu, ona Moav adını verdi. Moav bugünkü Moavlılar’ın atasıdır.

38 Küçük kızın da bir oğlu oldu, adını Ben-Ammi koydu. O da bugünkü Ammonlular’ın atasıdır.

“Göksel kutsal kitaplar” benzer örneklerle doludur. Sanırım bir örnek yeter.

Âdem ile Havva’dan sonra insanlar nasıl çoğalmış olabilirler? Sanırım yanıtı bilimsel olarak tek olmalı.

Ömer Hayyam’ın din, tanrı ve bu dünya konusundaki görüşleri, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar belirgindir.

Üç tane dörtlüğünü daha yazıyorum:

Can verinceye dek bu çorak yerde
Dertten başka ne geçer ki eline?
Ne mutlu çabuk gidene dünyadan;
Hele bu dünyaya hiç gelmeyene!

Elimde olsa dünyayı küçümserdim;
İyisine de kötüsüne de yuh çekerdim;
Daha doğrusu bu aşağılık yere,
Ne gelirdim, ne yaşardım, ne ölürdüm.

Ah, tanrı dünyayı yeniden yarataydı,
Yaratırken de beni yanında tutaydı;
Derdim: Ya benim adımı sil defterinden,
Ya da benim dilediğimce yarat dünyayı.

Çok büyük yanlışlıkları saptadıktan sonra, bunları sözcüklere dökmüş.

Âşık Veysel yaşıyorken “Tanrıya Hitap” şiirinin, kendisiyle ilgili hiçbir yerde bulunmamasını istemişti. Nedeni Ne olabilir? Kuşkusuz değişim, dönüşüm, gelişim onun için de geçerlidir.

Atatürk’ün “Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini…” diye ve “Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin…  diye başlayan sözcüklerinin devamını umarım bulup okursunuz. (Kazım Karabekir-Paşaların Kavgası)

Bence insanlık tarihinde, kısa sayılabilecek yaşamına karşın, Atatürk‘ün bir benzeri daha yok. Elbette insanlık tarihinde büyük komutanlar, devlet insanları, ekonomistler, düşünürler…  olmuştur; sanırım bütün bunları üzerinde toplayan, bir tek o yüce insan olsa gerek. Din ve tanrı konusunda herkesçe bilinen sözleri onun değişim, dönüşüm, gelişim sürecinde veya öncesinde olabilir. Belki de onun yukarıdaki başlangıç sözlerinin devamı okunduğunda daha iyi anlaşılır.

Hiçbir kimsenin benim önerilerimle kırılmasını, incinmesini, üzülmesini, rahatsız olmasını istemem. Ben; istemeden, önceden tasarlanmadan bile böyle olabileceğinin kaygısını taşıyan birisi olarak, böyle olmaması için en büyük özeni gösteririm. Lütfen bir ilahiyatçı olan Arif Tekin’in pek çok kitabından, sadece “Kuran’da Allah” adında olanı okuyun. Aslında bu konuda ne benim kitabıma, ne de başka bir kitaba gerek yok diyor; Sayın Tekin.

Öfkelenmeden, sakince tartışmak; doğruyu, gerçeği bu yöntemle bulmaya çalışmak anlamlı ve doğru olmalı. Bir başkasını öteki yapmadan, anlamaya çalışarak bir sonuca ulaşmak ise en değerlisi olsa gerek.

Saygılarımla. 20 Nisan 2019.

Ayhan Şıhmantep

Ayhan Şıhmantepe’den Güzide Filiz Tuzcu’ya yanıt” hakkında 2 yorum

  1. Ahmet SALTIK Yazar

    İyi Akşamlar Ahmet Hocam,

    Bildiğiniz üzere, Ayhan bey bana oldukça uzun 2. bir yorum daha yazmıştır ve siz de bu yazıyı ana-sayfada yayınlamışsınız. Ayhan beyi tanımıyorum, ancak yazdıklarını neye göre yazdığını, ne demek istediğini, neye hizmet ettiğini, hedefinin ne olduğunu anlamış değilim! Kanaatimce bilerek, ya da bilmeyerek konuları birbirine karıştırmış ve benim vurgulamak istediğim tarihi gerçekleri saptırmaya çalışmış!

    Ancak şu bir gerçek ki, benim Türk Halkını doğru bilgilendirmek ve aydınlatmak gibi ciddi bir sorumluluğum vardır. Onun için sizden ricam size gönderdiğim bu yeni ve son derece önemli olan yanıtımı lütfen ana sayfada yayınlayın; çünkü Ayhan beyin iki yazısını da ana-sayfadan yayınlamışsınız; bu yazım o yorumlara yanıt olmalıdır. Google aramada benim bu yanıtım ana-sayfada dikkat çekmeli ve okuyucular neyin ne olduğunu iyi anlamalıdır diye düşünüyorum.

    Bundan sonra da, adı geçen bu beye bir daha yanıt verme gereği kesinlikle duymuyorum.

    En derin saygı ve selâmlarımla, 25.4.19
    G. Filiz Tuzcu

    *******

    SAYIN AYHAN ŞIHMANTEPE’NİN “İKİNCİ YAZISINA” YANIT
    Makaleme “yorum olarak yazmış olduğunuz bazı hususlara” değinme zorunluluğu doğmuştur:
    1.) Bir bilim insanı olduğumdan bahsetmemin nedeni, bir bilim insanına yakışır şekilde, “siyasetten, taraflı olmaktan, strateji gütmekten, bazı çevrelere yaranmaktan, üniversitede kürsü kaybetme korkusundan” tamamen uzakta, Türk Milletini yakından ilgilendiren, ancak ondan gizlenen “salt tarihi gerçekleri” ilmi sorumluluk ve cesaretle yazdığımı ifade etmek içindir. Bir başka deyişle ben, bir takım güç odaklarının siyaset ve istekleri doğrultusunda Osmanlıları övmek için “Bir Milletin Hafızası olan TARİHİ” saptırmıyorum; tarihi gerçekleri gizlemiyorum, yorum yapmıyorum, gökyüzündeki yıldızlara bakıp kehanetlerde bulunmuyorum, hatta roman veya masal da yazmıyorum. Ben, Tarih İlminin gerektirdiği gibi, kesin bilgilere ve belgelere dayanarak “salt gerçekler” her ne ise, sadece onları yazıyorum.
    2.) Osmanlılardan kimleri kast ettiğimi merak etmişsiniz; kimleri kast edebilirim ki! (Türk Milletini kast etmediğim çok açık.) Osmanlılar derken, Osmanlı padişahlarını, onların yabancı kökenli Hıristiyan analarını – cariyelerini -padişahlara çocuk doğuran haseki sultanları, şehzadelerini, nedimlerini ve tüm bu yabancıların akrabalarını, kısacası Osmanlı hanedanı ve hanedan üyelerinin kendi keyif ve siyasetleri doğrultusunda seçerek, en üst devlet görevlerinden – en alt kademelere kadar atadıkları gayri- Türk ve gayrimüslim devşirme yöneticileri kast ediyorum. Örneğin Padişah Kanuni Sultan Süleyman, yanından ayırmadığı gayrimüslim devşirme Hıristiyan bir genç olan nediminin (oda hizmetçisi/arkadaşı vs…), adını “İbrahim” olarak değiştirmiş ve ona “paşa rütbesi” vererek onu, koskoca imparatorluğa “Sadrazam” olarak atamıştır! (Günümüz Başbakanı + Genel Kurmay Başkanı) Nedim kimdir? Padişahların, ya da şehzadelerin özel hizmetine bakan oda hizmetlileridir; yani onlara banyo yaptıran, tırnaklarını ve saçlarını kesen, kişisel bakımlarını yapan, onu eğlendiren – arkadaşlık eden, ona eşlik eden vs…
    3.) Hüküm sürdüğü devirlerde dünyanın en güçlü devleti/ imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu tahtında oturan Osmanlı padişahlarıyla yakın ilişiler kurabilmek ve Osmanlıların gücünden – desteğinden faydalanabilmek için büyük çaba harcayan pek çok Avrupalı zayıf krallar vardı ve bunlar, kendi kızlarını – kız kardeşlerini – yeğenlerini – kuzenlerini, “Osmanlı Sarayına sultan yapmak” arzusuyla onları, şehzadelere ve padişahlara hediye olarak sunmaktaydılar! Böylece Avrupalı krallar, en yakınlarının Osmanlı sarayına girip, yerleşmeleriyle ve padişahın cariyeleri – gözdeleri – eşleri olmalarıyla, hatta veliaht doğurmalarıyla, kendilerinin padişahla akraba olacaklarını, bu bağlamda kızlarının / kız kardeşlerinin /kuzenlerinin vs… padişahı etkileyerek, Osmanlı Sarayı ve Devlet yönetiminde söz sahibi olmalarını hedeflemişlerdir. Nitekim onların bu arzu ve hedefleri, tam da istedikleri gibi gerçekleşmiştir; bir başka deyişle Avrupalı hükümdarların “Türk İmparatorluğu’nun Yönetimini Ele Geçirme” strateji ve planları saat gibi işlemiştir… (Burada hemen belirtmemiz gereken iki önemli husus vardır; birincisi, Osmanlı sarayına hediye olarak sunulan bu yabancı – gayrimüslim kızlar, Osmanlı sarayına tek başlarına gelmemişlerdir; şöyle ki yanlarında dadıları, özel danışmanları, hizmetçileri, rahipleri, papazları vs… ile birlikte kalabalık bir grup olarak gelmişler, saraya yerleşmişler ve hep birlikte saltanat sürmüşlerdir! İkincisi de, tam da yine bu konuyla ilgilidir: Ünlü Gök-Türk Hükümdarı Bilge Han, binlerce yıl öncesinde Ünlü Orhun Gök-Türk Kitabelerine şu hayati uyarıyı kazıtmıştır (özetle); “Çinli hükümdarlar, kızlarını, kız kardeşlerini, yeğenlerini vs… Türk Hakanlarına armağan olarak sunmayı adet edinmişler, bu Çinli kızlar – kadınlar da saraya yerleşmeleriyle ve Türk Hakanını etki altına almalarıyla birlikte, kendi akraba ve soylarına hizmet etmeye başlamışlardır; işte bu şekilde pek çok Türk Devleti, içten içe zayıflatılarak – çökertilmiştir.”
    4.) Böylece Osmanlıda saraya sunulan, ya da yeniçeriler tarafından gayrimüslim bölgelerden zorla toplanarak saraya getirilen ya da köle pazarından parayla satın alınan yabancı kökenli gayrimüslim kızlar ve oğlanlar, padişahın mahremleri – cariyeleri – eşleri, nedimleri, danışmanları, hocaları, saray görevlileri, ordu komutanları vs… yapılmışlar ve zamanla Osmanlı hanedanı tarafından imparatorluğun en prestijli – en üst makamlarına oturtulmuşlardır! (Örneğin Yahudi Helga’dan doğan Kanuni ve Kanuni’nin eşi – Rus papazının kızı – Roksalan (Hürrem sultan) sarayda ve devlet yönetiminde söz sahibi olmuş, hatta kendisine sadakatle bağlı soydaşı – at bakıcısı damadını imparatorluğa sadrazam yapmıştır! Hatta o devirde Avrupa’da şöyle bir söylentinin dillerde dolaştığı rivayet edilmiştir; “Tüm dünya Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman’dan çekinip – korkar; ancak Süleyman ise karısı Roksalan’dan (Hürrem sultan) çekinip – korkar!”)
    5.) Osmanlı Sarayına ve devlet görevlerine doldurulan söz konusu bu yabancı kökenli pek çok gayrimüslim aile bireyleri ve devşirme Hıristiyan oğlanlar, en üst makamlara gelerek zamanla Osmanlı padişahlarını “Türklükten ve Kuran’ın tanıttığı Gerçek İslâm’dan” uzaklaştırmış, onların yozlaşmalarına, hatta Türklüğe hor bakmalarına, Türkleri aşağılamalarına ve Türkleri devlet yönetiminden tamamen uzaklaştırmalarına neden olmuşlardır. Böylece Türklerin aleyhine çeşitli uygulamalara girişen Osmanlı padişahları ve hanedanı, yüzyıllarla ifade edilen devasa bir zaman diliminde Türkleri, “İslâm Dini Kisvesiyle” aldatarak -yani TAKİYYE YAPARAK- kandırmış ve Türklerin samimi – saf İslâm inancını, emeğini, alın terini, kanını ve canını korkunç boyutlarda sömürmüşlerdir. İşte Türklerden gizlenen tarihi gerçek özetle budur. Türkiye’de bazılarının, söz konusu bu tarihi gerçeklerden aşırı derecede rahatsız olduklarını belirtmeden de geçemeyeceğim!
    6.) Buradaki sorun; sizin görmek ve göstermek istediğiniz gibi değildir; Bu sorun, Osmanlıların “İslâm Dinine inanıp, inanmama” sorunu değildir; ya da “padişahların İslâm’a saygılı olup – olmadıkları” sorunu da değildir; veya sizin düşündüğünüz gibi “Osmanlılar, İslâm’a inanmak, saygılı olmak ve yardımcı olmak zorundalar mıydı? Osmanlılar İslam’ı istedikleri gibi yaşarlar, bu onları ilgilendirir vs…” meselesi de değildir! Burada asıl sorun, padişahların “Allah’ı ve İslâm’ı yeryüzünde temsil ettiklerini ve tüm İslâm Âleminin Kutsal Halifesi olduklarını” iddia etmeleri ve “bu iddialarının ise fiiliyatta – yani gerçek hayatta kesinlikle doğru olmadığı” sorunudur. Bu bağlamda sorun, padişahların, aile yaşantılarına, saraylarına, mahremlerine, çevrelerine aldıkları yabancı kökenli gayrimüslimlere “Türk ve Müslüman süsü vererek ve de bunlara birer Türk ya da Müslüman adı vererek, artık bunlar Müslüman ve Türk oldular” diyerek Türk Milletini aldatmaları sorunudur!
    7.) Sorun, Osmanlıların, Müslüman Türkleri zamanla saraydan ve devlet yönetiminden tamamen uzaklaştırarak, yabancı kökenli gayrimüslimleri devletin en üstünden – en alt kademelerine kadar yerleştirmeleri sorundur! Sorun, Osmanlıların gayrimüslim tebaasına olağanüstü özgürlükler ve ayrıcalıklar tanımaları; onlara, Türklerin kanıyla – canıyla alınmış değerli topraklar bağışlamaları ve de gayrimüslimleri maddi ve manevi olarak her açıdan desteklemeleri sorunudur. Sorun, diğer yanda Osmanlıların, imparatorluğun asıl sahibi olan ve imparatorluğu emeğiyle, vergileriyle, üretimiyle, kanı ve canıyla yaşatan Türkleri, “İslâm Dini” adına baskı altına alarak, ezmeleri, sömürmeleri, Türkleri sağlıksız, eğitimsiz, umutsuz, cahil, yoksul ve sahipsiz bırakmaları sorunudur. Sorun, Türklere dini inançlarının tek kaynağı olan Kutsal Kuran’ı ana dillerinde – TÜRKÇE – anlayarak okumalarını engellemeleri, yabancı bir dil olan Arapçayı Türklere zorla dayatmaları ve Arapça ezberlerle Türk çocuk ve gençlerinin beyinlerini köreltmeleri sorunudur. Sorun, Osmanlıların “İslâm Dini Maskesiyle” Türkleri aldatmaları sorundur. Bilmem yeterince açık anlatabildim mi?
    8.) Osmanlı devrinde, sadrazamların veya öbür devlet görevlilerinin, beylerbeylerinin, sancak beylerinin adları, Fredrick, Radu, Vlad, Nikola, Christopher, Johnson, Poulos vs… olarak kalsaydı, padişah eşlerinin ve şehzade analarının adları da Horofira, Asporçe, Roxsalan, Teodara, Helga, Anastasya, Mara Despina vs… olarak kalsaydı ve aslında bunların Hıristiyanlık dinlerini de korudukları, yanlarında hizmetçileri, papazları, rahipleriyle Osmanlı sarayında doğan şehzadeleri “Hıristiyan telkinlerle ve Türk karşıtlığıyla” yetiştirdikleri Türklerce bilinmiş olsaydı, Osmanlılar, Türk İmparatorluğu tahtına oturarak, yüzyıllarca Türk Milletine hükmedebilirler miydi? Kesinlikle HAYIR.
    9.) Osmanlı Tarihi konusunda dünya çapında otorite sayılan yerli ve yabancı tarihçiler, örneğin çok değerli hocamız Halil İnalcık, Enver Ziya Karal, Alphonse De Lamartine, J. Stanford Shaw, Eric Zürcher, Bernard Lewis, Franz Babinger, Andrew Mango, Friedrich Giese, vs… gibi pek çok tarihçi, Osmanlılarla ilgili söz konusu tarihi gerçekleri cesurca ve tüm açıklığıyla, olduğu gibi yazmışlardır. Hepsine çok büyük saygı duyuyorum ve Türk Milleti adına hepsine de minnettarım… Konumuzla ilgili onların yazılarından – tespitlerinden son derece çarpıcı – ibret verici sayfalar dolusu örnekler verebilirim, ancak tabii ki yerimiz burada kısıtlıdır. Bu yüzden sadece Prof. J. Stanford Shaw’dan çarpıcı bir örnek vermek istiyorum; “Osmanlılar, evlendikleri ve devlette idareci konuma yükselttikleri Hıristiyanlara Müslüman adlar vermişlerdir, ancak bu kişilerin özü Grek ve dinleri Hıristiyan kalmıştır.” (Stanford, J. Shaw, History of The Ottoman Empire and Modern Turkey – Volume 1 (1280 – 1808), Cambridge University Press, 1977, s. 58) {Eklemek isterim ki ya da özleri Sırp, Slav, Rus, Ermeni vs… kalmıştır. Shaw’ın bu tespiti, son derece doğrudur ve onu teyit eden pek çok tarih kaynağı vardır. Bu son derece önemli husus, tüm milletler içinde “milli kimlik bilincine” en geç ulaşan milletin, neden Türkler olduğunu da pek güzel açıklar mahiyettedir; çünkü Osmanlılar Türkleri, İslam ümmeti anlayışı içinde asimile etmişler ve Türklerin binlerce yıllık kadim “Türk Kimliğini – Dilini – Tarihini ve Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’ı” Türklerden büyük bir titizlikle gizlemişlerdir.}
    10.) Siz, Osmanlıların Türklere uyguladıkları tüm bu aldatma, baskı ve dayatmalara “haksızlık ve zulüm” demiyorsunuz, ancak “Osmanlılar Türklere ve İslam’a kötülük ettiler demek, onlara hazsızlık olmuyor mu?” diye bana soruyorsunuz! Ben de size sadece pes diyorum.
    11.) Ayrıca sizin “Osmanlıların İslâm’a nasıl yaklaştıkları sadece onları ilgilendirir” sözünüze de çok hayret ettim! Şayet Osmanlı tarihini dikkatlice okursanız, Osmanlı İmparatorluğu, gerek Avrupa’da, gerek tüm dünyada bir “Türk – İslâm İmparatorluğu” olarak tanınmış – bilinmiştir ve bilinmektedir. Hatta Osmanlı padişahlarının kendilerini, “Allah’ın yeryüzünde gölgesi – tüm Müslüman Âleminin Kutsal Halifesi olarak” Müslüman Türklere tanıttıkları ve imparatorluğu “İslâm Hukukuna göre yönettikleri iddiası” tüm tarihçilerin malûmudur. O halde sizin “Osmanlıların İslam ile ilgilenme – İslami önemseme ve katkıda bulunma zorunlulukları var mıydı?” sorunuza, ben de tabii ki vardı yanıtını veriyorum, doğal olarak. Ve onların bu iddialarının doğru olup olmadığını denetlemek için somut ölçü var mıdır sorunuza da, evet vardır ve bu somut ölçü de “İslam Dininin Tek ve Yegane Kaynağı Kuran’dır” diyorum.
    12.) Bir insan “Ben Müslüman’ım, Ben Allah’ın yolundayım” diyor ve iddia ediyorsa, ki Osmanlı padişahları böyle iddia etmişlerdir, onları elbette “Kuran Ölçüsüyle” denetleyip, sorgulayacağız. Bundan daha doğal ve doğru ne olabilir ki! Burada “İslâm’ın, ya da Kuran’ın bilimsel olup, olmadığını” tartışmıyoruz; elbette dini inanç, adı üstündedir “bir inançtır – inanmadır – iman etmedir – gönül vermedir – sevgi ve duygudur”. Üzgünüm ama, galiba siz konuları biraz birbirine karıştırmışsınız!
    13.) Burada herhangi bir dini inancı, ya da Kuran’ı – Tevrat’ı – İncil’i de tartışmıyoruz; ya da din var mıdır yok mudur? bunu da tartışmıyoruz! Dine inanıp, inanmama, tamamen şahsi bir tercihtir ve bunu tartışmak abesle iştigaldir! Zaten hiç kimsenin, ama hiç kimsenin, sen niye dine inanıyorsun? veya sen niye dine inanmıyorsun? diye bir insanı sorgulama hakkı yoktur.
    14.) Ancak bir insan “Ben Müslüman’ım” derse, hele ki “Ben Allah’ın yolunda gidiyorum, Allah’ın yer yüzünde gölgesiyim, İslam Âleminin Kutsal Halifesiyim” derse, ki Osmanlı padişahları böyle demiştir, hatta iddia etmişlerdir; işte o zaman iş değişir ve doğal olarak bizlere sorgulama hakkı doğar. Osmanlıların hüküm sürdükleri devirlerde Türkler de dahil tüm Müslümanlar, Osmanlı padişahlarına inanmış – güvenmiş ve Osmanlı padişahlarını “İslâm Halifesi – İslâm’ın Temsilci ve Hamisi” olarak tanımış ve bilmiştir; hatta Müslüman Türkler, Osmanlı padişahlarının bu özelliklerine yürekten inandıkları için padişahlara “kutsallık atfetmişler” ve onlara büyük saygı duyarak, sorgusuz sualsiz ölümüne itaat etmişlerdir. (O devirlerde büyük bir baskı altında – kör karanlık bir dünyada yaşatılan, büyük çoğunluğun okuma yazma bilmediği, cahil ve yoksul olduğu Türk Milleti, padişahların, göründükleri gibi olmadıklarını, padişahların takiyye yaptıklarını ve kendilerini aldattıklarını nerden bileceklerdi??? Türkiye’de 21. Yüzyılda bile Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’ı halâ bilmeyenler ve halâ din kisvesiyle aldatılan büyük kitlelerin var olduğunu düşünürsek, yüzyıllar öncesindeki vahim durumun çok daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim.)
    15.) Osmanlı padişahlarının hiç de göründükleri olmadıklarını Türkler, çok çok geç anlamışlardır; hatta çok acı ve çok yıkıcı gerçeklerle yüz – yüze kaldıklarında, yani 1. Dünya Savaşı sonrasında, işgalleri, saldırıları, yakılma – yıkılma ve tecavüzleri bizzat yaşadıklarında anlamışlardır. Yüzyıllarca inandıkları – güvendikleri – İslam Halifemiz – Hamimiz dedikleri adamın kendilerine sırt çevirdiğinde – yardım feryatlarını kulaklarını tıkadığında, hatta düşmanlarla işbirliği yaparak, onları kurbanlık koyunlar gibi işgalci ve acımasız düşmanlara teslim ettiğinde anlamışlardır.
    16.) Bir kez daha altını çizerek vurguluyorum; Osmanlı padişahları “Biz Allah’ın yeryüzünde gölgesiyiz, ülkemizi İslâm Hukuku ile – Kuran Esaslarına göre idare diyoruz, biz İslam Halifesiyiz” diye iddia etmişlerdir; o halde onları İslam’ın tek ve yegane kaynağı olan KURAN ile elbette ki denetleyeceğiz; Allah’ın emirlerine yerine getirmişler mi – getirmemişler ona bakacağız. Bundan daha doğal ne olabilir ki! Bir insan “Ben çok iyi bir ressamım, çok güzel resim – tablo yapabilirim” diye iddia ederse, elbette ona resim – tablo yaptırarak, o kişinin iyi bir ressam olup, olmadığını öyle denetleyeceğiz. Bir kişi ben çok iyi bir matematikçiyim derse, karmaşık bir matematik problemini sorarak ve onun çözmesini isteyerek onu öyle denetleyeceğiz. Bundan daha doğal ne olabilir. Atasözümüz der ki “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz.”
    17.) Siz, bu kadar açık ve anlaşılır bir konuyu, nasıl oldu da “din var mıdır, yok mudur tartışmasına – ya da Kutsal Kitaplar tartışmasına” getirdiniz, bir türlü anlam veremedim; eminim ki yazılarımızı okuyan pek çok kişi de size bir anlam verememiştir! (Zaten dinlerin varlığı veya yokluğu apayrı bir tartışma konusudur! Hatta kanaatimce böyle bir tartışma aslında havanda su dövmek gibidir… Din bir inanç ve maneviyat işidir, isteyen inanır, istemeyen inanmaz.) Ancak bir Müslüman, ben samimiyetle İslâm’a, Allah’a ve Kuran’a inanıyorum diyor ve Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm Dininin esaslarını bilmiyorsa, Kuran’da yer alan uyarıları ve emirleri bilmiyorsa, bizler ona yardımcı olup, onu aydınlatmak ve dinen bilinçlendirmekle görevliyiz. Çünkü eğer biz onu bilinçlendirmezsek, kötü niyetli sahte hocalar, şeyhler ve tarikatlar onu din kisvesiyle gayet güzel aldatacak ve sömürüceklerdir!
    18.) Evet Osmanlılar hem İslâm Dinine, hem de Türklere, yüzyıllarca çok büyük haksızlıklar ve kötülükler yapmışlardır. Tarihi belgeler bunun sayısız örnekleriyle – belgeleriyle doludur. Hatta en sonuncu Osmanlı padişahı Vahdettin’in Türklere ve Türk Vatanına yapmış olduğu kötülükler, Anadolu’da kardeşi kardeşe vurdurarak akıttığı Türk kanları, hatta Büyük Önderimiz “Mustafa Kemal Paşa ve Milli Güçler için şeyhülislâmdan nasıl idam fermanı çıkarttığı ve bu fermanı işgalci Türk düşmanlarının eliyle Anadolu’ya nasıl dağıttığını” çocuklar bile bilmektedirler… Osmanlı padişahının işgalci – Türk düşmanı emperyalist güçlerle birlik olması, Büyük Önderimizi ve Milli Güçleri yok etmek için düşmana destek olması ve gösterdiği haince çabalar hafızlarımızda gayet canlıdır.. Ancak nedense Osmanlı sempatizanları, hep Osmanlılara derin bir sempati duymakta, ancak Türklere gelince hiç sempati duyamamaktadırlar! Bir de Osmanlılar için yazılan tarihi gerçeklere bozularak – sinirlenerek, “Osmanlılara haksızlık yapılmıyor mu?” diye sitem bile etmektedirler!!! Peki Türklere yapılan binlerce haksızlıklar ve zulümler ne olacak? Bunlar onları nedense hiç rahatsız etmemektedir! Çünkü kanımca bu Osmanlı sempatizanları ne Türk’tür ne de Müslüman!
    19.) Bir hususa daha dikkat çekmek istiyorum; kanaatimce bazı düşüncelerinizde siz, kendi kendinizle çelişmişsiniz! Şöyle ki hem diyorsunuz ki “Osmanlı – İslâm konusundaki değerlendirmeyle ilgili bir tek söz söyleyecek durumda değilim” (2. paragraf – üçüncü cümle), hem de bu konuyla ilgili pek çok söz söylüyorsunuz!’’ Bazı Örnekler; “Osmanlı’dan, yöneticileri ve orada yaşayan tüm diğer insanlar anlaşılıyorsa, İslâm’a nasıl yaklaştıkları sadece onları ilgilendirir. İnanırlar veya inanmazlar. İlgilenmediler, önemsemediler, katkıda bulunmadılar, hatta kötülük ettiler demek bir haksızlık değim midir? Bir zorunluluklar var mıydı? Yanlış yapmışlar; şöyle olsaydı, daha iyi olurdu, doğru olurdu denilebilir mi? Bu konuda somut ölçüler var mıdır? Adı üzerinde inanç, doğrulanmayan varsayım…” diye yazmışsınız. Bu yukarıda yer alan kapsamlı yanıtımla – neye dayanarak söylediğiniz anlaşılmayan – bütün söylediklerinize gerekli – bilimsel cevapları verdiğime inanıyorum.
    Son sözler olarak şunları söylemek isterim; ben yazımda İslâm Dinini veya herhangi bir dini tartışmaya açmadım: Zaten yukarıda da belirtmiş olduğum gibi din tartışılacak bir konu değildir; ya inanırsın, ya da inanmazsın. Ben sadece Osmanlıların “İslâm Dini” kisvesiyle Müslüman Türk Milletini nasıl yüzyıllarca aldattıklarına, böylece yüzyıllarca nasıl saltanat sürdüklerine; aslında yabancı gayrimüslim milletleri destekleyerek, onları nasıl zenginleştirip, güçlendirdiklerine, ayrıca “İsa peygamberi” tanrı yapan saptırılmış Hıristiyanlığı nasıl güçlendirip, geniş bölgelere yayılmasını ve kök salmasını sağladıklarına ve 1938 sonrası hortlatılan Osmanlı zihniyetiyle Türk Milletinin, nasıl bir kez daha din kisvesiyle aldatıldığına dikkat çekerek, tarihin işlevselliğini – geçmişten günümüze nasıl köprü kurduğunu, nasıl ders verdiğini gösterdim.
    Benim anlattıklarım TARİH İLMİDİR – TÜRK MİLLETİNE UNUTTURULAN HAFIZASIDIR, paylaştığım bilgiler gayet net ve açıktır, anlayan anlar ve gafletten kurtulur: Böylece zamanla yozlaşan – Türklere yabancılaşan Osmanlıların Türklerin ecdadı olmadıklarını anlar; yüzyıllarca Türklere ve İslam Dinine Osmanlıların çok büyük zararlar verdiklerini bilir, padişahların ve cariyelerin mezarlarını “İslâm büyükleri – kutsal evliya türbeleri – ecdadımız” diye ziyaret edip, gülünç duruma düşmez ve gafletten kurtulan bir Türk, tarih bilincini – milli hafızasını kazanarak, Türk’ün hak ettiği yüksek değeri ve saygınlığı kazanmış olur. Saygılarımla,

    G. Filiz Tuzcu – 25 Nisan 2019

    Cevapla
    1. Ahmet SALTIK Yazar

      Sayın G. Filiz Tuzcu,

      Bildiğiniz gibi sitemizde zaman zaman paylaşmadığımız görüşleri de uygarca dile getirilmek koşulu ile yayınlıyoruz.
      Konuk yazarlarımızın görüşleri kendilerini bağlıyor.
      Sayın Ayhan Şıhmantep(e) ile karşılıklı 2’şer kez yazılarınız sitemizde yayınlandı.
      Replik – duplik mahkemelerde olduğu gibi tamamlandı diye açıklama yaparak son olarak Ayhan beyin size yanıtını yayınladık ve bundan böyle yazılara yorumlar bölümünde dileyen okurların ve yazarların tartışmayı sürdürebileceklerini duyurduk.
      Bu bir ilke kararından da öte standart kuraldır ve uyulması çok yerinde olacaktır.

      Bu bakımdan, her 2 yazara da teşekkür eder, tümüyle paylaşmasak da -ki bu gerekmez- yazılarını web sitemize bekler, bu uygulamayı anlayışla karşılamalarını dileriz..

      Sevgi ve saygı ile. 25.4.19

      Dr. Ahmet Saltık
      http://www.ahmetsaltik.net

      Cevapla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir