Dostlar,
Mustafa Balbay’ın aşağıdaki yazısı tarihe not düşen çok varsıl bir içerik taşıyor.
Hangi çarpıcı tümceyi paylaşsak ki?
- “10 demir kapı geçip hapishane çıkışındaki bekleme koğuşuna konduk.”
- Silivri’de 18. mevsimi geçiyorduk.
Okunmalı ve okutulmalı.
Bu terazi bu sıkleti kaldırmaz..
Çoook yıptatıldı ise de, gerçek odur ki “Adalet mülkün gerçekten temelidir!”
Sevgi ve saygı ile.
Pertek – Tunceli, 10.8.13
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
==========================================
İşgal Gücü Bile Bunu Yapmazdı!
Cumhuriyet, 10.8.13
5 Ağustos sabahı saat 06.45’te koğuşların içinde kurulu duyuru sisteminden şu anonsla uyandırıldık:
“Tutuklu ve hükümlülerin dikkatine… Sabah sayımı için sayım düzeni alınız…”
Bu anons her sabah saat 08.00’de yapılıyordu.
Olağanüstü bir güne başladığımız sabah sayımında belli olmuştu.
Hapishane yönetimi işi sağlama almıştı.
Saat 08.15’te 10 demir kapı geçip hapishane çıkışındaki bekleme koğuşuna konduk. 2 saat sonra infaz koruma memurları ve jandarmalardan kurulu 4 kat etten duvarın arasında 5’erli gruplarla cezaevi aracına konduk. Her birimiz bir jandarmaya zimmetlenmiştik. Sorumlu olduğu mahpusu tanımayan jandarmalar,
yoklama yaparak isimleri netleştirdiler.
Hemen önündeki ayçiçeği tarlaları sararmıştı.
Silivri’de 18. mevsimi geçiyorduk.
***
Birkaç dakika sonra, 10 cezaevinden oluşan kampüsün açık cezaevi bölümüne geldik. Duruşmaya gittiğimiz günlerde buradan geçerken derin bir nefes alıyorduk. Yemekler burada pişirildiği için öğle mönüsünü öğreniyorduk.
Özellikle tavuk ve kuru fasulye kokusu hemen hissediliyordu.
5 Ağustos günü ise her tarafı kapalı aracın metal kokusundan başka bir şey yoktu.
Bir dakika sonra iç içe demir duvarların hemen ötesindeki duruşma salonunu gördük. Salonun dış duvar bölümü canlı yayın araçlarıyla iç kısmı ise
onlarca askeri araç, müdahale aracı ve dozerle doluydu.
5 yıldır belki 10 kez yenilenen ama hep çamur içinde olan salon kapısının girişinde de iki tarafta 3’er sıralı güvenlik görevlileri bizi bekliyordu. Çoğu, giydiği kumaş plastik karışımı kıyafetlere yabancı duran bu güvenlik görevlilerinin arasında salonun bekleme bölümüne geldik.
Bir saati aşkın da burada bekletildikten sonra salona alındık.
İçeride de tutuklu sanıkların etrafını saran etten güvenlik duvarının iki yanında avukatlar, tam karşısında da izleyiciler vardı.
15 metre ötedeki izleyici bölümüyle konuşmak olanaksızdı. Ancak yüksek sesle bağırarak bir şeyler söylenebilirdi. Eskiden de böyleydi ama, güvenlik görevlileri daha az olduğu için ses daha kolay ulaştırılabiliyordu.
İzleyici bölümündeki CHP milletvekillerine ve gazetecilere seslenip
teşekkür etmeden önce ilk, dışarısını sordum.
Şu bağırışlar birbirine karışıyordu:
“Bütün yollar kapalı, insanlar tarlalardan girmeye çalışıyor…”
“Her türlü engele karşın buraya ulaşmış binlerce insan var…”
“Merak etme, halk sizi yalnız bırakmadı…”
Onları tam olarak duymaya çalışırken bir yandan cezaevinin içinden cezaevi içindeki yargılama salonuna getirilişimizi, bir yandan buraya ulaşmak isteyenlerin çabalarını ve karşılaştıkları engelleri düşündüm.
Aklımdan geçen ilk cümle şu oldu:
“Bir işgal gücü olsa bizi bu kadar vahşi yargılamazdı...”
***
Hüküm öncesi son kez bulunduğumuz salondaki avukatlara, gazetecilere
dilim döndüğünce teşekkür ettim.
Milletvekillerimize de şu özlemle birlikte teşekkür ettim:
“Asıl olan iktidar, ötesi bize dar…”
Bu hedefle seslendiğim milletvekillerimizin adlarını okurla da paylaşmak istedim. Salonun o karmaşasında yapılan listeyi yeniden sıralama yapmaksızın aktarmayı borç biliyorum:
Engin Altay, Akif Hamzaçebi, Muharrem İnce, Candan Yüceer, Malik Ejder Özdemir, Veli Ağbaba, Rıza Yalçınkaya, Ercan Cengiz, Turgut Dibek, Emine Ülker Tarhan, Umut Oran, Bülent Tezcan, Bihlun Tamaylıgil, İlhan Cihaner, Ali İhsan Köktür,
Nur Serter, Namık Havutça, Gökhan Günaydın, Mehmet Kesimoğlu, Emre Köprülü, İzzet Çetin, Kemal Değirmendereli, Ali Haydar Öner, Tufan Köse, Özgür Özel, Alaattin Yüksel, Hülya Güven, Mustafa Moroğlu, Haluk Eyidoğan, Gürkut Acar,
Dilek Akagün Yılmaz, Şevki Kulkuloğlu, Birgül Ayman Güler, Refik Eryılmaz, Mehmet Ali Edipoğlu, Recep Gürkan, İsa Gök, Engin Özkoç, Mehmet Hilal Kaplan, Melda Onur, Aylin Nazlıaka, Aytuğ Atıcı, Oktay Ekşi, Süheyl Batum, Oğuz Oyan, Musa Çam, Orhan Düzgün, Kemal Ekinci, Ahmet Topbaş, İdris Yıldız,
Ali Özgündüz, Kadir Gökmen Öğüt, Aytun Çıray.
Hüküm sonrasını yarına bırakalım.
ÖYLEDİR!.. DÜŞMANIN YAPMADIĞINI HEM DOST YAPAR, HEM İNSANIN KENDİSİ…
Mustafa Balbay’ı ilk kez ziyaret ettiğimde, “ZAMANE AYDINLARINA ALEVİLİK DERSLERİ” adındaki yayınlanmamış kitabımdan dolayı yargılanıyordum. Mustafa Balbay’dan, bu “yayınlanmamış kitaptan dolayı yargılanmayı,” köşesinde ele almasını ya da gazete haber yapılmasını istiyordum.
Yargılanmaya 2002 yılında başlamıştım. Ankara’ya gittikçe, gazetelerin Ankara Temsilcileriyle, okul ve sınıf arkadışım olan gazeteci ve yazarlarla görüşüyor, davayı anlatıyor, haber yapılmasını umutsuzca bekliyordum.
Sabah ve Hürriyet’ten gelen haberciler ise; “yayınlanmamış bir kitaptan değil, hakaretten yargılandığımı keşfettiler” ve bu nedenle haber yapmadılar.
“Yayınlanmamış kitapın önsözü olan Sayın Kültür Bakanımız başlıklı mektuptan dolayı yargılanıyorum…” dememi Mustafa Balbay da duymadı… Kendisini ikinci kez ziyaret ettiğimde; “sen daha önce geldin… Senin davandan söz etmeyeceğimizi, haber yapmayacağımızı anlaman gerekirdi,” dedi ve kapıyı gösterdi.
Sözde devrim Kanunlarıyla Alevilik ve Dedelik yasaklanmıştı. Cumhuriyet Gazetesi de bu sözde Devrim Kanunlarının sözcüsüydü… Alevilik ve Dedeliğin yerine Alevilere; “artık Atatürk’ün İlke ve İnkılaplarındaki din anlayışını kabul edeceksiniz… Türkçe Ezan’la Camiye gidecek, Türkçe dualarla namaz kılacaksınız… Cem yapmayacaksınız… Dedeleri ya kovacak ya ihbar edeceksiniz…” denilmişti.
“Sen ne diye Alevilik üstüne kitap yazıyorsun?.. 1923 Aydınlanması size yetmiyor mu?.. Atatürk kim biliyor musun?.. Mehdiii!.. Mehdii…”
Cumhuriyet Gazetesinin anlayışı buydu!.. Mustafa Balbay’ın da bu… Bu anlayış bu kafayla, bu devrimlerle bu aydınlanmayla; Türkiye’de DÜNYANIN EN BÜYÜK HALİFELİK ÖRGÜTLERİ KURULMUŞ, DÜNYANIN EN BÜYÜK HALİFELERİ YETİŞTİRİLMİŞTİ…
Aynı dönemde İnönü Üniversitesi Rektörlüğüne seçilen Fatih Hilmioğlu, “PROTOKOL KOLTUĞUNDA FOTOĞRAF ÇEKTİRMEKTEN BAŞKA BİR SONUCU OLMAYAN KONFERANS VE PANELLERLE,” tamamen nafile bir uğraş veriyor, ama başörtülü kızlara üniversiteninin kapılarını kaparatak, sanki gerçek bir iş yapmış gibi görünüyordu.
Fatih Hilmioğlu’nunu düzenlediği konferans ve panellerde, Emekli Generaller yoksa, hemen hemen hiç izleyici olmuyordu. Özellikle panellerdeki profesör sayısı, çoğukez izleyicilerden daha fazla oluyordu. İzleyiciler, çoğukez hep aynı kişilerdi… Üniversitedeki birkaç ADD üyesi Profesör ve Öğretim Üyesi, ADD üyesi birkaç genç, birkaç Avukat, bazan da ben…
Ama, Emekli Generaller varsa; her zamanki demirbaş izleyiclerden başka; İlahiyatçılar, Fethullahçılar ve diğer Tarikatçılar da konferans ve panelleri izliyordu… Ve daima sözü misyonerlere, ev kiliselerine ve Aleviliğe getirerek soru soruyorlar, bu doğrultuda görüş bildiriyorlardı.
Bir keresinde Çetin Doğan ve Şener Eruygur nefes nefese; “Avrupa Birliği, Türkiye’yi bölmek için Alevilere azınlık hakları tanınmasını istiyor,” deyince; İlahiyatçılardan, Fethullahçılardan ve diğer Tarikatçılardan uzun bir zaman alkışlandılar…
Siyasette zayıf düşmeye gelmez… Akıldan, fikirden yana zayıf düşmek ise zayıf düşmenin en kötüsüdür… Fatih Hilmioğlu’nu zayıflığın bu en kötü durumunda senelerce izledik!.. Ankara’dan İstanbul’dan getirttiği Profesör ve Generallerle konferans ve paneller düzenledi ve PROTOKOL KOLTUĞUNDA FOTOĞRAF ÇEKTİRDİ… Ama, o bunu aydınlanma sanacak kadar dünyadan, hayattan ve gerçekten kopmuştu.
Çetin Doğan ve Şener Eruygur da; “ALEVİLERE AZINLIK HAKLARI TANINIRSA TÜRKİYE BÖLÜNÜR!..” diyecek kadar dünyadan, hayattan ve gerçekten haberdardılar.
Mustafa Balbay, Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisiydi, gazeteci ve yazardı!.. Ama Türkiye’de dünyanın en büyük Halifelik Örgütlerinin kurulduğunu dünyanın en büyük Halifelerinin yetiştiğinin farkına varmayan Cumhuriyet’in gazeteciliği ve yazarlığı kaç kuruş ederdi?
Bu Protokol Koltuğunda Fotoğraf Çektirme siyasetinin sözde aydınlık bilgesi İlhan Selçuk ise; Cumhuriyet’te rakipsiz bir numara olmaktan başka bir şey düşünemezdi.
Protokol Koltuğunda Fotoğraf Çektirme Siyaseti’yle darbe yapmak, darbe planlamak ve özellikle örgüt kurmak asla mümkün değildir. Bu adamlarda darbe planlayacak, darbe yapacak, örgüt kuracak zeka var mıydı?.. Sanmıyorum… prtokol koltuğunda fotoğraf çektirirken, kafalarındaki soyut Türk milleti’nin, soyut Türk Gençliği’nin ayağa kalkmasından dem vururlar, bir takım martavallar atarlardı.
Bundan başka ne bir şey düşünürler, ne ellerinden bir şey gelirdi.
Bu nedenle; İlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Fatih Hilmioğlu ve Tuncay Özkan gibi kişilerin önce bir Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesine gönderilmesi ve Cezai Ehliyetlerinin olup olmadığına dair heyet raporu gerekirdi…