Patlak fren…
O üniversiteyi oraya, bunu buraya, ötekini şuraya bağladıkları, sadece bilimsel özerkliği ve akademiyi lime lime ettikleri yetmiyormuş gibi abuk sabuk birleştirmeler ve ayırmalar yapıyorlardı. O günlerde ülkenin ve hatta dünyanın en çok satan (Rahmetli Oğuz Aral’ın) Gırgır dergisinde (sanıyorum Latif Demirci’nin) bir karikatürünü hiç unutmam.
Prof. Doğramacı, kürsüde “Şu okulu şuraya, bu okulu buraya bağlıyoruz” diye konuşurken, biri gelip soruyor:
“Hocam Elektrik Fakültesi’ni ne yapalım?”
“Onu da fişe takın” diye yanıt veriyor.
Bugünkü duruma bakıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısı ile hem teknik hem de içerik olarak oynamadıkları bir tane kurum, bir tane organ, bir tane kuruluş ve mektep kaldı mı?
Tanımlar ve görevler öylesine karmakarışık hale geldi ki her sabah yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararları ile durum iyice içinden çıkılmaz hale geliyor.
Kimin ne ile ilgilendiği ve neyin çözümünün kimden bekleneceği de tam bir kaosa dönüşmüş halde.
Başında “Çokomelli Damat”ın bulunduğu kasa (siz Hazine diyebilirsiniz) zaten tamtakır olduğu için, artık nereye neyin harcandığı da sorgulanamadığından, tam bir “mevlam kayıra” iklimi oluştu.
En önemli harcama kalemleri olması gereken sağlık ve eğitim için nereden para bulunacağı merak konusu. O yüzden mesela, bu karmaşaya dikkat çekmek üzere Cem Yılmaz, “Aşıyı da Acun ya da Nusret bulur herhalde” diye okkalı bir espri patlatıverdi geçen gece Global’de Candaş Tolga Işık’ın programında.
Tableti belediyeler ya da hayır kurumları ve hatta Cumhurbaşkanı’nın “SİHA’cı damadı” dağıtıyor. Hale bakar mısınız?
FATİH tabletleri ne oldu? “İstanbul’u fethe gittiler. Telefonları da çekmiyor sanırım. Ulaşamıyoruz” esprisi yapsam, olupbitenlerden daha abuk bir espri mi olur? Bence olmaz.
Özetle: Patlamış frenle, delik deşik lastiklerle nereye kadar?
İşin şakası bir yana, devletin geldiği hale gülmekle ağlamak arasında gidip geliyorsak, durum vahim demektir. Hayırlar ola..
Şeytan ayetleri
Futbol dünyasında zaten hiçbir zaman durulmamış sular, bir anda bir tsunamiye dönüştü ve eski milli futbolcu ve deneyimli futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen’in zehir zemberek “solo” tiradı ile yeni bir boyut kazandı. İçinde bolca “siyaset-ticaret-hamaset” bulunan ve aslında çok fazla bilinmeyen konulardan ibaret olmayan bu ifşaata, ilk anda suçlananlar “mahkemede hesaplaşırız” yollu yanıtlar verseler de kimse fazla uzatmak yanlısı görünmüyor.
Nedeni de gayet basit.
Rıdvan Dilmen bu çıkışı yaparken, (kullandığı cümlelerden de ve konu başlıklarından da anlaşılacağı üzere) arkasına “Sayın Cumhurbaşkanımız”ı alarak ve muarızlarını “Ulan FETÖ’cü alçaklar-hainlerçapsızlar” (sözler ona ait) etiketi ile damgalarken çok akıllı bir strateji izledi. Yani. Bir bakıma şunu diyor, şu hesabı yapıyordu:
“Sıkıysa bu iddialara cevap verin bakalım. Karşımda saf tutarsanız, ya Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı tavır alıyorsunuz, ya da (aynı zamanda) FETÖ’cülüğünüz tescillenir” demeye getirdi.
Zaten, Türkiye böyle bir yer. Bugüne kadar “Konuşursam, kimse sokağa çıkamaz. Konuşacağım ve her şeyi açıklayacağım. Herkesin ipliğini tek tek pazara çıkaracağım…” tehdidini savuranların hemen hiçbiri bu dediğini yapmaz, yapamaz. İki gün sonra ağızlarına “görünmeyen bir el” tarafından fermuar çekiliverir ya da tırsarlar, korkarlar.
Rıdvan kardeşimiz, bu anlamda bu yola başvuranların en “delikanlısı” çıktı. Dediğini yapıp “takır takır” konuştu. Ama…
“Ama”sı şu:
Eğer, anlattıkları muktediri rahatsız edebilecek ve deyim yerindeyse “tersten çakmak” anlamına gelecek şeyler olsaydı, iktidarı rahatsız edecek, FETÖ’ye yüklenen değil de o alçaklar güruhunun işine gelebilecek şeyler olsaydı, bu kadar cesur davranabilir miydi? Çalıştığı medya kuruluşu (Doğuş-NTV) buna izin verir miydi? Cevabını siz verin.