Mabetsiz İslam olur mu?
Kâbe ve tarihte başına gelenler
İslam tarih yazımı, Kuran’da bazı ayetlerde geçen “esatir”, “usture” (geçmişlerin haberleri, öyküleri, efsane ve masalları)’yi, İbn Haldun’a (ö. 1406) gelinceye kadar tarih biliminin vazgeçilmez kaynağı olarak almamıştır. Tarih yazımının tarihsizliğinden dolayı, Kâbe’nin tarihsel süreci ile Kuran’daki tarihsiz usturesi, onun ne zaman yapımına başlandığı konusunda nesnel bir bilgi vermekten uzaktır. Kutsallık yarışı ile kurgusu çoğunlukla birbirine karışmıştır.
Şu halde, Mekke-Kâbe ikilisinden hangisi, diğerine kutsallık vermektedir? Eğer Mekke, İ.Ö. iki bin yıl kadar geriye gidiyorsa, yani, İbrahim ve İsmail dönemine uzanıyorsa Kâbe’den daha eski bir geçmişe sahip olur. Oysa Kâbe’ye ilişkin geç tarih, çoğunlukla mitolojik, kaynağı belli olmayan, haberlere, hadislere dayanılarak Âdem ve Havva ‘nın yaşadığı döneme ulaşmakta, Nuh Tufanı sırasında yerle bir olduğu bildirilmekte, sonra da İbrahim ve oğlu İsmail tarafından, Tufan’dan sonra kalan izi üzerinde yeniden inşa edildiği söylenmektedir. Son iddia Kuran’daki andığımız ayetlerce ileri sürülmekte; daha öncesine ait herhangi bir bilgi verilmemektedir. Ne ki Kuran bu bilgileri bilim olan tarihin nesnel verileri olarak değil, “usture” ya da “esatir” kipiyle sunmaktadır. Ustureyi tarihsiz tarih ya da yalnız kayıt-dışı tarihtir; kurgusaldır, bilimsel tarihsel kayıt içermez. Kâbe-Mekke ikilisinin kutsallık tarihi, hiç olmazsa bu usturelerle at başı gider. Mekke’yi kutsamak için Kâbe’ye ilişkin esatir (söylenceler), Kabe’yi kutsamak için de Mekke’ye ilişkin esatir koşut düzlemde seyreder.
Kuran’ın, kendisine ve Hz. Muhammed’in elçilikle görevlendirilmesine karşı inançsızların, tarihsel ve ussal nesnel kanıtlara dayanmadığı gerekçesiyle çoğu zaman “esatir” nev’inden suçlamalarını yadırgamasına karşın, M.S. 819’da ölen ilk soybilimci ve tarihçi İbnu’l-Kelbi4 ve yine MS 858’de ölen ilk İslam tarihçilerinden Ebu’l-Velid el-Ezraki, Kâbe-Mekke kutsallığını aynı yöntemle tarihsel olarak kurgulamaktan çekinmezler: “Aziz ve celil olan Allah gökleri ve yeri yaratmadan kırk yıl önce Kâbe su üzerinde bir köpük halinde bulunuyordu. İşte yeryüzü o köpükten döşenmiştir……Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan önce arş su üzerinde bulunuyordu. Arş su üzerinde iken Allah şiddetle esen bir rüzgâr gönderdi. Rüzgâr suyu çalkalayarak şimdiki Beytullah’ın bulunduğu yerde kubbe biçiminde yumuşak bir taş meydana çıkardı. Allah bütün yerleri o taşın altından döşedi. O taş uzadıkça uzadı. Yeryüzünü dağlarla sabitledi. İlk dağ Ebu Kubeys dağıdır. Mekke’ye bu nedenle “Ummu’l-Kura” (Şehirlerin Anası) denilmiştir.
Benzeri anlatılar, burada anılan ve anılmayan pek çok İslam tarihleri kaynaklarında birkaç sözcük farklılığı dışında yinelenir.
Şu halde Kâbe-Mekke ikilisi, kutsallık-esatir süreci açısından birbirine koşut önemi taşırlar. Ancak esatir ya da tarihsel sürecin bazı noktalarındaki somut veriler, tümüyle İslam tarihçiliği ve Kuran’da geçen ifadeler değildir. Başka deyişle, Tevrat ve Hıristiyan kaynaklarının da en az diğer iki kaynak kadar bu konuda belirleyici ustureleri vardır. Bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama vurgulamalıyım ki, genel İslam Tarihi’nde İsrailiyat (Yahudi inanç, ibadet, yaşam biçimi, kültür ve gelenekleri) etkili olmuştur. Bu etki Kabe tarihini içine alır. Ancak İslam tarihçiliğinin Kabe konusundaki kopuk nakil zincirini İsrailiyata bağlamak da fazla iddialı bir yargı olur.
Şimdi Kâbe’nin başına gelenlere bakalım:
Kabe, İslam öncesi kayıtlı tarihsel dönemlerde, örneğin M.S. 300-500’lü yıllarda Huzaa ve Cürhüm kabileleri arasında sürekli rant ve çıkar merkezi olarak görüldüğünden, kezlerce yıkılıp yapılmıştır.
İlk tarihsel saptamalara bakılırsa, Habeş Kralının komutanlarından Ebrehe M.S. 525’lerde Kâbe’ye saldırmış ancak yenilmiştir. Fil Suresi (1-5) dışında, kime, nasıl yenildiği İslam tarihi kaynaklarında geçmez.
Haçlıların 1099’da Kudüs’ü ele geçirmeleri ve 1118’de kurulan gizli bir tarikata bağlı Tapınak Şövalyelerinin hemen arkasından Süleyman tapınağının bulunduğu yere yerleşmeleriyle Kâbe Hıristiyanların saldırısına uğramıştır. Hatta Prens Renaud, Hz. Muhammed’in naşını çalmaya bile girişmiştir.5
15. yüzyılda Portekizliler yine Mekke’yi ve Kâbe’yi işgale yeltenmişler, aynı yüzyılda Vasco da Gama Müslüman hacıları ateşe vermiştir.
Kâbe, yalnız gayri Müslimlerin değil, kutsal saymalarına karşın, Müslümanların da saldırı ve tecavüzlerine uğramıştır.
“Emevi halifeliğini tanımayarak 683’de ayaklanan ve kendi halifeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr Mekke’yi isyan hareketinin merkezi yapmıştır. Daha sonra Abbasilere karşı ayaklanan Ali evladından Muhammed en-Nefsu’z-Zekiye’nin isyan yeri olarak Hicaz’ı (Mekke ve Medine) seçmesi ve 786’da ayaklanan yine aynı soydan Hüseyin b. Ali’nin Hz. Muhammed’in türbesinin önünde isyanını bildirmesi, Müslümanların Kâbe ve Harem-i Şerife saldırmalarına dair örneklerdendir. Sünni Abbasi halifeleri ile Bâtıni-Şii Fatımi halifeleri Mekke ve Medine üzerinde sürekli çekişmişlerdir.”6
Yine Yezid b. Muaviye (ö.683), Ehl-i Beyt’e karşı baskıcı bir politika izlemiş ve Mekke’ye mancınıklarla saldırmış, Kâbe’yi yakıp yıkmıştır. Vahhabiler de 18. Yüzyılda Mekke ve Kâbe’yi işgal etmişlerdir. Osmanlılar, 1818’de Vahhabilerin elebaşlarını idam ettirmiştir. Müslümanların Kâbe’yi işgal girişimlerinin son halkası, Suudi Arabistanlı Vahhabi eylemci Cuhayman Uteybi ve arkadaşlarının 1979 yılında gerçekleştirdikleri iki haftalık Mescid-i Haram baskınıdır. Bu baskın, Fransız jandarmasının yardımıyla etkisiz hale getirilmiştir.7
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mekke ve Kâbe’nin tarihi, yalnız Kuran ve İslam tarihçiliğine bağlı olarak anlaşılamaz. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki tarihsel, teolojik ve kültürel bağlar nesnel ölçütlerle analiz edildiğinde, bu iki “kutsal”ın hem gerçek tarihi, hem de kutsallıkları etrafında örülen ustureler aydınlığa kavuşacaktır.
Şurası bir gerçektir ki, nerdeyse bütün Müslümanlar Kâbe’yi, “yeryüzünde kurulan ilk kutsal yapı” , “kutsal mabet” olarak görseler de Kuran “Mekke’de insanlar için kurulan ilk ev” olarak görmektedir. Bunun anlamı, Kâbe kutsal bir mabet değil, Tanrı adına yapıldığı belirtilen sembolik bir insanlar için kurulan ilk evdir. Oysa Yahudilikte Süleyman Mabedi, adı üstünde mabet olduğu için kutsaldır. Buna göre, “Yahudiler Süleyman’ın mabedini dinsel kabul edip sonradan dünyevileştirmiş; Hıristiyanlar Kilise’yi önceden Tanrı’ya tahsis edip İsa’yı yanına vermişler; Müslümanlar da önceden insan için yapılan beyti sonradan Tanrı’ya tahsis etmişlerdir.
Kısaca söylemek gerekirse, Yahudiler ve Hıristiyanlar önceden dinsel olanı, sonradan dünyevileştirmişler; Müslümanlar da önceden dünyevi olanı dinselleştirmişlerdir. Bu dinselleştirme, Kâbe-Mekke özdeşliğinde vücut bulmuştur. Ama Kâbe’nin yine Müslümanlar tarafından tarihte saldırılara uğramış olması, Halife Ömer’in, “Cahiliye dönemimizde savaşa giderken helvadan putlar yapardık. Savaş esnasında acıkınca da yerdik”, demesine benziyor.
Koronavirisü nedeniyle insanlık olarak birbirimizden yalıtılmış bir yaşama zorunlu olarak mahkûm olduğumuz bu günlerde, bütün dinlerin mabetleri, toplanma yerleri, dini ayin ve törenleri insansızlaşmış; cemaatsizleşmiş ve ıssızlaşmıştır. Doğal olarak İslam dünyasında ve ülkemizde camiler, mescitler ve Kâbe de insansızlaşmıştır.
İslam inanç ve geleneğinde insanlar eliyle yapılan ve kutsanan bir “mabet” kavramı yoktur. Camiler, mescitler ve Kâbe, mabet değildir. Sembolik anlamı olan toplanma yerleridir. Mabet kavramı asıl anlamını, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bulur.
Başka bir yazıda ayrıntılı ele alacak olsam da açıklayıcı birkaç noktaya daha değinmem gerekir: Her iki din de mabetsiz olamaz. Başka türlü söylersek, Yahudilik için Süleyman Mabedi ve onu temsilen Havra ve Sinagog, temsili figürlerin ötesinde, dini açıdan ontolojik değere sahiptir. Çünkü Yahudilikte Tanrı, ancak mabetlerde var ve etkindir. Tanrının varlığı ve etkinliği “mabet”le sınırlıdır. Kavim Tanrısına sahip olmanın doğal sonucu budur. Yalnız Yahudilere hizmet eden ve onlar için var olan, bütün insanları ötekileştiren bir tanrının ancak mabette anlamlı olabileceğini kestirmek zor değildir.
Aynı şey Hıristiyanlık için de geçerlidir. Hıristiyanlık Yahudiliğin doğal bir devamı olduğu için Kilise (Ecclesia) olmadan, değil dinden, tanrıdan bile söz edilemez. Kilise, Rab İsa’nın kutsal bedenini temsil eder. Kilise yoksa Hıristiyanlık da yoktur. O yüzden Hıristiyanlık için de mabet olarak kilise, olmazsa olmazdır. Kilise giderse din de gider.
Ancak Müslümanlar için durum böyle değildir. Aslında İslam dünyası anılan iki dine göre bu korona günlerinde daha şanslıdır. Neden? Çünkü İslam dini “mabet-bağımlı” bir din değildir. Cami, mescit, Kabe…hiç biri mabet değildir; semboliktir, zira tüm yeryüzü mescittir, mabettir. İslam dini ibadet ve ahlakı tüm yeryüzünü mabet sayarak evrensel bir insanlık tablosu çizmeye çalışır. Mabet-bağımlı bir olmadığı için, insansızlaşan bu yapılar, Müslümanlar için ne kutsalın yitimini, ne de tanrının yokluğunu gerektirir. Yani bu yapılar olmadan da İslam’da Tanrı vardır; o varsa ahlak ve insanlık; adalet ve dürüstlük vardır; iyilik tatile çıkmamıştır. Mabet içi ya da mabet dışı sınırlamaları olmadığı için de sorumluluk düşmemiştir.
Hacca, Umreye, camiye ya da mescide gitmemek ya da gidememek, hiç kimseyi dinden çıkarmaz; Allahsız-kitapsız hale getirmez. Allah ve Kitap, ellerimizle yapıp sonra da kutsallaştırdığımız bu binaların içine hapsolmuş değildir. Eğer İsrailiyat’a kapılarak mabede taparsak, mabetten uzaklaştığımızda her adaletsizlik, kötülük, hırsızlık, soysuzluk ve canilik mubah olur.
Korona belası, bilimsel bir olgudur ve bu sorunu ancak bilim çözebilir, diyorsanız, artık bu saatten sonra korona mücadelesi veren bilim insanlarına, doktorlarımıza, emekçilerimize, üreticilerimize, kolluk kuvvetlerimize ve insanlığa destek olalım; engel olmayalım. Korona din, dil, ırk, mevki, makam ayırmıyor; ama bizim acımadığımız canlılara, istismar edildiklerinde sessiz kaldığımız çocuklarımıza karşı çok adil davrandığı ortadadır.
Yok, eğer, Koronavirüs “ilahi bir uyarı ya da ceza” diyorsanız, olabilir; isteyen diyebilir, o halde hodri meydan, önce ülkemiz ve Türk milleti ve sonra da tüm yeryüzü sizden Allah rızası için
ahlak, adalet ve insanlık bekliyor, hem de kâinat genişliğinde…
“Bana bulaştıysa sana da bulaşsın” sözü, kendini mabet olarak pazarlamaktır, hem de Kâbe olarak… işte bu, ahlaksızlık ve insansızlıktır.