Cumhuriyet 14.08.2012
Kürt Sorunu, Dış Politikamız ve CHP
Prof. Dr. Hurşit GÜNEŞ
CHP Kocaeli Milletvekili
Hükümet bilmeli ki, Türkiye’nin güvenilir olması için müttefiklerinin her istediğini yapması gerekmez. Kimi zaman açıkça “bu konuda ulusal çıkarlarım nedeniyle yanınızda olamayacağım.” demesi yeterli olabilir. Asıl en yanlışı “yanınızdayım” deyip aksine davranması ya da daha sonra bunu telafi etmek için fütursuz bir payandalığa girişmesidir.
CHP’nin TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırması, gerek komşumuz Suriye’de
gerçekleşen son gelişmeler gerekse PKK’nin Şemdinli’de egemenlik kurmaya
kalkışmasını değerlendirmek açısından aslında son derece yerinde bir siyasal girişim. İktidar partisinin ve çoğu zaman onun uysal izleyicisi olarak kalmayı yeğleyen MHP’nin bu girişime katkıda bulunmaması ise hiç iyi olmadı. Türkiye’nin her türlü sorununun çözülme, en azından tartışılma zemini olan Parlamento, ağır bir darbe almış oldu. Özellikle ulusal sorunlarımızı Meclis çatısı altında tartışarak ve uzlaşarak çözemeyeceğimiz izlenimi doğmaya başladı ki, bu daha da endişe verici.
Meclis’teki anayasa uzlaşma süreci ve akil adamlar projeleri sanki suya düşürülüyor.
Dış ekonomik dengelerin gitgide kırılganlaştığı, Türkiye’nin AB’den uzaklaştığı
ve baskıcı bir rejime dönüştüğü görüntüsünün yanı sıra, şimdi bir de bölgesinde istikrarsızlık unsuru haline gelmesi hiç de iç açıcı değil. Bu anlamda CHP’ye
çok daha ağır yükler, sorumluluklar düşüyor.
PKK’nin Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ü kaçırması karşısında da CHP’nin ağırbaşlılığını koruyarak hükümeti sorumluluğa davet etmesi gerekiyor.
Sorun bölgesel Kürt sorunu (kimileri pek farkında olmasa da) giderek çözülmesi
daha zor bir hale geliyor ve bölgesel niteliği belirginleşiyor.
İşin en üzücü yanı, kimi Kürt kökenli yurttaşlarımız arasında devlete olan
gönül bağları zayıflıyor. Birçoğumuz kabul etmekte zorlansak, işi PKK’nin
silah dayatmasına bağlasak da (ki kısmen de öyle), sonuçta kafa karışıklığı
içinde olan ve liderliği İmralı’da gören bir toplumsal kesim gelişiyor.
Bu da çok vahim bir durum. Kürt sorununun temelinde elbette farklı etnik yapıda
olan yurttaşlarımızın anadillerini kullanabilme, kimliklerini yaşayabilme, kendilerini ifade edebilme gibi birçok demokratik eksik bulunuyor.
Kuşkusuz sosyokültürel haklar çok önemli. Ancak 25 yıl önce “Kürtçe televizyon
resmen TRT tarafından kurulacak” denseydi, inanamazdık. Sonunda oldu ama
pek de bir şey değişmedi.
Terör aynı hızıyla sürüyor. Açıkçası, Bingöl’ün Genç ilçesinin Çötele
Yaylası’ndan hiçbir ergen çoban “özgürce Kürtçe konuşamıyorum” diye
Kandil Dağı’na çıkmaz. O zaten Kürtçe konuşur.
Ne 1990’lı yıllardan bu yana sürdürülen silahlı mücadele, ne bölgeye yapılan
yatırım hamleleri ne de demokratikleşme açılımları terörün azalmasını sağladı.
Oysa neoliberal kesim Kürt kökenli yurttaşlara tanınacak demokratik gelişmelerin terörü durdurabileceğini savunuyordu. Terörün ilk belirdiği yıllarda askeri
gücümüzün bunu fazlasıyla bertaraf etme kapasitesinde olduğu tezinin de
(ki MHP hâlâ aynı çizgide) kısırlığı anlaşılmış oldu.
Her gün bir ya da birkaç askerimiz şehit düşüyor, yürekler parçalanıyor.
Kürt sorununu İrlanda ya da Bask örneğine benzetmek de ciddiyetle bağdaşmaz.
Bu sorun aslında 1990 yılında Saddam’ın Kuveyt’i işgali ile başka bir boyuta geçmiştir. ABD güçlerinin Irak’a askeri müdahalede bulunduğunda Irak’ı
(36. Paralel’den başlayarak) fiilen bölen bir bölge yarattığı göz ardı edilemez.
Bu bölünme, etnik farklılığa dayandırıldı ve o tarihten bu yana Türkiye’de terör, kendi sınırları dışında odaklandı ve yönetildi. Böylece dış güçlerin cirit attığı
bir hal aldı ve Saddam’ın tümüyle devrilmesine dek çok ciddi bir kuluçka dönemi olarak da sürdü.
Rahatsızlığın artan boyutu
Artık bugün Kuzey Irak’ta Kürt özerk bölgesi var ve bu gelişme karşısında
Türkiye’nin kendi sınırları içinde bir siyasal hareketliliğin olmaması düşünülemez. Benzer bir biçimde Kuzey Suriye’de Kürtlerin egemen olduğu bir bölge oluşuyor
ve bu oluşumun da ABD tarafından tasarlandığı görünüyor. Bu aşamada Türkiye’ye güvenceler verilebilir ama gerçek değişmeyecektir; cin şişeden çıkmıştır.
Haliyle Türkiye içindeki rahatsızlık daha da artacaktır.
ABD’nin bölgede izlediği politikayı yalnızca enerji kaynaklarına bağlamak da
doğru değildir. ABD bu coğrafyada İran ve İsrail parametreleri arasında denklem çözmeye çalışırken, Arap olmayan Müslüman ya da Arap olsa da Şii olmayan
(yani Sünni) unsurları aktive etmektedir.
1 Mart 2003 tezkeresiyle birlikte ABD içinde birçok kesim katında güven yitiren Türkiye, şimdi başta Suriye olmak üzere ABD’nin tüm stratejilerinde
koşulsuz destekle, bunu yeniden kazanmaya çalışıyor. Ama kimi zaman da bu, Türkiye’nin egemenliğini riske sokuyor.
Uzun vadeli ve gerçekçi olmayan bir dış politika kümesinin sonuçlarına katlanıyoruz.
Türkiye’nin içinde bulunduğu Kürt sorunu karşısında -ki bu aynı zamanda
terör olarak yaşanmaktadır- bu hükümetin kavraması gereken en önemli gerçek,
dış politikada çeşitli aktörlerle doğru ve güvenilir bir zeminde anlaşmaya çalışmaktır. Kürt sorunu yalnızca bir iç güvenlik sorunu olmadığı gibi,
sosyoekonomik yahut sosyokültürel ya da demokratik gelişmeyle ilgili de değildir.
Bunların hepsinin yanı sıra, sorunun temelinde bölgede yeni bir
siyasal tasarım yürümektedir ve Türkiye bu konuda gafil avlanmıştır.
Hükümet bilmeli ki, Türkiye’nin güvenilir olması için müttefiklerinin
her istediğini yapması gerekmez. Kimi zaman açıkça“ bu konuda ulusal çıkarlarım nedeniyle yanınızda olamayacağım” demesi yeterli olabilir. Asıl en yanlışı, “yanınızdayım” deyip aksine davranması ya da daha sonra bunu telafi etmek için fütursuz bir payandalığa girişmesidir.
Türkiye, bölgedeki gücünün bilincinde, müttefikleriyle net, güvenilir
ve uzun vadeli opsiyonları ortaya seren bir müzakereye girmedikçe;
kendi içindeki terör sorununu çözmede de yetersiz kalacaktır.
CHP’nin yıllardır hükümeti uyardığı en kritik nokta da budur.
Unutmayalım, aslında kendi içinde dengesini yitirmiş bir Türkiye
Batı için de bir kâbustur.