Mahut “kaçak göçmen-sığınmacı-mülteci” (adını ne koyarsanız koyun) sorunundan söz ediyorum. Gelin, birbirimizi yemeden, tabii ki o perişan (Evet, perişan. Siz hepsini ticarethane kurmuş milyonlar kazanan, Range Rover’larla gezen minik bir azınlık göçmen nüfustan mı sayıyorsunuz?) insanları da “yemeden” soğukkanlılıkla değerlendirip sorunun nereden kaynaklandığını ve çözümün ne olması gerektiğini masaya yatırıp öyle tartışalım. Sonra da gerekirse “yeriz” birbirimizi.
Bir kere, ortada kolektif bir hata olduğunu kabullenelim. Toplumsal meselelerin olumsuz etkileri de aynı bir takım oyununda (örneğin 11 kişilik bir ekiple oynanan futbol oyunu) olduğu gibi, oyunun ve organizasyonun tüm bileşenlerinin (yöneticisinden teknik direktörüne, malzemecisinden futbolcusuna kadar herkesin) yaptıkları tek tek hataların bileşimi ile galibiyet ya da yenilgi ve hatta hezimet gelir. Gol üstüne gol yersiniz.
Suriyeliler meselesinin kaynağı ne? Tabii ki o ülkede, emperyalist güçlerin doğrudan ve bölge ülkelerini (mesela Türkiye’yi) işin içine sokarak utanmazca müdahalesi değil mi?
Orada kanlı bir iç savaş çıkarıp her geçen gün, hatta dakika o yangının üzerine benzin dökerseniz, bu ülkede yaşayan zaten mutsuz ve umutsuz insanların göçüne zemin hazırlarsınız. Bunun üzerine bir de Türkiye’yi yönetenlerin iki büyük hatasını da ekleyin:
1. Oradan, Esad hükümeti muhalifi cihatçı düzensiz askeri unsurları eğitmek ve Esad’a karşı kullanmak üzere sorumsuzca kendi sınırlarımızı yolgeçen hanına dönüştürüp binlerce kişilik kafileler halinde istedikleri gibi geçmelerine izin vermek.
2. Bu göç dalgasının, sivil halkı da içerecek şekilde milyonlara ulaşmasına da göz yummak. Bunu yaparken de “E, ne yapsın zavallılar Esad zulmünden kaçıyorlar. Biz de öyle âlicenap bir devlet ve milletiz ki yapılacak tek şey kollarımızı açıp, onları alıp baştacı etmektir” (dini tarihe atıfla “Ensar”, yani mağdura kucak açan) demek. Bu kadar denetimsiz bir göç akınını başlattıktan sonra artık hiçbir çare kalmamıştır sorunun çözümü için.
Hani hep soruyoruz ya: “Asker, polis, bunların büyük kentlere kadar gelip bunca denetimsiz dolaşmalarına neden göz yumuyor?” diye… Zaten sınırı geçiren de aynı ülkenin, bu iktidarın askeri polisi değil mi? Nasıl ve neden soracak? Sorumsuzluğun ve ihanetin menşei bu tavır değil mi? Evet, ihanet diyorum. Daha ağırını yazamayacağım için. Çünkü bu bir milli güvenlik suçu, bir ağır ihanettir.
Kolektif hatalar dedik ya. Şimdi işin orasına gelelim. Bunca insan kentlerimize, kasabalarımıza denetimsiz biçimde geldiklerinde ilk işleri ne olmuştur? Doğal olarak, barınacak bir çatı altı, bir dam altı (ev, apartman dairesi, gecekondu vs.) bulmak. Sen, ben, bu ülkenin vatandaşı bir ev bulabilmek için bin bir türlü sınavdan (emlakçıdan başlayarak ev sahiplerine kadar) sorgudan denetimden geçerken bu insanlara (5- 6 milyon diyorum) bunca evi nasıl sattı ya da kiraladı?
Cevabı hepimiz biliyoruz: “Ben parama bakarım abi…”
İkinci olarak ne yapar insan? Bir iş arar. Peki, iş ararken hiçbir referans ya da geri plan araştırması yapmadan, “T.C. vatandaşının 10 TL’ye yapacağı işi (misal) 3 TL’ye yaptıran” her sektörde ve her seviyede, her çapta işyerinin sahipleri, bu insanlara yerleşik duruma geçebilmeleri için (aradaki o misal 7 TL’lik açgözlülük uğruna) en önemli hayat öpücüğünü sağlamış olmadılar mı?
Parası olanlar da büyük kentlerimizin her bir köşesinde, üstelik kendi dillerinde tabelalarını asıp “aslanlar gibi” kendi ticarethanelerini açmadılar mı? Yerel yönetimler de bunlara gereken izni sağladı mı, sağlamadı mı? Bunları yapabilen insanlar neden geri dönsün ki? Sonrası?.. Sonrası, büyük bir “geçmiş olsun”dur. Kimse kusura bakmasın. Hani yukarıda dedim ya “Takım oyununda tek tek her mevkide yapılan hatalar” hezimeti getirir.
Şimdi, biz (yukarıda anlattığım kolektif suçları işleyen ev sahibi, emlak sahibi, işveren tayfası da dahil olmak üzere) ne yapıyoruz?
Efendim, orada burada olay çıkarıyorlarmış da (biz çok kendi halinde mazbut bir milletizdir zaten. Aslında Fin ya da Norveç kökenliyiz de Türk zannediyorlar bizi), kentlerimizi kirletiyorlarmış da, her yere çöplerini atıyorlarmış da (caddelerimiz piknik yerlerimiz “bal dök yala” misalidir), kadına kıza sarkıyorlarmış da (asla görülmemiştir bizim ülkenin erkeğinin böyle huyları), kendi ülkelerinde savaş varken burada denize giriyorlarmış eğlenceler tertip ediyorlarmış (senin Almancın, senin İngiltere’ye, Hollanda’ya, Fransa’ya kaçak giden mülteci akrabaların, komşuların, dostların, hafta sonlarında gelip burada faşizme ve “AK zulme” karşı demokrasi mücadelesine omuz veriyorlar değil mi?)..
Geçiniz, hanımlar beyler. Sonuçla ve o “son düğme” ile uğraşmayı bırakın. Bolu Belediye Başkanı’nın aldığı ırkçı, ayrımcı, insan haklarına taban tabana zıt önlemleri (suyu, elektriği vb. daha pahalıya satmak) ve bu tür ortaçağ kafasına ait çıkışları saymıyorum bile.
Yapılacak tek şey vardır :
Sorunun müsebbibi olan bu iktidarı bir an önce değiştirip “yanlışı doğruya dönüştürme” sürecini bir an önce başlatmak. Yani, önce iktidarın 20 yıllık milyonlarca yanlışı, vebali ve suçlarını sandıkta ağır biçimde cezalandırıp yeni gelecek olan yönetime de bu anlamda görevler yüklemek ve bu görevlerin takipçisi olmak.
- Kaçak sığınmacı sorunu, gerçekten de ağır bir milli güvenlik sorunu haline gelmiş ve ülkeyi için için kemirmektedir. Birbirimizle ve bu mağdur insanlarla kavga ederek çözemeyiz bunu.
İktidar değişikliği… Hemen!