Alman Dışişleri Bakanının İncitici Sözleri
Onur Öymen
Almanya Dışişleri Bakanı, 2009 ile 2017 yılları arasında Sosyal Demokrat Parti SPD’nin Genel Başkanlığını yapan Sigmar Gabriel, 26 Aralık günü verdiği bir demeçte İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılmasını öngören Brexit sürecinin Türkiye ve Ukrayna için de örnek olacağını söylemiş.
Almanya’da Başbakan Angela Merkel’in ve başkanı olduğu Hıristiyan Demokrat Partisi Türkiye’nin AB üyeliğine daima karşı çıkmıştı. Ancak SPD’nin de bu çizgiye gelmiş olması çok düşündürücüdür. Gerçi SPD’nin eski Genel Başkanı ve Başbakan Helmut Schmidt’in Türkiye’nin üyeliğine karşı tutumu biliniyordu. Schmidt “Türkiye’ye adaylık süreci verilmesi hatadır. AB’nin geleceğinde ne olursa olsun AB içinde Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türkü Avrupa içinde dolaştıramayız,” demişti. Ancak, bu görüşler SPD’nin uzun vadeli politikasını yansıtmıyordu. Zira, aynı partiden seçilip Başbakan olan Gerhard Schröder Türkiye’nin AB üyeliğini açıkça desteklemiş ve O’nun bu yaklaşımının da katkısıyla Türkiye üyelik sürecine girmişti.
Şimdi Gabriel’in sözleri partinin yeniden Helmut Schmidt’in politikasına döndüğü anlamına gelmektedir. Ülkemize karşı bu haksız ve isabetsiz sözlere ilk karşı çıkması gereken, öteden beri SPD’yi kardeş parti sayan CHP olmalıdır. Bu gibi söylemlere karşı sessiz kalmak bu görüşleri içimize sindirebileceğimiz şeklinde yorumlanabilir. Türkiye Avrupa ile ikinci sınıf işbirliğini kabul edecek bir ülke değildir. 50 yılı aşkın zamandan beri hiçbir Türk Hükümeti ve hiçbir CHP yönetimi Almanya’nın ve onun bazı destekleyicilerinin önerdiği “imtiyazlı ortaklık” gibi çözümleri kabul etmemiştir.
Almanya’nın bu tutumu başka AB ülkelerini de etkilemektedir. Nitekim, Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz da aynı yönde bir demeç vererek “Bana göre, özellikle son yıllarda izlediği siyaset nedeniyle Türkiye’nin AB’de yeri yok,” demiştir. 2016 yılında, Avusturya’da altı siyasi parti Türkiye hakkında hazırladıkları ve Türkiye-AB müzakerelerinin askıya alınması çağrısında bulunan ortak bir bildiriye imza atmıştı. Bulgaristan Başbakanı Boyko Bortisov geçen hafta katıldığı bir televizyon programında “Türkiye’nin AB’ye üye olacağı konusunda ikiyüzlülüğü bırakalım. En iyisi oturalım ve Türkiye ile AB arasında özel bir anlaşma yapalım,” demişti.
Bu olumsuz yaklaşımlar Türkiye ile AB arasındaki üyelik sürecini olumsuz yönde etkilemektedir. Nitekim, üyelik müzakerelerine 2012’de başlayan Karadağ, 30 müzakere başlığını açmışken 2005 yılında üyelik sürecine başlayan Türkiye’nin bugüne kadar açtığı başlıklar 16’da kalmıştır. Son yıllarda da hiçbir yeni başlık açılmamıştır.
Türkiye’nin üyeliği 1963 yılında AB ile imzalanan Ankara Antlaşmasının 28. maddesinde ortak bir hedef olarak belirlenmiş, o tarihten bu yana bu madde tartışmaya açılmamıştı. Türkiye belirli hazırlık ve geçiş süreçlerinden sonra, AB üyeliğine katılma noktasına gelecekti. 2005 yılında başlayan müzakereler bu doğrultudaki beklentileri artırmıştı. Ancak, başta Alman hükümeti olmak üzere, Avrupa içinde benimsenen yeni yaklaşımlar bu süreci ciddi biçimde tehlikeye düşürmüştür.
Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve özgürlükler alanında yaşanan sıkıntılar, başka nedenlerle üyeliğimize engel olmak isteyenlere koz vermektedir. Aynı şekilde, Türkiye’yi AB üyeliğinden uzaklaştırmak isteyenlerin olumsuz tutumları Türkiye’yi Avrupa yerine Ortadoğu’ya sürükleme sonucu verebilecek gelişmelerin nedenleri arasındadır.
Bütün bu gelişmelerin ışığında, Türkiye’nin AB üyelik sürecini yeniden ve güçlü biçimde gündeme getirmesi, bu doğrultuda etkili girişimlerde bulunması ve üyeliğimize karşı olan çevrelerin eline koz vermemek için AB üyeliğinin temel koşulu olan demokrasiye, özgürlüklere ve insan haklarına uygun politikalar izlemesi öncelikli hedefimiz olmalıdır.
Bence bütün olumsuz koşullara rağmen, Türkiye’nin dış politikada Cumhuriyetin kuruluşundan beri benimsediği temel çizgiyi değiştirerek başka ufuklara savrulması doğru bir tercih olmaz. Batıdan gelen haksızlıklara karşı mücadele etmek başkadır, Batının demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi temel değerlerini benimsemeyen ülkelerle yapısal ortaklıklara yönelmek başkadır.
Atatürk, Kurtuluş Savaşında emperyalist devletlerin güdümündeki düşmanlarla savaştıktan salt üç yıl sonra, 9 Ekim 1925’de Ankara Hukuk Fakültesinin açılışında yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
- “Biz Batı medeniyetinin hukuk düzenini kabul edeceğiz…
Bu mücadelemizin asıl amaçlarından biri zayıf olanları zorbaların baskısından ve entrikacıların aleti olmaktan kurtarmak ve Batı uygarlığını kayıtsız şartsız kabul etmektir.”
Saygılar, sevgiler, 28.12.2017