Kurban olayım kalem tutan ellere

R. Bülend KırmacıR. Bülend KIRMACI

r.b.kirmaci@gmail.com

Kurban olayım kalem tutan ellere – Haber3 10 Ocak 2024
 

Bu gün10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü“.
İçimiz buruk, yüreğimiz yangın yeri; yine de ‘yazmak’ gerek…

Kalemleri dik tutmak, toplumu aydınlatmak, yaşadıkça değil, yazdıkça özgür olduğumuzu unutmamak gerek…

Gazeteci gerçeği arayandır, bir ömür emeğini alıp, halkın ayakları altına serendir…

Hasan Tahsin’dir; Bağımsızlık der;
Abdi İpekçi’dir Aydınlanmadan yanadır;
Çetin Emeç’tir Çağdaşlık bayrağını taşır;
Gazeteci: Uğur Mumcu’dur karanlıklarla savaşır;
Ahmet Taner Kışlalı’dır Devrimi anlatırken demokrasiyi anlatır;
Metin Göktepe’dir gazeteci, ekmeğine kan doğranır…

Dibine ışık vermeyen mum gibi erir gerçek gazeteciler…

Eğitimde eşitlik” der, kendi çocuğunu okutmakta güçlük çeker..
Sendika” der, bir sabah işsiz kalır..
Özgürlük” ister, mapushanede gün sayar…

Gazeteci, budur!

Gazeteci her işi yapamaz, onun yaptığı işi ise kolay kolay kimseler yapamaz.

Nihayet son sözüm şudur sevgili halkım:

Kurban olam kalem tutan Ellere” deyişiyle,
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü, tüm basın mensuplarına kutlu olsun.

Bir ülkede siyaset, ticaret, sanayi, eğitim ve tüm toplumun özgürlüğü, basın özgürlüğü kadardır.

O nedenle, basın halktan ve ulusal haklardan yana olmalı,
Ulus da, halk da, basın özgürlüğünün yanında durmalıdır…

Evet, kutlu olsun!
========================
Öbür yazıları
Türkiye’nin çözüm denklemi Sencer İmer’i anarken…

3’lü – 4’lü Bir Salgın İle Karşı Karşıyayız..

Dostlar,

Üst solunum yolu bulaşları (enfeksiyonları) son günlerde ülkemizde ve dünyada oldukça sıklaştı.

Öncelikle bu olgunun “mevsimsel” özelliğine dikkat çekmek isteriz.

Ancak bu yıl, bu aylarda önceki zamanlardan ayrışan, özen gerektiren durum ve sorunlar var.

1. Covit-19 bitmedi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) “tehdidin sürdüğü” uyarısını koruyor. Yeni varyant JN.1, Omicron’un yeni yavrularından diyelim. Epey yaygın, yer yer de baskın tür (örn. ABD).  Ülkemizde sorunun Epidemiyolojik boyutlarını bilmiyoruz. Sağlık Bakanlığı “her neden ise??!!” kamuoyuna hiçbir açıklama yapmıyor. Veri topladıklarını (sürveyans) sanmıyoruz ?? Covit-19’un gündemde bir sorun olması istenmiyor, olabildiğince halının altına süpürme politikası izleniyor. Aşı yok, test yok.. Bakan Koca, Kovit’in “Grip Benzeri Hastalık” a dönüştüğünü ve toplumsal yaşamın olağan koşullarda süreceğini söylüyor. Ancak DSÖ, Bakan Koca’yı doğrulamıyor. “Kovit-19, İnfluenza benzeri hastalığa dönüşmedi!” diyor.

2. RSV bulaşı (enfeksiyonu) yaygın : RSV, “Solunum yolu sinsityal virüsü” nün İngilizce kısaltması. Özellikle yuva, kreş ve anaokulu çağı çocukları arasında sık görülmekte. Eve taşınarak aile içi bulaşa yol açmakta. Oradan da başka insanlara… Toplum kökenli bir solunum yolu hastalığı. Birkaç hafta uzayabiliyor ve zatürre (pnömoni) yapabiliyor.

3. Grip / İnfluenza dalgası : Mevsimsel olarak her yıl Aralık-Şubat aylarında ivmeleniyor. Türkiye bu yıl da yeterli aşılama yap(a)madı. 4,5 milyon doz dışalım (ithal) yapıldı Sağlık Bakanlığı açıklamasına göre. En az gereksinim ise 65+ yaş tüm nüfus ve bu kitle TÜİK 2022 nüfus sayımına göre 9,9 milyon. 13 milyona vardığı vurgulanan sığınmacı – göçmen – yasa dışı kaçak nüfus bunun dışında. Türkiye çok kalabalık. Sokaklar, açık alanlar, parklar, toplu taşıma araçları da… Solunum yolu bulaşları rahatlıkla yayılabiliyor. Bakanlık, hala geç değil, grip aşıları için etkin olmalı, çağrı yapmalı ilgili kitlelere..

4. Mikoplazma bulaşları : Bu bir bakteri denebilir.. Akciğerlere inerek zatürre (pnömoni) yapıyor. 3-4 yılda bir yükselme görülüyor dünya genelinde. Bu döngüsel (periyodik) özelliği. Yaygınlaşınca doğal toplum bağışıklığı artıyor ve birkaç yıl seyreliyor. Kitlesel bağışıklık azalınca hastalık artışa geçiyor. Bu yıl artış dönemine denk geldi.

Kovit-19 salgını nedeniyle birkaç yıl sosyal yaşam çok / epey sınırlanınca, üstte anılan solunum yolu bulaşları sınırlı dolaşım yaptı. Toplum direnci – bağışıklığı düştü ve buna ikincil, bu kış tırmanma dalgası izliyoruz.

Genel olarak, aşı ile korunulabilir hastalıklarda küresel toplumda aşılanma oranları düştü.

Türkiye başta olmak üzere özellikle gelişmekte olan ülkelerde yoksulluk arttı.
Türkiye’de “yaman” bir ekonomik bunalım ve “yoksullaşTIRma” yaşanmakta.
On milyonlarca insanın beslenmesi, barınması, giyimi yetersiz.

  • Büyük kentlerde 1 daireyi çekirdek aile tutamıyor, ortaklaşılıyor : KOMÜNAL yaşam!

Bu durum da solunum yolu ve yakın temas bulaşları için ciddi risk etmeni.

13 ildeki ağır deprem yaraları sarılabilmiş değil.
Ülkenin siyasal kararsızlığı (istikrarsızlığı), artan politik baskılar, gerilim… insanlarda stres yaratıyor. Stres, bağışık sistemin en başat düşmanı ve genel direnç düşüyor, pek çok hastalığa insanlar açık duruma geliyor. Akut dönemde bu tür solunum yolları bulaşları ön düzlemde. Zaman içinde psiko-somatik hastalıklarda, kanserlerde, psikiyatrik bozukluklarda önemli – ciddi artışlar gözlenmesi olasıdır ve özenle izlenmeli, öngörülerimiz, planlarımız olmalıdır.

Sağlık Bakanlığınca ya da ilgili öbür merkezcil kamusal birimlerde bu tür senaryolara ilişkin ne gibi öngörüler var, bilmiyoruz. Doğrusunu isterseniz AKP=RTE iktidarından da beklemiyoruz!

Bu düşüncelerimizi, Cumhuriyet TV‘den Sayın İrem Karataş‘ın sorularını yanıtlayarak paylaştık süre elverdikçe. 02 Ocak 2024 günü FLASH Haber TV’de Sn. Şevin Ekinci ile de bu temayı işledik :

  • Yaygınlaşan Solunum Yolu Bulaşları.. 

http://ahmetsaltik.net/2024/01/06/yayginlasan-solunum-yolu-bulaslari/ 

****
Cumhuriyet TV konuşmamız için lütfen tıklayınız (yaklaşık 20 dk.)

https://x.com/cumhuriyetgzt/status/1744727156402618377?s=46&t=7sP9e5ewo6KUmkIWMR8Tyw

Klasik koru(n)ma önlemlerini uygulayalım.

Sevgi ve saygı ile. 10 Ocak 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Yargının yeni rolü; rejim, pardon, iktidar bekçiliği mi?

Ali D. UlusoyProf. Dr. Ali D. Ulusoy
-@t24.com.tr  10 Ocak 2024,
Yargının yeni rolü; rejim, pardon, iktidar bekçiliği mi? (t24.com.tr)

Yargının yeni rolü; rejim, pardon, iktidar bekçiliği mi?

Ülkenin “askerden brifing alan yargı”yı bile mumla arayacağı kimin aklına gelirdi!
Yargıtay 3. Ceza Dairesinin 5 üyesinin son Can Atalay kararında Anayasa’yı açıkça ihlal edip, AYM kararını tanımadığını ve yok farz ettiğini açıklaması üzerine, iktidar ortağı AKP ve MHP’nin genel başkanlarının buna açık destek vermesi durumu iyice netleştirdi.

Yüksek yargıda şu anda çoğunluğu oluşturan ve mevcut iktidara destek veren kesimlerin sanırım ülkemizdeki yargı erkine biçtikleri yeni rol, kararlarıyla iktidara siyasi destek vermek.

Yani siyasi iktidarın iktidarını korumaya devam etmesine yardımcı olmaya çalışmak.

Ya da iktidara karşı oluşabilecek etkili bir siyasi muhalefete engeller koymak.

Yargıtay’ın ilgili dairesi bunu son kararında –biraz da acemice– anayasal rejimi koruma kisvesi altında yapmaya çalışmış.

Yani şunu demeye uğraşmış:

  • “Ben AYM kararını tanımıyorum, ama sorun bakalım niye tanımıyorum?
    AYM, ülkenin bölünmez bütünlüğünün ve anayasal rejimin bekçisi olan Anayasa m.14’ü
    ihlal ettiği için, bu anayasal rejimi koruma misyonu adına AYM kararını tanımıyorum.
    Yoksa ülkenin rejimi çöker!
    AYM, Anayasa m.14’ü ve dolayısıyla anayasal rejimi koruyamadığı için iş başa düştü
    ve rejimi mecburen biz korumak zorunda kaldık!”

Yargıtay dairesinin ilgili son karar gerekçesinden benim anladığım bu ve eğer ileride olursa ve biz de görürsek, bu kararı veren Yargıtay üyeleri görevi kötüye kullanma suçundan yargılandıklarında, eminim bu mahiyette bir savunma yapacaklardır.

Brifingine giden yargıdan daha geri durum
Yargıtay dairesinin bu yaklaşımı, ister istemez akla meşhur 28 Şubat döneminde askerlerin brifingine giden yüksek yargıyı hatırlatıyor.

O dönemde üniversitelerde başörtüsünün (AS: Türbanın!) serbest olmasından ülkenin laik rejiminin tehlikeye girdiği sonucunu çıkaran askeri bürokrasinin organize ettiği (düzenlediği) brifinglere yüksek yargının çoğunluğu katılmıştı.

Yargıç brifinge gitmez, talimat almaz!” diyerek bu brifinglere katılmayı açıkça reddeden yargıç sayısı bir elin parmaklarını bile geçmemişti.

Sonrasında da anayasal laik rejimi korumak adına (AS: için), başörtüsü (AS: Türban!) yasakları, Refah ve Fazilet’in kapatılması ve AKP’li cumhurbaşkanı seçtirmemek adına (AS: için) verilen meşhur “367 Kararı” gibi evrensel hukuk devletine ve insan haklarına aykırı yargı kararları verilmişti. (AS: ????)

Böylece yargı erki, anayasal rejimi korumak adına (AS: için) hukuk devleti ve insan haklarını ihlal etmekten çekinmemişti. (AS: ????)

İşin ilginç hatta komik yanı, şimdiki iktidarın, Fethullahçılar‘ın ve ayrıca “yetmez ama evet“çi ütopik solcuların da desteğiyle geçirdiği 2010’daki Anayasa değişikliği ile yargının yapısını tümüyle dönüştürmesinin ana gerekçesi de, ülkeyi “brifing alan yargıdan” kurtarıp yargının bağımsızlığını ve yansızlığını sağlamak idi!

Gelinen noktada ise işin vahim (ürkünç) yanı, önceki brifing alan yargıdan bile daha geriye düşülmüş olması.

Yani ülkenin “askerden brifing alan yargı”yı bile mumla arayacağı kimin aklına gelirdi!

Tabii ki o dönemde yapılanlar da hukuk devleti ve insan hakları açısından doğru değildi.

Ama en azından yargının o dönemdeki motivasyonu, mevcut siyasal iktidarı korumacılık değil, anayasal rejimin en önemli sacayaklarından olan laikliği korumaktı.

Gerçi aslında laiklik öyle abartıldığı gibi tehlikede filan değildi. (AS: ???!!!) Reşit ve ergin üniversite öğrencilerine başörtüsü (AS: Türban!) serbest olunca tabii ki laiklik filan elden gitmez. (AS: Bu günlere nasıl geldik??)

Yani gerekçeleri abartılı ve hatalı idi. (AS: Bu günlere adım adım sürüklenmedik mi??)

Ama en azından, laik rejimi gerçekten tehlikede gören yüksek yargının verdiği bir anayasal rejimi koruma misyonu söz konusuydu.

Şimdiki durumda ise gerçekte anayasal rejim sorunu filan bile yok.

Gezi Parkı gösterileri gibi, siyasal iktidarın politikalarını beğenmedikleri için tümüyle anayasal hak ve özgürlüklerini kullanan yüzbinlerce kişinin barışçıl protesto gösterilerini düzenlemek suç da değil, teröre destek de değil.

On binlerce ve yüz binlerce kişinin katıldığı bir barışçıl gösteride küçük kimi marjinal kesimlerin şiddet eylemleri yapması gösterinin tümünü illegal duruma getirmez. Bu husus hukuken çok açık ve net. Çok sayıda AİHM ve Batı ülkeleri yüksek mahkeme içtihadı ile sabit.

Yargının görevi siyasi muhalefeti bastırmak mı?

Demeye çalıştığım şey şu:

Son krize sebep olan davanın konusu öyle anayasal rejim sorunu filan değil.

Ortada anayasal rejim sorunuyla bağlantı kurulabilecek ülke bütünlüğünü tehdit eden bir durum veya terörist bir organizasyon filan yok.

Sadece mevcut siyasi iktidarın ülke çapında yoğun biçimde protesto edildiği protestoların organize edilmesi var.

Bu da aslında suç olmadığı gibi, anayasal rejim sorunuyla da ilgisi yok.

O halde sorun, olsa olsa, mevcut siyasi iktidarı siyasi yönden rahatsız eden bir olaya vesile olmaktan ibaret.

Böyle bir sorun ise Yargı erkinin üzerine vazife alacağı bir konu değil.

O halde Yargıtay’ın ilgili Dairesi gibi yüksek yargının çoğunluğu, durumdan vazife çıkarıp, neden bu olayda hukuku bu kadar zorlamak hatta yok saymak pahasına müdahil oldu?

  • Neden yüksek yargı kendisine böyle bir siyasi iktidar destekçiliği ve korumacılığı
    misyonu biçti?

Yani konu, “askeri brifinge giden yargı” gibi anayasal rejim sorunu olsaydı, yine hatalı olurdu ama bir ölçüde anlaşılabilirdi.

Şimdiki yargının siyasi iktidar destekçiliği tavrının motivasyonunu da anlamak güç.

Kamuoyuna yansıdığı üzere, rezidanslarda avantajlı daire sahibi olma gibi “havuç”ların bu seviyelere gelmiş yargıçlar için motivasyon sebebi olacağını sanmam.
Daire başkanlığı, HSK üyelikleri gibi vaatler de bir yere kadar.

Aklıma tek gelen, bu yargıçların, bu tür kararlar vererek mevcut iktidara destekle
“memleketi kurtardıklarına” ideolojik bir beyin yıkama ile ikna edilmiş olmaları.

28 Şubat’taki gibi bunlara da “ikna odaları” kurulduysa bilemem!

Yalnızca “ülkeye yazık oluyor” diyebilirim.

Bir de, ileride olur da siyasi iktidar değişirse, ne durumlara düşeceklerini merak ediyorum.

Hukuksuzluğun sınırları

Rıza TürmenRıza Türmen
-@t24.com.tr Hukuksuzluğun sınırları (t24.com.tr)
08 Ocak 2024

Öyle anlaşılıyor ki Yargıtay, Gezi olaylarına ilişkin kendi önyargılarından farklı hiçbir mahkeme kararını tanımamakta kararlı. İster AİHM kararı olsun ister AYM kararı

  • Bu yazıyı yazmak bana utanç veriyor.

Hukuksuzlukta geldiğimiz nokta utanç, üzüntü duygusu uyandırıyor.
Ama aynı zamanda ürkütüyor.
Böylesine bir hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir ülkede her şey olabilir.

  • Hukuksuzluk tek adam rejimi ile birleşince, bu rejimde hukukun tek adamın kararları olduğu gerçeği daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor.

İçinde bulunduğumuz kriz, siyasal iktidarın Türkiye’yi demokrasizleştirme yolunda attığı önemli bir adım, bu sürecin yeni bir aşaması. Kriz iktidar tarafından iki yüksek mahkeme arasındaki yetki anlaşmazlığı olarak nitelendiriliyor. Oysa ortada bir yetki anlaşmazlığı yok.

İki Yüksek Mahkeme’nin yetkileri konusunda Anayasa çok açık.

Sorun, yetkisi olmadığı halde İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Anayasa Mahkemesi (AYM) kararını uygulamak yerine Yargıtay’a göndermesi, Yargıtay’ın da yetkisi olmadığı halde,
AYM kararını uygulamayacağını belirten iki karar almasından kaynaklanıyor.

Anayasa’nın 153. maddesi son derece açık.

Bu maddeye göre,

  • AYM kararları yasama, yürütme, yargı organları bakımından bağlayıcı.
    Uygulanmaları zorunlu. Bu hüküm AYM’nin bütün kararları için geçerli.

Yargıtay’ın Anayasa’nın bu hükmüne karşın AYM kararlarını uygulamamakta ısrar ederken iki argüman ileri sürüyor. Bunlardan birincisi Yargıtay, “153. madde kapsamında uygulanması gereken bir karar bulunmamaktadır.” diyor. Gerekçe olarak AYM’nin yetki sınırlarını aştığını ileri sürüyor. Böylelikle AYM’nin yetki sınırları Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından çiziliyor! Oysa, Anayasa 158. madde gereğince, AYM ile diğer mahkemeler arasındaki görev uyuşmazlıklarında AYM kararı esas alınır. Ayrıca, Anayasa’yı yorumlama yetkisi sadece AYM’ye ait.

İkinci argüman, Anayasa madde 154… Buna göre “Yargıtay adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir.” Buradan da anlaşılacağı gibi Yargıtay, “adliye mahkemelerince” verilen kararların son inceleme mercii. AYM bir adli yargı mahkemesi değil. Ayrıca, AYM’nin ihlal kararından sonra yapılacak yeniden yargılamalarda Yargıtay’ın doğrudan görevli olduğunu gösteren bir yasa hükmü yok.

  • Bu nedenlerle Yargıtay’ın AYM kararlarını inceleme yetkisi bulunmamakta.

TİP Milletvekili Can Atalay

AYM’nin incelemesiyle Yargıtay’ın incelemesi de farklı alanlara ilişkin. Avrupa Konseyi’ne üye 46 devletten büyük bir çoğunluğunda Anayasa Mahkemeleri’ne bireysel başvuru hakkı tanınmıştır.

Bireysel başvuru hakkı Yargıtay’ın ileri sürdüğünün tersine, yargılamaya müdahale etmez. Yargılamanın hukuka uygunluğunu incelemez.

AYM, yargı kararının Anayasa’da ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde öngörülen
temel hak ve özgürlükleri ihlal edip etmediğine bakar.

Dolayısıyla Yargıtay ve AYM’nin görev ve yetkileri farklıdır.

İkisi arasında hiyerarşik bir ilişki mevcut değildir.

Yargıtay’ın hukuka uygun gördüğü ve onadığı bir kararla ilgili olarak, AYM bir temel hak ve özgürlüğün ihlal edildiği sonucuna varabilir.

İki yüksek mahkemenin kararlarının bazan uyum içinde olmaması,
AYM’nin kararlarının uygulanmamasının gerekçesi olamaz.

Aynı sorun AİHM’in kararları için de geçerli. Osman Kavala ile ilgili Gezi davasında, AİHM suç delili olarak ileri sürülen olguların suç işlendiği konusunda makul bir şüphe dahi yaratamayacağı, bu nedenle Gezi ile ilgili verilecek bütün mahkûmiyet kararlarının hükümsüz olduğu ve Kavala’nın derhal tahliye edilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Yargıtay AİHM’in bu kararını uygulamayarak Kavala’nın cezasını onadı.

Öyle anlaşılıyor ki Yargıtay, Gezi olaylarına ilişkin kendi önyargılarından farklı hiçbir mahkeme kararını tanımamakta kararlı. İster AİHM kararı olsun ister AYM kararı.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bireysel başvuru hakkına ilişkin değerlendirmeleri çok eleştirilebilir nitelikte. AYM kararlarının bağlayıcılığı konusunda Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararında (s. 32) şu ifadeleri kullanmakta:

“… ihlali gidermekle yükümlü olan derece veya temyiz mahkemesi, somut olayın özelliklerine göre kural olarak takdir hakkını haiz olduğundan, yeniden yargılama sonucunda ilk kararın aynısını veya benzerini verebileceği gibi ilk kararın aksine de hüküm kurabilir.”

Ya da şöyle demekte (s.32) :

“AYM’nin … Anayasamız’ın 138/2 maddesine aykırı olacak şekilde ilk derece mahkemesine yol göstermenin çok ötesinde, ‘ yeniden yargılama yapıp durma kararı ver ve ilgili hükümlüyü tahliye et’ şeklinde adeta emir ve talimat verircesine karar verdiği husus da dikkat çekici bulunmuştur.”

Buna benzer görüşler AİHM kararlarının uygulamama gerekçesi olarak da ileri sürüldü.

Bu görüşlerde birkaç hususun düzeltilmesi gerekir.

a. AYM kararları, tıpkı AİHM kararları gibi bağlayıcıdır.
Uygulanmaları zorunludur.
Anayasa Madde 153 bu konuda hiçbir yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır.

b. AYM kararını uygulayacak olan derece mahkemesinin takdir yetkisi kararın uygulanıp uygulanmamasına değil, yöntemine ilişkindir. Ancak özgürlükten yoksun bırakılmalarla ilgili ihlallerde, kararı tek uygulama yolu kişinin tahliyesi olduğundan, takdir yetkisine yer yoktur.

c. Kararın uygulanmasının anlamı, yalnızca ihlale son vermek yani Can Atalay’ın tahliyesine karar vermek değildir. Bunun yanında ihlalden önceki halin iadesi gerekir.
Yani atılan suçun silinmesi gerekir.
Bu ise bir mahkeme kararına ihtiyaç gösterir.
AYM kararı derece mahkemesine bu amaçla gönderilmekte.
Zaten 6216 sayılı yasa da bunu öngörmekte.

d. AYM kararındaki ifadelerin amacı derece mahkemelerine talimat vermek değil, kararı uygulamak için ne yapılması gerektiğini belirterek derece mahkemesine yardım etmektir. AİHM de kararlarında aynı yolu izlemektedir.

Yargı kararlarının uygulanmamasının sonuçlarını AYM 21/12/2023 tarihli son kararında son derece iyi açıklamış. Yalnız bu ilkelerin, AİHM kararlarının AYM tarafından uygulanması bakımından da geçerli olduğu unutulmamalı.

AYM’ye bireysel başvuru hakkının iki işlevi var:

a. Her bireyin temel hak ve özgürlüklerinin korunması.

b. Anayasal düzenin korunması.

Ancak AYM kararlarının uygulanmaması bu iki işlevin de gerçekleşmesini önlemekte, bireysel başvuru hakkının kağıt üzerinde kalmasına yol açmakta.

  • Mahkeme kararlarının uygulanması hukuk devletinin dayandığı en önemli ögelerden.

Uygulanmayan yargı kararlarının hiçbir anlamı kalmaz.

  • Yargı kararlarının uygulanmadığı bir sistemde hukukun da hukuk devletinin de
    anlamı kalmaz. “Hukukilik” ilkesinin yerini “keyfilik ilkesi” alır.

Kararların uygulanmaması, mahkemeye erişim hakkını da anlamsızlaştırır.

Kararların uygulanması aynı zamanda adil yargılanma hakkının da bir parçasıdır.

Dolayısıyla kararların uygulanmaması, adil yargılanma hakkının da ihlaline yol açar.

Ayrıca, kararın uygulanmaması ihlalin devamına yol açar. Hukuka aykırı bir fiili durum yaratır.

AYM’nin kararlarının uygulanmaması, AİHM bakımından da sorun doğuracaktır.

Anayasa Mahkemesi kararının ilk derece mahkemesi tarafından uygulanmadığı başka bir dava olan Şahin Alpay davasında AİHM şöyle der:

  • “Başka bir mahkemenin AYM’nin bireysel başvurularla ilgili kesin ve bağlayıcı karar alma yetkisini sorgulaması hukuk devleti ve hukuk güvencesi ilkeleriyle bağdaşmaz.
  • Bu ilkeler keyfiliğe karşı koruma sağlanmasının köşe taşlarıdır.
  • AYM kararlarından sonra başvurunun tutukluluk halinin devam etmesi,
    AYM’ye bireysel başvuru yolunun etkililiği hakkında ciddi kuşkular doğurmaktadır.”

AYM kararlarının ilk kez Yargıtay’ın bir kararıyla uygulanmaması, AİHM nezdinde AYM’nin artık etkili bir iç hukuk yolu olarak görülmeyerek devreden çıkarılmasına yol açabilecektir.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararıyla sorun Can Atalay ya da milletvekillerinin dokunulmazlıkları sorunu olmaktan çıkmış, bireysel başvuru hakkının etkililiği sorununa dönüşmüştür.

Artık Türkiye’de yaşayan insanların temel hak ve özgürlüklerinin ihlali durumunda, ihlale son vermek ve uğranılan zararı gidermek amacıyla başvurulabilecekleri etkili bir yargı yolu yoktur.

  • Derece mahkemesinin ve Yargıtay’ın AYM kararlarını uygulamayı reddetmesi,
    85 milyon insanı devletin hak ihlalleri karşısında korumasız bırakmıştır.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin AYM kararlarını tanımamasının en vahim sonucu budur.

AYM kararının uygulanmamasının başka bir sonucu, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde bulabiliriz. Bildiri’nin giriş bölümünde şöyle denmekte:

  • “İnsanların tahakküm ve baskıya karşı son çare olarak isyana başvurmamaları için,
    insan haklarının hukuk devletin tarafından korunmasının önemli olduğunu.”

Yani insan hakları, hukuk devleti tarafından korunmadığı takdirde, insanların tahakküm ve baskıya karşı ayaklanmaları meşrudur. Bu direniş haklı bir direniştir.

Çünkü hukuk devletinin ortadan kalkmasıyla bireylerin temel hak ve özgürlükleri hukuk güvencesinden yoksun kalmıştır.

Egemenin keyfi kararlarıyla her muhalifin kapısı sabaha karşı polis tarafından çalınabilir.

Buna karşı sessiz kalmak, baskıyı, tahakkümü kabul etmek demektir.

Baskıya, tahakküme, keyfiliğe karşı itiraz yükseltmek ise ahlaki bir yükümlülüktür.

Hukuksuzluğa karşı ses çıkarılmaması durumunda hukuksuzluk sınırsız olur.
Nerede başlayıp nerede bittiği egemenin iradesine kalır.

Hukuksuzluğa karşı itiraz bir toplumsal muhalefete dönüşürse, o zaman hiç olmazsa hukuksuzluğun sınırları belirginleşir, öngörülebilir hale gelir.

Baskıcı yönetimler ve dirençli yargıçlar

Siyaset, 08.01.2024, BİRGÜN

 

Demokratik olmayan siyasal iktidarların, kararları nedeniyle yüksek mahkeme ve özellikle AYM yargıçlarına yönelik ölümle sonuçlanan tehdit ve baskıları yeni değil. Türkiye, bunların neresinde?

Önce, son 50 yılda Afrika-Asya ve Güney Amerika uygulamalarından bazı kesitler:

Uganda Devlet Başkanı İdi Amin, insan haklarını korumada biraz ileri gidince Yüksek Mahkeme Başkanı B.K.’yi 1972’de öldürttü.

Pakistan’da Yüksek Mahkeme yargıcı N.K.J, karmaşık siyasal sorunları gündeme getiren kararları nedeniyle 1992’de öldürüldü

1992 seçimleri sonrası, Senegal Anayasa Konseyi Başkan yardımcısı katledildi.

Guatemala’da 1994’te Başkan Serrano darbesinin Anayasa’ya aykırılığını teyit eden AYM’nin yeni başkanı öldürüldü.

Burundi 2005 Anayasası, iki kez adaylık olanağı tanıdığı halde CB’nin 3. kez adaylığının Anayasa’ya aykırılığı konusunda çoğunluk görüşünden ayrışan yargıç N., tehditler sonucu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Benin AYM üyeleri, 1996 seçimleri sonrası ölümle tehdit edildi; bazılarının konutları kurşunlandı.

Bolivya’da 2005’te başkan seçilen Morales, 2009’a kadar AYM ve üyelerini soruşturmalar,  istifalar, maaşlarını azaltma, sağlık gerekçeleriyle çekilmeler, siyasal tacizler, fiziksel tehditler yoluyla tasfiye etti.

Peru Yüksek Mahkemesi, 1968’de askeri yönetimce dağıtıldı.

Venezuela’da 1999’da Kurucu Meclis, Yüksek Mahkeme yargıçları dahil, çok sayıda kamu görevlisinin görevlerine son verdi.

Brezilya’da 2020’de J. Bolsonaro, Federal Yüksek Mahkeme’yi silahlı kuvvet göndermekle tehdit etti.

Pakistan’da 1977’de, sıkıyönetim yasasına karşı ve siyasal tutukluları serbest bırakmaya yönelik başvuruyu kabul edince General Ziya, kararname ile Yüksek Mahkeme Başkan M.Y.A’yı görevden alarak yerine kendisine sadık birini atadı. 2007’de Hükümet, İH korumasını yoğunlaştırması ve özelleştirme projelerine sınırlamalar getirmesi üzerine, Mahkeme Başkanı M.Ş.’ye görevini terk etme talimatı verdi.

1 Mayıs 2021’de Başkan N. Bukele yandaşlarının baskın olduğu Salvador Meclisi, Yüksek Mahkeme Anayasa Dairesi’nin bütün yargıçlarını görevden aldı; nedeni, 2020’de Devlet başkanının organize suçlara ve pandemiye karşı mücadeleye ilişkin kararlarının anayasaya aykırılığını saptaması.

Tayvan’da Parlamento, 2005’te AYM’nin yorumundan hoşnutsuzluk nedeniyle Anayasa yargıçlarının ödeneklerini sınırladı.

Rusya’da Yeltsin, 1992’de Komünist Parti kararı ardından AYM’nin makam aracını kaldırdı ve güvenlik hizmetine son verdi.

YA ‘YENİ’ (!) TÜRKİYE?

Avusturya (1945), İtalya (1948) ve Almanya (1949) ardından Avrupa modeli üzerinde 1961 Anayasası ile kurulan  AYM’ye yönelik çok yönlü, çapraz ve paralel  güncel baskılar, Türkiye’de ve  Dünya’da ilk.

Şöyle ki; Türkiye, Afrika-Asya ve Güney Amerika hattında yer alan değinilen ülkelerden iki yönden ayrılıyor:

• İkiyüz yıllık çağdaşlaşma ve yüzyılı aşkın demokrasi deneyimi,

• Altmış yılı aşkın AYM deneyimi.

Ne var ki, son on yıldır ve özellikle 2017 kurgusu uygulamasında AYM’ye yönelik baskılar emsalsiz (benzersiz). Neden ve nasıl?

• Devlet başkanlığı/yürütme ve idare: ‘AYM kararlarına saygı duymuyorum’ ve ‘AYM kapatılsın’ hattında yürütülen kolektif kampanyada bilinçli, kararlı ve sürekli tehdit ve hedef göstermelerin çoğu, TCK’de öngörülen suçlar arasında.

• Yasama: Yürütme güdümündeki yasama çoğunluğu, Anayasa’ya aykırı yasaları oyalamakta duraksamadığı gibi AYM kararlarına aykırı uygulamaların aracı oldu.

• Yargıtay 3. Ceza Dairesi odaklı yargı direnmesi, ‘yasama-yürütme-idare himayesi’ altında. Dinin politikaya alet edilmesi gibi yargı da siyasal emellerin aracı durumuna getirildi.

Anayasal ve siyasal birikimi Afrika-Asya ve güney Amerika Devletleri ile karşılaştırılamayacak derecede ileride olan Türkiye’de -oralardaki çoğu geçici kalan baskı uygulamalarının çok ötesine geçilerek-, ‘Cumhuriyetin Temel Organları’, AYM üzerinden “anayasal düzeni ortadan kaldırmak” için seferber edildi.

AMAÇ NE?

• İstanbul başta, yerel yönetimlere çökmek,

• İktidarı asla bırakmamak,

“Eşitlik, özgürlük ve yurttaşlık” eksenine dayanan dünyevi (seküler) hukuku ve toplumsal yapıyı tasfiye ederek, “şoven-mürit” ittifakı temelinde cemaatçi totalitarizmi inşa etmek.

Üç aşamalı yıkım hedefi karşısında, demokratik Cumhuriyet ereğinde toplumsal ve siyasal dayanışma ve –direnme hakkı dahil– eylem halkalarını örmek, her zamankinden daha yaşamsaldır.
========================================
Yazarın Son Yazıları

Milli Merkez Basın Açıklaması : Bu Meclis Yeni Anayasa Yapamaz

Milli Merkez Basın Açıklaması :
Bu Meclis Yeni Anayasa Yapamaz!

Değerli Dostlarımız,

AKP iktidara geldiğinden beri geçen 21 yılda sürekli olarak “yeni anayasa” yapılmasından söz etti. Son dönemde TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki mahkumiyet kararı üzerine AYM’nin iki kez vermiş olduğu “hak ihlâli” kararının uygulanmaması ve Yargıtay’ın AYM aleyhine sergilediği tavır paralelinde iktidar temsilcileri “yeni sivil anayasa” istemlerini yeniden ısıtmaya başlamışlardır.

Konu hakkında Milli Merkez‘in görüşlerini içeren Basın Açıklamasını bilgilerinize sunarım.

Saygılarımla,

Haluk DURAL
Milli Merkez Genel Sekreteri
***

MİLLİ MERKEZ BASIN AÇIKLAMASI :
BU MECLİS YENİ ANAYASA YAPAMAZ!

https://www.academia.edu/113162599/_01_09_Bu_Meclis_Yeni_Anayasa_Yapamaz_SON?fbclid=IwAR3l1ibO1eChKFMuRSusioPSve2gK-JVLWg47oTQMXXmkGDmHwgzkz9jyD0 
9 Ocak 2024

Geçtiğimiz 14 Mayıs 2023 günü yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili seçilen tutuklu Can Atalay’ın tutukluluk durumunun kaldırılması için Anayasa Mahkemesinin verdiği “hak ihlâli” kararına uymayan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin dosyayı Yargıtay’a göndermesi ve 3. Ceza Dairesinin hak ihlâli kararı veren AYM hakimleri hakkında suç duyurusunda bulunması üzerine ortaya çıkan yargıdaki kargaşayı fırsat bilen AKP iktidarı, yıllardır sürdürdüğü “yeni sivil anayasa” yapılması gerektiği istemini kamuoyunda yeniden tartışmaya açmıştır.

Geçmişte benzer durumlarda AYM kararları uygulanarak, tutuklu iken serbest bırakılarak Meclis’te yemin edip milletvekilliği yapmış örnekler ortadayken, Anayasanın 153. maddesinin “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir.” ve

  • “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”

hükümlerine, ayrıca Anayasanın 158. maddesinin “Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır.”  kesin hükmüne rağmen yargıda yaratılan kargaşanın halen devam ettirilmesi, kamuoyunun “yeni sivil anayasa” fikrine alıştırılması amaçlıdır.

Yürürlükteki Anayasaya göre yapılan meşru seçimlerle seçilen milletvekillerinin oluşturduğu TBMM “yeni anayasa” yapamaz !

Çünkü:

Milletvekilleri göreve başlarken Anayasanın 81. maddesine göre ettikleri yemini

  • Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” diyerek bitirirler.

Yeni anayasa yapmak, ettikleri yemini çiğnemek, kendi meşru milletvekilliklerini ortadan kaldırmak olup, Türk Ceza Yasasının 309. maddesinde tanımlanan

  • “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.
    hükmüne göre suç oluşturur.

Anayasanın 87. maddesinde tanımlanan Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri arasında “anayasa yapmak” yoktur.

Ayrıca, Anayasanın 6 ncı maddesinde ifade edildiği gibi;

  • Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.

Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.

Bu nedenle, yürürlükteki anayasaya göre seçilmiş bir organ olan Meclis, kaynağını Anayasadan almadığı için bir Devlet yetkisi kullanarak “yeni sivil anayasa” yapamaz.

Yirmi bir yıldır iktidarda olan AKP ve ona destek olan Cumhur İttifakı partileri neden “yeni sivil anayasa” yapmak ısrarını sürdürmektedirler?

Anayasada yapılmak istenenler hakkında basına yansıtılan görüşlerin bir kısmı;

– Başlangıç bölümünden Türk Milleti ibaresinin çıkartılması,

– 2 nci maddeden “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” ibaresi ve Anayasanın tümünden Atatürk isminin çıkartılması,

– 24 üncü madde son fıkrasındaki dinî duyguları sömürmenin suç olmaktan çıkartılması için son fıkrası Anayasadan çıkartılacaktır.

– 41 inci maddedeki ailenin korunması ile ilgili değişiklik yapılması,

– 42 inci maddedeki “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” hükmünün kaldırılması,

– 66ncı maddedeki Türk vatandaşlığı tanımını değiştirilmesi,

Anayasa Mahkemesinin yetkilerinin kısıtlanması,

– 174üncü maddedeki “İnkılâp kanunlarının korunması” maddesinin kaldırılması,

şeklinde olmakla beraber, -ki hepsinde doğruluk payı vardır- bütün bu istemlerin dışında konuşulmayan, hatta muhalefet partileri tarafından bile hiç gündeme getirilmeyen iki temel neden vardır:

1- Ortada dolaşan, Cumhurbaşkanı seçiminde 50+1’den vazgeçilerek, cumhurbaşkanı yine referandumla ama 40+1 ile veya Mecliste çoğunlukla seçilmelidir görüşü, “yapılacak ilk genel ve cumhurbaşkanlığı seçimine kadar AKP’nin oylarının düşeceği gerçeği karşısında R. Tayyip Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanı olmasının yolunu açmayı amaçlamaktadır” şeklinde yorumlanmaktadır.

Saklanan gerçek ise; şimdiki sistemle seçilecek bir başka kişinin, mevcut yetkilerini kullanarak, tek adam rejiminde bilerek zayıflatılıp, tahrip edilmiş olan adalet mekanizması, Türk Ordusunun yapısı, dışişleri, maliye ve milli eğitim gibi temel devlet kurumlarının yeniden milli çıkarlar doğrultusunda yapılandırılarak, dış ve iç tehditlere karşı devletin direncinin artması ihtimalinin önlenmesidir.

2-   Mesut Yılmaz’ın Dışişleri Bakanı olduğu 2 nci Özal Hükümeti döneminde Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı 1988 yılında imzalamış, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu 1991 yılında 3723 sayılı ve 12.04.1991 tarihli yasa ile TBMM tarafından onaylanmıştır (AS: hükümetçe onaylanma, TBMM’de yasa ile uygun bulunmuştur). Milleti tümüyle ayrıştırmaya yönelik bu yerelleşmeyi güçlendirip, millî devletin merkezî yapısını çözmeyi amaçlayan benzer hükümler içeren bu Sözleşme, anayasal dayanağı olmadığı için bugüne kadar yürürlüğe girmemiştir. Devletimizi kuran CHP ise maalesef, üniter (tekil) yapımızı parçalayacak olan bu Sözleşmenin tümünü onaylayacağını ilan etmiştir.

BM İkiz Yasaları da denen Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi Anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca 4.06.2003 tarihinde 4867 ve 4868 sayılı yasalarla kabul edilip, yürürlüğe girmiştir. Bu iki Sözleşmenin birinci maddeleri aynıdır ve “halklara kendi kaderini tayin hakkı” tanımaktadır.

Bu üç Sözleşme yürürlüğe girdiklerinden beri uygulamaya sokulamamaktadır. Çünkü Anayasamızın 3 üncü maddesinin birinci fıkrası

  • “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” hükmüne göre;

–  Türkiye’de halklar yoktur Millet vardır, bu nedenle halklara kendi kaderlerini tayin hakkı verilmesi söz konusu değildir.

– Türkiye Devletinin ülkesi bölünemez bir bütündür, özerk bölgelere ayrılamaz.

– Türkiye Devleti tekil (üniter) bir devlettir, federasyonlara (AS: federal devletlere) bölünemez.

Anayasamızın değiştirilemez olan ilk üç maddesi, 4 üncü maddesi tarafından korunmaktadır:

MADDE 4- Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Ancak dikkat edilirse, 4 üncü madde kendisini korumamaktadır. Bu nedenle, yapılacak bir anayasa değişikliği ile 4 üncü madde iptal edilirse, korumasız kalacak ilk üç maddede istenen değişiklikler yapılabilecektir: (AS: 4. maddenin kaldırılması ilk 3 maddede dolaylı değiştirilme anlamına geleceğinden, 4. madde de ilk 3 madde gibi koruma altındadır.)

– Anayasanın 2 inci maddesinden lâiklik çıkartılacak, din devletine dönüşün yolu açılacaktır.

– Anayasanın 3 üncü maddesinin birinci fıkrası muhtemelen “Türkiye Devleti Türk ve Kürt halkları tarafından kurulmuş, resmî dilleri Türkçe ve Kürtçe olan federal bir devlettir.” şeklinde tanımlanarak, uygulamaya sokulacak Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı Sözleşmesi uyarınca Doğu ve Güneydoğu illerini kapsayacak şekilde ilan edilecek özerk bölgenin ardından, Kürt halkını temsil ettiğini iddia edecek bir siyasal parti tarafından Birleşmiş Milletlere Türkiye’den ayrılma talebiyle “kendi kaderini tayin hakkı” için BM gözetiminde bir referandum yapılması hakkında başvuru yapılabilecektir.

– Böylece, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi-BOP çerçevesinde kurmayı düşlediği Özgür Kürdistan için Türkiye’den istedikleri toprakların kopartılmasının hukuksal yolu açılacaktır.
***

Milli Merkez olarak, Devletimizin Anayasal düzeninde köklü değişiklikler yaparak, devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü yok edecek “yeni sivil anayasa” girişimine karşı cumhuriyet rejimimizin her koşulda korunmasının takipçisi olarak; muhalefet partileri, emek kuruluşları, demokratik kitle örgütleri ve en geniş halk kitleleri ile buluşma kararında olduğunu bir kez daha kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunarız.

MİLLÎ MERKEZ YÖNETİM / YÜRÜTME KURULU

LAİKLİK MECLİSİ Basın Toplantısı

Laiklik Meclisi sözcüsü Umut KURUÇ :

  • “LAİKLİK MECLİSİ, 3 MART’I LAİKLİK GÜNÜ OLARAK KUTLAMAYI KARAR ALTINA ALMIŞTIR”

https://ankahaber.net/haber/detay/umut_kuruc_laiklik_meclisi_3_marti_laiklik_gunu_olarak_kutlamayi_karar_altina_almistir_164978


07.01.2024 18:04

Dostlar,

Kurucularından biri olarak biz de Laiklik Mecllisi’nin dünkü (07.01.2024) basın toplantısına katıldık (UM:AG’da) ve bir konuşma yaptık.. (bu yazının sonunda)
***
Laiklik Meclisi, 3 Mart’ı Laiklik Günü olarak kutlama kararı aldığını duyurdu. Laiklik Meclisi adına açıklamayı yapan İlerici Kadınlar Derneği (İKD) Genel Başkanı Umut Kuruç,

  • Hilafet çağrıları münferit (tekil) değildir, bütünlüklü bir saldırının parçası olduğu bilinmelidir. Hilafetin meşrulaştırılması ve laikliğin ayaklar altına alınması kabul edilemez. Laiklik Meclisi, hilafetin ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırıldığı, Tevhidi Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu’nun çıkarıldığı 3 Mart 1924’ün 100’üncü yılında, 3 Mart’ı Laiklik Günü olarak kutlamayı karar altına almıştır.
  • Laiklik özgürlüktür.
  • Laiklik yurttaşlıktır.
  • Laiklik barıştır.
  • Yurttaş haklarıyla vardır. Eşit ve özgür bir toplumun yaşamı dönüştürme, değiştirme iradesinin temeli de laikliktir.
  • Yoksullukla çaresiz bırakılan toplumumuz, gericilikle teslim alınmak istenmektedir.
  • Ancak, ülkemizin ilerici birikimi bu saldırıyı dirençle püskürtecek, eşit ve özgür bir geleceği laiklik temelinde kuracak iradeye sahiptir.
  • Bu büyük tehlikeye karşı ülkenin ilerici birikimi ayağa kalkmalı ve safları sıklaştırmalıdır” dedi.

Laiklik karşıtı uygulamalara tepki olarak 25 Eylül’de (2023), 90 aydının imzasıyla kurulan Laiklik Meclisi, bugün Ankara’daki Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda (UM:AG) basın toplantısı düzenledi. Basın açıklamasını İKD Genel Başkanı Umut Kuruç okudu. Açıklamaya, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Em. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Dilek Gözütok, eski CHP Milletvekili Mustafa Gazalcı, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kurucu Genel Başkanı Murtaza Demir, Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Kurucu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ve Prof. Dr. Ahmet Saltık katıldı.

“KURDUKLARI BU GERİCİ İSTİBDAT REJİMİNİN ANAYASASINI YAPMAK İÇİN BÜTÜN BU SÜREÇLERİ HIZLANDIRIYORLAR”

Kuruç, şunları söyledi:

“Son dönemlerde, özellikle Mayıs 2023 genel seçimlerinden başlayarak gerici saldırıların arttığını, gerici kuşatmanın büyüdüğünü farklı alanlarda yaşıyoruz, görüyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) uygulaması dinci/gerici müfredat dayatması, kadınlara yönelik gerici hamlelerin, Medeni Kanun’a dönük saldırıların artması, hilafet çağrıları ve hilafet bayraklarıyla ülkenin meydanlarında boy gösteren gerici güruhlar, bütün bunlarla birlikte düşünülmesi gereken anayasa tartışmalarının siyasal iktidar tarafından daha güçlü bir biçimde gündeme getirilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Hatay Milletvekili Can Atalay‘a dönük olarak aldığı kararın bir başka yüksek yargı organı olması gereken Yargıtay tarafından tanınmaması bize şunu gösteriyor:

  • Kurdukları bu gerici istibdat rejiminin anayasasını yapmak için,
    bütün bu süreçleri hızlandırıyorlar.
  • Dolayısıyla laikliğin ve cumhuriyetin tümüyle tasfiyesi gibi büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız.

Laiklik Meclisi olarak biz 25 Eylül’de kuruluşumuzu ilan ettik. 8 Ekim’de eşitlik ve özgürlük için, laiklik bildirgemizi yayınladık. Ve yarın yayınlayacağımız ‘2023 Laiklik İhlalleri Raporu’nu Laiklik Meclisi İzleme Merkezi olarak hazırladık. Ancak bütün bu gelişmeleri göz önünde bulundurursak laiklik mücadelesinin ne denli yaşamsal olduğunu bir kez daha görüyoruz. Bu nedenle son gelişmelere ve saldırılara dönük olarak Laiklik Meclisi’nin görüşlerini sizlerle paylaşmak istedik.”

“KARŞI DEVRİM SÜRECİNİ CUMHURİYET’İN 100’ÜNCÜ YILINDA TAMAMLAMAYI
HEDEF 2023’ SLOGANIYLA İLAN ETMİŞ OLAN İKTİDAR TAKVİMİ TUTTURAMAMIŞTIR”

Laiklik Meclisi’nin açıklaması şöyle:

“Büyük tehlikeye karşı ülkenin ilerici birikimi ayağa kalkmalı ve safları sıklaştırmalıdır. Özellikle Mayıs 2023 seçimlerinden beri, siyasal iktidarın yeni rejimini tahkim etmek (pekiştirmek) üzere attığı adımlar hızlanmaktadır. Ülkemizin yönetsel, hukuksal ve toplumsal yapısını tümüyle değiştirme amacıyla atılan bu adımlarla toplumsal yaşamın güvencesi olan laiklik, ayaklar altına alınmakta hatta açık bir biçimde tasfiyesi hedeflenmektedir. Cumhuriyet’in bütün temel değerlerini tasfiye sürecinde son düzlüğe giren siyasal iktidar, ülkenin hemen hemen her alanında kriz başlıklarının da aktörü haline gelmiştir.

  • Karşı devrim sürecini Cumhuriyet’in 100’üncü yılında tamamlamayı ‘Hedef 2023’ sloganıyla ilan etmiş olan iktidarın yetkili ağızları, büyük yol kat etmiş olmalarına karşın,
    takvimi henüz tutturamamıştır.

2023 genel seçimlerinin öncesinde başlayarak sonrasında büyük bir telaşla yükselttikleri yeni anayasa tartışması ‘Türkiye Yüzyılı’ adıyla kuruluşunu tamamlamaya çalıştıkları rejimin temel ayağını inşa etme çabasıdır.

“HUKUKU DÖNÜŞTÜREREK SİYASAL ARAÇ DURUMUNA GETİREN İKTİDAR,
YENİ ANAYASAYLA LAİKLİĞİ VE CUMHURİYETİ TASFİYE ETMEYİ AMAÇLAMAKTADIR”

Bunun açık göstergesi son aylarda AYM’nin Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında verdiği hak ihlali kararlarının Yargıtay tarafından tanınmamasıyla tırmandırılan krizdir. Bu durum basitçe iki yargı kurumunun yorum farkı olarak değerlendirilemez. Siyasal iktidarın en yetkili ağzı tarafından krizin yeni bir anayasayla aşılabileceğinin söylenmesi bu durumun doğrudan yeni anayasa hamlesiyle bağlantılı olduğunu ortaya koymaktadır. 20 yılı aşkın süredir hukuku dönüştürerek bir siyasal araç durumuna getiren siyasal iktidar, yeni anayasayla laikliği ve cumhuriyeti tümüyle tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. Bu sürecin bir başka  ayağı da özellikle Medeni Kanun‘dur. Seçim öncesinde Milli Görüş’ün bir başka kolu olan Yeniden Refah Partisi (YRP) ile siyasal iktidarın imzaladığı ittifak protokolü bunu göstermektedir. Protokolde yer alan, ‘Aile bütünlüğünün korunması için mevcut yasalardaki aykırı hükümlerin ayıklanmasına, manevi değerlerimize aykırı fiillerin ve sapkınlıkların önlenmesine yönelik yasal düzenlemelere, süresiz nafaka konusundaki mağduriyetlerin giderilmesine ağırlık verilecektir’ ifadesi, hukuk birliğinin yaşama geçirilmesini sağlayan ve laik hukukun simgesi olan Medeni Kanun ile taban tabana zıttır. Bu protokol ve YRP‘nin geçtiğimiz aylarda TBMM’ye Türk Medeni Kanunu’nun 175. ve 176. maddelerinde değişikliğe gidilmesi, 176. maddenin sonuna da bir fıkra eklenmesi için sunduğu yasa teklifiyle Adalet Bakanlığı’nın 4-5 Ocak 2024 tarihlerinde İstanbul’da yaptığı Türk Medeni Kanun Çalıştayı’nın bütünlük içinde olduğunu görmek gerekir. Bununla laik hukukun temelinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir.

“GERİCİ MÜDAHALENİN EN YOĞUN OLDUĞU ALAN EĞİTİMDİR”

TBMM’nin Mayıs 2023 seçimleri sonrası bileşimindeki laiklik ve cumhuriyet karşıtı toplamın önemli bir kesiminin bu sürece olumlu yaklaştığı hepimizin bildiğidir. İktidar ve ortağı partiler bünyesinde veya onlarla ilişkili çok da uzak olmayan siyasal geçmişe sahip olan görece yenilerinin laiklik ve cumhuriyet konusundaki bildirimleri ortadadır. TBMM’deki yeni bir başka öge olan ve dinci terör örgütü bağlantısı bilinen HÜDAPAR‘ın varlığıyla cumhuriyet ve laiklik karşıtı, Anayasa’ya aykırı olan seçim bildirgesindeki ‘vesayetten ve ideolojiden arınmış, toplumun inanç değerleriyle örtüşen sivil bir anayasanın hazırlanması için çalışılacağı’ maddesi küçümsenmemelidir. Gerici müdahalenin en yoğun olduğu alan hepimizin bildiği gibi eğitimdir. 2013-2018 arasında MEB Müsteşarlığı yapan Yusuf Tekin’in MEB koltuğuna oturtulması rastlantı değildir. Karma eğitim karşıtlığını, tarikat-cemaat uzantılarıyla protokoller yapacağını saklama gereği bile duymayan Tekin, eğitimde 4 + 4 + 4 dayatmasının yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Tarikat/cemaatlerin okullara girmesi, imam-hatiplerin yaygınlaştırılması, okullara türbanın sokulması ve mescit zorunluluğu da yine Tekin’in müsteşarlığı dönemindedir.

“GELECEK KUŞAKLARIN DİNDAR ve KİNDAR NESİLLER OLARAK TESLİM ALINMASI
YENİ TÜRKİYE’ OLARAK NİTELENEN GERİCİ REJİMİN GÜÇLENDİRİLMESİNFDE
BÜYÜK ÖNEM TAŞIMAKTADIR”

Gelecek kuşakların dindar ve kindar nesiller olarak teslim alınması ‘Yeni Türkiye’ olarak nitelenen gerici rejimin tahkimatında büyük önem taşımaktadır. SiyasAL iktidarın seçim öncesi YRP ile yaptığı protokolde, eğitime dönük olarak yer alan ‘Milli Eğitim müfredatının milli ve manevi değerlerimize uygun duruma  getirilmesi ve gerekirse aykırı sözleşmeler dahil her türlü düzenlemelerin gözden geçirilmesi temin edilecektir’ maddesi asla gözden kaçırılmamalıdır. Dolayısıyla biat edecek kuşakların yaratılması için dayatılan ÇEDES, gerici yeni müfredat, tarikat ve cemaat uzantılarıyla yapılan protokoller bu bütünlük içinde düşünülmelidir. Birçok tarikat ve cemaatin içinden çıktığı gerici görüşün sahibi ve cumhuriyet düşmanlığıyla bilinen Said Nursi ile yine cumhuriyet düşmanı, aşiret ve hilafet yanlısı Şeyh Sait‘in kahramanlaştırılmaya çalışılması, adlarının meydanlara ve caddelere verilmesi cumhuriyetin ve laikliğin meşruluğuna karşı yapılan saldırıların parçasıdır.

“HİLAFET BAYRAKLARININ AÇILDIĞI ‘FİLİSTİN’E DESTEK’ KILIFIYLA YAPILAN
GERİCİ GÖVDE GÖSTERİSİ, HİLAFETÇİLİĞİ ve İRTİCAYI MEŞRULAŞTIRMA ÇABASIDIR”

Tesis edilmeye çalışılan rejimin gerici ve teokratik karakteri ortadadır. Üniforma üzerine sarık ve cübbe giyen komutandan sonra Harp Okullarında tarikatlar artık açıktan örgütlenmekte, ülkemizin meydanlarında hilafet bayrakları açılarak şeriat çağrıları yapılmaktadır.

AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın oğlunun Yüksek İstişare Kurulu Üyesi olduğu TÜGVA, Menzil cemaati uzantısı Semerkand Vakfı, çocuk istismarıyla anılan Ensar Vakfı gibi çok sayıda tarikat/cemaat uzantısı ve AKP yandaşı yapılanmanın yer aldığı Milli İrade Platformu‘nun çağrısıyla geçtiğimiz günlerde İstanbul’da düzenlenen ve bakanlarla AKP’li milletvekillerinin katıldığı yürüyüş-miting hilafet, şeriat ve irtica gösterisine dönüşmüştür. Merkezi Londra’da bulunan terör örgütü Hizb-ut Tahrir‘in de ‘Köklü Değişim’ adıyla katılarak sonrasında hilafet çağrısı yayınladığı ve hilafet bayraklarının açıldığı ‘Filistin’e destek’ kılıfıyla yapılan gerici gövde gösterisi, hilafetçiliği ve irticayı meşrulaştırma çabasıdır. Açılan hilafet bayraklarının El Kaide, El Nusra ve Taliban gibi cihatçı terör örgütlerinin siyasal simgesi olduğu hatırlanmalıdır.

“LAİKLİK MECLİSİ, 3 MART’I LAİKLİK GÜNÜ OLARAK KUTLAMAYI KARAR ALTINA ALMIŞTIR”

Bu gövde gösterisi Anayasa’ya, onun temel hükmü olan laikliğe aykırıdır ve açıkça saldırıdır. Buna karşı herhangi bir hukuksal işlem başlatılmaması, Türkiye’de yargının siyasetle bağını ve siyasal iktidarın yargı krizinden yararlanarak yeni anayasa hedefinin altında yatan temel olgunun laikliğin tasfiyesi olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Hilafet çağrıları münferit değildir, bütünlüklü bir saldırının parçası olduğu bilinmelidir. Hilafetin meşrulaştırılması ve laikliğin ayaklar altına alınması kabul edilemez. Laiklik Meclisi, hilafetin ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırıldığı, Tevhidi Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu’nun çıkarıldığı 3 Mart’ı 100’üncü yılında Laiklik Günü olarak kutlamayı karar altına almıştır.

Laiklik özgürlüktür.
Laiklik yurttaşlıktır.
Yurttaş haklarıyla vardır.
Eşit ve özgür bir toplumun hayatı dönüştürme, değiştirme iradesinin temeli de laikliktir.
Laikliğin tasfiyesi, önüne arkasına sıfatlar getirilerek aşındırılması,
bu iradeyi en hafif deyimiyle zedeler, zayıflatır, ortadan kaldırır.

“İLERİCİ, YURTSEVER BÜTÜN KİTLE ÖRGÜTLERİNİ ve YURTTAŞLARI
LAİKLİK MÜCADELESİNE ÇAĞIRIYORUZ”

Yoksullukla çaresiz bırakılan toplumumuz, gericilikle teslim alınmak istenmektedir.

Ancak, ülkemizin ilerici birikimi bu saldırıyı dirençle püskürtecek, eşit ve özgür bir geleceği laiklik temelinde kuracak iradeye sahiptir. Karşı karşıya olduğumuz tablo, laiklik mücadelesinin yaşamsal olduğunu göstermektedir. Bu büyük tehlikeye karşı ülkenin ilerici birikimi ayağa kalkmalı ve safları sıklaştırmalıdır.

  • Laiklik Meclisi olarak ilerici, yurtsever bütün kitle örgütlerini ve yurttaşları
    laiklik mücadelesine çağırıyoruz.

Bu gerici kuşatmaya alışmayalım. Eşit ve özgür bir ülke için, gelecek kuşakları için laiklik mücadelesini hep birlikte büyütelim.”
****

“EYLEMLERİMİZİ PLANLAMALIYIZ ARTIK”

Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Em. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Dilek Gözütok
şöyle konuştu :

  • “45 yıl devlet üniversitelerinde hizmet verdim. Hayatım laiklik mücadelesi vererek, özgürlük mücadelesi vererek ve bunun bedelini ödeyerek geçti. Şimdi artık dibe vurmuş yerdeyiz. Tabii ki mücadele edeceğiz, tabii ki bilgi temelli mücadelemiz olacak. Ben ülkenin her boyutta işgal altında olduğunu düşünüyorum. Askeriyle, polisiyle, içlerinde tabii temiz insanlarımız ve hayır diyenler var. Örneğin her ne kadar AYM’yi kendileri atadıysa da, içinden halen hukuk fışkıran azıcık insanlarımız çıkıyor, tabii ki var. Bence eylemlerimizi planlamalıyız artık. Tabii ki yazıyoruz, çiziyoruz. Bunlar okuduğunu anlamıyor mu? Anlıyor ama umursamıyor. Eylem planları yapmalıyız diye düşünüyorum.”

“YUSUF TEKİN GÖREVDEN HEMEN AYRILMALIDIR. BİR DAKİKA DURMADAN AYRILMALIDIR. KENDİSİ GİTMİYORSA GÖREVDEN ALINMALIDIR”

Eski CHP Milletvekili Mustafa Gazalcı, şu değerlendirmeyi yaptı:

“Tuzun koktuğu, çivinin çıktığı bir süreci yaşıyoruz. Devleti ve toplumu ayakta tutan hukuk, laiklik, ekonomi, bilimsel eğitim ayaklar altında. AYM kararları kimi çevrelerce tanınmıyor. Herkesi bağlayan Anayasa’yı Yargıtay’ın bir dairesi ‘Ben tanımıyorum’ diyor ısrarla ve buna da destekler geliyor. İşte bu ortamda, bu toz duman içinde çocuklarımızın barış için laik, bilimsel bir eğitim anlayışıyla yaptığımız uluslararası sözleşmelere uygun pozitif olarak yetiştirilmesi gerekirken, öyle bir Milli Eğitim Bakanı var ki, bunların hiçbirini hiçbirini tanımıyor ve bu Yusuf Tekin Anayasa’ya, yasalara aykırı olarak hem sözü hem eylemlerini ısrarla, inatla sürdürüyor. Görevden hemen ayrılmalıdır. Bir dakika durmadan ayrılmalıdır. Kendisi gitmiyorsa görevden alınmalıdır. Olmuyorsa, bizim burada yaptığımız gibi daha da etkin kamuoyu yaratılmalıdır. Çocuklarımız zehirlenmemelidir bu kişinin Milli Eğitim Bakanlığı’nda. ÇEDES saçmalığıyla hiçbir uzman niteliği olmayan imamları ve din görevlilerini okullarda görevlendirdi. 1926’da Mustafa Necati döneminde getirilen karma eğitimi tartışmaya açtı. Okul öncesinde bebelere mescit zorunluluğu getirildi. Cumhurbaşkanı, genel seçimlerden önce mülakatın kaldırılacağını söylemesine karşın, ‘Öğretmen alımlarında ben mülakatı sürdüreceğim’ dedi Yusuf Tekin. ‘Tarikatlarla işbirliği yapmaya, onlarla protokol imzalamaya devam edeceğim’ diyor. Örtülü biçimde laik ve bilimsel eğitim yapan bütün okulları suçluyor, karalıyor. Ben birçok Milli Eğitim Bakanıyla tanıştım. Hiç böylesine açıkça tarikatları, cemaatleri, dinsel eğitimi öven bir bakana rastlamadık. Bütün dünyada kabul edilen Evrim Kuramını çıkardılar, Yaradılışı soktular. Şimdi de dinsel birtakım ögeleri ağırlıklı olarak ortaya koyacaklar. 2013’te Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın açtığı kapatma davası, 10’a karşılık 1 oyla kapatma kararı verilmedi ama AKP’nin laiklik karşıtı bir parti olduğunu söyledi. Laiklik; toplumun, barışın, eğitimin, hukukun, ilerlemenin bir temelidir, bir yapısıdır. O kalktığı zaman altında kalırız, barış olmaz hiçbir alanda.”

“DAHA BÜYÜK BİR MÜCADELEYİ ÖRMELİYİZ”

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kurucu Genel Başkanı Murtaza Demir şunları söyledi:

“İnanın, iktidar sahipleri artık bizim bu söylemlerimize gülüyor. ‘Biz adını koymadık ama şu anda hilafeti yaşıyoruz zaten. Diktatörlüğün dibine kadar yaşıyoruz zaten. Hangi Atatürk devrimleri? Hangi laiklik? Hangi demokrasi? Anayasa orada, ben tanımam’ diyor. Ama artık bu söylemler, bu ezberler hiçbir değer ifade etmiyor yaşadıklarımız karşısında. Dolayısıyla daha büyük bir mücadeleyi örmeliyiz. Daha büyük bir mücadelenin altyapısını oluşturmalıyız. Bu çaba yeter mi? Gördüğümüz, içinde olduğumuz tehlike karşısında çok cılız kalır, söylemden ibaret kalır. Her şey bitmiş bitmiş gibi gözükse de bu toplumun önemli bir bölümünün, özellikle okuyan-yazan bölümünün hala bir derdi var ve ‘ne yapmalıyız’ı sorgulamaya çalışıyorlar. Madem biz Laiklik Meclisi olarak öne çıktık, o zaman bu ‘ne yapmalıyız’ diyen insanlara da bir yanıt verecek biçimde bir örgütlenmenin içine girmeliyiz.”

“TOPLUM, ‘BU İKTİDAR YENİ ANAYASA YAPAMAZ’ DEDİĞİ İÇİN,
YARGITAY ÜZERİNDEN KRİZ YARATARAK BUNU TOPLUMA MEŞRU GÖSTERİP
YENİ BİR ANAYASAYI TÜRKİYE DAYATMAK İSTİYORLAR”

Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Kurucu Başkanı Av. Ömer Faruk Eminağaoğlu
şöyle konuştu:

“Laiklik elbette cumhuriyet demek, Türkiye demek, Türkiye Cumhuriyeti demek, bağımsızlık demek, hak ve özgürlükler demek ve bunların hepsinin temeli demek. Laikliğe saldırı demek cumhuriyete, bağımsızlığa, hak ve özgürlüklere, Atatürk’e saldırı demek. Cumhuriyetin öncesindeki döneme de çok açıkça göz kırpmanın da ötesinde, eylem yapmak demek. Sanki bir Filistin mitingi adı altında bir eylemle karşı karşıya kaldık. 1 Ocak, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Yasa gereği hicri takvimden, miladi takvime bir devrim nedeniyle geçilmiş bir tarih. Hepimiz biliyoruz ki 1 Ocak’a İslamcı kesim mesafeli davranmanın ötesinde tepkili davranıyor. Filistin Mitingi adı altında özellikle 1 Ocak gününün seçilmesi üzerinde de durmak gerekiyor. Bu mitingde yer alan bir Hizb-ut Tahrir örgütü var. Bu terör örgütü bazı ülkelerde serbest, bazı ülkelerde yasak. Türkiye’de yasak; terör örgütü kabul edildiği için yasak, hilafet ve şeriat amacını taşıdığı için yasak. Filistin adı altında hilafet yürüyüşlerinin hilafet isteklerinin meşru gösterilmesinden başka hiçbir şey değil. Bugün eski AKP milletvekilleri, bakanları, meclis başkanları, Cumhurbaşkanının damatları ve oğlu hilafet istekli toplantıda yer alabiliyor. Bunu nasıl yorumlayabiliriz? Tehlikenin kat be kat arttığı şeklinde kuşkusuz.

Toplum, ‘Anayasa’ya bağlı olmayan bu iktidar yeni anayasa yapamaz’ dediği için, Yargıtay üzerinden bir kriz yaratarak bunu topluma meşru gösterip yeni bir anayasayı Türkiye’ye dayatmak istiyorlar. Bu, Türkiye’nin gericiliğe mahkum edilmesi olacak. Laiklik karşıtlığına mahkum edilmesi olacak. Bir anayasa değişikliği adı altında cumhuriyetin ortadan kaldırılması olacak. AYM kararları, dünya hukuk tarihinde ilk kez Türkiye’de bağlayıcı olarak görülmedi ve kabul edilmedi. O halde örgütlü bir mücadele, alanlarda bir mücadeleden hukuk ve demokrasi içinde bu mücadeleyi alanlara taşımaktan başka hiçbir çözüm kalmıyor.”

“TOPLUMSAL FELÇ TABLOSU YARATMAK ve
TOPLUMU TESLİM ALMAK HEDEFLENİYOR”

Prof. Dr. Ahmet Saltık, şunları dedi:

“Türkiye’de eğitim, rejim, yaşam, dinselleştirilmiyor; dincileştiriliyor. Dinselleştirmek belki bir siyasal tercih olabilir. Ancak dincileştiriliyor apaçık, hatta mezhepleştiriliyor. Laiklik Meclisi kurucularından Prof Saltık, sözlerini – uyarılarını şöyle sürdürdü :

  • Türkiye’nin bugün içine sürüklendiği tablo dış güdümlü.

Tümüyle son zamanlarda Türkiye’ye dönük saldırıların hem kapsam kazandığını, içerik kazandığını hem de çok yönlüleştiğini, şiddetinin de yoğunlaştığını görüyoruz. Burada siyaset bilimi açısından ulusun direncini kırmak, zayıflatmak, yormak, deyim yerindeyse bir politik felç, toplumsal felç tablosu yaratmak ve toplumu teslim almak hedefleniyor.

  • Umutları kırmak, siyasal paraliziye, siyasal kolektif paraliziye uğraşıyorlar.

Ana muhalefetin yapacağı 14 Ocak Mitingi’nde laikliğin de mutlaka en temel, ana temalardan biri olarak yeterince vurgulanmasını muhalefet partileriyle, başta CHP olmak üzere temas ederek sağlamaya çalışmayı öneriyorum.

Hatta bir adım öteye atarak Laiklik Meclisi adına bir konuşmacının da kürsüye çıkartılmasını önerelim.

Çok tartışılan bir konu da hilafet istemek, Türkiye’de halifelik veya bu tür yeşil birtakım simgeler açmak, Anayasa’nın 26. maddesindeki ifade özgürlüğü kapsamında mıdır? Söz konusu eylemler, “Anayasa askıdaysa”, “ASKIDA ANAYASA REJİMİNDE” ifade özgürlüğü kapsamında değildir. Eylemli bir kalkışmadır anayasal rejime karşı. Dolayısıyla apaçık TCK 309’un çiğnenmesi demektir.

  • Sivil itaatsizlik, TOPLUMAL DİRENME HAKKI meşru bir aşamaya gelmiştir.

Biz çocuklarımızı okula, ulusal bir eğitim alsın diye gönderiyoruz.
Ama siz iktidar olarak bu sözleşmeyi bozdunuz.
Bizim çocuklarımızın beynini haşat etmek, dinci militan yetiştirmek üzere kullanmaktasınız.

  • Öyleyse ben çocuklarımı okula göndermiyorum!

Türkiye, dünyada 4. ya da 5. sırada AYM’ye sahip olan bir ülkedir. Şimdi görüyoruz ki, AYM de devre dışı bırakılabiliyor.

Dolayısıyla siyasal kuram açısından, demokrasiyi koruyup kollamak bakımından yeni kurumlara, yeni rejimlere, yeni girişimlere gereksinim var.

  • Halkımızı, ulusumuzu yeniden, yüzyıl sonra bir başka post-modern Kurtuluş Savaşı’na çağıralım.”

========================================
2023 YILI LAİKLİK İHLALLERİ RAPORU DEĞERLENDİRMESİ ektedir..
2023 YILI LAİKLİK İHLALLERİ RAPORU DEĞERLENDİRMESİ

Eşit, Özgür Bir Ülke İçin Laiklik Bildirgesi

https://laiklikmeclisi.org/sayfa/est-ozgur-br-ulke-cn-laklk-bldrges

Hilafet ve ihanet

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
08 Ocak 2024, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti laik bir ülke olarak kurulmuştur. Bu yalnızca Türkiye’ye ait bir özellik değildir. Dünyadaki herhangi bir cumhuriyet kategorik olarak laik olmak zorundadır. Dünyada İran gibi, adında “cumhuriyet” olup aynı zamanda laik olmayan ülkeler olsa da, bu kavramsal bir çelişkidir ve bir aldatmacadır.

Çünkü cumhuriyet, halkın egemenliğine dayalı yönetim biçimidir. Laik olmayan ülkelerde halk değil, ruhban sınıfı ve dinsel kurumlar egemen olur.

  • Laikliğin olmadığı bir ülkede;
  • halife, şeyhülislam, ulema, tarikat, cemaat, imam, haham, papaz, papa, kardinal, patrik egemen olur.

Laikliğin olmadığı bir ülkede cumhuriyet ve demokrasi değil, teokrasi olur.

Halifelik makamı bu nedenle 1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla (AS: Yasayla) kaldırılmıştır.

Hilafet çağrısı yapmak,
cumhuriyeti yıkmakla ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanet etmekle özdeştir.

***
AKP iktidarı döneminde, halifelik düzeninin yeniden kurulması için 1925 yılında terör (AS: isyan!) eylemleri başlatan Şeyh Said’in adına bir dernek kuruldu ve Şeyh Said’in adı Diyarbakır’da bir meydana verildi. Geçtiğimiz yıl da Diyarbakır’da bir caddeye Şeyh Said’in adının verilmesi karara bağlandı.

1 Ocak 2024’te de, AKP destekçisi sözde sivil toplum örgütleri tarafından, Filistin’deki katliamlar bahane edilerek, sloganlarla ve pankartlarla hilafet çağrıları yapıldı, Arap alfabesiyle yazılıp dini söylemler içeren bayraklar açıldı.

Laik olmadığı gibi, laik olmadığı için de, ulusal/milli ve milliyetçi olmayan, aksine ümmetçi olan odaklar, bir kez daha, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete meydan okuyarak, emperyalizmin uşağı konumuna düştüler.

Türkiye’deki

  • hak ve özgürlüklerin, Türkiye’nin demokratik ve laik yapısına aykırılık oluşturamayacağı,
  • demokrasiye ve laikliğe aykırı örgütlenmelerin, hukuka aykırı olduğu,

anayasa tarafından ifade edildiği halde, sözde cumhuriyet savcıları, hilafetçi odaklar hakkında yasal işlem yapacaklarına, hilafetin ve saltanatın savcısı gibi davranmaya devam ettiler!
***
Bunun yerine, gösteri sırasında ortaya çıkan bir tartışmada göstericilerden birisine yumruk atan Ege Akersoy adlı bir üniversite öğrencisi tutuklandı; üniversite öğrencisine tokat atan Oğuzhan Toksun adlı kişi serbest bırakıldı; bu olay hakkında sosyal medyada paylaşım yapan gazeteci-yazar Fatih Altaylı hakkında soruşturma açıldı, kendisine yurt dışına çıkış yasağı getirildi ve adli denetim önlemi alındı.

Hukuka göre, en çok tutuksuz yargılama gerektiren bir darp olayı tutukluluğa dönüştürüldü; düşünceyi ifade kapsamında ele alınması gereken ve soruşturmadan ziyade, eleştiri konusu olabilecek olan bir sosyal medya paylaşımı, yurt dışı yasağı ve adli denetim uygulamasıyla sonuçlandı.

Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Muammer Aksoy 
gibi aydınlar hilafetçi, şeriatçı, köktendinci teröristler tarafından öldürüldüğünde
doğru dürüst sesini çıkarmayanlar, hilafet çağrısı yapılan gösteriye katılan birisinin
burnu kanayınca, insan hakları savunucusu oldular!

***
Eğitimi, siyaseti, devlette kadrolaşmayı dinselleştirerek; dinci yaşam biçimini herkese dayatarak; şeriatçı, hilafetçi, köktendinci odakların örgütlenmesini teşvik ederek, anayasanın 2., 14. ve 24. maddelerini çiğneyen AKP hükümetinin yolu, yol değildir!

  • Yapılan tüm araştırmalar, Türkiye’de halkın çoğunluğunun
    Atatürk’e, laikliğe ve cumhuriyete sahip çıktığını göstermektedir.

Atatürk’e, laikliğe ve cumhuriyete sahip çıkanları baskı altına almak,
Anayasaya aykırı olduğu gibi; halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmek,
Türkiye’yi bölmek ve parçalamak anlamına gelmektedir.

Emperyalizmin istediği de zaten budur!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Halil Çivi’den Kıssalar

ŞİİR KÖŞESİ..

 

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk Ozanı

 

Halil Çivi’den Kıssalar

1
Sakın unutma ey can
Can insana hediye.
Madem ki ölüm gerçek,
Bu hırs, bu kin ne diye?
2
Akıl özgür olmalı,
Fikirler hür olmalı,
Bilime akan ırmak
Dört mevsim gür olmalı.
3
Varırsan gönül köşküne,
Karşına Yaradan çıkar.
Erersen birlik sırrına,
İkilik aradan çıkar.
4
Haram, haksız kazançtır,
Alınteri çalmaktır.
Ahlakı yok sayarak,
Yoksulları yolmaktır.
5
Dinbazlık din satmaktır,
Dine hile katmaktır,
Cahilleri kandırıp,
Kazancını yutmaktır.
6
Haram zulüm demektir,
Yoksulu sömürmektir,
Allem kullem ederek,
Kul hakkını yemektir.
7
Yalan, siyaseti bozar,
İftira birliği çözer,
Birlik bağını çözenler,
Ulusuna mezar kazar.

Anayasal düzen mi, çeteleşme mi?

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 04.01.2024, BİRGÜN

 

AYM’nin 2. kez verdiği ihlal kararını uygulamak, Anayasal yükümlülük.

Aksi durumda Türkiye Cumhuriyeti, demokratik hukuk Devleti niteliklerinden (md.2) daha  çok uzaklaşacak. Sorun, AYM kararına uymama şeklinde bir Anayasa ihlali ile sınırlı kalmayacak, “anayasal düzenin bekası” sorununa dönüşecek.

Sorun, hukuk-demokrasi-siyaset üçgeninde şekilleniyor.

Önce hukuk:

ANAYASA’DAN DEĞİL ANAYASA İHLALİNDEN kaynaklandığı için sorun karmaşık değil.

Karşılaştırmalı anayasa yargısında AYM kararlarını uygulama sorunsalını aşmaya yönelik düzenlemeler de var. Kolombiya’da AYM’nin yetki ve yükümlülükleri, kararlarının icra aşamasını da kapsar. İspanya AYM’si, kararı uygulamayanların görevini askıya alma, doğrudan uygulama, akçasal yaptırım ve cezai sorumluluklarını gündeme getirme önlemlerinden birini alabilir.

Bizde ise, AYM’nin ihlal saptaması ve yapılması gerekenleri sıralayıp ilgili makamlara bildirmesi, ‘uyulması gereken anayasal emir’ niteliğinde (md.153).

Önceki kararının uygulanmasına ilişkin 21.12.23 tarihli AYM kararı, oybirliği ile verildi.

Uygulanması için hukuk yeterli, ama demokrasi de bunu gerekli kılıyor

Sonra demokrasi:

Yargıtay, seçimle belirlediği üç üye ile AYM’de güçlü biçimde temsil edilen bir kurum. 3. CD üyeleri de AYM üyeliğine seçilebilir.

Her iki yüksek yargı organı için demokratik meşruluk kaynağı, kurucu erk.

AYM ve Yargıtay, görev ve yetkilerini Anayasa’nın emredici ve yasaklayıcı  hükümleri çerçevesinde yerine getirir ve kullanır. Anayasa’da, bu konuda yetki karmaşası veya belirsizlik yok: AYM, 146-153 maddelerinde, Yargıtay ise madde 154’te düzenleniyor. İkisi arasında olası bir görev uyuşmazlığında AYM kararı esas alınır (md.158).

Yargıtay’ın son sözü söylemesi, ‘yasa kaydı’na bağlı (md.154) ve 6216 sayılı yasaya göre, insan hakları uyuşmazlığında bu yetki AYM’de. Ama AYM, hak ihlali mağduriyetini giderici bir karar veremez ise, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvuru, md.153’ü de göreceli kılar.

Yargıtay kararı yasa ile, AYM kararı ise Anayasa ile göreceli kılınıyor. Konu bu denli açık iken, eğer AYM kararı uygulanmıyorsa, sorunu siyasal açıdan da okuma gereği açık.

Anayasa yoluyla yapılmayan siyaset:

Afrika-Asya hattında birçok devlette AYM’ler, siyasilerin baskı ve tehditleriyle karşı karşıya kaldı. Kaba güç kullanımından Anayasa’nın iktidar için araçsallaştırılmasına uzanan yıldırı tarzları ve faillerin adları, karşılaştırmalı anayasa yargısı kitaplarına kara harflerle geçti.

Türkiye’de Avrupa modeli üzerinde 4. sırada  kurulan AYM, benzersiz çapraz baskılarla kuşatılmış durumda. Başlıca failler:

-Devlet yöneticisi ve temsilcileri; “anayasal kurumların düzenli ve uyumlu işleyişinden sorumlu” oldukları halde,

-Siyasiler; hukukun üstünlüğü andı içtikleri halde,

-Bürokratlar; yasaları uygulama yükümlülüklerine karşın,

-Yargı;  Anayasa’nın üstünlüğünün güvencesi olduğu halde.

Bilgi kirliliği eşliğinde Anayasa’nın üstünlüğünü ve demokratik meşruluğunu yadsıyarak  “yalancı-anayasacılık” tasarımı, amaç-araç ilişkisini ortaya koyuyor.

Yargıtay 3. CD üyelerinin, hukuk-demokrasi ve siyaset üçlüsü karşısında hukuk ve demokrasi yönünde karar vermesi kendileri için değil yalnızca, bugünkü ve gelecek kuşaklara karşı  hukuksal ve ahlaki sorumluluğudur.

Aksi durumda, dava konusu olayları değerlendirmede hukuksal ölçütlerin değil, siyasal saiklerin belirleyiciliği teyit edilmiş olur.

Siyasal saik, hukuk ve demokrasi yerine geçtiğinde; YARGI, para karşılığı yurttaşlık elde eden çetelere değil, Gezi’den Akbelen’e yurt için mücadele edenler üzerine sürülür; TCK 309, “anayasal düzen yıkıcıları”na değil, “anayasal düzen koruycuları”na uygulanır; “demokratik hukuk Devleti” yerini, “yabancı-yerli işbirliği çeteleşmeleri”ne bırakır. Çeteleşmenin, 2017 kurgusu keyfi yönetimde zemin bulduğunu asla göz ardı etmeksizin YARGI, “ırkçı-ümmetçi” çizgide anayasal düzene çok yönlü kalkışmanın aracı değil, önleyicisi olmaya yönelmeli.

2024, Anayasal düzen yılı olsun!
=======================================
Yazarın Son Yazıları