İliç’te ne oldu?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
19 Şubat 2024, Cumhuriyet

Erzincan’ın İliç ilçesinde yabancı ortaklı bir altın madeninde meydana gelen heyelan faciası, bir dizi uyarılar ve ihmaller zincirine indirgenebilecek bir olay değildir.

Toprağın neden ve nasıl kaydığı, daha önce bu konuda yapılan uyarıların neden dikkate alınmadığı, hazırlanan ÇED raporlarının bilimsel olup olmadığı, altın madeninin ve siyanürlü zehirli (AS: atık) su havuzunun, Anadolu ve Mezopotamya bölgesinin yaşam kaynağı olan Fırat Nehri’nin öncül kolu olan Karasu Nehri’nin dibine kurulmasına neden ve nasıl onay verildiği gibi konuların elbette araştırılması, incelenmesi ve sorumluların yargı önünde hesap vermesi ve bu zehir merkezinin kapatılması gerekir.

Ancak bununla birlikte sorgulanması gereken şey, Türkiye’de ve dünyada bu ve bunun gibi faciaların meydana gelmesine yol açan ahlaksız ve erdemsiz ekonomik ve siyasal düzendir.

  • Bu bağlamda, kapitalizm ve emperyalizm sorunu çözülmeden, bu sorunların da çözülemeyeceği açıktır.
  • Çünkü kapitalizm ve emperyalizm;
    – sermaye sınıfını koruyan,
    – her şeyi kâr etmek amacına ve paraya indirgeyen,
    – değerli olan şeyleri değersizleştiren,
    – değersiz olan şeyleri bir değer haline getiren,
    – doğanın, insanın ve ulusal kaynakların sömürülmesini öngören adaletsiz bir düzendir.

***

Kapitalist ve emperyalist düzende insanın, doğanın ve ulusal kaynakların hiçbir değeri yoktur

İliç’te ne oldu?

Çünkü bu bozuk ve ahlaksız düzen için değerli olan tek şey, şirketlerin ve holdinglerin elde edecekleri kâr ve paradır. Bu düzende, şirket ve holding fetişizmi, halkın egemenliğinin ve kamu yararının önüne geçmiş durumdadır.

Bu nedenle, bir heyelan (toprak kayması) sonucunda madende çalışan işçilerin yaşamını yitirmesi, onların ailelerinin yaşamlarının kayması, siyanürlü zehirli suyun Fırat Nehri’nin temiz sularına doğrudan veya yağan yağmurlarla yer altından karışması ve bunun sonucunda nehirdeki canlıların ve nehir sularını kullanan insanların yaşamını yitirmesi veya ağır biçimde hastalanması; Türkiye, Suriye ve Irak olmak üzere, üç ülkenin coğrafyasındaki doğanın ve insanların bundan olumsuz etkilenmesi, şirketlerin, holdinglerin, özel sektörün, özelleştirmenin ve serbest piyasa ekonomisinin umurunda olmaz.

  • Hele AKP gibi sömürge olmayı içine sindirmiş bir siyasal partinin yönettiği bir ülkede, bunlar, kapitalistlerin ve emperyalistlerin hiç umurunda olmaz.

Antik çağlarda uygarlığın, kentleşmenin, tarımsal üretimin, yazının, bilimin, sanatın, felsefenin temellerini Mezopotamya’da ve Anadolu’da atmış olan Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular, Hititler, Urartular, Yunanlar, 21. yüzyılda kapitalizmin ve emperyalizmin böyle bir barbarlığa yol açtığını görselerdi acaba ne düşünürlerdi?!
***
Bir ülkenin doğal kaynaklarının o ülkedeki ulusa, yani halka ait olması ve bu kaynakların çevreye, doğaya, insana ve canlılara zarar vermeyecek biçimde kontrollü (denetimli) ve sınırlı olarak kullanılması, yine adaletin bir gereğidir.

Halka ve kamuya ait olan kaynakların, yerli ve yabancı şirketlere ve holdinglere devredilmesi, ulusal kamu kaynaklarının özelleştirilmesi, halkın egemenliği ilkesine aykırıdır.

Böyle bir ülkede, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ifadesinin yazılı olmasının hiçbir anlamı yoktur.

Özelleştirmelerin halkın haklarını gasp ettiği bir ortamda,

  • Halkın egemenliğini seçim sandıklarına indirgemek, yüzeysellikten, aptallıktan ve vicdansızlıktan başka bir şey değildir.

***
Karşı karşıya olduğumuz sorun en temelde, bir ahlak ve erdem sorunudur.

  • Ahlaki değerlere sahip olmayan erdemsiz insanlar, dincilikle halkı uyuşturarak ve sahte bir ahlak anlayışı ortaya koyarak, ahlaksız ve erdemsiz bir sömürü düzeni kurmuşlardır.

Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İliç’te ne oldu?19 Şubat 2024
Yapay zekâ5 Şubat 2024

Mustafa Aydınli şiiri : DUYDUN MU? -İliç Madencilerine-

ŞİİR KÖŞESİ..

 

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
Halk Ozanı

 


DUYDUN MU?
 -İliç Madencilerine-

Altı üstü pay pay oldu yurdumun
Madenleri gider oldu duydun mu?
Nefesi tükendi kuşu kurdumun
Varlığımız heder oldu duydun mu?
***
Yabancı kanını emip gidiyor
Doğaya saygısız, çıkar güdüyor
Ceremeyi benim halkım ödüyor
Bugün dünden beter oldu duydun mu?
***
Delik deşik oldu her bir dağımız
Zehirle kurudu bahçe bağımız
Siyanürlü zehir solur sağımız
Ölüm bize kader oldu duydun mu?
***
Arılar ürettik balın aldılar
İşbirlikçi bulup ortak çaldılar
Kandırıp sindirip korku saldılar
Sabır taştı yeter oldu duydun mu?
***
Kekliğimiz ötmez oldu ovada
Kara bulut döner durur havada
Gözler pınar oldu dokuz yuvada
Günüm gecem keder oldu duydun mu?
***
Gayrı dur diyelim bu kör gidişe
Haraç mezat satılmasın her köşe
Aydınlı yüreğim yandı bu işe
Oylum oylum tüter oldu duydun mu?

Altıncıdan rüşveti kim aldı!

Necati DoğruNecati Doğru

Siyanür, sülfürik asit, ağır metaller bir araya geldi; yağmur yağdı, altın cevheri ile siyanür bulamacı olmuş yapma 10 milyon metreküp dağ kaydı, kamyonları, konteynerini altına aldı. 9 işçi hayatını kaybetti. Devleti ele geçirmiş rüşvet yiyici ile rüşvet yedirici altın arayıcı şirket arasında “el ele- iç içe- dip dibe geçmiş” ahlaksız bir yapı olduğu tabak gibi ortaya çıktı.

Allahsız altıncı!
Allahsız yiyiciye!
Dolar yedirdi.
Gözler görmedi.
Kulaklar duymadı.
Vicdanlar satıldı.
Erzincan’daki felaket bu yüzden oldu. Bana “rüşvetin belgesini” mi soruyorsun?
★★★
Belge mi arıyorsun?
İşte sana belge:
Amerikalı Kanadalı çok uluslu şirket kendine yerli Türk ortak buldu. Ona yüzde 20 pay verdiler. Yerli ortağın CEO’su Cumhurbaşkanının damadıydı. Bu yerli ortaklı yabancı şirkete Erzincan’da birinci derece deprem fay hattında hazine arazisi üzerinde “altın çıkartma izni” verildi. Siyanür ile altın madenciliği Avrupa Birliği ülkelerinde yasaklandı. Türkiye’de ise bile bile fay hattı üzerinde siyanür, sülfürik asit, silika gibi 21 kalem ağır kimyasal kullanarak çıkarmasına devlet destekli, devlet korumalı, devlet kolaylaştırmalı izin verildi.

Belge mi arıyorsun? İşte sana belge: Gözüne girsin.
★★★
Çok uluslu yabancı şirketin, Erzincan toprağındaki altını “vahşi madencilik ya da sömürge madenciliği” denilen yöntemle çıkaracağı ÇED raporunda, ruhsatlarda, madenci odaları uyarılarında yazıyordu. Atatürk, Keban ve Karakaya barajlarının sularını besleyen Fırat Nehri’ne akan Karasu’ya 350 metre yakınında deprem hattı üzerinde hazine arazisi bu şirkete 25 yıllığına kiralandı.
Belge mi arıyorsun? İşte belge. Gözüne girsin.
★★★
Cumhurbaşkanına yakın küçük pay sahibi yerli ortağı yanına alan çok uluslu şirket, “rüşvet dağıtma- rüşvetle susturma- rüşvetle satın alma” yöntemlerini Erzincan’da uygulamaya başladı. Bölgede her eve 130 bin TL bağış verildi. Toplam 12 milyon TL dağıtıldı. Bölge halkından ömürleri boyunca “altın madeni işleten şirkete dava açmayacakları” sözü alındı. Erzincan Spor’a 21 milyon TL, Erzincan Üniversitesi’ne 14 milyon bağışlandı. Bunlar Ankara’da Cumhurbaşkanlığı’nın, tüm bakanların, bölgedeki valililerin, Cumhuriyet Savcılarının, polis karakol komiserlerinin gözleri önünde yapıldı. Şüphelenen çıkmadı.
İşte belge. Gözüne girsin
★★★
Bu altın madenin kurulduğu Erzincan’daki hazine arazisinin bulunduğu bölgede 21 kalem ağır kimyasal metalin havada- suda- toprakta yarattığı zehirleyici etki sonunda küçükbaş hayvanlıkta yüzde 67 gerileme oldu. Ünlü Erzincan tulum peyniri üretimi düştü. Tarım ülkesi Türkiye kendi ürettiği yerli mercimeğe muhtaç hale geldi. Kanada’dan ithal mercimek almaya mahkum oldu.  Bölgede 5 çocuktan 2’si sakat doğmaya başladı. Kanser hastalığı patladı. Hâlâ! Belge mi soruyorsun? Gözüne girsin.
★★★
Bütün bunlar olurken rüşvet dağıtıcı şirket kapasite artırıp daha çok altın üretmek istedi. Aynı büyüklükte ikinci atık barajı kurmasına izin verilmesi için hazırlanan 1780 sayfalık ÇED raporunda; 21 kalem ağır kimyasal atığı; “evsel atıktır” diye yazıldı. Böylesine rüşvet kokan ÇED raporu bile tarihe geçti. Buna karşı bölgenin tek tük duyarlı insanlarınca açılmak istenen davalarda mahkemeler, keşfe gelmeden davayı reddetmeyi seçiler.
Belge mi bekliyorsun? Gözüne girsin.
★★★
Kim rüşveti ne kadar yedi? Nasıl yedi? Hangi yol ve yöntemlerle yedi. Yedi yedi semirdi. Erzincan’da “çevrenin kasten kirletilmesi- görevi kötüye kullanma- bilinçli taksirle adam öldürme -olası kastla adam öldürme- genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması” suçları işlendi. Erzincan’da siyanürlü yapma dağ sadece yağmur yüzünden değil utancından da ayağa kalktı 10 milyon metreküp toprak, sanayide 10 metre hızla aşağı vadiye doğru aktı. Bölgenin insanı ve vahşi madenciliğe karşı yiğitçe hukuk mücadelesi veren ve halkı birlik olup direnmeye çağıran emekli makinist Sedat Cezayiroğlu gözaltına alındı.
Belge mi bekliyorsun? Gözüne girsin.

Kurum, kurum!

Maden Yasası 21 kez değişti. Bu değişiklikler hep altın aramaya gelen şirketlerin lehine oldu. 1923 yılından 2002’ye kadar 1.186 maden arama ve işletme ruhsatı verilmişken son 21 yıl içinde bu sayı 400 bini geçti. Çevre; Şehircilik ve İklim Bakanlığı sırasında maden sahalarında kapasite artırma kararları sırasında birincil görev olarak çevreyi gözetme görevi olan

  • Murat Kurum, Erzincan’daki felaket sonrası İstanbul Belediye Başkanı adaylığından çekilmedi. Çekildiğini ilan etmeliydi.

Olası bir İstanbul depremi

Prof. Dr. K. Erçin KASAPOĞLU
Emekli Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi

17 Şubat 2024, Cumhuriyet

İstanbul, 17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden tam 25 yıl geçmiş olmasına karşın hâlâ olası bir büyük depreme hazır değil.”

Bu iddia jeoloji mühendisleri, jeofizik mühendisleri, inşaat mühendisleri, şehir plancıları ve konu ile ilgili tüm uzmanların ortak görüşüdür ve doğrudur. Çünkü uzmanların depremlerle etkin mücadele konusundaki tüm uyarı ve önerilerine karşın AKP hükümeti, göstermelik birkaç deprem tatbikatı dışında hiçbir şey yapmamıştır. Kentsel dönüşüm kapsamında İstanbul’un yalnızca rantı yüksek bölgelerindeki konutları depreme dayanıksız gerekçesi ile yıkıp yerlerine çok katlı binalar inşa etmişlerdir.

UYGULANMAYAN YASALAR

AKP, depremlerle mücadele konusunda asıl önemli ve çağdaş olan “zarar azaltma” sürecini atlatıp salt deprem sonrası “yara sarma” politikasına ağırlık verdiği için, 22 yıllık iktidarı döneminde Türkiye bu mücadelede bir arpa boyu bile yol alamamıştır.

30 bin kişinin yaşamını yitirdiği, 25 bin kişinin yaralandığı ve 5 binden fazla binanın yıkıldığı 7.4 büyüklüğündeki 17 Ağustos 1999 depreminden sonra, depremle mücadele konusunda birçok yeni yasa çıkarıldı ve çok sayıda hükümet kararnamesi yayımlandı. Ancak bu yasaların ve kararnamelerin hiçbiri uygulanamadı. Çünkü Türkiye’de bu karmaşık mevzuatın ötesinde bir de yetki karmaşası söz konusuydu.

29 Eylül-1 Ekim 2004 tarihlerinde İstanbul’da toplanan Türkiye’nin ilk deprem şûrasında (kurultayında), Türkiye’de depremlerle etkin mücadele konusunda alınması gereken önlemler ve yapılması gereken çalışmalarla ilgili olarak alınan kararların hiçbiri bugüne dek yerine getirilmemiştir. Çünkü, kilometrelerce “duble yol” yapılması, Boğaza kanal açılması, dünyanın en büyük havalimanı inşası gibi kendisine siyasal rant sağlayacak çılgın projeler peşinde koşan AKP hükümetlerinin gündeminde depremlerle mücadele konusu hiçbir zaman yer almamıştır.

22 YILLIK KAYITSIZLIK

  • Marmara’da er ya da geç İstanbul’u etkileyecek bir büyük depremin olma olasılığı
    bilimsel olarak söz konusu.

Bu depremin olması durumunda Türkiye ekonomisinin ve sanayisinin can damarı olan İstanbul’da çok büyük can ve mal kayıplarına neden olacağı sürekli dile getiriliyor. Buna karşın

  • AKP hükümetinin 22 yıldır bu konuya kayıtsız kalmasını anlamak olası değildir.

Kuzey Anadolu fayının Marmara Denizi içindeki kuzey kolu üzerinde son dönemde meydana gelen küçük ve orta büyüklükteki depremler, her ne kadar hiçbir can kaybına ve hasara neden olmadıysalar da İstanbul’da beklenen olası büyük deprem için ciddi bir uyarı olarak dikkate alınmalı. Yaklaşık 7 büyüklüğünde olması beklenen söz konusu depremin İstanbul ve çevresinde oluşturabileceği büyük hasar ve can kayıplarının önlenebilmesi ya da en aza indirilebilmesi için alınması gereken önlemlerin, yapılması gereken tüm çalışmaların hiç zaman yitirmeden başlatılması ve tamamlanması gerekmektedir.

Ayrıca, söz konusu olası büyük İstanbul depreminin ekonomik açıdan neden olabileceği olumsuz etkilerinin zaten ciddi bir kriz döneminde olan Türkiye ekonomisini daha da içinden çıkılmaz bir duruma getirebileceği gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

Türkiye İktisat Kongresi Günümüze Işık Tutuyor : İzmir, 17 Şubat 1923

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Büyük Atatürk kurduğu devleti kalıcı kılmak, Osmanlı İmparatorluğundan alınan ağır ekonomik kalıtın yükünü hafifletmek ve Türk ulusunun huzur (erinç), mutluluk içinde kalkınmasını sağlayacak ilkeleri belirlemek amacıyla 17 Şubat – 4 Mart 1923’te İzmir’de geniş katılımlı İktisat Kongresi toplamıştır.

101 yıl önce yapılan bu Kongrenin yapılış biçimi ve alınan kararlar günümüzdeki ekonomik sorunlara çözüm getirebilecek niteliktedir, bu nedenle anımsanmasında yarar vardır.

Kongrenin toplandığı zamanda Bağımsızlık (İstiklal) Savaşı yeni kazanılmış, Lozan barış görüşmelerinde karşımızdaki devletlerin kapitülasyonların sürmesi konusundaki diretmeleri nedeniyle görüşmelere ara verilmiş, Cumhuriyet henüz ilan edilmemiştir. Fakat büyük önderin Lozan Barış Andlaşması‘nın bizim isteklerimiz doğrultusunda sonuçlanacağından, kapitülasyon-ların tümüyle kaldırılacağından ve cumhuriyetin ilan edileceğinden kuşkusu yoktur.. Cumhuriyet ilan edilmeden ekonomi siyasasını tasarlamaktadır. (AS: Batı’ya ileti verilmektedir aynı zamanda: Kapitülasyonları çok yoksul – borçlu olmamız ve SSCB’ye yanaşmamamız için dayatıyorsunuz. Biz iktisadi olarak da var olacağız ve Batılı bir ekonomik düzen kuracağız…)

On beş gün süren Kongreye işçi, sanayici, esnaf, tüccar ve köylülerden oluşan 1135 kişi katılmış, kurulan yeni devletin ekonomi siyasasının nasıl olması gerektiğini kendi sınıf çıkarları açısından değerlendirmişler ve önerilerini sunmuşlardır. Bu bakımdan kongre zamanının çok ötesinde tam bir demokratik sivil toplum örgütlenmesidir. (AS: Yakılıp – yıkılmış İzmir’de Fransız Reji idaresinin tütün deposu kullanılmıştır..)

TBMM başkanı Atatürk ekonomi siyasasını kendisi saptayabilir, hükümete hazırlatabilir, gereken yasaları TBMM’den çıkartabilirdi. Böyle yapmamış, (AS: 1,5 saat süren kapsamlı ve çok önemli) açış konuşmasında vurguladığı gibi; “Milletimizi oluşturan halk sınıflarının içinden gelen memleketimizin ve milletimizin halini, ihtiyaçlarını, emellerini, üzüntülerini yakından bilen temsilcilerin”[1]  görüşlerine başvurmuştur. Bu yaklaşım, Halkçılık ilkesinin gereğidir ve Atatürk’ün demokratlığının da göstergesidir.

Kongre başkanlığına Manisa sanayi temsilcisi Kazım Karabekir getirilmiştir.

Osmanlı’dan Alınan Ekonomik Kalıt : Borçlar…

Bağımsızlık savaşı ile kurulan yeni devlet (1921 anayasasındaki adı ile “Türkiye Devleti”) Osmanlı İmparatorluğundan çok olumsuz bir ekonomik kalıt devralmıştır. Atatürk bu durumu ve nedenlerini İktisat Kongresinin açış konuşmasında ayrıntılı olarak anlatmıştır.

Atatürk’ün İzmir’de 17 Şubat 1923’te Türkiye İktisat Kongresini açış konuşması tam bir ekonomi tarihi dersi niteliğindedir ve bugüne de ışık tutmaktadır. Büyük Önder bu konuşmasında özetle Osmanlı İmparatorluğu’nun aldığı dış borçların yatırım ve üretim yapmak yerine savaş giderleri ve hanedanın lüks harcamaları için kullanıldığını bu nedenle devletin iflas ettiğini anlatmıştır.[2]

1914’te yürürlükteki fiyatlara göre ulusal gelir 24.107 milyon kuruştur. Bunun 13.060 milyon kuruşu (yarısı) tarımsal gelirdir. Kişi başına ulusal gelir ise 1,072 kuruştur. Gelir dağılımı adaletsizdir.[3] Dört yıl süren büyük savaş, bu tabloyu daha çok bozmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, 20. yy başında nüfusun ¾’ü Müslüman-Türklerden, kalanı Müslüman olmayan azınlıklardan oluşmakta idi. Buna karşın sanayinin ancak %15’i Türklerin elinde idi. Emek gücünün %15’ini de Türkler oluşturuyordu.[4] Geri kalan, çoğu Rum olmak üzere Müslüman olmayan azınlıkların denetimindeydi. 19. yy sonlarındaki savaşlar, 1. Dünya Savaşı ve Lozan nüfus değişiminden sonra Rum ve Ermeni nüfus azalmış olmasına karşın, onlardan kalan sanayi Türklerin yönetimine geçmemişti. Çünkü Türkler yeterli bilgi ve yönetim deneyimine sahip değildi. Türk nüfus yıllardır savaşlarda eritilmiş, Müslüman olmayan azınlıklar yabancılarla işbirliği yaparak zenginleşmişlerdi. Yabancı devletlere verilen Kapitülasyonlar devleti sömürgeleştirmişti. Küçük bir azınlık çok zenginleşirken, yoksullaşan büyük halk kitleleri devletin istediği vergiyi ödeyemez duruma gelmişti.

Atatürk’ün açış konuşmasındaki sözleri ile

  • Taç sahipleri yöneticiler, saraylar, Babıaliler mutlaka büyük gösterişe, şana sahip olabilmek onu devam ettirtebilmek, zevk ve tutkularını sağlayabilmek için her ne pahasına olursa olsun para bulmak çaresine düşmüşlerdir. O çareler de borçlanma olmuştur. Borçlar o kadar kötü şartlar içinde yapılmıştır ki bunların faizleri bile ödenemez olmuştur. En sonunda bir gün Osmanlı devletinin iflasına karar verilmiş, başımıza Duyunu Umumiye İdaresi belası çökmüştür.” [5]

Yine Atatürk’ün sözleri ile “Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı içinde Türk milleti de tamamen esir bir duruma getirilmişti.” [6]

Atatürk bu konuşmasında,

  • “Bir devlet ki kendi halkına koyduğu vergiyi yabancılara koyamaz; gümrük vergilerini memleketin ihtiyaçlarına göre düzenlemekten yasaklıdır; yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan mahrumdur. Böyle bir devlete elbette bağımsız denilemez.”[7]

diyerek kapitülasyonları eleştirmişti,

Kongre

Ulusal bir devlet kurulduğuna göre ekonominin de ulusal olması zorunluluğu vardı. Kongrenin amacı ulusal ekonomiyi yaşama geçirmekti.

Kurtuluş savaşının başlangıcından bu yana tam bağımsızlığı hedef edinmiş yeni devletin her şeyden önce ekonomik bağımsızlığı elde etmesi zorunluydu. Yıllardır savaşlarda yıpranmış bir halkın erinç düzeyinin yükseltilmesi, yıkılmış bir ülkenin onarılması ve yeniden sömürge durumuna düşmemesi için güçlü bir ekonomi gerekli idi.

  • Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmadıkça devamlı olmaz, az zamanda söner.”di [8]

İktisat Kongresinin amacı, Atatürk’ün deyimi ile;

  • Aziz Türkiye’mizin iktisadi yükselme gereklerini aramak ve bulmak gibi vatani, hayati ve milli kutsal bir amaçtır.

Kongre, “Uzun ihmallerle ve derin ilgisizlikle geçen yüzyılların iktisadi bünyemizde açtığı yaraları tedavi etmek, tedavi çarelerini aramak ve memleketi bayındırlığa milli bir rahata, mutluluğa ve servete ulaştıracak yolları bulacaktır.”[9]

Kongreye çeşitli ekonomik sınıf temsilcileri katılmakla birlikte, kararlara Rum ve Ermenilerden ticareti devralan İstanbul ticaret burjuvazisinin ağırlığı damga vurmuştur, Kongre sonunda ortaya çıkan ana fikir şudur:

  • Kalkınma için anamal (kapitali sermaye) gerekir. Oysa anamal yabancıların ve azınlıkların elindedir. Ulusal ekonomi için anamalın Türklere geçmesi gerekir. O halde devlet eliyle ulusal yatırımcılar teşvik edilmelidir Ancak kısa zamanda kalkınmak zorunda olan Türkiye’nin ekonomisi  “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışına dayalı liberal modele dayandırılamaz, devlet yönlendirici ve müdahaleci (karışmacı) olmalıdır.

Sonuç olarak yatırımlarda öncelik özel sektörde olmalı, özel sektörün yapamadığı veya yapmak istemediği büyük altyapı yatırımlarını devlet yapmalıdır; kamu öncülüğünde karma ekonomi. Amaç kişilerin zenginleştirilmesiyle devleti kalkındırmak, yabancı girişimcinin yerine yerli özel girişimciyi koymaktır. Ulusal ekonomiden amaç zaferden önce yabancıların ve azınlıkların elinde bulunan ekonomik güçlerin bu kez yerli tüccar ve sanayicilere aktarılmasındır.

Kongre yabancı sermayeye kapıyı kapatmamıştır. Yasalarımıza uymak ve çıkarlarımıza aykırı davranmamak koşulu ile yabancı sermaye gelebilecektir.

Kongre sonunda 12 maddelik bir “Misak-I İktisadi” (Ekonomik Ant) yayınlanmıştır. Önemli maddeleri şunlardır:

  • Türkiye halkı ulusal egemenliğini kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiçbir şeye feda etmez.
  • Bütün çalışma, memleketi ekonomik olarak yükseltmek amacına yöneliktir.
  • Türkiye halkı çok çalışır; zamanda, servette ve dışalımda (ithalatta) israftan kaçınır.
  • Hırsızlık, yalancılık, tembellik ve ikiyüzlülük en büyük düşmanlarımızdır.
  • Türk, her yerde yaşamını kazanabilecek biçimde yetişir ama her şeyden önce memleketinin insanıdır.

Kongrede ayrıca:

  • Bütçenin önemli bir gelirini oluşturan ama köylüye büyük yük olan aşar (ondalık) vergisinin kaldırılması;
  • Ziraat Bankası sermayesinin hükümetçe başka amaçlarla kullanılmaması;
  • Ekonomi eğitimine ve uygulamalı tarım eğitimine önem verilmesi;
  • Bulunan madenlerin işletmesinin öncelikle ulusal kişi ve kuruluşlara ihale edilmesi,
  • Kendi limanlarımızda kendi bayrağımızdan başkalarının ticaret yapamaması (kabotaj hakkı),
  • Memlekette yeterince üretilen malların dışalımının(ithalinin) kısıtlanması,
  • “Amele” yerine “işçi” deyiminin kullanılması,
  • Milletvekili ve belediye seçimlerinde mesleksel temsil yönteminin getirilmesi,
  • Günde 8 saat çalışma ve sendika hakkının tanınması gibi zamanın çok ötesinde toplumsal (sosyal) ve ekonomik haklar benimsenmiştir. [10]

Sonuç ve Değerlendirme:

Cumhuriyetin kurucuları yeni devletin tam bağımsız olabilmesinin ön koşulunun ekonomik bağımsızlık olduğunu görmüşler ve henüz Lozan barış görüşmeleri sonuçlanmamışken ulusal bir ekonomi oluşturmaya öncelik vermişlerdir.

Yeni devletin ekonomi politikasını tepeden inme değil, tüm toplum kesimlerinin katılımı ile demokratik olarak saptamışlardır.

Kongre kararlarında İstanbul ticaret burjuvazisinin ağırlığı etkili olmuştur.

Seçimlerde mesleksel temsil, Sendika hakkı, 8 saat çalışma gibi zamanın çok ötesindeki haklar kabul edilmiştir.

Kongre sonunda “devlet müdahalesini içeren liberal ekonomi politikası öne çıkmıştır.

Lozan Barış Andlaşmasında kapitülasyonların tümüyle kaldırılması, Kongrede öngörülen ulusal ekonominin önünü açmıştır.

Kongre kararları 1930 yılına dek ekonomiye yön vermiş, bu tarihten sonra devletçi ve planlı ekonomi benimsenmiş, üretim ekonomisine geçilerek savaş sonrası dünyadaki ekonomik güçlüklere karşın kısa zamanda ”Türk tansığı (mucizesi)” denilen büyük kalkınma sağlanmıştır.

Kongrenin yapılış biçimi ve alınan kararların kimileri günümüzdeki ekonomik sorunların çözümü için de yararlı olabilecek dersler içermektedir.

Kaynaklar

[1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Ankara, 2006, s.467
[2] a.g.e.
[3] Suna Kili, Atatürk Devrimi, Türkiye İş Bnkası, 2011, S69
[4] Gülten Kazgan, Tanzimttan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul, 2017, s.41
[5] Söylev ve Demeçler, s. 470
[6] a.g.e.
[7] a.g.e.
[8] a.g.e.
[9] Söylev ve demeçler
[10] Afet inan, İzmir İktisat Kongresi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1989

Cumhuriyet gazetesi köşe yazımız : “Din = şeriat ve Türk = Müslüman” imiş ?!

Dostlar,

Bu gün, 15 Şubat 2024 günü, Cumhuriyet gazetesinde 11. köşe yazımız yayınlandı.
Bilindiği gibi 2 haftada bir Perşembe günleri, genellikle 8. sayfaya konuyor yazılarımız.
Okuyucularımız, çoook çok sağolsunlar, daha sık yazmamı isteyen iletiler yolluyor, yüzüme söylüyor.. Bu konu benim değil, Gazete Yönetiminin yetkisinde. Daha sık, örneğin haftalık yazman uygun görülürse, bunun için de elimden geleni yaparım, ATA’mızın paha biçilmez emaneti “Gazetemiz Cumhuriyet” için..
**
Son köşe yazımızı paylaşalım..

“Din = şeriat ve Türk = Müslüman” imiş ?!

Erdoğan, Diyanet Akademisi’nde “Türk demek, Müslüman demektir” buyurmuş.

Din ile şeriatı eş kılmış. AKP=RTE rejiminin derdi “gündem”!

Ulusa görülmemiş bir yoksullaşTIRmayı dayattılar. Bu politika kurgulu ve beklenti belli : Kitlelere diz çöktürüp biat ettirmek, oy deposuna dönüştür-mek. Sınıf bilincini engellemek, dinle terbiye edip Allah ile aldatmak. Bu oyuna gelmemeliyiz. Egemenliğimizi mollalara asla kaptırmayacağız.

Şeriat din değil ilkellik, yobazlıktır, dinci diktatörlüktür!

Köprülerin altından çookkk sular aktı, laiklik yerine şeriatçı dinci rejim kurma olanağı artık yok! Bu tarihsel gerçeği AKP=RTE de bal gibi bilmekte. Ancak laiklik-şeriat dengesini ikincisi lehine ne denli bozarsa, o ölçüde kârda!?

  • Türkiye, din maskesiyle dar-ül harp ganimeti bu kesimlere!

Öte yandan AKP=RTE bilerek bu kavramları yanlış kullanıyor ve halkı kutuplaştırıyor. Bu siyaset değil suç, Anayasayı çiğniyor! Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama Suçu, TCK m.216, m.309 vd.

Türk demek Müslüman demektir” söylemi de bütünüyle yanlış.

İslam dini 1400 yıllık. Türklerin zorla İslamiyeti kabulü MS 750’li yıllar. Dünyada ve ülkemizde on milyonlarca Türk, müslüman değil. Öntürklerin (Proto-Türkler) tarihi MÖ 10-15 bin yıla dayanır. (H. Tarcan, Anadolu’nun Esas Sahipleri Öntürkler, 2021 ve K. Mirşan) Bilimsel gerçek bu iken, bir devlet başkanının, -üstelik 3. kez seçimi ve meşruluğu şaibeli!– böylesine açık çarpıtma yapması, en hafif deyimi ile çok ayıp. Türkiye’nin uluslararası onurunu da yaralıyor.

RTE‘nin bu denli cahil-bilgisiz olamayacağını varsayarsak, o zaman “kasıtlı çarpıtma” ile halkı yanıltmaya, din dayatmaya, gündem saptırmaya çabalamadır ki, ilkinden daha az “ayıp” değil!

İnsan olmanın ilk koşulu “dürüstlük” ve başkalarına zarar vermemek..

Primum non nocere! uyarısı, Antik Yunan’dan bu yana 2500 yıldan eski. Evrensel etik kuralların başında gelir. Öte yandan İslamiyetin özünde “iyi ahlak” olduğu, Muhammet peygamberin sıklıkla söylediği sözlerden. Öyleyse, “Müslüman” olduğunu (!?) sıklıkla, gereksiz ve yersiz yineleyen ve bu yolla siyasete sürekli alet eden Erdoğan’ın, her 2 davranış seçeneği de tıkalıdır ve gerçekte din dışıdır!

Yakışmıyor Türkiye’ye ve 21. yüzyılın uygarlık birikimine. Çağcıl (modern) dünyadan koparılıyoruz.

Teknik olarak ise, dini-mezhebi ne olursa olun Türk, Türk’tür. Etniste ve inanç ayrıdır. Anayasa m.66 da “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” der. Erdoğan’ın söylemi Anayasa’nın sözüne de, özüne de aykırı. “Ilımlı İslam”, gerçekte bir ABD projesi ne acı ki!

Kitaplı dinlerin kutsal kitapları var. Yorumları ise nedense türlü türlü!? İşte mezhepler, kanlı iç savaşların ana nedeni!

  • Hangisinin şeriatını-din yorumunu uygulayacaksınız? Tek bir şeriat yok ki!

Din Allah’ın kelamı ise neden olabildiğince net anlaşılamıyor?

AKP, bir tarikatlar koalisyonu!

Bunca tarikat, mezhep niyedir? Kur’an anlaşılmıyor mu? İslam Felsefecisi Prof. Şahin Filiz’e göre de Din şeriat değildir. İhsan Eliaçık,Şeriat.. günümüzde dini diktatörlük olarak anlaşılmakta.” diyor.
***
Yerel seçimlere giderken, AKP=RTE iktidarının zerrece etik kaygı duymadan her şeyi ama her şeyi yapabileceğini görmek çok acı ve kaygı verici. Haziran-Kasım 2015 seçimi kanlı kurgusunu unutmadık.

Erdoğan’ın yakın-uzak çevresinde, bu gidişin çok ağır etkilerini anlatabilecek kimse kalmadı mı? Yağmaya ortaklık, böylesine katı ve yaygın bir akıl felci mi yarattı!? Yazık bu ülkeye ve halka.. Yıkım (tahribat) çok ağır, giderimi (telafisi) çok güç, üstelik ülke örtük iflasta! Artık yeter, durmasını bilmek gerek. Halkın yoksulluktan beli bükülmüş, AKP=RTE saray saltanatı ne peşinde?!

Çare                                                                       :

  • 31 Mart seçimi yerel yönetim seçimi olmaktan çıkmış, tarihsel-kritik önem kazanmıştır.
  • Ulus, bu çağdışı hatta ilkel dinci-yobaz dayatmayı oylarıyla engellemelidir!
  • Muhalefet partileri stratejilerini tümüyle gözden geçirmelidir.
  • 14-28 Mayıs 2023 seçiminde AKP=RTE, halkın ulusal güvenlik kaygısını sömürdü, kullandı. Muhalefete karşı sahte videolar üretildi, Erdoğan bunu itiraf etti! Şimdi ölçüsüz ve acımasız, vahşi din sömürüsünde sıra; yapay zekayı bile kötüye kullanarak!
  • Halkı uyarmalı ulusal bir seferberlikle.
  • Ortak payda LAİKLİK olmalı.
  • 3 Mart 1924 Devrim Yasalarının 100. Yılı tam da uygun fırsat.

Elbirliği ile değerlendirilmeli, kitlesel-toplumsal bir uyanış-derleniş sağlanmalı; dinci-emperyal kuşatma 22. yılında mutlaka yarılmalı, yarılacak da!
=====================================
Köşe yazımızın PDF biçimi : 11. “Din = şeriat ve Türk = Müslüman” imiş, 15.02.24
Tweet
: https://x.com/profsaltik/status/1758075129911783594?s=20
Face book ve linked-in
‘de de paylaştık.

Ders konusu: Siyanür liçi… (Kurum’un çevre karnesi-2)

İbrahim Ö. Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset15.02.2024, BİRGÜN 

– Günaydın, bugünkü dersimizin konusu, siyanür liçi yöntemi ile altın işletmeciliği,

– Ama… , mevzuata göre mümkün değil..

– Sorun da zaten burada düğümleniyor:  AB mevzuatına göre yasak. Buralarda bu yöntemle madencilik faaliyeti yapamayan çokuluslu şirketler, Türkiye’ye gelip mevzuat esnekliğinden yararlanarak siyanür liçi yöntemi ile maden işletmeciliği yapıyorlar.(…)

Karşılaştırmalı Anayasa hukukunda çevre hakkı’ dersine böyle bir diyalog ile başlamıştım, 14-15 yıl oluyor Limoges Üniversitesinde.

O yıllarda siyanür liçi yöntemi ile altın işletmeciliği, Bergama’dan ve Cerattepe’ye Türkiye coğrafyasına yayılırken ‘Eurogold’ çokuluslu şirketi gündemde idi.

Kurum’un kent karnesi’ (1 Şubat), kent ile sınırlı değil. ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği’ bakanlığının görev ve yetki alanı çok geniş. Aslında, bir yandan kentsel-kırsal-kültürel çevre, öte yandan, doğal-tarihsel-kültürel boyutları ile bütünleşik çevre yaklaşımı, çevre hukukunun genel ilkesi.

YİNE TORBA

27. Yasama döneminde Çevre Komisyonunda görüşülen iki torba yasa teklifi dışında, ‘bütünleşik çevre’nin ortak paydalarını oluşturan imardan madenlere, kıyılardan ormanlara geniş bir alanın onlarca torbaya nasıl dağıtıldığı üzerine sayısal bilgiler vermiştim. Yalnızca maden yasası 5 kez değiştirildi. TBMM gündemindeki torba “Maden Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” de, yağma iradesinin sürekliliğini teyit ediyor.

EKOKIRIM SUÇU

Ruhsatı 2004’te, Bakan Kurum döneminde kapasite genişletme için ÇED olumlu raporu verilen (31.12.19) deprem fay hattı üzerindeki İliç Anagold işletmesi, en başta ihtiyat, çevre hukukunun bütün ilkelerini ihlal ederek korkunç bir afet yarattı. (AS: Precautionary principle)

Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınan siyanür liçi yöntemiyle maden işletmesi üzerine AYM ihlal kararı (17 Ocak), yalnızca aysbergin (buzdağının) görünen bölümü : ÇED olumlu raporu, kapasite artışı, keşif heyeti yetersizliği, bilirkişi keşfinin eksiklikleri, tarım ve hayvancılıkla ilgili hususların ihmali, gerekçesizlik vb., geniş ölçekte zarar verilen doğal ekosistemin tahrip edilmesiyle oluşan ekokırım suçudur. Öyle ki, Fırat nehrine olası bir siyanür akışı, sınıraşan ekokırıma bile neden olabilir.

CİNAYET

Türkiye ekosistemini koruyucu Anayasa hükümlerine karşın çevre hukuku mevzuatının (AS: başta 2872 s. yasa) delik deşik edilmesinde kilit konumda olan Bakanlık, ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’ni sürekli değişikliklerle işlevsizleştirdi. ÇED raporları,  Ceratttepe’den İliç’e siyanür liçi madenciğini meşrulaştırma aracı olarak kullanıldı.

Böylece, ‘çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önleme’ (AS: Anayasa m.56) yükümlülüğünü yasama ve yürütme,  ‘engelleme, bozma ve kirletme’ye dönüştürdü. Bu durumda, ‘düzenleme, denetleme, yaptırım’ zinciri, daha ‘düzenleme’ aşamasında kırılmış oldu.

SİYASAL KLİANTELİZM

Ekokırım tehlikesi olan her yerde hukuk mücadelesi veren Av. İsmail Attal’ın ilettiği bilgiye göre maden ruhsat sayısı: 1186 (1923-2002) ve 386.000 (2002 sonrası).

Dünyanın en tehlikeli kimyasallarının su gibi kullanıldığı bir madencilik, AKP ve ona 2016’da eklemlenen MHP tarafından “oy avcılığı” için kullanılıyor;

  • İktidarın bekası için ülke yok ediliyor.a karşı şiddet kullandırtarak kolluğa suç işleten Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme, Anayasal ve siyasal kurum ve kuralları dezenformasyon eşliğinde tasfiye ile yetinmedi; hukuku katlederek ülkeyi yağmalattığı çokuluslu şirketler yoluyla sınıraşan felaket riski de yaratmış bulunuyor.

Partiler arası eşit yarış koşullarını kaldıran AKP-MHP yöneticileri, ülke talanını örtmek için, CHP ve DEM Partisi içişişleri ile uğraşıyor.

ÜLKE İÇİN..

Çevre yağması ve toplumsal yoksullaşma koşutluğunda, Eurogold’dan –Akkuyu üzerinden Rusya hegemonyası dahil- Anagold’a, Türkiye ülkesinin yağmalanmasına karşı,  yargı organlarını ve TBMM’yi göreve çağırmakla sınırlı değil yurttaşlık sorumluluğu.

  • Bütün yurtseverler, iktidar bekası için ülkeyi yağmalatan ve yağmalayan yerli ve yabancı işbirlikçilere karşı düşünsel, hukuksal ve eylemsel mücadele güçlerini birleştirmeli.

HAKTAN KAÇIŞ

ŞİİR KÖŞESİ

 

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
Halk ozanı

HAKTAN KAÇIŞ

Balı yer, arıya kızar,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Biti kanlandıkça(×) azar,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Meyveli dal peşindedir,
Dikensiz gül peşindedir,
Virajsız yol peşindedir,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Gözlerini karartırlar,
Mazlumları morartırlar,
Benizleri sarartırlar,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Ahlakı çöpe atarlar,
Helala haram katarlar,
Kemiksiz lokma(××) yutarlar,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Haksızlığa aldırmazlar,
Düşenleri kaldırmazlar,
Döktüğünü doldurmazlar,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Siyasetin cambazıdır,
Sofraların dilbazıdır,
Dostlarının(!) gammazıdır,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Vatan, millet nutku atar,
Kim güçlüyse onu tutar,
Gerçeği diyene çatar,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Gece, gündüz fitne kurar,
Aklını kötüye yorar,
Avını kefene sarar,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
El üstünde tutulmasın,
Adaletten kurtulmasın,
Hiç bir suçu örtülmesin,
Hak, hukuk tanımayanlar.
Xxx
Halil Çivi, bu ne haldır,
Gözlerden perdeyi kaldır,
Hak yiyeni halka bildir,
Hak hukuk tanımayanlar.


(×)- Biti kanlanmak : Zenginleşmek.
Yoksulluğu geride bırakıp varsıllaşmak.
(××) – Kemiksiz lokma : Emeksiz, zahmet kazanç.
İşin hep kolayına kaçmak.
Xxx
05.02.2024, Çiğli / İZMİR

Laik Cumhuriyetin temel taşı: Medeni Kanun

Sinan Meydan
Sinan Meydan
sinan.meydan@hotmail.com
14 Şubat 2024, Cumhuriyet

 

Medeni hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır.“(Atatürk, 1924)

Atatürk, Türkiye’de tam bağımsızlığın, ulusal egemenliğin, çağdaş uygarlığın güvencesi olan
laik Cumhuriyetin temeline laik hukuku, yani insan aklının ürünü yasaları yerleştirdi. Türkiye Cumhuriyeti, laik hukuku benimsediği içindir ki, Türkiye’de egemenlik kayıtsız şartsız milletin olabildi; akla ve bilime dayalı çağdaş bir sistem kurulabildi ve kadınlara en temel hakları verilebildi.

24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunulan, 17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu, hiç kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti’ni laikleştiren en önemli hukuk devrimlerinden biridir.

OSMANLI’DAKİ DENEMELER

Batı karşısında geri kalan Osmanlı’nın değişen çağa uyma çabası ve Batılı devletlerin Osmanlı’daki azınlıkları koruma isteği, 19. yüzyılda Osmanlı’da Medeni Kanun tartışmasını da başlattı. Kimi devlet adamları, Osmanlı Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan, özellikle de Fransa’dan alınmasını savundular. Bu düşünceyi savunan Tanzimatçı Ali Paşa, bir “Code Civil Komisyonu” kurup Fransız Medeni Kanunu’nu tercüme etmeye başladı. Buna karşı, Osmanlı Medeni Kanunu’nun İslam hukukuna dayanması gerektiğini ileri süren Ahmet Cevdet Paşa da bir “Mecelle Komisyonu” kurup bu yönde çalışmaya başladı. Sonunda İslam hukukuna dayalı bir Medeni Kanun düşüncesi kabul gördü. Sekiz yıllık çalışma sonunda toplam 16 kitaptan oluşan 1851 maddelik Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye hazırlandı. Bu kanun, 1869-1876 arasında yayımlandı.

Şeriata aykırı olma korkusuyla kişi, aile ve miras hukukunu içermeyen Mecelle’nin gerçek bir Medeni Kanun olmadığı açıktır. Mecelle’nin bu eksikliğini tamamlamak için 1916’da, İttihat ve Terakki döneminde iki yeni komisyon oluşturuldu. Bu komisyonlardan birinin hazırladığı yasa tasarısı, 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” adıyla kabul edildi. Bu Kararname, erkeğin mutlak boşanma hakkına ve çok evliliğe kimi sınırlamalar getirmişti. Ayrıca o zamana dek serbest bırakılan gayrimüslimlerin evlenme hukukunu düzenlemişti. Müslüman-gayrimüslim bütün Osmanlı tebaasının tepkisini çeken bu Kararname, işgal sırasında, 19 Haziran 1919’da İstanbul hükümetince yürürlükten kaldırıldı.

 ATATÜRK’ÜN MEDENİ NİKÂHI

Büyük Taarruz sonrası İzmir’e giden Atatürk, orada Latife Hanımla tanışıp görüştü. Atatürk ve Latife Hanım, 23 Ocak 1923’te evlendiler. O dönemde nikâhlar dinsel hukuka göre yapılıyordu. Nikâh sözleşmesi genelde din adamlarınca yapıldığı için nikâhlara “imam nikâhı” deniliyordu. Evlenecek kadının nikâha katılıp evleneceği erkekle yan yana oturması yasak olduğundan, nikâh törenlerinde evlenecek kadını “vekili” olan başka bir erkek temsil ediyordu.

Fakat Atatürk ile Latife Hanım’ın nikâhları medeni kurullarla gerçekleşti.

Öncelikle nikâhı bir din adamı (imam veya müftü) değil, bir kadı, yani bir yargıç (İzmir Merkez Kadısı Ömer Fevzi) kıydı. Törende her iki yan da hazır bulundu. Ayrıca tanıklar ve çağrılılar da  oradaydı. Kadı Ömer Fevzi Efendi, önce Latife Uşaklıgil’e, sonra Mustafa Kemal’e evlenip evlenmek istemediklerini sordu.

Böylece Atatürk, evlenecek çiftlerin görücü usulüyle değil, bizzat tanışıp görüşerek, nikâhta birlikte yan yana bulunarak, tanıkların ve çağrılıların huzurunda, kendi özgür bildirimleriyle devleti temsil eden bir memur tarafından nikâhlanmaları yöntemini, yani medeni (çağdaş) nikâhı, doğrudan kendi nikâhında uyguladı.

Atatürk’ün 1923’teki medeni nikâhı, 1926’daki Medeni Kanun’un ilk işareti gibiydi.

HAZIRLANMA SÜRECİ

Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, 1923’te, Adalet Bakanlığı iki komisyon kurdu. Bu komisyonlara, İslam fıkhına dayanarak bir Medeni Kanun hazırlama görevi verildi. Ancak bu komisyonların hazırladığı şeriata (dinsel hukuka) dayalı Medeni Kanun tasarısı beğenilmedi. 1923’te Cumhuriyetin ilanı, 1924’te Halifeliğin, Şeriye (Din) ve Evkaf (Vakıflar) Bakanlığı’nın kaldırılması, şeri (dinsel) mahkemelerin kapatılması üzerine, 1924’te bu komisyonlar yenileriyle değiştirildi. Çünkü Atatürk, laik bir ulus devlet kuruyordu. Bu yeni devletin yepyeni çağdaş yasalara gereksinimim vardı. Atatürk, 1 Mart 1924’teki Meclis konuşmasında yasaların çağdaşlaştırılmasını istedi.

Atatürk, çağdaş yasaları uygulayacak çağdaş hukukçular yetiştirmek istiyordu. Bu amaçla 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’ni açtı. Atatürk, orada yaptığı konuşmada, eski dinsel hukuka son verip yeni/laik hukuku kabul edeceklerini söyledi:

  • Millet, dini ve mezhebi bağ yerine Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır… Cumhuriyet Türkiye’sinde eski yaşam kuralları, eski hukuk yerine yeni yaşam kurallarının ve yeni hukukun geçmiş bulunması bugün hiç duraksamadan kabul edilecek bir oldubittidir… Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski hukuki esasları temelinden kaldırmak teşebbüsündeyiz…

Atatürk’ün isteğiyle çağdaş bir Medeni Kanun için çalışmalara başlandı. Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) başkanlığında 26 uzmandan oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, dünyadaki medeni kanunları inceledi. Fransız Kanunu’nu eski, Alman Kanunu’nu eksik ve karışık bulan komisyon, yeni, yalın, anlaşılır, modern ve demokratik özelliklere sahip ve yargıca geniş takdir yetkisi veren “İsviçre Medeni Kanunu”nda karar kıldı. 1874-1876 arasında Almanya’da hazırlanan medeni kanundan alınıp 1912’de İsviçre’de yürürlüğe giren bu yasa, o zamanın dünyasında en son hazırlanmış, en çağdaş medeni yasaydı. Bu nedenle Türkiye’den önce Japonya’da, Türkiye’den sonra Çin’de medeni yasanın temelini oluşturmuştu. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 530; Gülnihal Bozkurt, “Atatürk’ün Hukuk Alanına Getirdikleri”, Atatürk Araştırma Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2007).

İsviçre Medeni Kanunu’nun, kimi uyarlamalar yapılarak bir bütün olarak alınmasıyla oluşan “Türk Medeni Kanunu Tasarısı” 24 Aralık 1925’te TBMM’ye sunuldu.

Mahmut Esat Bozkurt, tasarı konusunda şunları söyledi:

  • Medeni Kanunumuzun en önemli bölümlerini, özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir… Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri, şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.

Bozkurt, Türk Medeni Kanunu’nun Avrupa’dan alınmasını eleştirenlere de çağdaş uygarlık ailesine mensup ulusların gereksinimleri arasında büyük farklar olmadığını, artan toplumsal ve ekonomik ilişkilerin insanları bir aile durumuna getirdiğini, çağdaş uygarlık ilkelerini kabul etmeye karar veren Türk ulusunun, o uygarlığın gereklerine uyacağını söyledi. Ünlü sosyolog Max Weber de “Ekonomi ve Toplum” adlı yapıtında dünyadaki büyük hukuk sistemlerinin birbirlerinden farklı özellikler taşımadıklarını belirtmişti.

Sosyal yaşamda kadın – erkek eşitliğini savunan İsviçre Medeni Kanunu, Türk aile yapısına uygundu. Komisyon sözcüsü Şükrü Kaya’nın ifadesiyle “İsviçre Medeni Kanunu,  kendi toplumumuza uygun olduğu için doğrudan doğruya alınmıştır.” Örneğin, İslam öncesi Türklerde kadın, boşanma ve miras gibi en temel haklara sahipti. Eski Türklerde genel olarak kadın – erkek eşitti. Türk kültürüne uymayan şeri yasalardı; çok eşlilikti, kadının miras, boşanma vb. haklarının olmamasıydı. Cumhuriyeti kuranlar, İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul ederek, gerçekte Türk kadınının İslam öncesinde sahip olduğu, fakat İslami dönemde, yüzyıllar içinde elinden alınmış en temel haklarını Türk kadınına geri verdiler.

TBMM’de madde madde değil, bir bütün olarak oylanan tasarı, 17 Şubat 1926’da 743 sayılı “Türk Medeni Kanunu” olarak kabul edildi. Kanun, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi.

İki ay kadar sonra da -İsviçre Borçlar Kanunu’na dayanılarak- Medeni Kanun’un devamı niteliğinde bir “Borçlar Kanunu” çıkarıldı. (22 Nisan 1926).

MEDENİ KANUN’UN GETİRDİKLERİ

Atatürk, 1923’te cumhuriyeti ilan ederken Türkiye’de kadınların temel haklarını güvenceye alan gerçek bir medeni yasa yoktu. Varolan düzende yalnız erkeğin boşanma hakkı vardı. Mirasta kız çocuklar erkek çocukların yarısı kadar pay alabiliyordu. Kızlar, çocuk yaşta evlendiriliyordu. Mahkemede ancak iki kadın bir erkek tanığa denk sayılıyordu. Kadın-erkek bir arada bulunamıyordu. İşte 1926 Türk Medeni Kanunu, kadına yaşamı zindan eden bu çağdışı düzeni yıktı.

1926 Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal ilişkileri şeriatla (dini hukukla) değil, çağdaş hukukla belirlendi, böylece;

– Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, mirasta, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak kadın-erkek eşitliği sağlandı.
– Evlilikte kadının kendi iradesi yeterli sayıldı.
– Evlilikte resmi nikâh zorunluluğu getirildi.
– Evliliğin mahkeme kararı ile sona erdirilmesi ya da boşanma belirli nedenlere bağlandı.
– Çok eşlilik yerine tek eşle evlilik kabul edildi.
– Kadınlara istedikleri mesleği seçme hakkı verildi.
– Çocuğun hakları güvenceye alındı. (Örneğin çocuk yaşta evlilikler yasaklandı. Evlilik dışı doğan çocukların babalarına soybağı ile bağlanması için babalık davası açılabilmesi kabul edildi.)
Patrikhane’nin din dışındaki yetkileri kaldırıldı.

1926 Türk Medeni Kanunu ile kadın, insanlık onuruna yakışmayan kısıtlamalardan, bağlardan kurtarıldı; sosyal hayatta (toplumsal yaşamda) her bakımdan kadın – erkek eşitliği sağlandı. Bu sayede kadınlar, eğitim öğrenim görüp çalışma yaşamının her alanında kendilerine yer buldular, maddi-manevi güvencelere sahip oldular.

Türk Medeni Kanunu ile din ayrımı gözetilmeksizin tüm yurttaşlar eşit haklara sahip kılındıkları için azınlıklar, kendilerine Lozan Barış Andlaşması ile tanınan haklardan vazgeçtiler. Böylece ülkede hukuk birliği sağlandı. Yurttaşlık bilinci güçlendi. Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak borçlar ve ticaret kanunları, mali sorumluluklar, oturma yeri, soyadı gibi konularda da çağdaş düzenlemeler yapıldı. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma, 1933’te muhtar ve aza seçme-seçilme ve 1934’te de milletvekili seçme-seçilme hakkı tanındı.

Türk Medeni Kanunu ile kadının toplumsal yaşamı, değişmeyen dinsel kurallar yerine, insan aklının ürünü olan değişebilir dünyevi (seküler) kurallarla düzenlendi. Bu sayede Cumhuriyetin laik karakteri güçlendi.

Dönemin sosyolojisi içinde Medeni Kanun’un, kadın-erkek eşitliğine aykırı kimi yönleri ise Türkiye’de toplumsal aydınlanmanın artmasıyla değiştirilebilecekti ve zamanı gelince değiştirildi.

Gerçek şu ki; sanayileşmemiş, aydınlanmamış, yüzyıllarca dinsel bir monarşiyle yönetilmiş, kadının her bakımdan baskılandığı, %10’u bile okur-yazar olmayan erkek egemen bir din-tarım toplumunda cumhuriyetin ilanından salt üç yıl kadar sonra çağdaş bir medeni yasanın kabul edilmesi çok büyük bir devrimdir. Türk Medeni Kanunu sayesinde Türk kadını evde, işte, mahkemede, okulda, sokakta, ilerleyen zamanda Meclis’te, kısacası toplumsal yaşamda erkekle eşit haklara sahip olabildi. Bugün Türkiye’de kadın, İslam ülkelerinin aksine, aileden iş yaşamına, kültür ve sanattan spora her alanda eşit, özgür biçimde kendini gösterebiliyorsa bu, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin Türk Medeni Kanunu ile başlattığı çağdaş dönüşümün eseridir.

  • Dün olduğu gibi bugün de laik Cumhuriyet düşmanı çevrelerin hedefinde Türk Medeni Kanunu vardır. Çünkü laik Cumhuriyetin temel taşı Türk Medeni Kanunu’dur.

Mustafa AYDINLI şiiri : SARAR MI DERSİN?

Şiir köşesi

 

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
Halk ozanı

 

SARAR MI DERSİN?

Sansardan, samurdan kürkler giyenler
Fakir, fukaranın hakkın yiyenler
Yiyip yiyip daha yok mu diyenler
Bu saltanat böyle sürer mi dersin?
***
İşçi market kapısından geçemez
Gündüzünü gecesini seçemez
Köylü tarlasına tohum saçamaz
Bu halk bu defteri dürer mi dersin?
***
Fiyatlar kanatlı gökte uçuyor
Yurtta yaşamanın tadı kaçıyor
Bu halk denenmişi tekrar seçiyor
Gelecek seçime yerer mi dersin?
***
Kırılsın yalanın dişlisi çarkı
Kalmasın fakirin zenginle farkı
Aydınlı söylenen bir kutsal türkü
Bütün bir ulusu sarar mı dersin?