SEVR ANIMSATMAMIZ PARANOYA MI?

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)

Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi Lozan Antlaşması‘nın 101. yılını da kutladık.

Rivayet olunduğu gibi Lozan Antlaşması’nın “gizli maddeleri, 100.yılda son bulacağı” söylemlerinin hurafe olduğu kanıtlandı ama bazılarının Sevr hayalleri son bulmadı.

Osmanlı devleti açısından Birinci Paylaşım Savaşını noktalayan Sevr antlaşmasının 104. yılındayız. 10 Ağustos 1920 günü Paris’in Sevr kasabasında savaşın galiplerinin Osmanlı
devleti temsilcilerinin önüne koyduğu anlaşma metni hiç itirazsız imzalandı. Ancak Sevr
antlaşması asla uygulanamadı.

İstanbul hükümeti teslimiyet ve yok oluş antlaşmasını imzaladığında Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’nun bağrında isyan ateşini yakmış, Ankara’da Büyük Millet Meclisini kurmuş ve ulustan aldığı yetki ile bu meclis içinden hükümetini oluşturmuş,
direnişe başlamıştı. Ankara hükümeti daha imzalandığı ilk gün Sevr antlaşmasını bir paçavra
gibi yırtmış, üzerinden bir yıl geçtikten sonra Sakarya zaferini kazanmış, iki yıl iki ay sonra
İzmir rıhtımında zafere ulaşmış, üç yıl tamamlanmadan Türkiye Cumhuriyetinin tapu senedi
Lozan antlaşmasını imzalamıştı.

İtilaf devletleri ve sonradan onların yerini alan ABD emperyalizmi, Sevr antlaşmasını hiçbir zaman aklından çıkarmadığı gibi, Lozan antlaşmasını da kabullenemedi. Türkiye’nin
yurtseverleri bu gerçeği her fırsatta genç nesillere (kuşaklara) anımsattı. Ancak bu anımsatma kimilerini çok rahatsız etti. Sevr anımsatması yapanlara sıkılmadan “paranoyak” damgası vuruldu.

Oysa Batı’nın Sevr rüyası gören temsilcileri her şeyi açık açık yapıyordu. NATO toplantılarında
çantalarından “yanlışlıkla” Sevr haritasına uygun haritalar çıkıyordu. Bu yalan da ülkeyi
yönetenlerce yutuluyor yine “paranoya” söylemleri devreye giriyordu. Çantadan yanlışlıkla
Türkiye haritası yerine başka bir ülkenin haritası çıkması inandırıcı olabilir. Ancak “yanlışlıkla”
Sevr haritası çıkmasının inandırıcılığı yoktur. NATO’daki “stratejik ortaklarımız” tarihin
çöplüğünden bulup çıkardıkları Sevr haritasını çantalarına koymuşlar, fırsatını bulunca da
masaya sürmüşlerdi.

Eş zamanlı olarak Türkiye’de çimento fabrikaları satın alan bir Fransız firmasının ülkemizde de dağıttığı ajandanın arkasında Sevr haritasının basılı olması da yadırganmadı.

ABD tarafından ortaya atılan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) içinde eş-başkanlık görevi
aldığını söyleyen “lider” de Sevr haritası ile bire bir aynı olan (AS: epey benzeyen…) BOP haritasını görmezden geldiği gibi, Sevr Antlaşmasını hükümsüz kılan Lozan Antlaşmasını her fırsatta,
hatta Yunanistan ziyaretinde tartışmaya açtı.

13. yılına giren Suriye sorununda, Suriye’nin kuzeyi için “Kuzey Suriye” kalıbına bizi alıştıranlar, ülkemizin Güneydoğusuna da önce “Güneydoğu Türkiye” deme aşamasını çabucak atladılar. Bununla yetinmeyip, hem de TBMM kürsüsünden “Kürdistan” söylemine geçip,
Suriye’nin Kuzeyi ile birleşip 104 yıl öncenin “Büyük Kürdistan” hayallerini hortlattılar.

  • Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en stratejik noktasında bulunuyor.

Asya ile Avrupa’nın, Avrupa ile Afrika’nın, Afrika ile Asya’nın buluşma noktası olmak dışında Ortadoğu’nun petrol ve su kaynaklarının da kavşak noktası. Ayrıca Akdeniz ile son zamanda savaş alanı olan Karadeniz’i bağlayan Boğazlara da egemen olmak gibi jeo-stratejik bir noktada konumlanmış.

  • Bu nedenle Batılı emperyalistlerin Sevr rüyası hiç bitmeyecektir.

Günümüzde bir ateş çemberine dönen Ortadoğu coğrafyası stratejik önemimizin de kanıtıdır.
Sevr hatırlatması bir paranoya değil uyarıdır. Sevr hayallerinin önünü kesecek olan da
Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi Lozan Antlaşmasıdır.

Bu gerçeği aklımızdan çıkarmadan, Lozan Antlaşması’na ve tamamlayıcısı Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne sımsıkı sarılmalıyız.

https://www.add.org.tr/wp-content/uploads/2024/08/SEVR-ANIMSATMAMIZ-PARANOYA-MI-Lutfu-Kirayoglu-1.pdf, 5.8.24

ABD’nin Sivil Kıyımı : Atom Bombası

Cihangir Dumanlı - Medya SiyasetDr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu, Strateji ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı

79 yıl önce 6 Ağustos 1945’te ABD, Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası atarak on binlerce sivilin hemen ölümüne ve kentin yok edilmesine neden oldu. Bu olay 2. Dünya Paylaşım Savaşının Pasifik cephesini sona erdirirken, karşılıklı imha yeteneğine (mutual assured destruction: MAD) dayalı nükleer denge ile soğuk savaş döneminin belirleyici ögesini başlattı.

İkinci Dünya Paylaşım Savaşı Avrupa’da yayılmacı faşist Almanya ve İtalya, Pasifik’te yine yayılmacı Japonya’dan oluşan merkez (mihver) devletlerine karşı müttefikler (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa) tarafından yürütülen, 6 yıl boyunca 70 milyon insanın ölümüne yol açan,
çok cepheli Küresel bir savaştı. Müttefiklerin stratejisi önce Avrupa’daki savaşı bitirmekti  (Europe first).

Almanya’nın Rusya’yı işgali (Barbarossa harekatı) Moskova önünde durdurulunca Hitler güneye Bakü petrollerine yönelmiş, 1942’de Stalingrad önünde bir kez daha durdurulmuştur. Stalingrad muharebesi Avrupa cephesinde doruk noktası olmuş, buradan başlayarak saldırı (taarruz) girişimi (insiyatifi) Kızıl Ordu’ya geçmiş, Kızıl Ordunun genel karşı saldırısı sonunda Alman ordusu çekilmek zorunda kalmıştır.

Öte yavandan Müttefik güçleri Haziran 1944’te Normandiya kıyılarına çıkarak Alman Ordularını doğuya doğru itelemiş; Fransa, Belçika ve Hollanda’yı Alman işgalinden kurtarmıştır. İki ateş arasında arasında kalan ve kentleri stratejik bombalama ile yıkılan Almanya’nın 8 Mayıs 1945’te koşulsuz teslim olması ile Avrupa cephesinde savaş son bulmuştur.

Pasifik Cephesi

Pasifik savaşı Amiral Yamomto komutasındaki Japon donanması ile Amiral Nimitz  komutasındaki ABD Pasifik filosu arasında Pasifik’te deniz üstünlüğünü ele geçirme mücadelesi şeklinde olmuştur. Deniz üstünlüğünü ele geçirmenin ön koşulu, zamanın önde gelen
silah sistemi olan düşman uçak gemilerini savaş dışı bırakmaktı.

Bir ada ülkesi olan ve derinliği dar bir kara ülkesine sahip olan Japonya, ülkesini ileriden savunmak amacıyla karşı kıyısındaki Çin’in Mançurya bölgesini ve kendi çevresindeki
Pasifik adalarını işgal etmiştir.

Faşist Almanya ve İtalya ile 1935’te “Anti-komüntern pakt” adıyla müttefik olan ve kendi ülkesinde petrol bulunmayan Japonya’ya karşı ABD, 1941’den başlayarak petrol kuşatması (ablukası) uygulamıştır. Japonya’nın normal kullanım için üç yıl, savaş gereksinimleri için 1,5 yıllık petrolü vardı. Bu nedenle, en yakın petrol kaynağı olan Doğu Hint Adalarına (Endonezya’nın doğu adalarına) ulaşması gerekiyordu. Bu yolda en büyük tehdit İse ABD Pasifik filosu idi.

Japon uçakları 7 Aralık 1941’de ABD Pasifik filosunun bulunduğu Hawai’deki Pearl Harbour Limanına baskınla bu filonun büyük bölümünü imha etti. Ancak 4 ABD uçak gemisi baskından kurtulmuştu.

Pearl Harbour baskınından sonra toparlanan ABD Pasifik filosu, 4 Haziran 1942’de Midway adasında Japonya’nın kalan uçak gemilerini batırarak Pasifik’te deniz üstünlüğünü ele geçirdi. Midway muharebesi, Avrupa cephesindeki Stalingrad muharebesi gibi Pasifik cephesinin
doruk noktasıdır. Bundan sonra saldırı girişimi (taarruz inisiyatifi) ABD’ye geçmiştir.

Pasifik savaşının Midway muharebesinden sonraki evresi, ABD’nin Japonya’yı teslime zorlamak için Almanya’ya yaptığı gibi Japon kentlerine yoğun hava bombalaması evresidir. Bu evrede ABD, 66 Japon kentine 29 000 uçuş (sorti) le 176 000 ton bomba attı. Salt 10 Mart 1945’te
Tokyo saldırısında 84 000 sivili öldürdü.

Japonlar bu denli ağır yitiklere karşın teslim olmamakta direniyorlardı. ABD’li askerlerin kestirimine göre Japonya’yı dize getirmek için 5 milyon askerin kullanılması ve bunların 1 milyonunun ölmesi gerekiyordu! Ayrıca bombalar –güdümlü değil– serbest düşüşlü olduğundan, hedefi vurma (isabet) oranları düşüktü. Bu da daha çok uçuş (sorti), daha çok akaryakıt, daha çok uçak yitimi ve daha uzun zaman demekti. ABD bu nedenle, pahalı olan klasik bombalama yerine tek bir bomba ile Japonya’yı teslim almayı, kısaca daha az Amerikan askeri ölsün diye daha çok Japon sivilin ölmesini yeğledi.

Atom Bombası

Savaşın başında Almanya’nın atom bombası yapma çalışmaların öğrenen ABD, Pearl Harbour baskınından sonra savaşa girince, fizikçi Openheimer başkanlığında Manhattan Projesi ile atom bombası geliştirme çalışmasına başladı ve bunun için iki milyar Dolar ayırdı.

1945’e gelindiğinde ABD atom bombası geliştirmiş ve denemişti. Japonya ise hala teslim olmuyordu. Yukarıdaki gerekçelerle ilk bombanın Japonya’ya atılmasına karar verildi.

Atom Bombası Atılıyor 

İlk hedef olarak Hiroşima kenti seçildi. Yapılan keşiflere göre kentin en kalabalık olduğu zaman saat 08:15 idi. Kaptan Paul Tibbet Gay komutasındaki üç uçaklı kol, Anola Gay (kaptanın annesinin adı) adlı B-29 bombalama uçağından, 6 Ağustos 1945 pazartesi günü saat 08:15’te  Little Boy (Küçük Çocuk) adlı uranyum 235 izotoplu 20 kilotonluk (20 bin ton dinamite eşdeğer) atom bombasını attı.

ABD bununla yetinmeyip 9 Ağustos’ta bu kez Nagazaki kentine “Fat Man” (Şişman Adam) adlı Plütonyum 239 izotoplu bombayı attı. 1941’den beri petrol ablukası (kuşatması) altında olan, Midway savaşından sonra ABD’nin yoğun hava saldırılarına hedef olan Japonya, iki atom bombasından sonra daha çok direnemeyerek, ilk bombanın atılmasından yaklaşık bir ay sonra, 2 Eylül 1945’te koşulsuz teslim oldu.

Böylece Avrupa cephesinden sonra Pasifik cephesindeki savaş da Müttefiklerin yengisi ile bitmiş oldu. Hiroşima’daki ilk saldırıda 70-80 bin kişi hemen, Nagazaki’deki saldırıda 40-75 bin sivil, çoğu enkaz (yıkıntı) altında kalarak hemen öldü. Sonraki yıllarda radyasyon etkisi ile ölenlerle birlikte toplam ölü sayısının 143 000 olduğu kestirilmektedir.

 Değerlendirme ve sonuç

1941’den beri petrol ablukası altında olan, Midway’den sonra ABD’nin kentlere yaptığı yoğun hava saldırılarında ağır yitikler veren, savaş sanayisinin büyük bölümünü yitiren Japonya,
1945 yılına gelindiğinde savaş yeteneğini ve istencini büyük ölçüde yitirmiş durumda idi.
İşte ABD bu durumdaki Japonya’ya atom bombası atarak on binlerce sivilin gereksiz yere
(askeri bir zorunluluk yokken) ölümüne neden oldu. Atom bombası atılmasaydı Japonya
kısa sürede teslim aşamasına gelmişti.

ABD’li uzmanların ileri sürdüğü klasik bombalamanın maliyeti ve risklerinin yüksek olması,
atom bombası için gerekçe olarak kabul edilemez.. Daha az Amerikan askeri ölsün diye
daha çok Japon sivilin öldürülmesi
insanlık suçu ve savaş hukukuna göre savaş suçudur.

ABD’nin atom bombası atmasının asıl gerekçesi, yıkım gücü çok yüksek yeni bir silaha sahip olduğunu göstererek, başta Sovyetler Birliği olmak üzere dünyaya güç gösterisi yapmaktır.
ABD savaş sonrası olası ekonomik rakipleri Japonya ve Almanya’ya büyük zarar vererek ekonomik üstünlük de sağlamıştır.

Bu olaydan sonra soğuk savaş döneminde (1945-1990) uluslararası güvenlik ortamının belirleyici ögesi olan nükleer silahlanma ve nükleer güç dengesi temelinde
nükleer caydırıcılık dönemi başlamıştır.

1962 Küba krizinde soğuk savaşın iki büyük oyuncusu ABD ve SSCB nükleer savaşın eşiğinden döndükten sonra, nükleer silahsızlanma çabaları başlamıştır. Buna karşın elde kalan
nükleer silahlar dünyaya büyük zarar verecek düzeydedir.

79 yıl önce on binlerce sivili öldüren ABD, bugün de İsrail’in onbinlerce Filistinli sivili  öldürmesine izleyici kalmakta, hatta desteklemektedir. İki olay arasında ABD’nin insanlığa
bakış açısında benzerlik bulunmaktadır.
***

Kız Çocuğu 

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu

Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kağıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.

Nazım HİKMET

Can Atalay hakkında AYM’den açık uyarı

Can Atalay hakkında AYM’den açık uyarı

Şimdi yapılması gereken, Can Atalay’ın hukuken var olmayan oluşumla elinden alınan “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma” hakkının, “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının verilmesidir.

Ali Rıza Aydın
E. Anayasa Mhk. Raportörü

Anayasa Mahkemesi (AYM), Can Atalay hakkında yapılan “milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespitine” bu nedenle düşme işleminin “iptaline” ilişkin başvuruları değerlendirerek kararını 22 Şubat 2024 günü vermişti. Karar, her iki istem hakkında “karar verilmesine yer olmadığına (KVYO)” olarak duyurulmuştu. Merakla beklenen gerekçeli karar, iki ayrı karar şeklinde (E.2024/45 ve E.2024/43) 1 Ağustos 2024 günlü Resmi Gazetede yayımlandı. Her iki kararın da 4 üyenin karşı oyuyla, oyçokluğuyla verildiği görülüyor.

Birinci kararda (E.2024/45), Yargıtay 3. Ceza Dairesinin TBMM’ye gönderdiği yazının TBMM Genel Kuruluna bildirilmesi işleminin iptali hakkında talep incelenip gerekçelendiriliyor. AYM, Can Atalay’ın bireysel başvuru kararındaki hak ihlallerinden söz ederek, bu hak ihlali kararından sonra Atalay’la ilgili kesinleşen bir hükmün varlığından söz etmenin hukuken mümkün olmadığını, TBMM’nin de buna uymak zorunda olduğunu, oysa TBMM’de “hakkında kesin bir mahkumiyet kararı içermediği açık olan karara yer verilen Daire yazısının TBMM’de okunmasıyla” fiili durum oluşturulduğunu, bunun Anayasa kapsamında yasama işlemi olarak değerlendirilemeyeceğini belirterek AYM’ce bu konuda karar verilmesinin olanaksızlığını vurguluyor.

AYM, “hukuken var olmayan bir işlem nedeniyle söz konusu iptal talebinin incelenmesine imkan bulunmamaktadır” diyerek KVYO kararı veriyor. Bu karardaki 4 karşı oyda “görevsizlik kararı” verilmesi gerektiği savunuluyor. (AS: Benzer sonuca varılıyor..)

İkinci kararda (E.2024/43) Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespiti ve bu kapsamda iptal talebi incelenip gerekçelendiriliyor. Bu gerekçedeki vurgulamalar özetle şöyle:

a) Kesin hükmün bildirilmesi işlemi, milletvekilliğinin düşmesi sonucu yönünden kurucu nitelik taşır.
b) Kesinleşmiş mahkumiyet kararı bulunmazsa milletvekilliğinin düşmesi mümkün olamaz.
Bu hususta TBMM Genel Kuruluna bildirimde bulunulamaz.
c) AYM’nin, “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ve kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı” ihlali kararından sonra, Atalay’la ilgili TBMM’de okunması mümkün olan, kesinleşen bir hükmün varlığından söz edilemez. Bu hukuken mümkün değildir.
d) Atalay hakkında kesin bir mahkumiyet kararı içermediği açık olan karara yer verilen Yargıtay Daire yazısının TBMM’de okunmasıyla fiili durum (de facto) oluşturulmuş olup,
Anayasa kapsamında bir yasama işleminden söz edilemez.
e) Bu durumda başvurunun konusu kalmadığından, hukuken var olmayan bir oluşum
söz konusu olduğundan, AYM tarafından KVYO kararı verilmiştir.

Bu karardaki 4 karşıoyda da “yetkisizlik kararı” verilmesi gerektiği savunuluyor.

Anayasa yargısı dilinde bu tür durumlara “gerekçeli ret”, olayımızda “gerekçeli KVYO” deniliyor.

Anayasa Mahkemesi, kendi “ihlal kararı”nı, bu karara uyulması ve gereğinin yerine getirilmesini açık ve net gerekçelendiriyor. Burada, AYM’nin ilk kez önüne gelen durum hakkında karşıoylara da bir çeşit yanıt veriliyor. Bağlı olarak, TBMM’de okunan yazının “kesin mahkumiyet içermediği açık olan kararlara yer verilen” bir yazı olduğu; okunan metinde yer alan Daire kararının da; “Anayasa Mahkemesinin anılan (Can Atalay’la ilgili) bireysel başvuru kararına uyulmasına yer olmadığına ilişkin Türk hukukunda verilmesi mümkün olmayan, Anayasanın tümüyle dışında kalan ve hukuksal dayanağı bulunmayan bir karar” olduğunu yine açık ve net vurgulanıyor.

Kararın sonuç bölümünde “karar verilmesine yer olmadığına” karar verilmesi anayasa hukukçuları tarafından ne kadar tartışılırsa tartışılsın, gerekçesiyle birlikte okunduğunda -ki yargı kararları gerekçeleriyle birlikte bütündür

  • Can Atalay’ın Anayasanın, hukukun dışında özgürlüğünden ve milletvekilliği çalışmalarından yoksun bırakıldığı bir kez daha karar altına alınıyor.

Anayasa Mahkemesi bu garabet durumu gerekçelendiriyor ve “hukuken var olmayan
bir oluşum söz konusu olduğundan
” ayrıca bir karar verilmesine de yer yok diyor.
Dolanmıyor, doğrudan vurgusunu, uyarısını yaparak hukukun ne olduğunu anımsatıyor.

  • Şimdi yapılması gereken; Can Atalay’ın hukuken var olmayan oluşumla elinden alınan “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma” hakkının, “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının verilmesidir.
  • İvedi olarak özgürlüğüne ve milletvekilliğine kavuşturulmasıdır.

Bu konuda daha önce yazdıklarımızda da vurguladık. Konu hukukun satırları, hukukçuların ve yargının tartışmaları içinde erimeye bırakılamayacak derecede duyarlı ve yaşamsaldır. Tekil bir örnekten öte toplumsal ve siyasaldır. Toplumsal ve siyasal savaşımın içindedir. (

NİTELİKLİ EĞİTİM İÇİN

Suay Karaman

Eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün

Eğitim işlerinde mutlaka başarılı olmak gereklidir. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak bu surette olur.” sözünü aklımızdan çıkardığımız için, bugün ülkemiz çok kötü yönetilmektedir.

Ülkemizde
– laik ve bilimsel eğitim bitirilerek
– istilacı göç,
– hukuksuzluk,
– çökertilen ekonomi,
– açlık, yoksulluk, işsizlik,
– yeraltı ve yerüstü zenginliklerin yok edilmesi,
– sanayi, tarım ve hayvancılığın bitirilmesi
– ve dış destekli terör gibi sorunlarla uğraşılmaktadır.

Siyasal iktidarın tüm konularda olduğu gibi eğitim konusunda da başarısız olduğu bilinmektedir. Sorgulayan, düşünen, laik, çağdaş ve bilimsel eğitim yerine dinci eğitim yapılarak ilerlenemeyeceği hatta geriye gidileceği bellidir. Ancak yönünü ortaçağ karanlığına çeviren siyasal iktidar, (çağdışı) ideolojisiyle ve (ilkel) tek adam rejimiyle aydınlıktan kaçmaktadır.

Din ağırlıklı ve niteliksiz eğitim yüzünden öğrencilerin hem yurt içindeki, hem de yurt dışındaki başarıları sürekli düşmektedir. Bu durumu sayılarla anlatalım: Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (Program for International Student Assessment) olan PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından, üçer yıllık dönemlerle, 15 yaş dilimi öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendirmektedir. PISA 2022 ölçümlerine göre Türk öğrenciler 81 ülke arasında matematikte 39, fen alanında 34 ve okuma-anlama bölümlerinde 36. sıradadır. Bu sonuçlara göre Türkiye’nin sıralaması ortalamanın altındadır. Üniversiteye giriş sınavlarında matematik, fizik, kimya ve biyolojide yaklaşık %10 doğru yanıt verilirken, Türk dili ve edebiyatı sorularına ise yaklaşık %20 oranında doğru yanıt verilmektedir.

2024 Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nda (YKS) Temel Yeterlilik Testinde adayların doğru yanıt sayıları şöyledir: Türkçe 40 soruda 21,4; Sosyal Bilimler 20 soruda 9,0; Matematik 40 soruda 7,9; Fen Bilimleri 20 soruda 3,5. Sınavın ikinci aşaması olan Alan Yeterlilik Testinde adayların doğru yanıt sayıları şöyledir: Matematik 40 soruda 5,5; Fizik 14 soruda, 2,2; Kimya 13 soruda 1,5; Biyoloji 13 soruda 2,3; Türk Dili ve Edebiyatı 24 soruda 5,9; Tarih-1, 10 soruda 2,5; Tarih-2, 11 soruda 2,8; Coğrafya-1, 6 soruda 2,1;  Coğrafya-2, 11 soruda 2,4; Felsefe Grubu 12 soruda 1,9; Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi 6 soruda 1,2; Yabancı dillerde 80 soruda Almanca 39,4; Arapça 27,9; Fransızca 46,3; İngilizce 35,6; Rusça 52,3.

Sayıları özetlersek : 2024 Yükseköğretim Kurumları Sınavında Temel Yeterlilik Testinde 120 soruda doğru soru çözme ortalaması 41,8; Alan Yeterlilik Testinde ise 160 soruda 30,3 olmuştur Eğitimde başarı olarak sunulan bu sayılar, esas gerçekleri açıklamaktadır. 2024 yılında Yükseköğretim Kurumları Sınavına giren öğrenciler, AKP iktidarının 2012-2013 eğitim-öğretim yılında uygulamaya koyduğu 4+4+4 olarak adlandırılan düzenlemesinin ilk mezunlarıdır. Sistemin yetersizliği ortadadır ama bu başarı masallarıyla süslenmektedir (GİZLENİYOR!).

Milli Eğitim Bakanlığı istatistiklerine göre, 12 yıl önce ilkokul 1. sınıfta toplam 1.870.715 öğrenci kayıtlıydı. 2024 yılında bu öğrencilerden 1.093.000 öğrenci Yükseköğretim Kurumları Sınavına girdi. Yani 4+4+4 sisteminin başladığı 2012-2013 yılından sonraki 12 yılda 777.715 öğrenci
son sınıf düzeyinde Yükseköğretim Kurumları Sınavına girme aşamasına gelemedi.
Bunun anlamı uygulanan eğitim modelinin çökmesidir, iflas etmesidir.

Geçen 12 yıl boyunca
– öğretmen açığı,
– kalabalık sınıflar ve
– ikili ve taşımalı eğitim (köyden öğretmeni al, imamı bırak; aydınlanmayı baltala!)

sorunu çözülememiştir. Ama siyasal iktidarın hedefi din ağırlıklı eğitim olunca,
bunları görmek istememektedir.

Siyasal iktidarın 2024-2025 eğitim-öğretim yılından itibaren (başlayarak) ısrarla uygulamaya koymak istediği Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile, dinci eğitim öne çıkarılarak,
eğitim sistemi tamamen (tümüyle) bitirilecektir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli denen gerici sistemi ortadan kaldırmak için,
demokratik eylem hakkımızı sonuna dek kullanmalıyız.

Ülkemizin geleceğini düşünen herkes için eğitim en önemli sorun olmak zorundadır.

Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımızın laik, çağdaş, bilimsel ve nitelikli eğitim alma hakkına her ortamda sahip çıkmak zorundayız.

Bunun için ne gerekiyorsa, örgütlü olarak yapma azim ve kararlılığında olmalıyız,
zamanımız daralmaktadır.

Azim ve Karar, 5 Ağustos 2024

AKP ve Hamas

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
05 Ağustos 2024, Cumhuriyet
  • İslamcı terör örgütü Hamas, Mısır’daki şeriatçı, köktendinci, ümmetçi örgüt “Müslüman Kardeşler” tarafından kuruldu.

ABD ve İsrailYaser Arafat’ın öncülüğündeki Filistin Kurtuluş Örgütü’nü bölmek, bağımsız Filistin devletinin kurulmasını önlemek için, Hamas’ın kurulmasına destek verdi.

Hamas, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki uyduları olan Suudi Arabistan ve Katar tarafından yıllarca desteklendi.

  • Müslüman Kardeşler kurulduğu 1928 yılından itibaren (AS: bu yana, başlayarak)
    Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı düşmanlık yaptı.

Kurtuluş Savaşı’na ve Kuvayı Milliye hareketine karşı mücadele veren, Britanya emperyalizmiyle işbirliği yapan, Teal-i İslam Cemiyeti kurucularından Mustafa Sabri, Mısır’daki “Müslüman Kardeşler” örgütüne üye oldu.

“Müslüman Kardeşler”, Süveyş Kanalı’nı millileştiren ve Britanya kontrolünden (denetiminden) kurtaran, Mısır’daki anti-emperyalist mücadeleye öncülük eden Cemal Abdülnasır yönetimine karşı da mücadele verdi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail topraklarında yaklaşık 1200 İsrailli sivil vatandaşı katletmesi (öldürmesi) üzerine, İsrail hükümeti Hamas’ın yönettiği Filistin’in Gazze bölgesine saldırı başlattı, bunun sonucunda on binlerce sivil Filistinli yaşamını yitirdi, büyük bir katliam (kıyım, kırım) yaşandı, Gazze yerle bir oldu. (Ve halk güneye sürüldü..)
***

İran’da öldürülen Hamas’ın lideri İsmail Haniye’nin Katar’daki cenaze törenine, demokrasiyle yönetilen hiçbir ülkenin yöneticisi katılmadığı gibi,
Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan gibi dünyanın önde gelen Arap ülkelerinden de
hiçbir devlet yöneticisi katılmadı. 

Cenazede en üst seviyede (düzeyde) temsil edilen ülke Türkiye oldu!
“Cumhurbaşkanı Yardımcısı” Cevdet Yılmaz“Dışişleri Bakanı” Hakan Fidan,
“Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı” İbrahim Kalın,
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı” Numan Kurtulmuş cenaze törenine katıldılar.

  • Türkiye’de dış politikanın, istihbaratın, Meclis’in bu kişilere emanet edilmesi
    kaygı vericidir! 

Türkiye’nin dışında Katar, İran, Pakistan, Malezya’dan da çeşitli yöneticiler cenaze törenine katıldılar. Bu ülkelerin içinde Katar hariç (dışında) hiçbiri Arap ülkesi değildir.

“Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan ve “Dışişleri Bakanı” Fidan cenazeden önce Hamas lideri için övgü dolu sözler sarf etti (kullandı),

  • Erdoğan “İsrail’e girebileceklerini” açıklayarak İsrail’i tehdit etti,

Hamas liderinin öldürülmesinden dolayı bir günlük “milli” yas ilan etti! Türkiye dışında dünyada Hamas lideri için İran, Pakistan gibi birkaç ülke hariç (dışında) kimse “milli” yas ilan etmedi!

Buna “milli” yas değil, “ümmetçi” yas bile denemez. Çünkü bırakın milletleri, Müslüman ümmetinin tamamı da Hamas lideri için yas tutmadı.

29 Ekim’de, 19 Mayıs’ta, 30 Ağustos’ta, 23 Nisan’da, 10 Kasım’da ortalıktan kaybolan,
milli bayramları göstermelik biçimde kutlayan, kutlamalara sınırlamalar getiren AKP hükümeti, terör örgütü Hamas lideri için tuttuğu yası “milli” ilan ederek, Türk milletine hakaret etti!

Hamas rezaleti bununla da kalmadı, sosyal medya kurumları, terör örgütü Hamas’ı destekleyen Türkiye’deki açıklamalara sınırlamalar getirince, AKP hükümeti, sosyal medya hesaplarına erişimi kapattı!
***

AKP hükümeti Hamas’a destek vererek, anayasayı, demokrasi ve laiklik ilkelerini ihlal ettiği gibi, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını da yerle bir etti.

  • AKP terör konusunda çifte standart ve tutarsız bir strateji uygulayarak,
    Türkiye’nin terör örgütü PKK’ya yönelik mücadelesine darbe vurdu. 

Bir terör örgütünü destekleyen bir hükümetin, teröre karşı vereceği uluslararası mücadelenin ciddiye alınmayacağı açıktır! 

Ayrıca Türkiye’nin İran ile İsrail arasındaki olası bir savaşta taraf olmasının da Türkiye’nin
milli (ulusal) çıkarlarına aykırı olduğu ve Türkiye’yi bir felakete sürükleyeceği kesindir!

Hamas liderinin öldürülmesi, Türkiye’nin milli olmayan odaklar tarafından işgal edildiğini bir kere (kez) daha deşifre etti!


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

AKP ve Hamas5 Ağustos 2024
ABD gerçeği29 Temmuz 2024
ABD, Trump ve Biden22 Temmuz 2024

Sanattan Ahlâka…

SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ…

Birsen İĞCİ SALTIK, MA
Gazi Üniv. Güzel Sanatlar Fak. Resim Öğr. Bl.
https://birsenigcisaltik.com/dusun-yazilari/
02.08.2024

Hançerlioğlu’na göre sanat, “insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetik ilişki…” olarak tanımlanmıştır. İnsanın, yeryüzünde kendine yaşam alanı oluşturabilme arayışı, yaratıcılığı ile maddeyi biçimlendirmiş, bu etkinliği başarabildiğini duyumsadığında da sanata yönelmiştir.

Dolayısıyla sanat; dünya, çevre, öbür insanlarla olan ilişkileri sanat yapıtlarıyla bilgi dünyasına aktarmaktadır.

Sanat yapıtları doğrudan yaratıcısının bilinciyle biçimlenir ve sanatçının yoğrulduğu ekinle (kültürle) bütüncül değer edinir. Böylelikle sanatın evrensel değer olduğu konusunda
görüş birliği olduğu anlaşılmaktadır.

Sanat, insanla birlikte var olmuştur. Bu nedenle insanlığı ve onun tarihini de yansıtır.
Bazı çağlarda toplumlar sanatçıyı, süper-egonun ahlak ve ideallerinden damlayan yorum aracı durumuna getirmişlerdir. Bu nedenle sanat da dinin, ahlakın veya toplumsal ideolojinin hizmetçisi olmuştur.

Bir bütün olarak insanlık, gereksinimlerini karşılayan çeşitli pratik dürtülerinin yanı sıra,
estetik dürtüye de sahiptir. O bütünlük içinde estetik dürtü de karşılanmazsa, öbür temel içgüdülerle çatışma durumu olacaktır. Bu aynı zamanda toplumsal bütünlüğün de rahatsızlığı anlamına gelir.

Sanatı, başlangıçta büyü (mağara resimleri), daha sonra din-büyü ile dünyaya egemen olmaya çalışan tılsımlı araç olarak değerlendirebiliriz. Ancak, sanayileşmeyle birlikte sanat,
kendi alanının dışındaki dünyada yer alarak metalaşmıştır.

Meta dünyasıyla ilerleyen yüzyıllarda, acımasız kâr beklentisi üzerine kurulu bir toplumda kültürel birliğin yok olduğu belirlenmektedir.

Üretim fazlası ve pazarlama çılgınlığının yaşandığı son iki yüzyıl, 1. ve 2. Dünya Paylaşım Savaşlarını insanlığa yaşatmıştır. 1950’den sonra gereksinimlerin çeşitlendirilmesi,
pazar tüketicilerinin nüfusça çoğaltılmasını gerektirdi.

1980’den başlayarak küreselleşen emperyalizm, acımasız-doğrudan-kazanç-rekabet silahlarını toplumların kültürel bütünlüğü ile doldurmaya başlamıştır.

Durumu biraz daha açalım :

Duyularımızın neşe, üzüntü, öfke, sevgi vs. yoğunlaştığı yaşam deneyimi anları vardır.
Temel gereksinimleri olmayan, güvenle ve özgür seçimle değil, acımasız rekabet – kârlılık işbirliği, sevginin değil, öfkenin, neşenin değil acının seçimini gerektirir.

Sanatçı, ardında binlerce yıllık duyusal ögeleri barındıran renkleri, biçimleri, sözleri, sesleri ve devinimleri yaratıcı ve yapıcı olarak ürettiği sürece neşe, sevgi, mutluluğu yoğunlaştıracaktır.

İnsanın yaşamla sürgit ilişkisi, gerçekliğin-bütünlüğün yoksun olduğu bir denge üzerine nasıl kurulabilir? Bu dengeyi insanın-insanlığın bilincinde tümüyle yok etmek, insanın aklını kullanma ve hayal kurma cesaretini yok saymak demektir.

Sizce yaşamsal içgüdüyle tümüyle tersi yöndeki kurgu, öylece, olduğu gibi var olan yaşamın kendisine üstün gelebilir mi?

Cumhuriyet gazetesi köşe yazımız : HEYBELİADA Konferansımız ; Lozan Barış Andlaşması’na Tehditler

Dostlar,

Dünkü Cumhuriyet‘te (1 Ağustos 2024) iki haftada bir yazdığımız köşe yazımız yayınlandı (PDF : 24. HEYBELİADA Konferansımız; Lozan Barış Andlaşması’na Tehditler, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/heybeliada-konferansimiz-lozan-baris-antlasmasina-tehditler-2233335).

Gazetenin webinden ve kendisinden okunması için sitemizde yayınlamayı biraz beklettik. Twitter ve Facebook hesabımıza Gazetenin yazımıza ilişkin erişkesini (linkini) verdik. Onbinlerce tıklandı. Epey geribildirim de aldık. Duyarlı izleyicilerimize teşekkür ederiz.

Konu önemliydi… Bir kez Heybeliada’daki İNÖNÜ Evinde verdiğimiz bir konferans hakkındaydı. İkinci olarak Lozan Barış Andlaşması‘nın (LBA) 101. yılıydı, yani bu Andlaşma 100. yılında sonlanmadı!

Üçüncü olarak, ülkemizin uluslararası hukukta tapusu ve tarihsel olarak TABU’su olan bu Andlaşma’ya dönük sinsi diplomatik saldırı ve tehditler sürmekteydi, bunlar paylaşılmalıydı.

Son olarak, İNÖNÜ Ailesi bu geleneksel anma toplantılarında salt LBA değil, güncel bir konunun da işlenmesini arzu ediyordu. İsmet Paşa‘nın kızı Sn. Özden Toker‘e ve torunu Sn. Gülsün Bilgehan‘a, bizi böylesine önemli bir konferansa konuşmacı olarak çağırdıkları için teşekkür ederiz.

Kurucu Parti ve Lozan kahramanı İsmet İnönü‘nün çok uzun yıllar genel başkanlığını yaptığı CHP‘nin güncel genel başkanı Sn. Özgür ÖZEL ve kurmayları da (Sn. Namık Tan, Sn. İlhan Uzgel ve birçok belediye başkan…) oradaydı. Sn. Özel  de konuşma yaptı ve ardından bizim konuşmamızı tümüyle izledi.

İNÖNÜ evinde iğne atsanız yere düşmeyecek ölçüde bir kalabalık ve ilgi vardı.

Biz, 36 dakika ile kısa tutarak sınırladığımız konuşmamızın ilk bölümünü LBA’na dönük diplomatik – politik tehditleri açıklamaya ve gerekli uyarıları yapmaya, yersiz suçlamaları yanıtlamaya ayırdık. Bu bölümde Hukukçu ve Siyaset Bilimci şapkalarımızı kullandık. LBA görüşmelerinde ilk bölümde İsmet Paşa‘nın hukuk danışmanlarından aile büyüğümüz Prof. Dr. Veli Saltık‘a da önemli katkıları için gönderme yaparak..

İkinci bölümde ise, hekim şapkamızla, kritik boyutlara ulaşan küresel sağlık sorunlarını ve çözüm önerilerimizi sunduk. Tam konuşma metnimizi, video kaydını ve birkaç fotoğrafı sitemizde paylaştık, youtube hesabımıza video kaydını yükledik; https://youtu.be/-P5gfq_5_-o,  (http://ahmetsaltik.net/2024/07/31/lozan-baris-andlasmasi-101-yil-konferansimiz/). ADD genel merkez webine de kondu : https://www.add.org.tr/wp-content/uploads/2024/08/101.-Yil-Konf.-metni-Ahmet-Saltik.pdf ve https://www.add.org.tr/2024/07/26/ahmet-saltik-lozan-konferansi/

Şimdi, Cumhuriyet‘te yer alan kısa köşe yazımızı sunacağız. Gazetede köşe yazıları kısa tutuluyor, kağıt bedeli çok yüksek ve Cumhuriyet 12 sayfa ile sınırlı, gene de fiyatı en yüksek günlük gazete: 2 günce 13 TL’den 15 TL’ye çıkarılma zorunluğu oldu.
****

HEYBELİADA Konferansımız :
Lozan Barış Andlaşması’na Tehditler

24 Temmuz 2024, Lozan Barış Andlaşması – LBA’nın 101. yıldönümüydü. İNÖNÜ Vakfınca Heybeliada geleneksel yıllık anma toplantısında çağrılı konuşmacıydık. İlk bölümde LBA’na dönük güncel ve açık-somut belgesel tehditleri irdeledik. İkinci bölümde ise kritik boyutlara varan küresel sağlık sorunlarını. Vakıf Bşk. İsmet Paşa’nın kızı Sn. Özden Toker’e, torunu Sn. Gülsün Bilgehan’a teşekkür ederiz. Toplantıya CHP Gn. Bşk. Sn. Özgür Özel, Sn. Namık Tan, Sn. Prof. İlhan Uzgel… de katıldı. İNÖNÜ Evi bahçesinde iğne atılsa yere düşmüyordu.
LBA 101. yaşını tamamladı. Demek ki 100 yıllık değildi, hala yürürlükte! İki yıl önce B. Süha Keskin adlı yurttaş CİMER’e başvurdu ve 2 soru sordu (20.03.2022, 2201301208 sayı). Resmi yanıt aynen şöyle :
Lozan Barış Andlaşmasında gizli maddeler bulunmamakta olupmaden çıkartmamıza engel teşkil eden herhangi bir madde yer almamaktadır. .. Andlaşma metnine Bakanlığımızın internet sitesinde bulunan Kaynaklar/Kurucu Andlaşmalar linkinden ulaşılabildiği hususunda bilgilerinizi rica ederim.”
LBA’nın 100. yılı 24 Temmuz 2023’te (geçen yıl) doldu. Ama Türkiye, Cumhuriyetin kurulmasından günümüze yeraltı madenlerini işletmekte. Bu amaçla yüzlerce maden arama ruhsatı verildi. ATATÜRK döneminde maden aramalarına akçalı kaynak için ETİBANK kuruldu. MTA (Maden Tetkik Arama) Enstitüsü de bu amaçla açıldı (14.6.1935, 2805 ve 2804 s. yasalar). Görüldüğü gibi madenlerimizin işletilmesinin LBA ile 100 yıl engellendiği savı hem yanlış hem de son derece tutarsız. Son olarak Karadeniz’de doğal gaz (20.7.2020), Gabar’da petrol bulunduğu AKP/RTE tarafından açıklandı (01.01.2023). 1955’te işletmeye alınan Türkiye’nin ilk modern rafinerisi olan Batman rafinerisi, o bölgemizde üretilen ham petrol içindi. Bunlar hep, LBA’nın 100. yılı dolmadan oldu Türkiye’de! Acı olan, bunca temelsiz savlara inanan pek çok insanın varlığı ve böylesi kof kara propaganda yöntemine başvurulması, iktidarın etkili ses çıkarmaması..
***
   Ancak.. LBA ile ilgili ciddi tehditler söz konusu..
İlk olarak, AB Lozan’ı tanımıyor!
   Ülkemizin AB’ye katılım görüşmeleri 3 Ekim 2005’te başladı. Aynı tarihte, görüşmelerin ilke ve yöntemlerini belirleyen “Müzakere Çerçeve Belgesi – MÇB” kabul edildi. 4. paragrafta azınlıklar vurgusu yapılıyor. Belgede, “AB azınlık haklarıyla ilgili hükümlerin uygulanmasında mevzuatı ve uygulama önlemlerinin pekiştirilmesini ve genişletilmesini beklemektedir…” deniyor. AB, LBA’nda tanımlanan üç azınlıktan (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler) öte bir arayışta. Bu, İlerleme Raporlarıyla daha önce anlaşılmıştı. AB’nin dileği Türkiye’nin ulus devlet yapısını zedeleyecek yeni azınlıklar üretmek! Anlaşılıyor ki, AB bu çabalarını yoğunlaştıracaktır, öyle de olmuştur.

   AB, Müzakere Çerçeve Belgesi – MÇB ile
Türkiye’yle Adeta Hesaplaşmakta!

  • MÇB’nin 11. paragrafı ise, AB mevzuatına uymadığı gerekçesiyle Türkiye’nin daha önce yaptığı ikili andlaşmalarla uluslararası andlaşmaların sona erdirileceğini Buna göre Türkiye’nin hangi ikili – uluslararası andlaşmalarının geçersiz kılınacağı belirsiz!? Örn. KKTC‘nin varlığı, 1959-60 Londra-Zürih Andlaşmaları, bu paragrafa dayanılarak geçersiz sayılabilir! Ucunun Lozan‘a veya Montrö‘ye uzanmayacağını kimse güvenceleyemez (garanti edemez) ! Bu bilinçli belirsizlik çok tehlikelidir, neden izin verilmiştir?
    BOP kapsamında Irak’ın kuzeyinde eylemli olarak (de facto) yaratılan karakol devlet, gelecekte Türkiye’ye sınır istemleri dayatabilir. Fırat’ın batısında kuzey Suriye’deki istasyon devlet taslağı da!
  • Uyuşmazlıkta, AB MÇB 6. paragrafa göre“anlaşmazlık” Uluslararası Adalet Divanı – UAD’na taşınacak ve ABD-AB baskısı belirleyici olacaktır. Türkiye UAD statüsüne taraftır ve kararları bağlayıcıdır.
  • Gelişmeler ülke bütünlüğümüzü tehdit eden nitelik kazansa bile, MÇB’nin bu paragrafına göre Türkiye, meşru “askeri güç kullanma” hakkını kullanamayacaktır. BM Andlaşması m.51 hakkı boşluktadır!
  • TSK, “güç kullanMAma” diye 2 sözcükle devre dışı bırakılmıştır!
    Bu nasıl bir diplomatik aymazlıktır!?
  • Ülke bütünlüğünü korumak için tersi yapılırsa, bu kez AB, MÇB’nin çiğnendiğini ileri sürerek Türkiye ile görüşmeleri askıya alabileceği gibi, geniş kapsamlı yaptırım uygulayabilir.
    Halen askıdayız…(!)

   Asırlık LBA, ülkemizin uluslararası hukukta tapusu ve ulusal TABUMUZDUR!
Son derece özenle, çok büyük titizlik ve ustalıkla korunmalı, kollanmalı, yaşatılmalı ve
hiçbir tuzağa kesinlikle düşülmemelidir.

Not : Konuşmamızın videosu için tıklayınız..
https://www.youtube.com/watch?v=-P5gfq_5_-o 
Tüm konuşma metni-fotolar:
Lozan Barış Andlaşması 101. Yıl Konferansımız | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/heybeliada-konferansimiz-lozan-baris-antlasmasina-tehditler-2233335  01.08.2024

PDF : 24. HEYBELİADA Konferansımız; Lozan Barış Andlaşması’na Tehditler

BU VAHŞETİ KİM DURDURACAK? DİKTATÖRLÜK NEDİR?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı,
Halk ozanı

ABD Emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i el ele vererek, Müslüman Ortadoğu toplumları ve özellikle Filistin halkına karşı, zalimce ve eşgüdümlü davranarak sürekli insanlık suçu işliyorlar. Filistin’de can yitiği 40 bine yaklaştı.

Üstelik bu suçlar ve kıyımlar, bilerek ve istenerek (taammüden) planlanarak işleniyor!

İsrail halkı ve devletinin yaşama ve güvenlik hakkı var da; Filistin halkı ve devletinin yaşama ve güvenlik hakkı niçin yok??

Niçin çifte standart var?

Ne yazık ki, uluorta işlenen bu suçları suçüstü yapabilecek küresel bir adalet ve yargı kurumu yok gibi…

Daha ne denli Filistinli kadın, çocuk ve günahsız insanların öldürülmeleri, geri kalanların da yarı aç, yarı tok, zulüm altında tutsak gibi yaşaması gerekiyor?

Adalet, ahlak, vicdan ve insaf bitti mi?

Bu orman yasası ya da en güçlünün zulüm yasası ne zaman son bulacak?

Filistin halkının soykırımına ve imhasına dönüşen bu orantısız ve asimetrik güç kullanımı nasıl durdurulacak, kim durduracak?
***

DİKTATÖRLÜK NEDİR?

Eğer bir ülkede koyu bir diktatörlük varsa, dogmatizm ve hamaset kutsallaşır.

Eğitim sistemi dogmatikleşir.

Hukuk devletinin, yaraşırlık (liyakat) ve adaletin esamisi bile okunmaz.

Diktatörlerin bedensel-biyolojik varlıkları tanrısallaştırılır; buyrukları da tanrısal buyruklar
(ilahi emirler) gibi sunulur.

Zalimlikler kutsal kılıflara büründürülür; mazlumlar ise şeytanlaşlaştırılır ve hainleştirilir.

Gerçeklerle yalanlar yer değiştirir.

Temel insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri rafa kalkar.

İnsanlar tektipleştirilir.

Başta akılcı ve bilimsel fikirler olmak üzere her türlü özgür düşünce suç olur.

Hapishanelerle üniversiteler yer değiştirir.

Üniversiteler özgür düşünce hapishanelerine; hapishaneler de özgür düşünce üniversitelerine dönüşür.

Fakat her ikisinin de toplumla iletişimi ve bağı kopar.

Olan halka olur.

Tarih bunun örnekleri ile doludur.

Eğer bir ülkede sosyal devlet yoksa, kış güneşi yoksulun yorganı olur.

Sahte dostların vefası SEFADA, gerçek dostların vefası ise CEFADA seninledir.

“Yurtta sulh, cihanda sulh”

01.08.2024 BİRGÜN

  • ‘Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda,… “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları” vardır. (Anayasa Başlangıç),

Bu kolektif hak, Türkiye Cumhuriyeti tarihini yapan ve yazanların geleceğe dönük iradelerinin özgün coğrafya bağlamında hukuka yansımasının tipik bir örneğidir.

Türkiye Cumhuriyeti, yurttaşlarının “Yurtta barış, dünyada barış” toplu hakkına dayanır:

  • Türkiye Cumhuriyeti, … Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”  (md.2).
  • Cumhuriyetin nitelikleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez (md.4).

Anayasal kurumlar, normlar ve ilkeler, kolektif barış hakkı sağlamaya yönelik:

  • “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

hükmü, her iki alana ilişkin düzenlemeler için çerçeve niteliğinde.

Yurtta; hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak Yasama-Yürütme ve Yargının birbirinden ayrılması ve yargı bağımsızlığı.

Dışa yönelik olarak; “Savaş hali ilanı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin verme” yetkisinin belli kayıt ve koşullar altında TBMM’ye verilmiş olması.

DEMOKRASİ ÖRNEĞİ

Nüfusunun çoğunluğu müslüman olan Türkiye, laiklik sayesinde demokratik yönetimi başaran tek ülke olarak örnek gösterilirdi 21. yüzyıl başına dek.

Son yirmi yılda sandık sıklaştıkça demokrasi zayıfladı. Çünkü AKP, sandığı şu üç amaçla kullandı:

– iktidarı bırakmamak (1 Kasım 2015),
– gelecek kuşakların iradesine ipotek koymak (16 Nisan 2017) ve
– kişisel iktidarı pekiştirmek (genellikle).

Seçim tarihlerine odaklanan demokratik cumhuriyetçiler, seçimlere ve halk oylamasına giden yolda ‘siyasal İslam’ inşası hedefinde döşenen engeller üzerinde yeterince durmadı. 1 Kasım, 16 Nisan, 14 Mayıs tipik örneklerinin gösterdiği gibi

  • toplumda gözyaşı, kan, yoksulluk, yaşam belirleyici değil; önemli olan iktidar.

YA TARAFSIZLIK?

Komşu devletlere karşı ve uluslararası toplum önünde tarafsız diplomasi ve politika, “Yurtta sulh, cihanda sulh” hakkının yöneticilere yükümlülük olarak yansıması sonucu Cumhuriyet’in son çeyrek yüzyılına dek sürdü ve bundan Türkiye, yurttaşları ve Cumhuriyeti hep kazançlı çıktı.

Ne var ki, Anayasa güvencesi altındaki çifte toplu barış hakkı, son yıllarda giderek zedelendi; ülke, içeride ve bölgede barıştan çok savaş ortamına sürüklendi.

SİYASAL İSLAM

Son on beş yılda, “siyasal islam” adımları hem sıklaştı hem de sistematik duruma geldi. Eğitimde 4+4+4 düzenlemesinden Maarif Müfredatı’na giden yolda yapılan düzenleme ve uygulamalar, adı konmamış bir laik ve demokratik Cumhuriyeti yıkım sürecidir.

İslami Finans Kuruluşları Muhasebe ve Denetim Kuruluşu kararı (RG:14.12.19) ve
– kur korumalı mevduat hattında (NAS!),
Ayasofya Müzesi’nin kapatılmasından
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışa,
Evrim Kuramının ders programından çıkarılmasından ÇEDES’e dek Anayasa dışı girişimler,

bilimsel eğitim ve dünyevi hukuku sonlandırmanın kilometre taşları!

SALDIRGAN SÖYLEM

Anayasa ve Devlet tüzelkişiliği yokmuş gibi uluslararası topluma yönelik açıklamalar, yüzyıllık barış mirasını, yüzyıllık savaş tehlikesine dönüştürecek gibi. İşte yalnızca birkaç başlık ve görüntüsü:

Emevi camisinde namaz kılmak; din ve toprak yayılmacılığı.
Mısır’ın içişlerine karışmak; Müslüman Kardeşleri sahiplenmenin ağır bedeli.
Lozan’ı tartışmaya açmak; Kuruluş belgesini Türkiye hasımlarına sorgulatmak
– Bir gece ansızın Yunanistan’a gitmek; 18 ada hukukunu dillendiremez iken, yayılmacı ve saldırgan bir görüntü vermek.
– Ya gerçek dışı, “Karabağ’a nasıl girdiysek, Libya’ya gittiysek, İsrail’e de öyle gireriz” sözlerinin maliyeti?

Özetle; çifte barış hakkına yönelik sistemli ve sürekli girişimler, ciddiye alınmalı ve bir bütün olarak okunmalı; çünkü, Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY) olarak, 2017 kurgusunu sonlandırma mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları için aynı zamanda “Yurtta sulh, dünyada sulh” toplu barış hakkının kullanılmasıdır.
=============================
Yazarın Son Yazıları

TÜRKİYE’de ve SEÇİLMİŞ ÜLKELERDE, AB’de KORUYUCU SAĞLIK KURUMLARI – ENSTİTÜLERİ

Dostlar,

REFİK SAYDAM HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜ ve OKULU DÜNÜ, BUGÜNÜ ve GELECEĞİ

Başlıklı bu kitabın Editörü ve başlıca yazarı Sayın Bekir Metin.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Okulu Dünü Bugünü ve Geleceği (Bekir Metin) Fiyatı, Yorumları, Satın Al - Kitapyurdu.comBu kitap, Cumhuriyet’imizin 100. Yılı nedeniyle yayınlandı (Mayıs 2024, ISBN : 978-625-00-2073-9). 582 sayfa..

Sayın Metin’in isteği üzerine kitapta 20 sayfalık bir bölümü de biz yazdık :

  • TÜRKİYE’de ve SEÇİLMİŞ ÜLKELERDE,
    AB’de KORUYUCU SAĞLIK KURUMLARI – ENSTİTÜLERİ

    (syf. 513-532)

Şöyle başlıyoruz :

Giriş

Kurum, sosyal bilimlerde önemli bir kavramdır ve çeşitli alanlarda farklı anlamlar taşır.

Kurum Nedir?

Dar Anlamda Kurum: Dar anlamda, kurumlar belirli işlevleri yerine getiren ve genellikle
yasal düzenlemelere bağlı olan yapılardır. Okullar, hastaneler, mahkemeler, bankalar örnektir.

Geniş Anlamda Kurum: Geniş anlamda, kurumlar toplumsal yaşamın temel yapı taşlarıdır. Bu anlamda ekonomi, hukuk, aile, eğitim, din gibi alanlar geniş anlamda kurumlardır. Bu kurumlar toplumun işleyişini sağlar ve bir arada tutar.

Toplum yaşamı ve örgütlenmesinde “Kurumların” ve onlar eliyle “Kurumsallaşma” nın
büyük önemi vardır. Kurumlar, toplum gereksinimini karşılamak üzere toplumsal düzende (organizasyonda) kurulur ve tanımlı işlev ve yükümlülükler üstlenirler. Gerek sivil toplum gerek kamu yönetimleri “Kurumsallaştırma” yı gerçekleştirir ve yürütürler. Zaman içinde kökleşen Kurumlar kendi kültürlerini de yaratır ve toplumsal yaşama vazgeçilmez katkılar verirler. Onlarsız olunmaz aşamaya erişilir. Gelişmiş ülkelerin geliştirdikleri ussal – üretken kurumları hemen öne çıkar. Bir başka anlatımla; bilimsel, toplum gereksinimlerine yanıt veren, sorunlarına çözüm getiren, bilim-teknoloji-yenilik üreten kurumlar, toplumsal ilerlemenin de vazgeçilmez aracıdır.

Söz gelimi “Devlet Başkanlığı” bir kurumdur. Politik, hukuksal, toplumsal… boyutları vardır. “Yasama”, “Yürütme” ve “Yargı” demokratik toplumsal yaşamın temel organları ve kurumlarıdır.[1] Amaca uygun biçimde Kurumları sınıflandırmak olanaklıdır.

Kurumların Sınıflandırılması[2]

Temel Kurumlar: Toplumun temel işleyişini sağlayan kurumlardır. Örneğin

  • Aile Kurumu: Üreme, çocuk yetiştirme, sevgi ve ilgi gibi çekirdek işlevleri yerine getirir.
  • Eğitim Kurumu: Sosyalleşme sürecini yürüten, okullar ve eğitim sistemini içerir.
  • Ekonomi Kurumu: Maddi ürün ve hizmetlerin sağlandığı, gelirin dağıtıldığı en temel yapıdır.
  • Hukuk Kurumu: Ulusal-uluslararası yasal düzenlemeleri içeren-geliştiren üst yapı kurumudur.
  • Siyaset Kurumu: Toplumsal yönetimi, siyasal katılmayı, organların seçimini… sağlar.

Yardımcı Kurumlar: Temel kurumların altında yer alan, daha küçük ölçekli ve çeşitlilik gösteren kurumlardır. Dernekler, vakıflar, insan toplulukları, birlikler… yardımcı kurumlar içindedir.

Sağlık kurumları nasıl tanımlanabilir?

Sağlık kurumları, T.C. Sağlık Bakanlığınca ruhsatlandırılmış özel veya kamuya ait yataklı ve ayakta sağlık hizmeti veren hastane, poliklinik, laboratuvar, tanı merkezi, doktor muayenehaneleri, klinikler, aile hekimliği birimleri – merkezleri, sağlık evleri, eczane.. gibi kurumlardır.[3]

Sağlık Kurumlarının İşlevi ve Yükümü

Sağlık kurumlarının temel işlevi, insanların sağlık gereksinimlerini karşılamak, sağlıklarını korumak ve geliştirmek, sağlık eğitimi vermek, hastalıklara tanı koymak, sağaltmak (tedavi etmek) ve esenlendirme (rehabilitasyon) süreçlerini yönetmektir.  Doğum yapılan yerler de sağlık kurumudur. Bu kurumlar, toplumun sağlık hizmetlerine erişimini sağlayarak toplumun gönenç (refah) düzeyini artırmayı amaçlar.[4],[5] Sağlık kurumları, öbür kurumlarla etkileşim içinde çalışarak toplumun sağlık gereksinimini karşılar ve sağlık hizmetlerinin sürdürülebilirliğini sağlar. Bu nedenle sağlık kurumları, toplumun hem sağlık alanındaki hem de genel anlamda temel taşlarından biridir.

Türkiye’de durum
….
Ve bağlıyoruz…

EMA – AVRUPA BİRLİĞİ (https://www.ema.europa.eu/en/homepage)

Avrupa İlaç Ajansı (EMA), Avrupa Birliği’nin (AB) tıbbi ürünlerin değerlendirilmesinden ve denetiminden sorumlu Kurumudur. İşlevleri ve yetkileri şunlardır:

Risk Değerlendirmesi: EMA, insan ve veteriner ilaçlarının bilimsel değerlendirmesini yapar.
Bu, ilaçların güvenliği, etkinliği ve niteliğini (kalitesini) değerlendirmeyi içerir.

İlaç Güvenliği İzlemi: EMA, piyasaya sürülen ilaçların güvenliğini izler ve olası riskleri değerlendirir. Bu, halk sağlığını korumak için önemlidir. (Türkiye’de TİTCK : Türkiye Tıbbi Cihaz ve İlaç Kurumu)

İlaç Onayı ve İzni: EMA, AB’de kullanılan ilaçların onayını verir. Bu, yeni ilaçların ve aşıların piyasaya sürülmesini düzenler.

Bilimsel Danışmanlık: EMA, bilimsel uzmanlık sağlar ve ilaç geliştirme sürecine rehberlik eder.

AB Organlarına Bağlılık: EMA, Avrupa Komisyonu’na bağlıdır ve AB üye devletleri ile işbirliği yapar.

EMA, Amsterdam – Hollanda’da kuruludur ve AB’nin ilaç güvenliği ve kalitesini sağlama özgörevini (misyonunu) yerine getirir.
***
SONUÇ ve ÖZET

Halk sağlığını korumak devletlerin en temel görevidir.
Bir masanın 4 ayağı örneğinden kalkarak, Devletle – Yurttaş arasındaki Sözleşmenin, en azından 4 ana hizmeti devlete yüklediği bilinir. Bunlar Sağlık, Eğitim, Adalet ve Güvenliktir. BM Sözleşmesi, DSÖ Anayasası, AİHS, İHEB gibi birçok uluslararası andlaşma, sözleşmede de devlete ödev – yurttaşa hak olan bu olgu tanımlıdır.

Halkın sağlığını kamusal olarak korumak ve geliştirmek için her ülkede SAĞLIK BAKANLIĞI adına çok yakın adlar alan Bakanlıklar Kabine üyesidir. Türkiye’de de Sağlık Bakanlığı vardır ve Bakan, 17 Bakandan biridir. Sağlık Bakanlıkları, ülke halkının sağlığından Anayasal düzlemde ve yasalarla sorumludur. Bu amaçla ülkelerde Sağlık Bakanlığı şemsiyesi altında birçok örgütlenmeye gidilmektedir. Ülke, bölge, yerel ölçekte sağlık hizmet birimleri kurulmaktadır.

Kurumlar ve Kurumlaşma toplumsal düzen ve yaşam için vazgeçilmezdir. Bu alandaki başarı ve verimlilik, aynı zamanda gelişmişlik göstergesidir. Yaratılan Kurumlar başarılı – verimli olduğu ölçüde ülke kalkınması ve gönenci büyümekte, hızlanmaktadır. Bu süreçte yaratılacak kurumların yapı ve işleyişi önem kazanmaktadır. Bilimsel verilere ve insan haklarına dayalı demokratik – katılımcı – saydam – hesap verebilen Kurumlar çok daha başarılı olmakta ve kamuoyunca sahiplenilmektedir. Bu bağlamda 2 evrensel ölçüt geliştirilmiştir. Ülke ölçeğinde ulusal koruyucu Sağlık kurumlarının yönetsel ve akçalı (mali) bakımdan özerk (otonom, muhtar) ve bilimsel açıdan özgür olmaları. Bürokratik hantallıktan uzak ve insangücü ekseninde yaraşırlık (liyakat) temelli olma ve değişen koşullara bilimsel verilere dayalı kendini güncelleme yetisi önemsenmektedir.

Türkiye’de Kurtuluş savaşı sırasında 3 Mayıs 1920’de TBMM Sağlık Bakanlığı kurmuştur. Aradan geçen yüz yılı aşkın sürede sağlık sektörü kamuda ve özelde çok gelişmiştir. Çok sayıda ve değişik ölçekte (ülkesel, bölgesel, yerel) sağlık birimleri – kurumları oluşturulmuş ve zaman içinde konumlarında (statülerinde) değişikliklere gidilmiştir. Bu değişikliklerin gereksinim ve olanaklar dengesinde yön-eylem araştırmaları temelli ve SWOT analizi destekli olması önem taşımaktadır. Geldiğimiz yerde Türk sağlık sektörü büyük ölçüde bürokratik hantallık yük altındadır. Köklü özerk – özgür kurumlar yaratmakta ve yaşatmakta zorlanıyoruz. Oysa buna çok gereksinimimiz var.

Dünyanın farklı ülkelerinde pek çok dinamiğe ikincil olarak ülke sağlık kurumları – birimleri yaratılmış ve geliştirilmiştir. Ülke gelenekleri, tarihi, olanakları (ekonomik, insangücü, coğrafya, sağlık sorunlarının deseni ve öncelikleri..) kurumlaşmada belirleyici ögelerdir. Elinizdeki Kitabın bu bölümünde Türkiye’de ve seçilmiş ülkelerde, AB’de bu sorunsal incelenmiş ve veriler paylaşılmıştır. Uluslararası ölçekte de uluslararası toplumun kaçınılmaz bir DAYANIŞMA – İŞBİRLİĞİ – EŞGÜDÜM gereksinimi vardır. BM, DSÖ vb. yetkili uluslararası kurumlar öncülük yapmalı ve daha sağlıklı, daha adil bir dünya kurulması ereğinde kurumsallaşma – kurumsallaştırma süreçleri etkin – verimli – ussal kullanılabilmelidir.
***
CONCLUSION & SUMMARY

Protecting public health is the most fundamental duty of states. Moving from the example of 4 legs of a table, it is known that the Contract between the State and the Citizens imposes at least 4 main public services on the State. These are Health, Education, Justice and Security. This reality, which is a duty to the State and a right to the citizen, is defined in many international agreements and conventions such as the UN Treaty, WHO Constitution, ECHR, UDHR.

In order to publicly protect and improve the public’s health, it is a member of the Cabinet of Ministries that take names very close to the MINISTRY of HEALTH (MoH) in every country. There is also a Ministry of Health in Turkiye and the Minister is one of the 17 Ministers. Ministries of Health are responsible for the health of the people of the country, constitutionally and by law. For this purpose, many institutions are organized in countries under the umbrella of the Ministry of Health. Health service units are established at country, regional and local scales.

Institutions and Institutionalization are indispensable for social order and life. Success and efficiency in this field is also an indicator of development. To the extent that the institutions created are successful and efficient, the development and prosperity of the country grows and accelerates. The structure and functioning of the institutions to be created in this process gain importance. Institutions that are democratic, participatory, transparent and accountable, based on scientific data and human rights, are much more successful and embraced by the public. In this context, two universal criteria have been developed. National preventive health institutions on a country scale should be administratively and financially autonomous and scientifically free. Being away from bureaucratic cumbersomeness and based on merit in terms of manpower and the ability to update itself based on scientific data in changing conditions are important.

During the War of Independence in Turkiye, the Turkish Grand National Assembly established the Ministry of Health on May 3, 1920. Over the past hundred years, the health sector has developed a lot both in public and private sectors. Health units and institutions have been established in large numbers and at different scales (national, regional, local) and their statutes have been changed over time. It is important that these changes are based on direction-action research evidence and supported by SWOT analysis in the balance of needs and possibilities. Where we come from, the Turkish health sector is largely burdened by bureaucratic clumsiness. We have difficulty in creating and sustaining well-established autonomous and free institutions. However, we need this very much.

Country health institutions and units have been created and developed in different countries of the World, secondary to many dynamics. Country traditions, history, opportunities (economic, manpower, geography, pattern of health problems and priorities, etc.) are the determining factors in institutionalization. In this chapter, this problem has been examined in Turkiye, selected countries and EU and the data have been shared. On an international scale, the global community has an inevitable need for SOLIDARITY – COOPERATION – COORDINATION. UN, WHO etc. authorized international institutions should take the lead and institutionalization processes should be used effectively, efficiently and rationally for the purpose of establishing a healthier, more just world.
========================================================
Tam metin için lütfen tıklayınız (622 KB):

TÜRKİYE’de ve SEÇİLMİŞ ÜLKELERDE SAĞLIK KURUMLARI

Sn. Bekir Metin’i kutlar, bize de bir bölüm yazarlığı önerdiği için teşekkür ederiz.

Türkiye TÜSEB adı altında (Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı), ABD NIH (National Institutes of Health) bir yapılanmaya gitti.

Ancak, Cumhuriyetimizin armağanı Dr. Refik SAYDAM Hıfzıssıhha Enstitüsü‘nün yeri doldurulamıyor.

Bu saygın ve çok başarılı, üretken, kritik ulusal koruyucu sağlık kurumu 2011’de 663 s. KHK ile (md.58/3) kapatıldı. TÜSEB bünyesinde Türkiye Aşı Enstitüsü var ama

  • Hiçbir yerli – ulusal aşıyı hala üretemiyoruz!

KOVİT-19 salgınında aşı sağlamada çok zorlandık.
Aşılar ve kimi anti-serumlar, biyolojik ürünler.. stratejik önemde ve “küresel işbölümü” ile kendimizi aldatmamalı, özyeterliğimizi sağlamalıyız.

Unutulmasın, Dr. Refik SAYDAM Hıfzıssıhha Enstitüsü döneminde (27 Mayıs 1928 – 2011 – 2 Kasım 2011) aşılar ürettik, yenilerini geliştirdik, dışsatım (ihracat) ve hatta bağış bile yaptık :

  • 1938’de Çin’e 1 milyon doz kolera aşısı bağışladık!
  • ABD’ye 1940’ta, 2. Dünya Paylaşım Savaşı sırasında tifüs aşısı bağışladık.
    Bu bağış, o dönemde tifüs salgınıyla savaşan ABD için önemli bir yardım oldu.

Bu Enstitü, Dr. Refik SAYDAM Hıfzıssıhha Enstitüsü stratejik önemde.

Bir an önce yeniden açılmalı.

Yönetsel ve akçalı açıdan özerk, bilimsel bakımdan özgür olmalı.

Dünya örneklerini yazımızda inceledik.
***
Seçilmiş kaynakça

[1] https://www.sosyoloji.gen.tr/dar-ve-genis-anlamiyla-kurumun-tanimi/
[2] https://www.sosyoloji.gen.tr/kurumlarin-siniflandirilmasi/
[3] https://www.iienstitu.com/blog/saglik-kurumlari-kavrami-ve-onemi
[4]https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/56133/mod_resource/content/0/3_Sa%C4%9Fl%C4%B1k%20Kurumlar%C4%B1.pdf
[5] https://www.iienstitu.com/blog/saglik-kurumlari-kavrami-ve-onemi