30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI’nın DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

30 Ağustos Zafer Bayramı, Türk Ulusunun tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve özgür bir toplum olarak kalabilmek için, devrin küresel ve birleşik emperyalist güçlerine karşı başlattığı bir ölüm-kalım mücadelesinin (savaşımının), kesin ve geri dönülmez zaferle (utkuyla) taçlanması ve mühürlenmesidir. Sömürgeci güçlere karşı topyekun (bütün) ulusça başlattığımız; “ya hep_ya hiç” anlamına gelen Kurtuluş Savaşımızın kesin zaferle (utkuyla) tescillenmesidir (belgelenmesidir).

Ulu (Yüce) Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün başkomutan olarak doğrudan planlayıp yönettiği ve kesin zafere (utkuya) ulaştırdığı Kurtuluş Savaşı, başta özgürlük  ve siyasal egemenliğimiz olmak üzere ülke ve ulus varlığımızın tapusunun ulusal ve evrensel boyutlardaki tescilinin (belgelenmesinin) anahtarıdır.

Kurtuluş Savaşı’mızın kazanılması ile 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. 24 Temmuz 1923’te küresel ölçekte, ulusumuzun özgürlük, bağımsızlık ve egemenlik tapusu olan Lozan Barış Andlaşması‘nın imzalanması (bağıtlanması) ile sonuçlandı.

01 Nisan 1926 tarih ve 589 sayılı yasa ile de her yılın 30 Ağustos günü ZAFER BAYRAMI olarak kabul edildi. İçinde bulunduğumuz 30 Ağustos 2024 yılı, Kurtuluş Savaşı utkumuz için 102., bu günün Zafer Bayramı olarak ilan edilişinin de 98. yılı olacak.

Tarihsel ve askeri değerlendirmeleri uzmanlarına bırakalım…

Peki kısaca özetleyecek olursak, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması o dönemde neler sağladı?
Sonra neler oldu?

A- Küresel ve evrensel açıdan

1-Türkiye’nin sömürgeci – emperyalist güçlere karşı vermiş olduğu ve başarıya ulaştırdığı kurtuluş mücadelesi, bağımsızlık savaşı veren geri kalmış mazlum uluslar için bir moral, umut ve cesaret kaynağı oldu. Bağımsızlık hareketleri hızlandı.

2- Türkiye ile emperyalist ülkeler arasında bağıtlanan Lozan Barış Andlaşması, uluslararası ölçekte, diplomasi ve barışın önemini öne çıkardı.

3- Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına, küresel olarak, siyasal ve hukuksal varlığının tanınmasına, özgür, egemen ve bağımsız bir ülke olarak yaşamasının güvence altına alınmasına ortam ve zemin hazırladı.

B- Ulusal Açıdan

1- Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Osmanlı Devleti tarihe karıştı. Saltanat ve hilafet sona erdi. Kulluk ve ümmetçilik kuramsal da olsa ortadan kalktı. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

2- Dinsel hukuk, yerini halk egemenliğine dayanan çağdaş anayasal hukuk düzenine bıraktı. Anayasal, sınıfsız, ayrıcalıksız, yurttaşların eşitliği hakkı geldi.

3- Din ulemasının eğitim sistemi ve yargılama düzeni üzerindeki yetkilerine ve vesayetine (güdümüne) son verildi. Öğretim Birliği (Tevhidi Tedrisat) önem kazandı. Eğitim ve yargı çağdaşlaştı.

4- Laik Hukuk açısından Medeni Yasa’nın benimsenmesi ile birlikte, erkek egemenliği ve ayrıcalığına dayalı dinsel hukuk (Mecelle!), yerini çağdaş ve eşitlikçi bir yasaya bıraktı. Zamanla, kadınlar seçme ve seçilme haklarını da kazandılar.

5- Sosyolojik olarak toplumsal birlik, bütünleşme ve dayanışmanın önemi arttı. Dinsel, etnik ve feodal makam ve kimlikler yerine ULUS KİMLİĞİ ve ULUSLAŞMA önem kazandı.

6- Özgür aklın ve pozitif bilimin bireysel ve toplumsal yapıdaki önemi öne çıktı. Akıl, bilim ve çağdaş teknolojilerin üretim, istihdam, gelir ve ekonomik refahın (gönencin) artışındaki olumlu katkıları modern (çağcıl) üretim teknikleri ve üretim birimlerinin doğup çoğalmasına neden oldu…

C- Bu gelişmeler nasıl oldu?

Peki Kurtuluş Savaşının örgütlenmesi, yönetilmesi, kazanılması ve küresel ölçekte tescil edilmesine (onaylanmasına) ek olarak; ayrıca toplumdaki tüm bireylere, halka, ülkeye ve ulusa çok olumlu olarak yansıyan bu siyasal, hukuksal, ekonomik, sosyolojik, kültürel (ekinsel) ve hatta psikolojik önemli kazanım ve gelişmelerin baş mimarı, hiç kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bu zaferi (utkuyu), dava (ve silah) arkadaşlarını ve ikna edip peşinden sürüklediği ulusu ile birlikte başardı.

Atatürk‘ün sınırsız yurt ve ulus sevgisi, eşsiz ve yapıcı doğal karizması, vazgeçilemez nitelikteki ulusal bağımsızlık vizyonu (uzgörüsü), derin yurtseverliği, toplum sevgisi, ayrıca etkin ve doğru biçimde motive edici (güdüleyici) ve ikna edici insan yönetimi, askeri dehası; kendisini kadın ve erkek tüm halkına, silah arkadaşlarına, erinden generaline, kumanda ettiği tüm askeri birliklere kabul ettirmesi… çok önemli etkenler olmuştu.

Türkiye’nin şu andaki gelişmesi henüz beklenen düzeyin, çağdaş uygarlığın üzerine çıkamamışsa bunun en önemli nedeni Atatürk karşıtlığı, özgür aklın ve bilimin dışlanması, hatta bazan (kimi kez) Atatürk düşmanlığıdır. Devlet yönetiminde özgür aklı, bilimi, adaleti, hukuku ve hatta ahlakı bile dışlayan kimi dinbaz, yobaz, ırkçı, halk avcısı sağcı siyasal yönetimler ve onlara alan açan dış güdümlü askeri darbelerdir.

Bu durum, 75 yıldır, bazan (kimi kez) düşük yoğunluklu olarak bazan da (kimi kez de) ivme kazanarak devam ediyor (sürüyor)

Çözüm nedir ???

  • Çözüm, Atatürk gibi düşünmek ve Atatürk gibi davranmaktır.

Aklın, bilimin, adaletin, hukukun, demokrasinin yolundan gitmektir.

Anayasal düzeni bozmamaktır.

Demokratik laiklik anlayışı içinde, din ve vicdan özgürlüğüne bağlı kalarak, toplumu dinbazların, yobazların, şeyhlerin, dervişlerin ve müritlerin memleketi olmaktan kurtarıp; kula kulların değil, her alanda ve her konuda hak ve hukuk eşitliğine sahip yurttaşların ülkesi yapmaktır.

Başta ulu (yüce) önderimiz M. Kemal Atatürk olmak üzere, tüm Kurtuluş Savaşı gazi ve şehitlerinin ruhları şad, mekânları cennet olsun. Eğer onlar, gazi ve şehitlerimiz olmasa, bizler de olamazdık.

Bu düşünce ve anlayış içinde,

  • HERKESİN ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN!

Eski soru(n)larla yeni öğretim yılına…

Nazım Mutlu - Telgrafhane SanatNazım Mutlu
Eğitimci

28 Ağustos 2024, Cumhuriyet

Yeni öğretim yılına girerken bakanından genel müdürüne, rektöründen okul müdürüne dek birçok “eğitimci”nin çoğu klasikleşmiş ezberlerden oluşan beylik sözlerini duyarız peş peşe. Örneğin ilk günden “Okullarda çocuklarımızı çağın gereklerine uygun olarak yetiştireceğiz.” derler. Ama bunu duyduğumuz herhangi bir yetkiliden, örneğin “çağın gereklerine uygun olarak yetişen” bu çocuklardan yüzde kaçının birkaç yıl sonra diplomasını eline aldığında kendi alanında hem mutlu olabileceği hem de insanca yaşayabileceği bir gelirle çalışabileceği konusunda herhangi bir söz duyma olasılığı var mıdır?

Yeni öğretim yılına girerken aynı ilgili ve yetkililerin herhangi birinden “Öğrencilerimizi milli ve manevi değerlerimize bağlı, güçlü birer birey olarak yetiştirmeyi hedefliyoruz.” gibi sözler duyabiliriz. Ancak bu savda olanların 22 yıllık iktidarları süresince milyonlarca “birey”i neden kendi anlayışlarınca bile yetiştiremediklerini duyabilir miyiz? Çünkü gerçek yaşamda karşılığı olmayan bu savsöz (slogan), karşıdevrimcilerin sıkça kullandıkları geleneksel bir palavradır! Aynı ağızlardan duymaya alıştığımız “güçlü bireyler” ise iktidarlarının değirmenine su taşıyanlardan olursa değerli; değilse “milliyetsiz”, “maneviyatsız”, “marjinal”dir!

Yeni öğretim yılına girerken işin en başındakilerden yine, “Kayıt sırasında kimseden bağış adı altında para alınmayacak, alan olursa bize bildirin.” gibi sözler duyarız, yıllardan beri duyduğumuz gibi. Herkes bilir ki kayıtlar sırasında uzun pazarlıklarla “zorunlu bağış” istenir! Hatta bu işlemden geçen milyonlarca veliden birkaçı durumu yüksek makamlara bildirir de. Çünkü Bakanlığın, “milli ve manevi değerleri” çocuklarımıza aşılamaları için kendilerinin “STK” dedikleri onlarca dinci vakıf ve derneğe akıtacağı milyarları vardır ama okulda görevli çalıştıracak parası yoktur!

OLUMSUZLUKLARA DİRENMEK

Yeni öğretim yılına girerken, yetişen kuşakların bugününe ve geleceğine ilişkin hiçbir gerçekçi tasarım sunamayanlar, kendi görev alanlarında dağ gibi yığılı sorun dururken, tarım ve orman bakanı gibi yıllar önce gündemden düşen başörtüsü tekerlemesini yeniden diline dolar, aynı günlerde süren orman yangınlarına su serpecek uçak bulamasa da, her yıl sürekli gerileyen tarım ve hayvancılığın gelişmesine katkıda bulunup hepimizin yüreğine su serper!

Yeni öğretim yılına girerken çağın istemlerine ve ülke gereksinmelerine uygun ders izlenceleri yerine din adına yeni hurafelerle şişirilmiş sözde “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni yürürlüğe sokmakla övünen milli eğitim bakanından, örneğin yıllardır anadilimiz Türkçeden 40 sorunun yarısını, tarihle matematik sorularının beşte dördünü, fizik sorularının yedide altısını, en ilginci de “zorunlu seçmeli”lerle doldurdukları din kültürü ve ahlak bilgisi sorularının altıda beşini yapamayan lise bitirmiş milyonlarca gencimize dönük yeni bir “başarı öyküsü” duyma şansımız var mıdır?

Yeni öğretim yılına girerken örneğin yıllardır atanmayı bekleyen 600 bini aşkın öğretmenin ne olacağı konusunda, asgari ücretin altında çalıştırılan on binlerce özel okul/dershane öğretmeni konusunda, en kıyıda köşedeki üniversite beldelerinde bile oda kirası 5 bin liradan başlayan üniversite öğrencilerinin barınması konusunda, beslenme çantasına artık peynir-ekmek bile konulamayan ilk ve ortaokul çocukları konusunda aynı “eğitimci”lerimizden tek sözcük duyar mıyız?

Bu ve benzer sayısız olumsuzluğa karşın, hep umudumuz olan, iktidarın tüm dayatmalarını boşa çıkaracaklarına inandığımız çocuklarımıza, gençlerimize ve öğretmenlerimize başarı dileklerimizle.

ZAFER BAYRAMIMIZ

Suay Karaman

Günümüzden 102 yıl önce, 26 Ağustos sabahı gürleyen top sesleri, özgürlüğü ve bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluşunu müjdeliyordu. Kocatepe’den Dumlupınar’a, Çiğiltepe’den Sincanlı Ovası’na akan taarruz kolları, bağımsızlık uğruna binlerce genç insanın yaralanmasına ve şehit düşmesine neden olurken, aynı zamanda özgürlüğe giden yolu da açıyordu. Yetenekli ve kararlı komuta kurulu sayesinde kazanılan 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı sonrasında Yunan Ordusu dağılmış şekilde İzmir’e doğru kaçarken, gittikleri yerleri yakıp, yıkmıştı. Ancak sonunda emperyalizm, 9 Eylül 1922’de “dağlarında çiçekler açan” İzmir’den denize döküldü.

102 yıl önce çok zor koşullarda, büyük özverilerle dünyanın en haklı savaşlarından biri olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak, vatanımızı emperyalizmin işgalinden kurtaran, özgür ve başı dik olarak yaşamamızı sağlayan başta büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kuvayi Milliye şehitlerini ve gazilerini saygıyla anmaktayız.

102 yıl önce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve taşeronlarına karşı kazanılan 30 Ağustos 1922 tarihli Başkomutanlık Meydan Savaşı, emperyalizmin yenilişini dünyaya haykırırken, aynı zamanda Türk milletinin de kurtuluşunu müjdelemekteydi. Bu büyük zafer sonucunda, Osmanlı Devleti tümüyle ortadan kalkmış, Türklere yalnızca Anadolu’nun ortasını layık görenler, Türk ordusu karşısında erimiş ve tüm hayalleri Ege’nin serin sularına gömülmüştür. Böylece Lozan’a giden yol da açılmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanan şanlı ordumuz, tarih yazmış, ülkemizin kuruluşunda önemli işlevler üstlenmiş ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti‘nin kuruluşunu da hazırlamıştır. Bu büyük başarı, ulusal bütünlüğü sağladığı gibi, emperyalist ülkelerin Türk gücünü kabul etmelerinin yolunu açmıştır.

İşte “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” sözlerinin ardında bu gerçeklerin bulunduğu bilinmelidir. Bizleri bugünlere ulaştırarak, özgürce yaşamamızı sağlayanlara şükranlarımızı sunuyoruz.

29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal’in önderliğinde az zamanda çok ve büyük işler başararak, her alanda dünyanın önemli ülkeleri arasında yer almıştır.

Tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ile Atatürk ilke ve devrimleriyle yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve çağdaş bir ülke olma yolunda büyük atılımlar gerçekleştirmişti. Özellikle Atatürk döneminde yapılanlarla Türkiye Cumhuriyeti başarıdan başarıya koşmaya başlamıştır.

102 yıl önce emperyalizmi dize getiren 30 Ağustos zaferinin ardından, 102 yıl sonra yeniden emperyalizmin görünen ve bilinen oyunlarıyla parçalanmak istenen ülkemize ne yazık ki seyirci kalıyoruz.

  • Bugün devletimizin varlığı, vatanımızın bölünmez bütünlüğü tehdit altındadır;
  • Türk Milleti’nin birliğine karşı ihanet ön plandadır.

Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” ile “Bursa Nutku”nu tekrar tekrar okumamız gereken günlerden geçiyoruz ve gereğini yapmak zorundayız; görev hepimizin.

Bu duygularla Türk milletinin 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun!

Azim ve Karar, 26 Ağustos 2024

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 28 Ağustos 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

YOKSUL

RTE, ”Yoksulluk geride kaldı.” dedi.

Tek alyansla yola çıktığı zamanlarda…

NAH

AKP’nin eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, köy nüfusunun %30-35’lerde tutulmaması ve köylerin mahalle yapılması nedeniyle AKP’ye “Nah kalkınırsınız.” dedi.

Ne yaptıysam sayın başbakanın talimatıyla yaptım.” diyerek kanunsuzlukları örtmek de “nah inandırıcıydı”…

GUGUK

Kahramanmaraş Baro Başkanı aynı zamanda AKP il başkanı oldu.

Hukuk mu, adalet mi, bağımsız yargı mı? Hangi ülkede / dönemde yaşıyorsunuz?!..

ANAYASA

AKP Gen. Bşk. Yrd. Hayati Yazıcı, birinci maddeden son maddeye kadar (A’dan Z’ye..) yeni bir anayasa yapılacağını söyledi.

İlk dört madde sıkar!..

GÖSTERİŞ

RTE, CHP’yi “gösteriş müptelası elitist” olmakla suçladı.

Saraylar, uçaklar, koruma ordusu, 5 uçakla ABD-Paris gezisi, Ahlat’ta süper lüks tekne, hanım ağaya mağaza kapatmalar vb. saymakla bitmez itibar gösterilerinin müptelasına ne der?..

POZ

Malazgirt’teki anma töreninde Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları siyasilerle birlikte poz verdiler.

AKP’nin askerleri…

MİLLİ

Cumhuriyetimizin temel taşı 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 102. yıldönümü kutlu olsun.

Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere zaferde payı olan herkesi saygı ve şükranla anıyorum.

Topuk Kanı Vermeyi Red ve Aile Mahkemesinin Çağdışı Onayı

Dostlar,

Geçtiğimiz günlerde (20.8.24) Kars’ta bir Aile Mahkemesinde BİLİM DIŞI bir karar verildi.

Bebeklerinden “topuk kanı” alınmasına izin vermeyen anababa (ebeveyn) sorununda Kars İl Sağlık Müdürlüğü, mahkemeden “tedbir kararı” istedi ancak çağdışı bir gerekçe ile “reddedildi”!

Meltem TV‘de, Sayın Gülgun Feyman-Budak ile sorunu irdeledik.

Image

İzlenmesini, paylaşılmasını ve herkesin üstüne düşeni yapmasını diler ve bekleriz.

https://youtu.be/ONF0zDywUTQ

Mahkeme kararının hüküm paragrafı şöyle (2024/455 Esas, 2024/368 Karar no)

  • “Anlatılanlar ışığında tüm dosya kapsamının incelenmesinde; Anne – Babanın velayet hakkının doğası gereği topuk kanı vermeme özgürlüğüne sahip olmaları doğal hukukun gereği olduğuna, Topuk kanı almanın çocuğun Anayasa ile korunan yaşam ve sağlık hakkı üzerinde yapacağı olumlu sonuçlarının tıbbi otoritelerce ispatlanmamış olması ve olası bir teşhis ve tedavinin de tıp otoritelerince hala tartışmalı olması (Alternatif tıp uzmanı Aidin Salih’in topuk kanı almanın çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden olduğunu özetle eserlerinde ifade etmiş ve benzer tespitler pek çok STK tarafından inceleme konusu edilmiştir.),velev ki topuk kanı ile otizmli olduğu tespit edilse dahi otizmin erken tedavisi diye bir tedavi şeklinin olmaması veya doğmuş çocuğun akraba evliliğinin önüne nasıl geçeceği izah edilemeyeceğinden, topuk kanı almanın esasen topluma veya toplum sağlığına da hizmet eden bir yanının olmaması ve WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) güdülendirmesi ile neonatal tarama adı altında ne için yaptığı/yaptırdığı belli olmayan bir uygulama olması nedeniyle ve hegamonik bir dikte ile üye ülkelere dikte edilen bir uygulama olması nedeniyle talebin reddine karar verilerek aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.”

Bu karar tümüyle BİLİM DIŞIDIR…

  • BİLİM DIŞI olan bir yargı kararı adil olamaz ve asla kabul edilemez, hukuka aykırıdır!

Kabul edilemez yanlışları gerekçeli olarak konuşmamızda açıkladık.
***
Sayın Prof. Dr. İmran Özalp, ülkemizde topuk kanı ile fenilketonüri adlı hastalığın erken tanı ve etkin sağaltım (tedavi) amaçlı başlatan kişidir.

Prof. Özalp’ın bu çağdışı kararı bilimsel olarak çürüten kamuoyuna yaptığı çok önemli açıklama aşağıdadır :

İmran ÖZALP, KAMUOYUNA AÇIK MEKTUP

İstinaf aşamasında ilgili Bölge Adliye Mahkemesince (BAM) bu kabul edilemez, hurafe temelli kararın bozularak düzeltileceğini umuyor ve diliyoruz.

Sağlık Bakanlığı davayı çok ciddi tutmalıdır.

Dosyadaki bilirkişi ve yargıç hakkında adli ve disiplin işlemi yapılmalı ve hak ettikleri yaptırımı görmelidirler.

Bu yazımız aynı zamanda, Adalet Bakanlığı, HSK ve
ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurumuzdur.

  • Sağlık Bakanlığı, henüz kesinleşmiş bir hüküm olmadığından, KARARLILIKLA,
    yenidoğan tarama programlarını sürdürmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 28 Ağustos 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      X : @profsaltik

https://www.instagram.com/ahmet_saltik

M Çiçeği Salgını Nasıl Yönetilmeli?

Dostlar,

Kampana News youtube kanalında Sn. Zübeyde Sarı ile

M Çiçeği Salgını Nasıl Yönetilmeli?” sorununu yaklaşık 35 dakika boyunca kapsamlı irdeledik.

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereklerinin herkesçe yerine getirilmesini dileriz.

Lütfen tıklayınız..

https://www.youtube.com/watch?v=cBR1ehiQQ5I

Sevgi ve saygı ile. 28 Ağustos 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  
www.ahmetsaltik.netprofsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltikX : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Türkiye için acil durum tespiti!

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr

25 Ağustos 2024, Cumhuriyet
Çiftçiler binbir zorlukla yetiştirdikleri ürünlerini satamayıp
yollara dökerken…

İşsizler yüzlerce kez başvurdukları kapılarda reddedilirken…

Ayda 12 bin 500 TL ile geçinmeleri olanaklı olmayan emekliler inanılmaz bir yaşam savaşı verirken…

İşçiler emeklerinin hakkını alamadıkları için akşam evlerine elleri boş dönerken…

TL’nin sürekli değer yitirmesi yüzünden yoksullaşan halka karşı kodamanlar her gün daha çok zenginleşirken…

Kadınlar artık en temel hakları için 21. yüzyılda mücadele vermek zorunda kalırken…

Eğitim tümüyle tarikatların ve gericilerin eline bırakılmışken…

Gericilik azıp laikliğin tabutuna son çiviler çakılırken…

Liyakatin artık esamesi okunmadığından yeğencilik yüzünden tüm kadrolar torpille yeteneksiz akraba ve akranlarla doldurulmuşken…

Dört beş maaşlılar yer, asgari ücretliler bakarken…

Üniversiteler kayyum rektörlerle medrese sistemine döndürülmeye çalışılırken…

Gençler gelecek umutlarını söndüren bu ortamda yurtdışına yerleşme hayalleri kurarken…

Emeğiyle ekmek kazanan herkes mutsuzluk içinde kıvranırken…

Cumhuriyet rejiminin tüm birikimi emperyalistlere ve sermayedarlara peş keş çekilirken…

Ülkenin gölleri kurutulup ovaları yağmalanırken…

Zeytinlikleri yapılaşmaya açılıp sahilleri ranta kurban edilirken…

Adaletin ne olduğu bile unutulurken…

Sahtekârlık, köşe dönmecilik, görgüsüzlük ve ahlaksızlık kangren gibi toplumu esir almışken…

Sokaklar şiddet sarmalına teslim edilirken…

Sağlık sisteminin çöktüğü hastanelerde doktorlar, dinciliğin ve ırkçılığın giderek yükseldiği okullarda eğitmenler ve iktidar baskısı altında can çekişen adliyelerde avukatlar şiddet mağduru olurken…

Kadın cinayetlerinin sonu gelmezken…

Sokak hayvanlarının canice katledilmesi için yasa çıkarılırken…

Türkiye tam anlamıyla bir mezbahaya dönüşürken…

Sınırlar kevgire döndüğünden ülkeye giren çıkanın sayısı bile bilinmezken…

Böylesine bir yıkımı yaratan siyasal İslamcı AKP, ikinci parti konumuna düştüğü halde yeni bir anayasa yapmayı tartışmaya cüret ederken…

Türkiye’de bir akşam TV kanallarına baktım.
***
Hem yandaş medyada hem de muhalif/bağımsız medyada tartışılan konular, Özgür Özel’in ayağının kırılması üzerinden yaratılan iddialar, İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu’nu ziyareti, CHP Tüzük Kurultayı öncesinde gerçekliği kuşkulu kulis bilgileri ve Devlet Bahçeli’nin odasına yeniden koyduğu 17-25 Aralık takvimi ile AKP’ye verdiği mesajdı.

Durum buysa gazeteciler için silkinme vaktidir! Halkın gündemi siyasetçilerin ayak oyunları, kurultayda koltuk koruma hesapları ya da birilerinin belli bir kişisel kazanç için sızdırıp yaymaya çalıştığı bilgiler değildir! Bu konuları aynı kişilerle saatlerce tartışarak reyting beklentisi içinde olmak acizliktir. Bunların hiçbiri çocuğuna yedirecek yemek bulamayan ailelerin, işsizlikten intiharın eşiğine gelenlerin ve tarikatların pençesinde kıvranan gençlerin gündeminde yoktur.
***
Halka AKP’nin neden yeni anayasa yapamayacağı, anayasayı kurucu meclislerin yapabileceği, anayasanın ilk dört maddesinin neden değiştirilemeyeceği herkesin anlayabileceği şekilde yetkin uzmanlarca anlatılmalı ve toplumun tüm kesimlerinden gelen erken seçim talebi yüksek sesle dillendirilmelidir. Medyanın odak noktası bu olmalıdır. 

TBMM uzun zamandır sadece AKP ile MHP’nin isteklerini onaylama kurumuna dönüştüğünden, sanki asgari ölçüde bir demokratik sistem varmış gibi, yasama meclisi görevini yapıyormuş gibi davranmaya da son verilmelidir. Yıllardır AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkan talimatlarla yönetilen Türkiye, artık tüm kurumlarıyla çöküşün eşiğindedir; toplumun üzerine giydirilmeye çalışılan deli gömleği yırtılıp atılmalıdır.

  • Muhalefetin silkinme vakti ise çoktan geçmiştir.
  • Halkın kendilerine verdiği oyların gereğini yapıp,
    toplumsal muhalefeti erken seçim hedefinde birleştirmek en acil görevleridir!

KRT Programımız : M Çiçeği Salgınını Nasıl Yönetmeliyiz?

Dostlar,

KRT‘den Sayın Seçil Özer‘in konuğu olduk ve güncel sorunlarımızdan “M Çiçeği” konusunu işledik :

  • M Çiçeği Salgınını Nasıl Yönetmeliyiz?

Image

Programı izlemek için lütfen tıklayınız (yaklaşık 10 dk.)

https://youtu.be/NnvA77eZvbs?si=cQ5N4dJ12HH3aKxD

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Türkiye yok ediliyor

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
26 Ağustos 2024, Cumhuriyet

 

29 Ekim 1923’te Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, AKP iktidarı döneminde ortadan kaldırılıyor.

Cumhuriyetin özündeki ilkelerden birisi olan laiklik bertaraf edilerek, bir yandan cumhuriyetten teokrasiye geçiliyor, yani halkın egemenliğinden, ruhban sınıfının egemenliğine geçiliyor,
bir yandan da millet kavramının yerine ümmet kavramı devreye sokuluyor, böylece Türkiye ve Türklük de ortadan kaldırılmış oluyor.

Laiklik ilkesi cumhuriyetin özündeki ilkelerden birisi olduğu gibi, laiklik ve milliyetçilik ilkeleri de birbirini tamamlayan ilkelerdir. Çünkü milliyetçilik bir ümmet kavramına değil, bir millet, bir ulus kavramına dayanır. Bir milleti tanımlayan en önemli unsurlardan (ögelerden) biri resmi dilidir, ancak ondan daha da önemlisi vatandaşlıktır, vatanın paydaşı olmaktır, anayasadır, toplum sözleşmesidir.

Din, bir milleti tanımlayan unsur (öge) değildir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları farklı dinlere ve mezheplere üye olabilirler veya dinsiz de olabilirler. Bir kişiyi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapan şey Müslüman, Hıristiyan, Musevi, şamanist, Sünni, Alevi, ateist, agnostik, deist olması değildir. Eğer insanların dinine, mezhebine, felsefi görüşüne göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve bu anlamda Türk olup olmadıklarına karar verilseydi, bugün Türkiye’de yaklaşık 85 milyon vatandaş olmazdı, onlarca milyon insanın vatandaşlıktan çıkartılması gerekirdi.
***
AKP’yi yönetenlerin milliyetçilikle uzaktan yakından ilgileri yoktur. Aynı durum AKP hükümetini destekleyen MHP yönetimi için de geçerlidir. Çünkü laiklik ilkesine karşı olan siyaset kategorik olarak milliyetçi olamaz. Ümmetçi insan milliyetçi olamaz. Müslüman ümmetini Türk milletinin önünde gören bir insan, milliyetçi olamaz. Konu bu kadar açık, seçik, kesin ve basittir.

Eğer bir siyasetçi bir Türk ile bir Pakistanlıyı, Malezyalıyı, Katarlıyı, Suudi Arabistanlıyı, Suriyeliyi, Mısırlıyı, Iraklıyı, İranlıyı, Afganistanlıyı, Somaliliyi, Sudanlıyı Müslüman oldukları için özdeşleştiriyorsa, o kişi kesinlikle milliyetçi olamaz.

Eğer Türkiye’nin sınırları kevgire çevrilmişse, sadece (salt) müslüman oldukları için milyonlarca göçmenin ve sığınmacının Türkiye’ye yerleşmesine izin verilmişse, bunun sonucunda Türkiye göçmen ve sığınmacı sayısı açısından dünya rekoru kırmışsa ve demografik, kültürel bir asimilasyon sürecine girmişse, vatandaşlık satılık bir hale gelmişse, dünyadaki tüm ülkeler ulusal çıkarlarını korurken, Türkiye ulusal çıkarlarını korumuyorsa, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.

Eğer Türkiye’de, Türkçe ve Türkçe’den sonra en yaygın olarak konuşulan Kürtçe yerine, dini (dinsel) gerekçelerle Arapça el üstünde tutuluyorsa, Anadolu ve Trakya kültürü yerine, Arabistan çöl kültürü yüceltiliyorsa, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.

Eğer Türkiye’de, eğitim sisteminin dinselleşmesiyle (dincileştirilmesiyle); “4+4+4” eğitim modeliyle; İmam Hatip okullarının imam ve müftü yetiştiren meslek okulları olmaktan çıkıp, standart eğitim sisteminin parçası durumuna gelmesiyle; İmam Hatip okulu, Kuran kursu, İlahiyat fakültesi enflasyonuyla; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve dernek, vakıf adı altında örgütlenen tarikatların, cemaatlerin, Milli Eğitim Bakanlığı’nı kuşatmasıyla; bir millet hem cehalete sürükleniyorsa hem de millet bilinci ortadan kaldırılıyorsa, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.

Eğer Türkiye’de devletin tüm kurumları laiklik karşıtı odakların istilası altındaysa, Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Adalet Bakanlığı laiklik karşıtı ümmetçilerin denetimine girmişse, bu milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasıdır.
***
Ayrıca AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan, milliyetçiliği ayaklar altına aldıklarını zaten açıklamıştı.

Bu durumda milliyetçilik konusunda en büyük çelişkiyi yaşayan kişi, “Milliyetçi” Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’dir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye yok ediliyor26 Ağustos 2024
Dincilik afyondur19 Ağustos 2024
Hamas gerçeği12 Ağustos 2024

Son Utku : Büyük Saldırı

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm. 

102. yıl dönümünü kutladığımız Büyük Saldırı (Büyük Taarruz) ve Başkomutan Meydan Muharebesi ulusumuzun yazgısın değiştiren önemli tarihsel olaydır. Büyük Atatürk’ün sözleri ile Cumhuriyet’in temeli burada (Dumlupınar’da) atılmıştır.

Bu utku kazanılmasaydı Lozan Barış Andlaşması yapılamaz, Cumhuriyet ilan edilemez, dolayısı ile Devrimler yapılamaz, tarih başka türlü yazılırdı.

Öncesi:

30 Ağustos Utkusu, Kurtuluş Savaşımızın kesin sonuçlu utkusudur. 15 Mayıs 1919’dan beri Batı Anadolu’yu işgal eden, emperyalistlerin üzerimize gönderdiği Yunan ordusunun büyük bölümü Dumlupınar’da yok edilmiş, kurtulabilenler düzensiz olarak kaçıp ülkemizi terk etmişlerdir.

Kurtuluş Savaşımız Mondros Ateşkesinden (30 Ekim 1918) sonra, ordusu teslim alınmış, ülkesinin her yanı işgal edilmiş, savaş yorgunu, hasta, yoksul ve geri bıraktırılmış bir ulusun zamanın en güçlü devletlerine karşı tarihte ilk kez başarı ile verdiği emperyalizme karşı
halk savaşı
dır
ve bu niteliği ile “mazlum uluslara” örnek olmuştur.

Büyük Atatürk savaşın stratejisini, “iç hat manevrası” olarak bilinen bir stratejiye dayandırmıştır. Buna göre öncelikle içeride işgalciler ve Padişah hükümetlerinin işbirliği ile ulusal savaşıma (mücadeleye) karşı çıkan ayaklanmalar bastırılmış, doğuda Ermeni işgaline
son
verilmiş, güneyde Fransızlara karşı Kuvayı Milliye direnişi örgütlenmiştir.

Doğu ve güney cepheleri güvene alındıktan sonra bütün güç, kesin sonucun alınacağı Batı Cephesine yöneltilmiştir. Batı Cephesinde ise ilk evrede Kuvayı Milliye direnişi ile zaman kazanılırken, düzenli TBMM ordusu kurulmuştur.

TBMM ordusu, Bursa’dan Eskişehir’e ilerlemek isteyen Yunan ordusunu İnönü mevzilerinde
iki kez durdurarak ilk utkularını kazanmıştır. İnönü’den sonra güçlenerek Ankara hedefli büyük saldırıya geçen Yunan ordusu karşısında TBMM Ordusu, Sakarya mevzilerine çekilmiştir.

Savaşın doruk noktası Sakarya muharebesidir. TBMM Ordusu, Başkomutan Mustafa Kemal’in yayınladığı Ulusal Yükümlülük Buyrukları (Tekalifi Milliye Emirleri) ile eksiklerini tamamlar ve güçlenirken, Yunan ordusu uzayan ikmal yollarının güvenliğini sağlayamamış, ikmalsiz kalmış, morali bozulmuş ve yitiklerini tamamlayamadığı için Ankara’ya varamadan gücünü tüketmiştir. Güç üstünlüğü TBMM Ordusuna geçmiştir. Sakarya’da yenilen Yunan ordusu, Eskişehir- Afyon hattına çekilerek burada savunma için hazırlanmıştır. İngiltere, Sakarya yenilgisinden sonra Yunanistan’a desteğini kesmiştir.

Düşmanın Durumu

Sakarya’dan sonra temas hattı, Marmara denizinden Büyük Menderes ırmağına dek 800 km’dir. Yunan ordusu kuvvet çoğunluğu ile Eskişehir ile Afyon arasındaki bölgede savunmadadır. Toplam asker sayısı 200.000’dir. Üç kolordusunun birini Eskişehir karşısında, birini Afyon karşısında mevzilendirmiş, bir kolorduyu ikisinin orta gerisinde yedekte tutmuştur. Kuvvet çoğunluğu güneydeki kolordu bölgesindedir. Afyon güneyindeki Ahırdağı, Çiğil Tepe, Tınaz Tepe, Belen Tepe, Erkmen Tepe, Kalecik Sivrisi’ni kapsayan 12 km’lik bir cepheyi 15.000 askerle savunmaktadır. Ordu komutanı General Hacianesti, savaşı İzmir’den yönetmektedir. Yunan ordusu Sakarya’daki yitiklerini tamamlamakta ve savunma için hazırlanmaktadır. Yunan savunma mevzilerini denetleyen Ordu Komutanı Hacianesti, “Türkler bu mevzileri altı ayda geçerlerse altı saatte geçtik diye övünebilirler.” demiştir. Yunan ordusu, TBMM ordusunun ne zaman, nereden ve ne denli güçle saldıracağını öğrenmeye çalışmaktadır.

TBMM Ordusunun Durumu

TBMM Ordusu Sakarya’dan sonra eksiklerini tamamlamış, o zamana dek savunma savaşı yapan Ordu, “saldırı ordusu” durumuna getirilmiştir. Asker sayısı 200.000’dir. İki ordu (1. ve 2. Ordular) ve bir süvari kolordusu (5. süvari kolordusu) olarak örgütlenmiştir. Baskın etkisi oluşturmak için saldırının zamanını, yerini ve gücünü saklamaktadır.

Büyük Saldırı Kararı

Sakarya’dan sonra Başkomutan Mustafa Kemal‘in kararı, Eskişehir – Afyon hattındaki düşmanı son bir vuruşla yenmek ve kesin sonucu almak idi. Ancak bunun için kimi hazırlıkların yapılması ve o zamana dek savunma savaşı veren Ordunun, ”saldırı ordusu” dorumuna getirilmesi gerekiyordu ve bunun için zamana gereksinim vardı.

Hazırlıklar

Sakarya’da düşmanı yenmiştik ama biz de çok yitik vermiştik (3713 şehit, 19.480 yaralı,
5639 kaçak[1]).

Sakarya Muharebesi tarihte eşi az görülür bir “subay muharebesidir. Sakarya’da TBMM Ordusunun 277 subayı şehit olmuş, 1058 subayı yaralanmıştır.[2] Subay eksiklerini tamamlamak için Harbiye öğrencileri cepheye gönderilmiş, başarılı çavuşlar subay yapılmış, yedek subay talimgahı açılmış ve işgal bölgelerinden kaçabilen subaylardan yararlanılmıştır.

Er eksiklerini tamamlamak için 1899, 1900 ve 1901 doğumlular askere alınmıştır.

Gereç yitikleri ise, Mustafa Kemal’in Başkomutan yetkisi ile yayınladığı Ulusal Yükümlülük Buyrukları (Tekalifi Milliye Emirleri) ile ulustan toplananlarla tamamlanmıştır.

Ancak silahlar çok değişik kaynaklardan alındığı için standart değildir, bu da cephane bütünlemesini zorlaştırmaktadır. Bu sakıncayı gidermek için tüm hafif silahlar bir yerde toplanmış, türlerine göre ayrılmış ve her tümene bir tür silah olarak yeniden dağıtılmıştır. Benzer biçimde değişik kaynaklardan sağlanan toplarla atış yapılarak atış cetvelleri güncellenmiştir. Çeşitli kaynaklardan alınan cephane, yine çeşitli kaynaklardan alınan silahlara uydurulmuştur. Bütün bunlar zaman almaktadır.

Personel, silah ve gereçlerin tamamlanması yeterli değildir, Orduya “saldırı ruhu” kazandırılması da gerekir. Bu amaçla her düzeyde kuramsal ve uygulamalı saldırı eğitimleri yapılmıştır.

Hazırlıklar yapılırken Başkomutan zaman baskısı altındadır. Zaman çok uzarsa düşman savunma hazırlıklarını artırır ve saldırımızı zorlaştırabilir, kısa zamanda da Ordu tam hazır duruma gelmeyebilir. Öte yandan TBMM’de Başkomutan’a karşıcı (muhalif) bir öbek oluşmuş, “Niçin taarruz etmiyoruz?” diyerek baskı yapmaktadır. Düşman, Türk Ordusunun ne zaman, nereden ve ne denli güçle saldıracağını öğrenmeye çalışmaktadır. Başkomutan ise saldırı zamanını ve yerini gizleyerek baskın yapmaya hazırlanmaktadır. Başkomutan “Saldırıya hazırız” derse düşmana belirti (emare) verecek, baskın etkisi yok olacak; “Hazır değiliz” derse karşıcıların tepkisini çekecektir. Mustafa Kemal,Kararımız taarruzdur ancak hazırlıklar için zamana gereksinimimiz var. Yarım hazırlıkla taarruz etmektense hiç etmemek daha iyidir.” diyerek saldırı zamanı hakkında bir belirti vermeden, TBMM’deki havayı yatıştırmıştır.

Tüm hazırlıların tamamlanması yaklaşık bir yıl sürmüş, Ordu Ağustos 1922 sonunda saldırıya hazır duruma getirilmiştir.

Planlama

Plan yapılmadan önce Komutan, karargahına bir “ana fikir” verir. Başkomutanın ana fikri şöyledir: “Düşmanın sağ kanadından şiddetli bir darbe ile cephesini Afyon güneyinden yarmak, kuvvetinin büyük bölümünü kuşatarak Dumlupınar önlerinde muharebeye mecbur etmek ve imha etmek.

Saldırı planı yapılırken önce düşmanın ağırlık merkezi saptanır. Ağırlık merkezi “Düşmanın neyini alırsam onu yenerim?” sorusunun yanıtıdır. Mustafa Kemal, Büyük Saldırıda (Büyük Taarruzda) Yunan ordusunun ağırlık merkezi olarak İzmir – Uşak – Afyon hattını seçmiştir.
Bu hat karayolu, demiryolu ve telgraf ile cephedeki Yunan kolordularının ikmal üssü ve ordu komuta merkezi olan İzmir’e bağlamaktadır. Bu hat kesilirse cephedeki Yunan kolorduları ikmalsiz kalacak, ordu komutanı ile bağlantı kuramayacak, eşgüdümlü hareket edemeyerek teker teker yenileceklerdir.

Saldırı Planı

Plana göre, 25-26 Ağustos 1922 gecesi 5. süvari kolordusu düşmanın “aşılmaz” olarak gördüğü Ahır Dağı’nı sızma yürüyüşü ile aşacak, 26 Ağustos sabahı Afyon ovasına inerek düşmanın ikmal ve iletişim hattını kesecek ve geri çekilmesine engel olacaktır. 26 Ağustos sabahı topçu hazırlık ateşinden sonra birinci hattaki birlikler baskın biçiminde hızla saldırıya geçecek ve Afyon’un güneyindeki tepeler hattından düşman cephesini yararak büyük bölümünü kuşatacaktır. Cepheyi yarmak için Afyon’un güneyindeki Ahırdağı, Çiğil Tepe, Tınaz Tepe, Belen Tepe,
Erkmen Tepe, Kalecik Sivrisi’nin ele geçirilmesi gerekmektedir.

Yığınaklanma

Düşmanın ağırlık merkezi olan İzmir – Uşak – Afyon hattını kesmek için en elverişli yer, Afyon’un güneyindeki tepeler hattıdır (Ahır Dağı, Çiğil Tepe, Tınaz Tepe, Belen Tepe, Erkmen Tepe, Kalecik Sivrisi). Asıl saldırı (taarruz) buradan yapılacak ve düşman cephesi buradan yarılacaktır.
Ancak bu bölge düşmanın en güçlü savunduğu bölgedir (12 km’de 15.000 asker). O halde bizim bu bölgeye düşmandan üstün güç yığmamız gerekiyordu. Afyon bölgesine güç, zorunlu olarak Eskişehir bölgesinden (2. Ordu’dan) kaydırılacaktı. Bu da Eskişehir bölgesinin zayıflatılması demekti. Düşman güneye birlik yığdığımızı öğrenirse, buraya daha çok güç getirerek saldırımızı zorlaştırabilirdi. Ayrıca Eskişehir bölgesinin zayıflatıldığını gören düşman, Eskişehir – Ankara yönünde saldırabilir veya Afyon bölgesindeki asıl gücümüzü kuzeyden kuşatarak göller bölgesine atabilirdi. Bu riskleri azaltmak için Eskişehir bölgesindeki 2. Ordu’dan Afyon bölgesindeki 1. Orduya üç kolordunun gizlice kaydırılması ve asıl saldırımızın yeri hakkında düşmanın yanıltılması gerekiyordu. 50 uçağı ile gündüzleri havadan gözetleme yeteneğine sahip düşman karşısında gizliliği sağlamak zor bir görevdi.

Ayrıntılı planlanan ve disiplinle uygulanan gizleme ve aldatma önlemleri ile kuzeyden güneye
üç kolordu düşmana sezdirilmeden kaydırılmış ve Afyon güneyindeki asıl saldırı bölgesinde düşmanın asker sayısı bakımından altı katı, top sayısı bakımından dört katı güç, gizlice yığınaklanmıştır. Güneye yığınaklanma o denli gizli yapılmıştır ki, Yunan komutanlar hiçbir şeyden habersiz, 25/26 Ağustos 1922 gecesi eşlerini de çağırarak Afyon’da büyük bir eğlence düzenlemişedir.

Saldırı Başlıyor

Yunan komutanlar 26 Ağustos sabahı Afyon’daki eğlenceden cepheye döndüklerinde, 04:30’da Türk topçusunun sessizliği bozan tanzim ateşi ile karşılaşmış ve tam bir baskına uğramışlardır. Topçu tanzim ateşinden sonra “hazırlık ateşi” ile düşman mevzileri parçalanmış ve topçusu susturulmuştur. 06:00’da piyadelerimiz saldırıya başlamıştır. Cepheden saldırıya uğrayan
Yunan komutanlar, arkalarında Türk süvarilerini görünce şaşkınlıkları ürküye (paniğe) dönüşmüştür.

Baskın biçimindeki şiddetli saldırımız sonunda, 26 Ağustos 1922 günü, “altı ayda geçilemez” denilen düşman mevzileri geçilmiş; Tınaz Tepe, Belen Tepe ve Kalecik Sivrisi alınmıştır.

27 Ağustos’taki saldırı ile ilk gün alınamayan Çiğil Tepe ve Erkmen Tepe de alınarak, planlandığı gibi düşman cephesi Afyon’un güneyinden yarılmıştır. Cepheden şiddetli baskı ve geride süvarilerimizin varlığı karşısında düşman, gerideki savunma hatlarına düzenli olarak çekilememiş, 29 Ağustos’ta kuzeyden 5. süvari kolordusu ve 2. Ordu, doğudan ve güneyden
1. Ordu tarafından Dumlupınar önünde kuşatılmıştır.

30 Ağustos 1922

Saldırının 5. gününde, planlandığı gibi düşman Dumlupınar önünde kuşatılmış,
sıra yok etmeye (imhaya) gelmiştir.

29 Ağustos gecesi Başkomutan, Afyon’daki karargahında dinlenmektedir. Batı Cephesi Harekat Şube Müdürü Binbaşı Tevfik Bıyıklıoğlu, birliklerden gelen durum raporlarını haritaya işlemiş ve Başkomutana sunmuştur. Haritada düşmanın Dumlupınar önünde kuşatıldığını gören Başkomutan, hemen İsmet ve Fevzi Paşaları çağırmış, komutanlar durumu değerlendirdiklerinde kesin sonuç zamanının geldiğine karar vermişlerdir. Ayrıntılı buyruk (emir) yazmaya zaman yoktur. Başkomutan, Fevzi Paşa’yı kuzeye 2. Ordu bölgesine göndermiş, kendisi de 1. Ordu Komuta yerine giderek çatışmayı yönetmiştir.

30 Ağustos’taki çatışmada düşmanın beş tümeni yok (imha) edilmiştir. Boş bırakılan
Kızıltaş geçidinden geçerek kuşatmadan kurtulanlar, Uşak – İzmir yolundaki pusularda
tutsak alınmışlardır. Tutsaklar arasında Yunan Anadolu ordusu komutanlığına yeni atanan General Trikopis de bulunmaktadır.

İzleme (Takip)

Yok veya tutsak olmaktan kurtulabilen Yunan askeri, birlik bütünlüğü bozulmuş olarak,
ürkü (panik) durumunda ve geçtikleri yerleri yakarak kaçmaya başlamışlardır.
Askeri kurallara göre kaçan düşman izlenir.

31 Ağustos günü öğlen saatlerinde Başkomutan Gazi Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Fevzi Çakmak ve Batı Cephesi Komutanı Tümgeneral (Ferik) İsmet İnönü, muharebe meydanının ortasında düşman tarafından yakılmış olan Çal Köyü’nün içinde, kırık bir kağnı arabasının üzerinde oturarak durum muhakemesi yaptılar. Verdikleri karar, düşmanın
İzmir’in doğusunda yeni bir savunma düzeni almasına olanak vermemek için, bütün birliklerle İzmir yönünde izlenmesidir.

Bu karar üzerine Başkomutan, birliklere bir kutlama iletisi gönderdi iletinin sonu şöyle bir buyruk ile bitiyordu :

  • Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!”

Bu buyruğu alan Batı Cephesi birlikleri, dokuz günde 350 km yürüyerek 9 Eylül’de İzmir’e,
10 Eylül’de Bursa’ya girdiler. 18 Eylül’de ölenler ve tutsaklar dışında ülkemizde Yunan askeri kalmamıştı.

15 Mayıs 1919’da İzmir’de açılan Batı cephesindeki savaş, 9 Eylül 1922’de yine İzmir’de,
TBMM Ordusunun kesin utkusu (zaferi) ile sonuçlanmıştır.

Sonuç ve Değerlendirme

Askeri utkunun sonuçları önce Mudanya Ateşkes Andlaşması sonra da Lozan Barış Andlaşması ile alınmıştır. Mudanya’da İtilaf devletleri, Trakya’nın da boşaltılmasını kabul etmişlerdir.

Kurtuluş savaşımızın siyasal ve hukuksal sonucu ise Lozan Barış Andlaşmasıdır.

  • Lozan’da bugünkü sınırlarımız içinde tam bağımsızlığımız emperyalistlere kabul ettirilmiştir. Kuşkusuz Lozan’daki siyasal başarı büyük saldırıdaki askeri başarının ürünüdür.

Büyük Saldırı (Büyük Taarruz) dünya savaş tarihinde planlandığı gibi yönetilen az sayıdaki muharebelerden biridir. Her evresi planlandığı gibi gerçekleşmiştir. Bu da Mustafa Kemal ve komuta kurulunun askeri yetkinliğini göstermektedir.

Bu denli kesin bir sonucun alınabilmesi için, saldıranın savunandan 2-3 katı güçlü olması gerekir. Ancak ulusun tüm olanakları zorlanarak düşmana denk bir güç oluşturulabilmiştir (200 000 / 200 000). Bu nedenle 800 km’lik cephenin 12 km’lik bir kesiminde düşmanın altı katı güç gizlice yığılarak kesin sonuç alınabilmiştir. Asıl saldırımızın yerini anlayamayan düşman, yedek kolordusunu kullanmaya fırsat bulamadan yenilmiştir.

Güçlerin denk olmasına karşın bizim en önemli güç çarpanımız, komutanların yetkinliğidir. Büyük Saldırıdaki (Büyük Taarruz) komutanların tümü, askeri ortaokuldan başlayan eğitimden geçmiş, Balkan savaşında, Libya’da ve 1. Dünya Savaşının çeşitli cephelerinde deneyim kazanmışlardır. Buna karşın Yunan komutanlar, Orduya siyaset girmesinin sonucu olarak
“Kralcı – Venizelos’çu “olarak ikiye bölünmüş, yaraşırlığa (liyakate) göre değil siyasetçilere sadakate göre atanmışlardır. Savaş deneyimleri yoktur.

Salt “Kralcı” olduğu için yarbayken kral tarafından Ordu komutanı yapılan Hacianesti,
savaşı İzmir’den yönetirken (!), Mustafa Kemal en ileri hatlardan yönetmiştir.
Kaçınılmaz sonuç Hacianesti’nin yenilmesidir.

Ulusumuzun yazgısını değiştiren Büyük Utku (Zafer), her yıldönümünde coşku ile kutlanmalıdır. Bu tür kutlamalar genç kuşaklara tarihimizi anımsatmak, TSK’nın gücünü göstermek ve
Ordu -Ulus bütünleşmesini pekiştirmek bakımından gerekli ve yararlıdır. Ancak önceki yıllarda yapılan coşkulu Zafer Bayramı ve Türk Silahlı Kuvvetleri Günü törenleri 2016’dan sonra yapılmamaktadır.

Büyük Utku (Zafer), her 30 Ağustos’ta 2016 öncesinde olduğu gibi coşkulu törenlerle kutlanmalıdır.

[1] Celal Erikan. Kurtuluş Savaşı Tarihi, T. İŞ Bankası Yayını, İstanbul, 2008, syf. 267
[2] a.g.e.