CHP’de tüzük ve program

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
02 Eylül 2024, Cumhuriyet

Bir siyasal partinin tüzüğü, o siyasi partinin nasıl yönetileceğine ve örgütleneceğine dair (ilişkin) ilkeleri, kuralları ortaya koyan hukuksal metindir.

Bir siyasal partinin programı da o siyasal partinin temel ilkelerini, ideolojisini ve Türkiye’nin her alandaki sorunlarına yönelik çözüm önerilerini ortaya koyan metindir.

Tüzük ve program, Kurultay tarafından belirlenir ve Kurultay delegelerinin onayıyla geçerli hale gelir.

CHP bu hafta içinde tüzük kurultayını gerçekleştirecek. Kurultayın sonunda da Program kurultayına yönelik ön çalışma toplantısı gerçekleştirilecek.

Aslında Tüzük kurultayında sadece (yalnızca) tüzüğe odaklanmak, program konusunu tümüyle Program kurultayına bırakmak en doğrusudur. Program, ideolojik tartışmaların en yoğun yaşandığı ve bir siyasal partinin ontolojik temellerini oluşturan alandır. Program, Tüzük kurultayına sıkıştırılamayacak kadar (ölçüde) önemli bir konudur.
***
Nitekim CHP eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu şimdiden bu fırsatı kullanarak, yönetimde olduğu dönemde yaptığı gibi, CHP’nin temel ilkeleri olarak bilinen Altı Oku tartışmaya açtı ve Altı Ok‘un çağdaş koşullara göre yeniden yorumlanması gerekliliğinden” söz etti.

Oysa Altı Okun yeniden yorumlanmaya değil, uygulanmaya ihtiyacı (gereksinimi) var.

Cumhuriyetçilik ve Halkçılık, monarşinin ve oligarşinin karşı tezidir.

Devletçilik, özelleştirmeciliğin ve neo-liberal ekonominin antitezidir (karşı tezidir).

Laiklik, teokrasinin antitezidir (karşı tezidir).

Milliyetçilik, ümmetçiliğin antitezidir (karşı tezidir).

Devrimcilik, statükoculuğun antitezidir (karşı tezidir).

  • AKP iktidarında monarşi, oligarşi, teokrasi, özelleştirmecilik, ümmetçilik, statükoculuk düzenin parçaları durumuna gelmiştir ve bunların çağdaşlıkla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı gibi, hepsi ilkelliğin göstergeleridir.

Dolayısıyla çağdaş dünyanın parçası olmak isteyen bir siyasetçi, Altı Ok‘u yeniden yorumlamak saçmalığını bir kenara bırakır, bu ilkeleri olduğu gibi uygular.

Çağdaşlık dünyanın her yerinde bu ilkelerin uygulanması sayesinde elde edilmiştir.

Sosyal demokrasi ve demokratik solculuk da özünde, Altı Ok ile çelişen değil, Altı Ok‘u tamamlayan ilkelerdir.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ve onunla birlikte partideki Değişim hareketini başlatan İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun emperyalizmin bu tuzağına düşmeleri durumunda, CHP gerçek bir değişimi gerçekleştiremeyeceği gibi, bir daha asla seçim kazanamaz, 2024 belediye seçimlerinde CHP’nin yeni yönetimine seçmen ve parti üyeleri tarafından açılan kredi hızlı bir tükeniş sürecine girer, partide bölünmeler ve parçalanmalar oluşur, yeni bir siyasal partinin kurulması bile söz konusu olabilir.
***
Tüzük değişikliği sayesinde sağlanabilecek parti içi demokrasinin, partinin temel ilkeleri, ideolojisi ve programı ile dolaylı bir ilişkisi vardır. Çünkü parti içi demokrasinin sağlanması durumunda, partide, partiyi kurnazlıkla ele geçiren oligarşik güçler değil, üyeler egemen olur. Üyelerin egemen olduğu bir partide de oligarşik güçler, partinin temel ilkelerini, ideolojisini, altı oku, partinin ve devletin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ü tartışma konusu durumuna getiremezler. Çünkü CHP üyelerinin çoğunluğu, Atatürk’ü, Altı Ok‘u, partinin temel ilkelerini ve ideolojisini benimseyen kişilerdir.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra CHP’de parti içi demokrasinin bir türlü tesis edilmemesinin (kurulamamasının) temel nedeni de budur. Çünkü emperyalizmin uşağı olan alçak oligarşik güçler, medya, belediyeler ve delege ağalığı üzerinden, partiyi, özellikle son yıllarda, bu şekilde ele geçirmişlerdir.

Bu nedenle, CHP İlke ve Demokrasi Hareketi’nin, www.chpilkedemokrasi.org adresli web sitesinde yayınlanıp CHP’nin yetkili organlarına da sunulan önseçim, çarşaf liste, mahalle kongreleri, adaylaşma, parti içi eğitim, üyelik, parti meclisinin yetkileri gibi konulardaki tüzük değişikliği önerileri, hem CHP hem de Türkiye için yaşamsal öneme sahiptir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Türkiye yok ediliyor26 Ağustos 2024
Dincilik afyondur19 Ağustos 2024

Mustafa Kemal’in askerleriyiz

Murat Ağırel
Murat AĞIREL
murat.agirel@cumhuriyet.com.tr
Son Yazısı / Tüm Yazıları
03 Eylül 2024, Cumhuriyet

(Ağırel’e dönük ölüm tehdidi için bizim katkımız yazının altındadır..)

Yeni mezun teğmenlerin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demesi ve Deniz, Kara ve Hava Harp Okulları’nı kadın teğmenlerin birincilikle bitirmesi Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı kesimleri rahatsız etti.

Ne diyordu teğmenlerimiz:

“And içeriz ki, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına,
ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine,
aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller, karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız; şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacak ve şerefimizle öleceğiz.” 

Bu teğmenlerin çok uzun yıllardır ettiği yemin.

Hani arama motoruna yazdıklarında dahi binlerce haberin içinde de görülüyor. Ama yine kuyruğu birbirine değmeyen onlarca komplo teorisi devreye girdi.

Hele de üç kadın teğmenin üstün başarıyla birinci olarak okuldan mezun olmaları, kılıçlarını kaldırıp “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atmaları Atatürk düşmanlarını ayağa kaldırdı.

Kim bu düşmanlar, çok basit:

Maklubeye kaşık sallayanlar, maklubeye kaşık sallayanların yol arkadaşları, liboşlar, yetmez ama evetçiler, tarikatçılar, PKK’liler, Hizbullahçılar, Yeni Akit tayfası, fesli Kadir’in şürekâsı; kısacası Cumhuriyet düşmanları, emperyalizmin uşakları ve en önemlisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşmanları.

Hepsi aynı gerekçeler ile FETÖ’nün kumpaslarına çanak tutup alkışlamışlardı. Şimdi Atatürk ve Türk kelimelerini bir arada görenler yine kriz geçiriyorlar.

Hele genç teğmenlerin kılıçlı pozları memleketteki fareleri yuvalarından çıkardı. Ama siz Cumhuriyet nedir sorusuyla karşılaştığınızda tam olarak bu fotoğrafı gösterebilirsiniz.

Anadolu’da doğup büyümüş üstün zekâlı gençleri, ağır ve sıkı bir eğitimden geçerek dünyanın en elit subayları haline geliyor. Önceden FETÖ bu sisteme sızarak Anadolu çocuklarını zehirlemişti. Bu zehrin en büyük panzehirinin ise Mustafa Kemal Atatürk olduğu apaçık görüldü.

Halbuki başkaları bu panzehirin yerine sürekli başka tarikatları, başka uşakları koymaya çalıştı.

Anlamıyorum.

Bu çocuklar Şeyh Sait’in askerleriyiz, Sait Nursi’nin askerleriyiz, Öcalan’ın askerleriyiz,
FETÖ’nün askerleriyiz”
 vb. slogan atsalardı mutlu mu olacaklardı.

Daha dün, komutanlarla poz veren Hizbullah zihniyetinin yayın organlarına bakın.
İktidarın birkaç oy uğruna şımarttığı bu domuz bağcıların yazdıklarına bakın.

Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk kumpaslarına alkış tutanların hepsi ağızlarından köpük saça saça teğmenlere saldırıyor.

AKP’nin ideologları da sıkıntıda… 22 yıllık iktidar, yüzlerce imam hatip okulu, defalarca (kezlerce) değiştirilmiş müfredat, kanallardaki sansür ve propagandalar, tarikatlarla iş tutmuş bir milli eğitim programı derken 2000 doğumlu bir teğmen kılıcını havaya kaldırıp bütün bu sahte hegemonyayı yıkıyor.

İşte esas mesele bu. Bir türlü kafalarına işlemiyor.

  • Atatürk bu toprakların kendisidir. 

Yetim Mustafa…” deyince gözüm dolar.

Bu ordu, bu ülke, yetim Mustafa’nın kendi hayatından bir vazgeçişidir. Sağlığını, ailesini kendisini terk edişidir. Kendisini yok ederek bir vatan kurma meselesidir. Anlamıyorsunuz, yetim Mustafa’nın ordusundaki teğmenler tabii ki de Mustafa Kemal’in askeri olacak.

Mustafa Kemal’in askeri olmak, Anadolu’nun askeri olmaktır; bağımsızlığın, egemenliğin, Cumhuriyetin, ezilenlerin, yoksulların, dışlananların askeri olmaktır.

Mustafa Kemal’in askeri olmak sadece (yalnızca) cephede çarpışmak değil; selde, depremde, yangında vatanına vatandaşının yardımına koşmaktır.

Evet, teyakkuzda olmak, temkinli olmak iyidir. Ancak yarın bu bayrak ve topraklar uğruna şehit olmayı göze alan ve şehit olduklarında timsah gözyaşı dökeceğiniz insanları rahat bırakın.

Çok uzatmayayım.

  • Onlar gibi biz de Mustafa Kemal’in askerleriyiz.

==========================================================

M Ağırel’e dönük ölüm tehdidi için paylaştığımız X (tweet) iletisi aşağıda :

DEVLETİ GÖREVE ÇAĞIRIYORUZ!

Bu kişi derhal bulunmalı ve tehdit sonlandırılmalıdır.
Devletin 1. görevi yurttaşlarının can güvenliğidir.
T.C. Devleti tehdidi önleyebilecek güçtedir.
Önlen(e)mezse;

1. Tehdit derin devlet kökenlidir.
2. Devlet gerçekten kahredici bir acze düşürülmüştür.

Her 2 durumda da bir yolu bulunmalı ve Murat AĞIREL’in can güvenliği sağlanmalıdır.

NOKTA.

**
Ayrıca, Devletin arşivinde tüm yurttaşların şöyle ya da böyle ses kayıtları var.
SES TANIMA sistemiyle, bu maskeli piyonun kimliği belirlenebilir..
MİT, Polis… daha nice yollara sahiptir.
Bu cinayet tehdidi önlenmezse, daha öncekilerde olduğu gibi kontr-gerilla / derin devlet cinayeti olarak kayıtlara geçecek
ve
AKP-MHP iktidarının sabıkalarına eklenecektir ne acı ki..
Sinan ATEŞ cinayeti vb. gibi

Image

 

Sivas Kongresinde Manda Sorunu

Cihangir Dumanlı - Medya SiyasetDr. Cihangir Dumanlı
Em. Tuğgeneral, Hukukçu, Strateji ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı (PhD)

Kurtuluş savaşımızın ilk evresi ordusu dağıtılmış bir ulusun  kendiliğinden ordulaşarak işgallere karşı direniş evresidir. Bu evrede  çoğu işgal edilmiş veya işgal tehlikesi altındaki bölgelerde 30 yerel kongre toplanmış ve Kuvayı Milliye örgütlenmesinin yapıldığı bu kongrelere 1396 kişi katılmıştır.[1]

Ancak Kuvvayı Millye Kongreleri yereldir ve kendi bölgesinin kurtuluşu ile  ilgilenmektedir. Oysa büyük önder Musafa Kemal bölgesel kurtuluş düşüncesine karşı çıkmakta, tüm yurdu bağımsızlığa kavuşturmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle yerel örgütlerin bir çatı altında toplanması ve güçbirliği ile ulusal savaşıma  katılmasına gereksinim vardır.

22 Haziran 1919’da yayınlanan Amasya Genelgesinden 4 gün önce Musafa Kemal, Trakya’da 1. kolordu komutanı Cafer Tayyar’a gönderdiği iletide; “Ulusal örgütlerin birleştirilmesine, Ulusun sesini bütün gürlüğü ile dünyaya duyurabilecek bir yer olan Sivas’ta birleşik ve güçlü bir kurul oluşturulmasına karar verdiğini” bildirmiştir. Nutuk’taki ifadesiyle “Eylemlerinin bir an önce kişisel olmak niteliğinden çıkarılması, bütün ulusun birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına yapılması gerekmektedir.”[2]

Amasya Bildirisinde her sancaktan ulusun güvenini kazanmış üç kişinin gizlice Sivas’a gönderilmesi istenmiştir.

23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 arasında Erzurum’da yapılan  Doğu Anadolu Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Kongresinde “manda ve himaye kabul edilemez” kararı alınmıştır.

Amasya Bildirisinde yapılan çağrı üzerine Sivas kongresi 4-11 Eylül 1919’da Sivas Lisesi binasında 38 kişi ile toplanmıştır.

Kongrenin amacı doğu ve batı illerinin ve Trakya’nın birliğini sağlamaktır. Gündemde iki madde vardır:

  1. Erzurum Kongresi kararlarının görüşülmesi,
  2. Manda sorunu.[3]

Kongrenin ilk üç günü gündemle ilgisi olmayan konularla geçer. Dördüncü gün gündeme geçilir. İlk gündem maddesinde Erzurum Kongresi kararları kimi değişikliklerle kabul edilir. Değişikliklerin amacı Erzurum’da doğu illeri için verilmiş olan kararların tüm yurdu kapsayacak biçimde genelleştirilmesidir. Bu kapsamda Doğu Anadolu Müdafaayı Hukuk Cemiyeti’nin adı Anadolu Ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti olarak değiştirilmiştir. Erzurum Kongresinde doğu illerinin ülkenin ayrılmaz bir parçası olması vurgulanırken, Sivas’ta buna Rumeli illeri de eklenmiştir.

Gündemin 2. maddesi olan Manda sorunu üzerinde uzun tartışmalar yapılmıştır.

Manda Nedir?

Manda Fransızcadaki “mandat” (okunuşu manda) sözcüğünden gelmektedir. 1. Dünya Paylaşım Savaşından sonra Paris Barış Konferansında Milletler Cemiyeti (MC) (League of Nations) adıyla bir örgüt kurulması kararlaştırılmış ve yenik devletlerle yapılan barış anlaşmalarına MC Statüsü konulmuştu. Buna göre bağımsızlığa yeni kavuşmuş, kendi kendini yönetemeyecek olan devletlerinin MC’nin korumasına verilmesi öngörülüyordu ve buna “mandat” deniyordu.
MC’de  bu görevi “mandater” sıfatı ile gelişmiş bir devlete verebiliyordu.

Mandayı alan (Mandater) devlet, Manda (Mandated) devlet üzerinde ayrıcalıklara sahip olacak idi.

Mandater devletin Manda devlete yardımı gibi gösterilen bu düzen, gerçekte Mandater devletin Manda devleti daha çok sömürmesine, Manda devletin bağımsızlığını yitirmesine yol açar.

  • Manda rejimi emperyalizme yeni bir kılıftır.

Bu nedenle bir devletin Mandası altına girmek, Mustafa Kemal’in kurmayı planladığı tam bağımsız Türkiye hedefine aykırıdır. 1919’da Mandayı savunanlar, “Biz bu koşullarda kendi kendimizi yönetemeyiz, büyük devletlere bırakalım, bizi onlar yönetsin..” düşüncesini savunuyorlardı.

  • Mustafa Kemal ise Manda’nın tam bağımsızlık hedefine uymadığına,
  • Koşullar ne denli ağır olursa olsun
  • Türk ulusunun kendi kendini yönetebileceğine inanıyor ve
  • Mandacılığa kesinlikle karşı çıkıyordu.

Sivas Kongresinde Manda Sorunu

Galip (Yengin) devletler doğu Anadolu’yu Ermenistan’a vererek “Büyük Ermenistan” devleti kurmak istiyorlardı. Bu konuyu San Remo’da tartıştılar ve  “Büyük Ermenistan’ın” korunması için MC’ye başvurdular. MC, kuruluş sözleşmesi henüz imzacı devletlerce onaylanmamış olduğundan Cemiyet bunu kabul etmedi. Galip (Yengin) devletler bunun üzerine konuyu ABD’ye götürdüler. İngiltere Başbakanı Llyold George ABD Başkanı Wilson’a, Anadolu’nun (doğuda Ermenistan’a verilmesi düşünülen yerlerin) Mandasını almasını önerdi. Wilson bu öneri üzerine Anadolu’ya iki komisyon (kurul) göndermiştir. Bunlardan biri King-Crane komisyonu (Kurulu), öbürü General James Harbord başkanlığındaki Kuruldur.

7 Temmuz 1919’da İstanbul’a gelen ve 21 Temmuz’da dönen King-Crane Kurulu, raporunda ateşkes sınırları içinde kalan Osmanlı topraklarının; İstanbul ve dolayı, Ermenistan ve Anadolu’nun geri kalan bölümü olmak üzere üç bölgeye ayrılmasını ve bu üç bölgenin ABD Mandasına verilmesini önermiştir.[4]

Wilson, King-Crane önerisini Kongre’ye sunmuş ama öneri Kongre’de büyük çoğunlukla reddedilmiştir.[5]

Anadolu’nun Manda altına sokulmasını isteyen “Mandacı Türkler” de vardır!

Sivas Kongresi’nin açıldığı gün Mustafa Kemal, İstanbul’dan eski sadrazam (Başbakan) Ahmet İzzet Paşa’dan bir mektup alır. Paşa, Kongrede Amerikan Mandasının kabul edilmesini istemektedir. Albay İsmet (İnönü) de aynı görüştedir.[6]  Albay İsmet bey, 27 Ağustos 1919’da Kazım Karabekir’e yazdığı mektupta Amerikan Mandasını savunmaktadır.[7] Refet Bey (Paşa) da Sivas Kongresinde Amerikan Mandasını savunmuştur.[8] Bir kesim yazar ve siyasetçi de  Amerikan Mandasından yanadır. Bunlar arasında Halide Edip (Adıvar), Karakol Teşkilatı önderi Kara Vasıf,[9]  Bekir Sami (Kunduz), Ali Fuat Paşa’nın babası İsmail Fazıl Paşa [10] bulunmaktadır.

Kongreden önce Sivas’a gelen temsilcilerden 25’i, Amerikan Mandasının kabul edilmesini öngören bir öneri hazırlamışlardır. Sivas Kongresinde Manda konusundaki uzun tartışmalarda iki düşünce ortaya çıkmıştır:

  1. Amerikan Mandasına girelim, onlar bizi yönetsin.
  2. Hiçbir Manda ve koruma (himaye) altına girmeyelim, tam bağımsızlık için savaşım

Yukarıda adları belirtilen Mustafa Kemal’in yakın arkadaşları (Rauf Orbay, İsmet İnönü, Kara Vasıf, Bekir Sami, Refet, Halide Edip…) birinci düşünceden yana;

  • Mustafa Kemal ise tam bağımsızlığı savunmaktadır.

İstanbul tıp fakültesi öğrenci temsilcisi Tıbbiyeyli Hikmet, Sivas’a gelerek
gençliğin Mandaya karşı olduğunu, Mustafa Kemal bile istese karışı koyacaklarını bildirmiştir.

Sonunda iki görüş arasında bir orta yol bulunur. Önce ABD’nin Türkiye’nin Mandasını almak isteyip istemediği öğrenilmelidir. Bu amaçla ABD Senatosu’na bir mektup yazılarak Türkiye’ye Manda konusunu yerinde inceleyecek bir kurul göndermesi istenir.

Yukarıda sözü edilen M.C. kuruluş sözleşmesi bağıtlanmıştır (imzalanmıştır), ama ABD Kongresi bu Sözleşmeyi onaylamamıştır. Bu nedenle M.C. (Milletler Cemiyeti) Sözleşmesi ABD’yi bağlamamaktadır. Sonuçta Sivas Kongresinden gönderilen mektup, Amerikan Kongresi gündemine alınamaz ve yanıtsız kalır.

Manda konusu Sivas’ta kongre kararı durumuna getirilmemiş, böyle bir ara çözümle kapatılmıştır. Ancak Erzurum Kongresi kararlarının  onaylanması ile bu kapsamda “Manda ve himaye kabul edilemez kararı da onaylanmış olmaktadır.

Bundan sonra Mustafa Kemal’in önderliğinde tam bağımsızlık için savaşım düşüncesi yaşama geçirilecektir. Sivas’ta Mandayı savunanlar da Atatürk’ün yanında tam bağımsızlık için ulusal savaşıma  katılacaklardır.

Manda kabul edilseydi                        :

Biz Mandayı reddedip ulusal kurtuluş savaşı ile bağımsızlığa kavuşurken, Osmanlı’dan ayrılan Irak İngiliz Mandasını; Suriye Fransız Mandasını kabul etmiştir. Her iki devletin bugün içinde bulundukları olumsuz durum, Manda rejimi kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Sivas’ta Manda kabul edilseydi, Türkiye de bugünkü Irak veya Suriye gibi olurdu.
Bu gerçek, Atatürk’ün ileri görüşlülüğünün açık bir göstergesidir.

Kaynaklar

[1] Bülent Tanör, Kurtuluş, Kuruluş, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul, 2003, s. 63
[2] Nutuk, s.41
[3] Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 298
[4] Andrew Mango, Atatürk, The Biography of Founder of Modern Turkey, Overlook Press,
New York.. 247

[5] Margareth Macmillan, Paris 1919, Random House, 2002, p. 444,
[6] Anrew Mango, a.g.e. p. 247
[7] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Merk Yayıncılık, İstanbul, 1988, s.165
[8] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara, 1981, s. 77
[9] Mango, a.g.e.
[10] a.g.e.

YERLİ ve MİLLİ DİYEREK

Suay Karaman 

Ege Denizi’nin kuzeydoğusunda Çanakkale’ye bağlı bir ilçe olan Bozcaada, bizim şirin bir adamızdır. Anakaraya 6 km uzaklıktadır, ulaşım özel bir firmanın feribotlarıyla sağlanmaktadır ve bu yüzden oldukça pahalıdır. Adanın yüzölçümü yaklaşık 39 km2′dir. Türkiye’nin 3. büyük adası ve köyü olmayan tek ilçesidir. Adada berrak deniziyle 12 koy bulunmaktadır ve çevresinde irili ufaklı 17 adacık vardır. Kış nüfusu yaklaşık 3.300 olan Bozcaada’nın yaz aylarındaki nüfusu yaklaşık 15.000 olmaktadır. 

Bozcaada’nın ekonomisinde turizm, balıkçılık ve şarap üretimi başı çekmektedir. Turizm özellikle 1990’lı yıllardan sonra hızla gelişmiş ve ilçe ekonomisinde sürükleyici bir rol oynamaya başlamıştır. Bozcaada açıklarındaki deniz, Ege Denizi’ndeki balıkların mevsimsel olarak göç ettiği yollardan biri olduğu için balıkçılık yıl boyunca yapılır ve deniz ürünleri her mevsim elde edilebilmektedir. Bugün başlıca şarap üretim bölgelerinden biri olan Bozcaada’da 6 adet şarap fabrikası bulunmaktadır. 

Bozcaada mimarisi, Türk ve Rum kültürlerinin izlerini taşır. Ada merkezi şu anda Cumhuriyet (Rum) ve Alaybey (Türk) Mahallesi olarak iki mahalleden oluşmaktadır. Adanın tamamı doğal ve arkeolojik sit alanı olması nedeniyle şimdilik çarpık yapılaşma görülmemektedir. 

Bozcaada, 2010’da dünyadaki en iyi seyahat dergileri arasında yer alan Condé Nast Traveller Dergisi tarafından dünyanın en güzel ikinci adası seçildi. 2011’de aynı dergide Avrupa’nın en iyi 10 adası için okuyucu listesinin zirvesindeydi. 2012 yılında da aynı dergi daha az kalabalık plajları ve konaklama yerleri nedeniyle Bozcaada’yı dünyanın en iyi 8 adasından biri olarak seçti. Bozcaada’da her yıl 2-3 Eylül günlerinde bağbozumu şenlikleri yapılmaktadır. 

Bozcaada’ya arabalarıyla ve turlarla akın akın gelen yerli turistin yanı sıra az sayıda yabancılar da gelmektedir. Bu şirin adada fiyatlar çok ucuz değil, ada merkezindeki ortalama fiyatlar şöyle: Çupra, levrek 9€, kalamar 9€, bira 4€, meşrubat 1,5€, İki kişi oda-kahvaltı konaklama 90€. Daha pahalı olan yerler de var. Yunan adalarıyla karşılaştırmak kolay olsun diye fiyatları € olarak yazdık. Yunan adalarındaki fiyatlar, ülkemize göre daha ucuzdur ve bizim ülkemizden daha temiz olduğu da bilinen bir gerçektir. Siyasal iktidarın tümden yanlış politikaları yüzünden ülkemizdeki fiyatlar şişirilmektedir. Bunun yanında haksız kazanç sağlamak isteyenler de bu durumu fırsata çevirmektedir. 

Halk, yabancı ülke görmek için ve fiyatların ucuz olması nedeniyle Yunan adalarına gitmektedir. AKP iktidarının Yunanistan ile anlaşma yaparak kapıda vize uygulamasını başlatması, ülkemizden Yunan adalarına girişi kolaylaştırdı. Vize ücreti 80€ ile 35€ feribot ücreti düşünüldüğünde yemek ve konaklama fiyatlarındaki ucuzluk havada kalmaktadır. Dış ilişkilerde “karşılıklılık” ilkesi gereğince, bizden vize isteyen ülkelerden bizim de vize koymamız gerekirken, yerli ve milli olamayan iktidarlar bu konunun üzerinde durmamaktadır. Halbuki böyle bir uygulama ile ülkemize büyük bir döviz girdisi olacağı gibi, ülkemizin prestijine de (saygınlığına da) önemli bir katkı sağlanacaktır. 

Bunların yanında Yunanistan bizim 22 adamızı işgal etmişken, ülkemize sürekli kin akıtırken, ulusal marşlarının sözlerinde Türk düşmanlığı ve nefreti anlatılırken böyle bir ülkeye gidip, döviz kazandırmak pek doğru değildir. İşte yerli ve milli olmak, burada önem kazanmaktadır. Yunan adalarına gidilebilir ama bunları da düşünmek gerekir. 

  • Bilinen bir gerçek siyasal iktidarın yerli ve milli söyleminin de içinin boş olduğudur.

Yerli ve milli diyerek, hiç üretim yapmadan yalnızca tüketerek ve özelleştirme adı altında ülkemizin kaynaklarını kurutanlar, bugünkü sürecin sorumlularıdır. İşte yaşadığımız sıkıntılar gerçekten yerli ve milli olamamanın sonucudur. Yerli ve milli olmak ülkeyi sevmekle başlar. 

Ülkemizde, devletin temel sorunları ile ilgilenip, fikir üretebilecek yurttaşlar yerine genellikle tüketim özentili, bireyci ve çıkarcı kişilikler oluşmaktadır; işte bu durum endişe yaratmaktadır. Her birimiz yeni baştan ve ilk yola çıktığımız noktadan bakarak, yine dünyanın çağdaş, saygın ve kalkınan ülkelerinden olabilme yolunun açılması için yeni bir ‘akıl’ geliştirmek zorundayız. Tüm bu sorunları aşmak için çok çalışmalıyız ve birlik olmalıyız. Serbest piyasa ekonomisi ile bu işlerin düzelmeyeceği belli olmuştur. Ulusal ekonomi ile her konuda ulusal kalkınma gereklidir; üretim koşuldur ve özellikle eğitim de zorunludur. Ulusal Eğitim, ulusal bilincin gelişmesine de katkı sağlayacaktır. 

Yurt dışını görmenin yeni ufuklar açacağı kuşkusuzdur; bilgi, görgü, kültür ve dünya görüşü için önemlidir. Ancak her köşesi ayrı güzellikte olan ülkemizi yeterince tanıyor muyuz? 

Azim ve Karar, 2 Eylül 2024

1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

01 Eylül 1945, 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın sonlandığı tarihtir. Bu savaşta yaklaşık 60 milyon insan ölmüştü. 01 Eylül gününün Dünya Barış Günü olarak kutlanması, bundan 79 yıl önce, o zamanki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği-SSCB‘nin (bugünkü Rusya) önerisi üzerine başlanmıştır.

Ayrıca, BM (Birleşmiş Milletler) Örgütü, 1981’de aldığı bir kararla, 1 Eylül gününü ULUSLARARASI BARIŞ GÜNÜ olarak duyurmuştur.

Dünya ya da uluslararası barış günü kutlamalarının temel amacı, ulusal ve evrensel ölçeklerde barışı özendirmek; her türlü savaş ve çatışmaların, başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere, ülkeler ve toplumlar üzerindeki kıyıcı ve yıkıcı etkilerine dikkat çekmektir. Yüce Önderimiz M.K. Atatürk,Kesin zorunluluk olmadıkça savaş bir cinayettir.” demişti.

Günümüzde, İsrail’deki ırkçı, siyonist iktidarın Filistin-Gazze’de yarattığı büyük insanlık dramı bize, ulusal, bölgesel ve evrensel ölçekte herkes için barışın ne denli önemli olduğunu göstermiştir.

  • Barış; herkes için olmazsa olmaz yani yaşamsal olan su, ekmek ve güneş ölçüsünde kaçınılmaz bir gereksinmedir.

Peki barışı sürdürmek ve korumak için neler yapılmalıdır?

1- İnsan önce kendi bedensel, tinsel (psikolojik, manevi) varlığıyla, etnik, sosyal, kültürel ve dinsel kimliğiyle, yani kendisiyle barışmalıdır. Kendisiyle barışık olmayan ve barış yanlısı olmayanlardan barışçı tutum ve davranışlar beklenemez.

2- Aile içi barış çok önemlidir. Aile içinde eşiyle, çocuklarıyla, aile büyükleriyle, kardeşleri, yakın akrabaları hısım ve arkadaşları ile barış, sevgi ve dostluk içinde yaşamak için çaba harcanmalıdır.

3- İnsanlar köy, kasaba, kent ve büyük kentlerde de yaşasalar, yine de resmi ya da resmiyet dışı olarak, komşuları ve yakın çevreleri ile iletişim kurmak ve yüz yüze gelmek zorundadır. Bu nedenle ırk, dil, din, mezhep, renk, cinsiyet, siyasal anlayış… farkı gözetilmeden komşuları ve yakın çevresiyle barış, sevgi ve dostluk içinde, birlikte yaşayabilmenin yolları aranmalıdır.

4- Gündelik toplumsal yaşamda, eğitim, üretim, sağlık, güvenlik, yargı, sanat, kültür, seyahat, spor, ibadet… vb. faaliyetler nedeniyle başka insanlarla yüz yüze gelmek kaçınılmazdır. Eğer güzel ahlak, adalet, eşitlik, kardeşlik, duygudaşlık (empati)… gibi çağdaş ve insancıl tutum ve davranışlar temel alınırsa barışa ve huzura (erince) daha çok katkı sunulmuş olur.

5- Evrensel temel haklar ve yaşamsal özgürlükler, anayasal düzen tehlikeye düşmediği sürece; insanın kendi devletiyle, rejimiyle, toplumuyla… her anlamda barış ve hukuka saygı içinde kalmaya ve yaşamaya çalışması bir yurttaşlık görevidir.

6- Evrensel boyutlarda, başka toplumların yaşama haklarına, toprak bütünlüğüne, inançlarına, etnik kökenlerine dillerine, bayraklarına, kutsallarına… karşı saygılı olmak ama aynı saygı, tutum ve davranışları başka uluslar ve toplumlardan da beklemek gerekir. Çünkü ulusal ve evrensel barış, bunların ikisi birlikte sağlanırsa daha kolay korunabilir.

Yüce Önderimiz M.K. AtatürkYurtta barış, dünyada barış” diyerek bize ulusal ve evrensel barışın doğru yolunu zaten göstermişti…

7- Son olarak da şunu söyleyelim :
Evrensel, bölgesel, ulusal ve yerel boyutta makro ve mikro ölçeklerde fikir ve siyaset üreten aktörlerin ayrıştırıcı, bölücü, kargaşa yaratıcı, şeytanlaştırıcı ve düşmanlaştırıcı siyasal argümanlar (önermeler) ve propagandalar üretmek yerine; evrensel ve ulusal boyutlarda hakkı, ahlakı, adaleti, demokrasiyi ve barışı… önceleyen, savaşlardan kaçınan adaletli siyasal politikalara yönelmeleri gerekir.

Siyasal önderler, her toplumda o toplumdaki bireylerin ikonları, rol modelleri olarak algılanır.

Bu yazılanları hayal (ütopya) olarak görenle de olabilir. Ancak hiç unutulmasın ki, insanlar hayal (düş) kurarak geleceği inşa edebilir (kurabilir) ve yaşayabilirler. Hayali (düşleri) olmayanların gelecek için ufukları karanlık olur.

Bu duygu ve dileklerle herkesin, tüm insanlık aleminin

  • DÜNYA BARIŞ GÜNÜ KUTLU OLSUN!

Yeni adli yıl başlıyor

Dr. Enver Kumbasar / Yargıçlar / HukukbookDr. Enver Kumbasar
Yargıç

02 Eylül 2024, Cumhuriyet

Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı bir hukuk devletidir (m.2). Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır (m.9). Hâkimler (Yargıçlar) görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler (m.138/1).

Çağdaş demokrasilerde hukuk devleti ilkesinin yaşama geçirilmesinin temel koşulu, Güçler Ayrılığının gereği olarak yargı bağımsızlığının eksiksiz sağlanmasıdır. Anayasada yer alan yargı bağımsızlığı, dolayısıyla hukuk devleti ilkesinin tam anlamıyla yaşama geçirilmesi, yargının yönetiminden sorumlu Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun mevcut (verili) yapısıyla (Üyelerinin büyük çoğunluğunun partili cumhurbaşkanı tarafından belirlenmekte, anayasa m. 159.) olanaklı değildir.

  • Toplumdaki genel algı yargının adeta vesayet altında olduğu, siyasallaştığı ve araçsallaştırıldığı yönündedir.

Geçen adli yıldaki pek çok yargısal uygulama maalesef (ne acı ki) bu algıyı oluşturacak nitelikte görülmüştür.

Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığına ilişkin anayasanın açık hükmüne (m.153/son) aykırı olarak Hatay milletvekili Av. Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesince verilen hak ihlali kararları adli mahkemelerce hukuka, anayasaya ve vicdanlara adeta meydan okurcasına yerine getirilmemiştir, getirilmemektedir. Benzer durum anayasa 90/son hükmüne karşın Gezi tutuklusu Osman Kavala hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin vermiş olduğu hak ihlali kararının gereğinin yerine getirilmemesinde de görülmüştür.

İlk derece mahkemelerinin hukuka ve anayasaya aykırı bu ve benzer uygulamaları karşısında Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun sessiz kalarak müdahale etmemesi yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ve demokrasimiz bakımından kabul edilemez.

YARGIDA ÇÜRÜME

Geçen adli yılda da haksız, hukuksuz ve kamu vicdanını yaralayan gözaltı ve tutuklamalar artarak sürmüştür. Son örnek, İzmir’de sokak röportajında bir kadın yurttaşın söylediği sözler nedeniyle cumhurbaşkanına hakaret ile halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme suçlarından tutuklanmasıdır.

Geçen adli yılda bazı (kimi) yargı mensuplarının (üyelerinin) zaman zaman verdiği görüntü de içler acısı niteliktedir. Gün geçmiyor ki görsel, yazılı ve sosyal medyada yargıç ve savcılarla ilgili rüşvet, kayırma vb. haberler yer almasın. Örneğin İzmir’de bir adalet komisyonu başkanı yargıcın makam odasının duvarında silah koleksiyonu bulundurmuş, silahların önünde kendisini denetlemekle yetkili Teftiş Kurulu başkanıyla birlikte görüntü vermiş ve fotoğraf medyada yer almıştır. Bu görüntüler yargının düşürüldüğü hazin durumun en çarpıcı örnekleridir.

Bu ülkede bugüne kadar (dek, değin) yargının hızlandırılması ve adaletin gerçekleştirilmesi amacıyla çıkarılan sekiz yargı paketine (reform) karşın istenen hedefe ulaşılamadığı açıktır. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuruların ve verilen hak ihlali (çiğnemi) kararlarının büyük çoğunluğu makul sürede yargılanma (adli yargılanma) hakkının ihlaline (çiğnemine) ilişkin olması bunun en önemli göstergesidir.

HUKUK DEVLETİ

Bütün bunların sonucu olarak toplumda yargıya olan güven %25 düzeyine inmiştir. Hukukun üstünlüğü sıralamasında ise dünyadaki 174 ülke arasında 148. sırada yer almaktayız. Bu sonuçlar ülkemiz için acı verici ve düşündürücüdür.

Yeni adli yıl başlarken hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve adil yargılanma hakkı bakımından umutlu olmayı gerektirir herhangi bir neden bulunmamaktadır.

  • Siyasallaşmış ve araçsallaştırılmış bir yargı düzeninin hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve adaleti sağlaması olanaklı değildir.

Böyle bir düzende insanlar kendilerini güvende hissedemezler. Hukuk güvenliğinin olmadığı bir yerde toplumsal barış ve huzurdan da söz edilemez. Bu durum sürdürülebilir değildir.

  • Hukuk devletinin yaşama geçirilmesi,
    yargı bağımsızlığının tam olarak sağlanması ile olanaklıdır.

Bunun için öncelikle Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısının bunu sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Yargıçların da hukuka uygun ve vicdanlarına göre adil kararlar vermeleri zorunludur. Bunların gerçekleştirilebilmesi ancak sivil toplumu oluşturan bütün kişi ve kurumların dayanışma içinde verecekleri demokratik mücadele ile olanaklı olabilecektir.

Ülkemizin beka sorunu: Sığınmacılar

Prof. Dr. Kaya Özgen
İTÜ Em. Öğretim Üyesi

29 Ağustos 2024, Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız, derin sayısal çelişkiler yazının altındadır..)

ABD’nin girdiği her ülkeye büyük zararlar vererek ayrıldığı biliniyor. Afganistan ve Irak’ın işgali, son olarak Suriye’deki varlığı. Bu bağlamda bizim yöneticileri de “BOP eş başkanlığı” diye dolduruşa getirip bir bataklığa sürüklediler. Nasıl çıkılacağı da belirsiz bir bataklık. “Kardeşim Esad” bir anda “katil Esed”e dönüştü. Oysa Esad, devletinin kimliğini korumaya çalışıyordu.

Ortaya çıkan kargaşada iktidar, başını sonunu düşünmeden “ensar” diye diye sınırları açtı; akın akın kontrolsüz “büyük göç” başladı. Sığınmacı almanın belli kuralları vardır. Sayıları sınırlı ve kayıtlı olur. Bizim durumumuzda kesin sayı bilinmese de resmi rakamlara göre 3 milyon 105 bin 539 kişi kayıtlı Suriyeli sığınmacıdan söz ediliyor.

  • Bu durum artık bir tür istiladır.

Günümüzde yaşanan sorunların giderek artacağı, sığınmacılar geri gönderilmezlerse çok uzak olmayan gelecekte demografik yapının bozulacağı ve çok daha büyük sorunlar yaşanacağı bir gerçektir. Bu yetmezmiş gibi, birçok ülkeden kaçak göçmen, ellerini, kollarını sallayarak ülkemize girdi. ABD Afganistan’ı karıştırıp Taliban’a terk ettikten sonra, bölgede desteklediği grupların bir bölümü ülkelerine gitti; gidemeyenler İran’ı da geçerek gruplar halinde ülkemize girdi; nerede oldukları bilinmiyor, haklarında yeterli kayıt ve bilgi yok.

Belirtilen ülkelerin dışında daha az sayıda da olsa Özbekistan, Kırgızistan, Afganistan, Pakistan ve Afrika’dan gelen kaçak göçmenler de cabası!

  • Bu durumda ülkemiz adeta “Birleşmiş Milletler Mülteci Kampı”na dönüştü;
    hem de tüm yurdu kapsayacak şekilde.

Siyasal iktidar, Suriye devletine karşı ayaklanan ÖSO benzeri terör örgütlerine de destek verdi, maaşa bağladı. Şimdi yaşanan bunca kargaşanın sonunun nereye varacağı bilinmiyor. Buna karşın arada bir Batı ülkelerine “Sınırları açarız” diyerek tehdit savruluyor.

DEMOGRAFİK TEHDİT

Sığınmacılara sağlanan imkânları da unutmayalım. 2022 yılı rakamlarına göre Suriyelilere yaklaşık 97 milyon poliklinik hizmeti verilmiş, 3 milyonun üzerinde yataklı tedavi hizmeti sunulmuş, yataklı tedavi hizmetinin yanında 2.6 milyon ameliyat yapılmış. İlaçlar da ücretsiz. Türk vatandaşının sağlığına gelince 3-5 ay sonrasına gün veriliyor; ölmez de sağ kalırsa…

Klasik söylemle, ülke yol geçen hanına döndü. Öyle ki halkımız arasında,

“Araplar için darphane,
Bulgarlar için AVM,
Suriyeliler için doğumhane,
Türkler için tımarhane

söylemi yayılır oldu.

Kendi öğrencilerimizden esirgenen haklar, sığınmacı öğrencilere bol keseden veriliyor. Sınava girmeden üniversitelere giriyor, burs ve yurt olanaklarından yararlanıyorlar. Bizimkilere gelince ihtiyaç sahiplerine “kredi” veriliyor, yurtlarda yer bulmaları da çok güç.

Ülkemize daha önce Yugoslavya ve Bulgaristan’dan daha az sayıda soydaşımız göçmen olarak gelmişlerdi. Onların bile topluca bir yere yerleşmelerine izin verilmedi, yurt geneline dağıtıldılar. Onlar bizim insanlarımızdı, ülkeye hızlı uyum sağladılar. Şimdiki durumda sığınmacıların Fatih, Esenyurt, Bağcılar, Sultangazi, Küçükçekmece gibi ilçeleri adeta işgal ettikleri biliniyor. Öyle ki bu bölgelerde yurttaşlarımız tutunamaz olup taşınmak zorunda kalıyorlar. Sığınmacılar kendi marketlerini kurup tabelalarını asıyor, vergi vermeden çalışıyorlar. Tarihi Malta Çarşısı, Suriye çarşısına dönüşmüş durumda, ne denetim var ne de ceza.

Ülke çıkarları ve geleceğimiz açısından mevcut durumun sürdürülmesi mümkün değildir. Geçen aylarda Kayseri’de çıkan olaylar geleceğe ışık tutar nitelikte; toplum pimi çekilmiş bomba gibi, patlamaya hazır. Bu bağlamda 1.5 milyon nüfuslu Kayseri’de sayısı 120 bini aşan sığınmacının bulunması durumun vahametini gösteriyor.

SONUÇ

Sığınmacılara sağlanan haklar ve harcandığı söylenen milyarlara karşın, halkımızın büyük bölümünün yaşadığı yokluk/yoksulluk büyük bir çelişki. Bunun 31 Mart seçimlerine de yansıdığı kabul edilmektedir.

Ülkenin bu kadar çok sayıda sığınmacıyı barındırmayı sürdürmesi mümkün değildir; bir an önce ülkelerine geri gönderilmeleri planlanmalıdır. Vatandaşlık verilmesi olanağına da son verilmelidir.

Suriyelilerin büyük bölümünün bayramlarda ve özel günlerde ülkelerine gidip geldikleri düşünüldüğünde geri gönderilmelerinin büyük bir sorun olmayacağı kabul edilmelidir.

Bu arada Suriye Devlet Başkanı Esad, yurtdışında olup altı ay içinde malına sahip çıkmayanların mülklerine el konacağını ilan etmiştir. Bu fırsat değerlendirilmeli, zaman yitirmeden harekete geçilmelidir; bu bağlamda asıl “normalleşme”nin Suriye ile ilişkilerde olması gereği ortaya çıkmaktadır. Böylece ülkenin sırtından büyük bir yük kalkmış olacaktır. Bunca anlamsız/gereksiz didişmelerin sonunda, bir hiç uğruna verdiğimiz şehitlerimizin acısıyla kalacağız.
==================================================
Dostlar,

Bu önemli ve çok uyarıcı yazının sağlık verilerini içeren paragrafını irdelemek istiyoruz.

  • “2022 yılı rakamlarına göre Suriyelilere yaklaşık 97 milyon poliklinik hizmeti verilmiş, 3 milyonun üzerinde yataklı tedavi hizmeti sunulmuş, yataklı tedavi hizmetinin yanında 2.6 milyon ameliyat yapılmış. İlaçlar da ücretsiz. Türk vatandaşının sağlığına gelince 3-5 ay sonrasına gün veriliyor; ölmez de sağ kalırsa…”

Resmi verilerle 3,1 milyon Suriyeliye, 2022 yılında 97 milyon poliklinik hizmeti verilmesi ne demektir? 97 milyon / 3,1  milyon =  Kişi aşına 1 yılda 31 kez muayene anlamına geliyor. Bu sayı yurttaşlar için ortalama 10. Kişi başına 1 yılda 31 kez muayene kabul edilebilir bir veri değil. Yurttaşlar için aynı ortalama (yılda 10 kez hekim muayenesi / kişi) Suriyeliler için de geçerli ise, Suriyeli sayısının 3,1 değil 9,7 milyon olması gerekir.

“3 milyonun üstünde yataklı tedavi hizmeti..” 2022’de, ülkemizdeki 3,1 milyon Suriyeli’nin “hepsi” yıl içinde en az 1 kez hastaneye yatarak sağaltım (tedavi) hizmeti almışlardır, ÖYLE Mİ!?

2022 boyunca 1 yılda, 3,1 milyon Suriyeliye 2.6 milyon ameliyat yapılmış! Yoruma gerek var mı? Bu verinin çarpıklığını hatta olanaksızlığını görebilmek için hekim olmak gerekmez sanırız..

Sonuç olarak; ülkemizde “sığınmacı” sayısı, iktidar tarafından kanımızca en az %75 saklanarak, 1/4’ü düzeyinde verilmektedir. En güvenli veriyi Prof. Ümit Özdağ sunuyor… 13 milyonun üstünde!! 85 milyon yurttaş nüfusuna oranlanırsa, 98-100 milyon nüfusta her 100 kişiden en az 13’ü “sığınmacı” dır. Böylesi bir yüksek oran dünyada hiçbir ülkede yok! Bu yük kaldırılamaz!

Bu tablo, apaçık DEMOGRAFİK İŞGAL VE İSTİLADIR.
AKP İktidarının ürkünç (vahim) durumu göremeyecek ölçüde gaflet ve dalalet içinde olduğu savunulamaz. Bu politika apaçık İHANETTTİR!

İhanet içindeki bir iktidar meşruluğunu yitirmiştir.

Anamuhalefet CHP bu korkunç durumla yüzleşmeli ve gereklerini buna göre yapmalıdır. Gecikmeden, oyalanmadan..

Sevgi, saygı ve kaygı ile. 01 Eylül 2024, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı  
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli  
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    X : @profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Cumhuriyet’in Yargıcı mı, Molla Kadı mı?!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli, www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com      X : @profsaltik
facebook.com/profsaltik
https://www.instagram.com/ahmet_saltik

Cumhuriyet’in Yargıcı mı, Molla Kadı mı?!

Kars Aile Mahkemesi, bebeğinden topuk kanı aldırmak istemeyen anababayı haklı bulan bir karar verdi (E: 2024/455, K: 2024/368; 20.08.2024).
Davacı, kamu adına, 5395 s. Çocuk Koruma Yasasına dayanan İl Sağlık Müdürlüğü.

Türkiye’de sık görülen kalıtsal-metabolik hastalıklara erken tanı koyma amaçlı Ulusal Yenidoğan Tarama Programı 1987’de başlatıldı ve günümüzde 6 hastalık kapsanıyor. Program Sağlık Bakanlığı gözetiminde. 37 yılda milyonlarca bebek tarandı ve binlerce erken tanı konarak engellilikler önlendi. Akraba evliliğinin %23 gibi anormal yüksek olduğu ülkemizde,
bu kalıtsal hastalıklara erken tanı koymak için yenidoğan taramaları yaşamsal önemde.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da katılmalı.

Anılan mahkeme kararının hüküm fıkrasında çok ciddi bilimsel yanlışlar ve hukuk muhakemesi hataları var. Bilirkişi, Karar’a göre, seçenek (alternatif) tıp konusunda eserleri olan biri!?
Oysa bilimsel yazında (literatürde) bu kişinin herhangi bir makalesi, kitap bölümü yok!

  • Kaldı ki, Seçenek (Alternatif) Tıp bilimsel bir disiplin olmayıp,
    Tıbbın seçeneği gene Bilimsel Tıptır.

Böylesi bir karar ülke genelinde örnek (emsal) olabileceğinden, yargı yeri kurumsal bilirikişilik desteği almalıydı. Bunlar Tıp Fakülteleri (Çocuk, Halk Sağlığı, Genetik bölümleri), Tıp Uzmanlık Dernekleri, TTB (Türk Tabipleri Birliği) olmalıydı.

Türkiye’de kabaca (son 37 yılın ortalaması) yılda 1 milyon bebek doğuyor ve hepsinden birkaç damla topuk kanı örneği alınarak Ulusal Halk Sağlığı Referans Lab.’da ücretsiz inceleniyor. Milyonlarca örnek çalışıldı günümüze dek ve onbinlerce bebeğin engelli kalması önlendi.

  • Hiçbir bebek, topuk kanı alınması nedeniyle hiçbir zarar görmedi.

Bilirkişi Aidin Salih, topuk kanı almanın çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden olduğunu belirtmiş raporunda. Bu bir safsata! Ne yazık ki, Yargıç Muhammed Koç da bunu gerekçe yapmakta!

Kararın hüküm fıkrası aşağıda. Hukuk tarihine geçecek us ve bilim dışı, çok tehlikeli, bir karar. Binlerce bebeğin sağlıklı yaşam hakkına açık tehdit, ailelere, topluma çok ağır yük, İNSANLIK SUÇU!

Yargıç ve bilirkişi hakkında Adalet Bakanlığı, HSK, Savcılık adli-yönetsel işlem, yaptırım başlatmalı.

Anne-Babanın velayet hakkının doğası gereği topuk kanı vermeme özgürlüğüne sahip olmaları
doğal hukukun gereği olduğuna, Topuk kanı almanın çocuğun Anayasa ile korunan
yaşam ve sağlık hakkı üzerinde yapacağı olumlu sonuçlarının tıbbi otoritelerce
ispatlanmamış olması ve olası bir teşhis ve tedavinin de tıp otoritelerince hala
tartışmalı olması (Alternatif tıp uzmanı Aidin Salih’in topuk kanı almanın
çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden olduğunu özetle eserlerinde ifade etmiş
ve benzer tespitler pek çok STK tarafından inceleme konusu edilmiştir.),
velev ki topuk kanı ile otizmli olduğu tespit edilse dahi otizmin erken tedavisi diye
bir tedavi şeklinin olmaması veya doğmuş çocuğun akraba evliliğinin önüne nasıl geçeceği
izah edilemeyeceğinden, topuk kanı almanın esasen topluma veya toplum sağlığına da hizmet eden bir yanının olmaması ve WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) güdülendirmesi ile neonatal tarama
adı altında ne için yaptığı / yaptırdığı belli olmayan bir uygulama olması nedeniyle
ve hegamonik bir dikte ile üye ülkelere dikte edilen bir uygulama olması nedeniyle talebin reddine…”

TÜRK MİLLETİ ADINA karar alan yargıç, anababanın velayet hakkını mutlak görerek, topuk kanı almanın çocuğa sağlık yararı olmayacağını, bunun tıp otoritelerince tartışmalı olduğunu savlıyor. Oysa yenidoğan taramaları tüm dünyada onyıllardır kullanımda ve yararı tartışılmak bir yana, pek çok ülkede zorunlu!

Bilirkişi Otizmi örnekliyor, topuk kanı taramasında bu hastalık yok!Başka yöntemlerle erken tanı ise çok yararlı oluyor.

Ülkemizde 6 hastalık taranıyor, bu sayı dünya genelinde 25’e dek çıkabiliyor. Gerekçede Dünya Sağlık Örgütü-DSÖ dayatmasından söz ediliyor. Bu da yanlış, DSÖ salt öneriyor, bağlayıcı değil.

Çocuk Koruma Yasası, “çocuğun üstün yararı” kavramını vurguluyor

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne ülkemiz taraf (3640 s. yasa) ve Anayasa m.90/5 uyarınca bağlayıcı.

Anababanın red gerekçesine kararda hiç değinilmiyor? Velayet bir temel hak olmakla birlikte, sınırsız-mutlak değil ve Küçüğe zarar verecek yönde keyfi kullanılamaz.

Medeni Yasa, velayet yetkisinin sınırlanmasını-kaldırılmasını da düzenler.
Çocuk salt anababanın mutlak tasarruf nesnesi değil, toplumun da değeri, geleceğidir.
Anayasa m.12 temel hak-özgürlüklerin kötüye kullanılamayacağını, m.13 yasa ile sınırlanabileceğini içerir.

Aşılar ve bu tür koruyucu tıbbi işlemler,
2015 AYM kararı gözetilerek yasal düzenleme ile zorunlu kılınmalıdır.

Yargıç, tüm bunları gözeterek Sağlık Müdürlüğü’nün “tedbir kararı” istemini onaylamalı ve
topuk kanı alınmalıydı.

İstinaf bozma kararı, hele anababa akraba ise, tıbbi zorunluk-ivedilik nedeniyle kesinlikle gecikmemelidir.

Sağlık Bakanlığı İstinafa katılmalı, sıkı tutarak ivedi bozma istemelidir.

Bu arada taramalar, kesinleşmiş yargı kararı olmadığından, mutlaka sürdürülmelidir.

Yaşamda en gerçek yol gösterici BİLİM ve FEN’dir.
=============================
Yazının PDF biçimi için tıklayınız : Cumhuriyet’in yargıcı mı, molla kadı mı, Cumhuriyet, 29.8.24

Ülkemizde 1 damla topuk kanı örneği ile FENİLKETONÜRİ adlı ciddi doğumsal-metabolik hastalığı tarama programını başlatan saygın hekim Prof. Dr. İmran ÖZALP‘ın bu yargı kararı nedeniyle kamuoyun yaptığı AÇIKLAMA – UYARI çok önemlidir ve okunmalı, gereği yapılmalıdır.

İmran ÖZALP, KAMUOYUNA AÇIK MEKTUP 

Cumhuriyeti demokratikleştirmek için…

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu
Siyaset  29.08.2024, BİRGÜN

Kırılma ve süreklilik diyalektiğinde demokrasi kırılma, Cumhuriyet ise süreklilik halkasında yer alır. Ama bu kez Cumhuriyet de tehlikede; askeri darbeler dönemi geride kaldığı halde.

Bu, Anayasa madde 2 bağlamında Türkiye Devleti’nin tehlikede olduğu anlamına gelir. Üstelik dış düşmanların kesin yenilgiye uğratıldığı Büyük Taarruz ve Büyük Zafer’in 102. Yıldönümünde.

  • İçerideki hasımlar, Cumhuriyet’in niteliklerini açık ve sinsi biçimde kemiriyor.
    Saldırıların hedefi, Kurtuluş’un 102. yılında Kuruluş’un kurumları, kuralları ve değerleri.

Cumhuriyet kuşatması”, 2017 kurgusu ile sistematik ve sürekli bir durum aldı; şu üçlü yıkımın ardından:

  • Hükümet, siyasal karar düzenekleri ve anayasal denge-denetim düzenekleri.

Dokunamadıkları ‘Cumhuriyetin nitelikleri’ (md.2), yıkım faaliyetlerinde örtü olarak kullanılıyor.

Kuruluş kurumlarının tasfiye ve tahribini, değerlerinin birer birer yok edilişini, -çoğu kaçak- çifte Saraylar gizleyebilir mi? “Çifte” nitelemesi, Beştepe ve Ahlat hattı ile sınırlı değil; kışlık ve yazlık saray ayrımı ötesinde, Cumhurbaşkanlığı (dünyevi) ve Diyanet İşleri Başkanlığı/DİB (sözde uhrevi) saraylar yarışması ile ilgili.

Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Saray üzerine; hukuk dışılık ve bilinmezlikler sarmalında geçen on yıl. TBMM’de gizli görüşmeleri bile saklama süresi on yıl; ne var ki, T.C. yurttaşları, T.C. Cumhurbaşkanlığı Sarayının maliyetini öğrenmek için Avrupa Mahkemesi’ne başvurmak zorunda kaldı. Ahlat Sarayı, ilgili yasa AYM’ce iptal edildiği halde yapıldı: Kaçak Saray!

Ya DİB sarayları? Vakıf yoluyla dünya genelindeki camiler?
Hepsi, Cumhuriyet’in yoksullaştırılan yurttaşlarının bütçelerinden ve boğazından eksiltilen paralarla.

Kuşkusuz, her şey gizli-saklı değil: Ahlat (Kaçak) sarayı Kabine (fiili) toplantısı vesilesi ile yurttaşların gözlerine sokulan biat veya komutanların  ‘domuz bağcılar’la görüntüleri ya da Kur’an dilini anlamakta güçlük çeken Başkan’ın kılıç kuşanması.

Kaçak Saray veya uçak filosu harcamaları yerine yangın söndürme uçakları alınsa idi, Türkiye’nin ekosistemi kurtarılabilirdi” diyen Cumhuriyet’in saf! yurttaşlarına düşen ise, kendi ebedi (sonsuz) yaşamları! için çifte saray dünyevilerinin geçici saltanatına katlanmak ve 2017 kurgusu Anayasa ve hukukun, dünyeviler iktidarının hizmetine konulmasını abartmamak, Başkan’ın bile özümseyemediği dil yerine “ana dilde ibadet ve iman” isteminde bulunmamak!

Tarihi, kültürü ve doğa yokedicilerinin, bunları israf ve şatafat eşliğinde sahipleniyor görüntüsü” altında “Yokluk ve yoksulluklar, geri gelmeyecek biçimde geçmişte kaldı.” dezenformasyonu yaratan CB, Baro Başkanını Parti Başkanlığına atayarak Kişi + Parti + Devlet birleşmesine yeni bir halka ekledi. Yasa yoluyla baroları parçalama operasyonu ardından kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK) ve Parti füzyonuna yönelmek,  sav+savunma+hüküm üçlüsünde tek demokratik kuruluş olan Barolara ve avukatların iradesine de saygısızlıktır.

Cumhuriyet’in nitelikleri (md.2), Devlet bileşenleri ekseninde aşındırıldı:
Halk yoksullaştırıldı;
– ülke talan edildi;
– siyasal iktidar hukuktan arındırıldı.

  • Topuk kanı yasağı, yeşil totalitarizmin Anadolu’yu kan gölüne çevirme potansiyeli olan ve dışa yansıyan topuk seslerinden.

Buraya nasıl gelindiği üzerine çok yazdım.
Kısaca; Saraylar himayesindeki

1. cemaat-tarikatlar ve
2. (onlara sivil toplum örgütü diyen) MEB ile
3. kılıçlı DİB üçlü ekseni ile.

Asıl sorun, Cumhuriyeti demokratikleştirmek:

Önce, demokratik cumhuriyetçilerin toplumda çoğunlukta, ama TBMM’de azınlıkta oldukları bilincinde olunmalı. “Toplumsal çoğunluk ve temsili azınlık” eklemlenmeli.

Sonra,  kirli bilgi yerine doğru bilgi, Anayasa ihlali yerine saygı ve
demokrasi için Anayasa değişikliği hedefi hep gözetilmeli.

Nihayet (Son olarak), farkındalık ve eylem :

TBMM’de azınlık bilinci ve Cumhuriyetçi demokratlarda çoğunluk bilinci eklemlenme halkalarında, sivil toplum örgütleri yanı sıra zinde güçler olarak en başta Barolar ve öteki KKNMK yer almalı. Baro ve Parti başkanı unvanlarının aynı kişide birleşmesi ise, başlıca itici güç.

Cumhuriyeti demokratikleştirme mücadelesi veren yurtseverlere;

26 ve 30 Ağustos kutlu olsun!
=====================================
Yazarın Son Yazıları

30 Ağustos ve Atatürk’ün Türk Ordusuna Yüklediği Özgörev

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Cumhuriyet Tarihi Uzmanı

“Bütün millete kararlılıkla ve kalp güvenliğiyle bildiririm ki; cumhuriyet orduları, cumhuriyeti ve kutsal topraklarını güvenle koruma ve savunmaya güçlü ve hazırdır.” ٭
Gazi Mustafa Kemal / 1925

Arkasında I. ve II. İnönü utkularını (zafer) ve halen bir parça gölgede kaldığını düşündüğümüz destansı Sakarya Meydan Savaşı’nı, bu sürecin doğurduğu acıyı ve Çiğiltepe’de zirve (doruk) yapan Albay Reşat bey yurtseverliğini, hele hele başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere komuta heyetinin (kurulunun) gençlik yıllarından çok şey alıp götürmüş olan oldukça gerilimli günleri, ayları ve yılları barındıran 30 Ağustos, laik Cumhuriyete uzanan yoldaki en görkemli utku halkasıdır.

Yönetsel ve taktiksel yönleriyle Dünya Savaş Tarihi belgeliğinde kayıtlı bu eşsiz başarı, yüz yıllar geçse de her yıl dönümünde sonsuza dek anılacak ve canlı tutulacaktır! Ancak, 30 Ağustos’a ilişkin asıl öncelenmesi gereken boyut; Büyük Atatürk’ün, Cumhuriyet ilan edildikten neredeyse bir yıl sonra, 30 Ağustos 1924 tarihinde Zafertepe’de düzenlenen törende Cumhuriyetimizin temellerinin Dumlupınar’da atılmış olduğuna dikkat çekmesi, bir yıl sonra 1925’te ise –yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi– yurt toprakları ile birlikte Cumhuriyeti koruma ve savunma görevini Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yüklemiş olmasıdır. Çünkü Atatürk’ün kol kanat gerip üzerine titrediği bu Cumhuriyet, “Müslüman Ortaçağı”nı yırtıp aşan büyük bir devrimle kurulmuş, çağcıl felsefesi olan laik bir Cumhuriyettir. Ayrıca, Cumhuriyetin mimarı asker Mustafa Kemal’den başka, yapı harcını karanların önemli bir kesimi de yine O’nun silah arkadaşlarıdır.

Kuruluş tarihi, sembolik (simgesel) olarak Hun hükümdarı Mete’nin ilk Türk ordusunu yapılandırdığı M.Ö. 209’a dek götürülen (2235 yıl)  Türk Silahlı Kuvvetleri, 2007’de bir ihbar telefonu ile başlatılan Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, Casusluk, giderek Kozmik Oda gibi kumpaslarla (tuzaklarla) büyük ölçüde örselenmiş ve sarsılmış olsa da, yurdu koruma güç ve yeteneğini henüz yitirmiş değil. Ancak aynı Ordunun, 22 yılı geride bırakan bugünkü AKP iktidarının, laik Cumhuriyeti adım adım bir ortaçağ din devletine sürükleyen çekinmez girişim ve düzenlemeleri karşısında Atatürk’ün yüklemiş olduğu Cumhuriyeti koruma  özgörevini, daha da ürküncü, kaygısını yitirmiş olduğu gerçeğini de görmezden gelemeyiz!

Kuşkusuz kastımız (dememiz), AKP etkili ve yetkilileri için bir karabasana dönüştüğünden 2013 yılında yeniden düzenlenmiş olan (kendi sivil darbelerinin önünü açmak için olsa gerek!) ve Orduya, siyasal iktidarlara müdahale kapısını aralayan TSK İç Hizmetler Yasası’nın 35. maddesi değildir! Savunduğumuz, siyasal iktidarların hep olağan demokratik kurallarla değişimidir. Son siyasal gelişmeler ve toplumun farklı öbeklerinden iktidara yönelik yükselen tepkiler, anılan değişimin habercisidir ve toplumsal sağduyunun yanında, ülkenin demokrasi birikimi, bu değişimi kesinlikle gerçekleştirecektir!

Büyük Atatürk’ün Ordu’ya koruma özgörevi (misyonu) yüklediği Cumhuriyet, devrimin, yüz yıl önce yıktığı yarı teokratik (dinci) düzeni çağrıştıran bir cumhuriyet değildir. Ne var ki, özellikle 2017’den bu yana –hız kazanmış bir biçimdelaik-demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin yapı taşları bir bir yerinden oynatılırken tepkisiz kalan kurumlardan biri de Ordudur (komuta kademesi)!

Sözü edilen bu özgörevin gereği ise; rejimi tanınmaz kılan, üzerinde iyi çalışılmış yönelim doğrultusunda yaşama geçirilen uygulamalar karşısında itirazdı (karşı sözü olma) ve itiraz olmalıydı! Oysa bırakınız itirazı, seyirci duruşu sergilenmiş, böylece örtülü de olsa yıkıma ortak olunmuştur.

Dahası, dış dinamiklerin gölgesinin düştüğü kendi iç bünyesine dönük düzenlemelere karşı bile Ordu, yazık ki yine seyirci konumundadır! Kurumun dinci bir eksene çekilmesi, siyasallaşması, atama ve yükseltmelerde geleneksel hiyerarşik (katmanlı) yapının alt üst edilmesi, liyakatın (yaraşırlığın) ötelenmesine ilişkin bu yazının sınırlarını zorlayacak çok sayıda somut örnek verilebilir.

Siyasallaşmanın son çarpıcı örneği; Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin’in -görev süresinin bir kez daha uzatılması beklentisiyle- 15 Ağustos’ta (2024), Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi’nin mezuniyet (bitirme) töreninde, cumhurbaşkanının siyasal mitinglerinde kullandığı sloganlarla süslenmiş ve özenle “Türkiye Yüzyılı” (T.C.’nin ikinci yüz yılı değil!) vurgusu yaptığı konuşmasıdır. (işe yaramadığının görülmüş olması da bir başka dramdır!)

Oysa Büyük Atatürk’ün, askerlik yaşamı boyunca eriştiği bütün rütbelere ve sorumluluk aldığı bütün orunlara (makam) layık (yaraşır) olduğu için ve seçilerek geldiğini öncelikli olarak TSK üyelerinin anımsaması gerekir. Bilindiği gibi O, hiçbir oruna sultanları okşayarak ve biat (kişiye boyun eğerek) ederek gelmemiştir! TSK’nin özellikle omuzu kalabalık generalleri, 30 Ağustos’un 102. yıl dönümü törenlerinde Anıt Kabir merdivenlerini çıkarken, Büyük Atatürk’ün kendilerine yüklemiş olduğu ve bu yazıda dile getirilen “özgörev” eleştirisini yaparak çıkmalıdırlar.

Çok yönlü iç karartıcı bütün olumsuz gelişmelere karşın, Türk ulusunun, anayasanın 2. maddesinde tanımını bulan (laik-demokratik, sosyal bir hukuk devleti) Cumhuriyetimizi sonsuza dek koruyacağına olan inancımızla, 30 Ağustos’un 102. yıl dönümünde Başkomutan Büyük Atatürk’ü, O’nun silah ve dava arkadaşlarını, ayrıca Duatepe, Kocatepe, Zafertepe ve Çiğiltepe ile Dumlupınar’da can veren şehitlerimizi, gazileriöizi saygı ve gönül borcu ile anıyoruz.
————————————————
٭Atatürk’ün S.D. II. S. 229