Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

HİLELİ ÜRÜN… HİLELİ SİYASET…

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Genel Bşk. Başdanışm.
27.09.2023

Hileli ürünler genellikle kriz dönemlerinde piyasayı kaplar. Gerçek ürünlerin ulaşılamayacak ölçüde pahalanması (yani yoksullaşma), gerçek ürünün piyasada yeterince bulunmaması ya da aşırı pahalı olup büyük kazançlar elde etmeleri, hileli ürün üretenlerin bayram ettikleri zamanlardır. Aldanan yine yoksullardır. Bu durumda oluşan güvensizlik gerçek ürünlerin fiyatını daha da yükselttiği gibi daha pahalıya satılan bir üründe hile olmayacağı gibi bir algı yaratacağından bir kez daha aldatılma durumu ortaya çıkar.

Gösterişli ambalaj, bol reklâm, kolay bulunma, fiyat ucuzluğu, tartıyla (gramajla) oynama gibi yöntemlere karşı uyanık olmak da yeterli olmayabilir. Satın aldığımız her ürün üzerindeki etikette yazılı özelliği taşımayabilir. Son yıllarda geliştirilen katkı ve katışım maddeleri de hileli malları gizleme aracına dönüşmüştür. Bunalım dönemlerinin uzaması büyük bir insan kitlesinin gerçek ürünün tadını, kokusunu, lezzetini, kısaca niteliğini (kalitesini) unutmasına yol açar ki; bu durumda gerçek ürün ile hileli ürün arasındaki farkı ayırma yeteneğimiz de giderek yok olur.

Yine de biraz aklımızı kullanmak aldatılmamızı engeller. Örnek vermek gerekirse, bir kg dana etinin 350 TL fiyat etiketi taşıdığı bir dönemde sucuğu gönül rahatlığı ile 110 TL’den alamayız. Şekerin 40 TL’ye dayandığı bir dönemde, kg fiyatı 75 TL’den gerçek bal alamayız. Ayçiçek yağının 35 TL’yi geçtiği bir dönemde, litresi 60 TL’den zeytinyağı almak, sütün litresinin 20 TL’yi geçtiği bir dönemde 1 kg’ı 80 TL’ den peynir almak, bile bile aldanmaktır.

Özetle bir matbada kolayca bastırılan etikete bakarak ürün alınmaz. Ne acıdır k,i bu türden hileli ürünlerin kurbanları yoksul halk kesimleridir.

Tıpkı siyasette olduğu gibi…
***
Siyaset sahnesinde yer alanlar artık kendilerine diledikleri bir ambalajı (rozeti) seçip geniş halk yığınlarının önüne çıkıyorlar. Daha önemli noktalarda yer alanlar ise artık holdinglerin, bankaların, çok uluslu tekellerin denetimindeki TV kanalları ile gazetelerin büyük tanıtım kampanyaları, parlak ambalajları ile önümüze sürülüyor. Hiç kimse bunların ülke geleceğine ilişkin tasarım ve görüşleri ile ilgili değil. Siyasette “yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır” sözünün yaygınlığına karşın, kimse bu kişilerin yakın ya da uzak geçmişte neler yaptıkları, neler söyledikleri, en kritik ve can alıcı konulardaki davranışları ile ilgilenmiyor. Yakın geçmişte ağır hakaret ettikleri, suçladıkları siyasal akımlarla ya da kişilerle yan yana gelebiliyorlar. İletişimin bu denli kolay olduğu, bilgiye bu denli kolay ulaşılabildiği halde kendimizi yakın hissettiğimiz bir siyasal ambalaja bürünen kişinin yakın ya da uzak geçmişine karşı sağır ve kör olabiliyoruz. Üstelik tüm dünyada olduğu gibi siyasal partilerin kendilerine seçtikleri adların savundukları görüş ve yaptıkları işlerle hiçbir ilişkisi yok. Adaletle ilişiği olmayanların adında “adalet”, demokrasi ile ilişkisi olmayanın “demokrat”, halktan kopuk olanların “halkçı”, emperyalizmin kuklası olanların “milliyetçi” içinde neredeyse hiç işçi olmayanların “işçi” adını (ambalajını) çekinmeden kullanıyor oluşu hiçbir itiraza yol açmıyor.

SİYASETTE 50 YAŞINDAN SONRA DOĞANLAR…

Bir de siyasette 50 yaşından sonra doğanlar var ki, bu kişiler emeklilik günlerine yaklaşırken birden bire büyük reklâm kampanyaları ile yaşamımıza giriveriyorlar. Parlak ambalajlar, aldatıcı etiketler geniş halk kitlelerini yanıltıyor.

Oysa siyaset, başka bir deyişle ülkeyi yönetmeye istekli olmak büyük emek ister. Solda, ya da sağda siyaset sahnesinde yer alanların geçmişe bıraktıkları izlere bir biçimde rastlarsınız. Bir kesiminin daha lise yıllarında, değilse bile üniversite yıllarındaki örgütlenmelerde, akademik yaşamda, ya da iş yaşamında, sendikal örgütlenmelerde, işveren kuruluşlarında, Masonik örgütlerde, herhangi bir bildirinin altındaki imzada izlerine rastlarsınız. Kimisi büyük acılar yaşamış, ya da güçlü desteklerle korunmuş, adları canlı tutulmuştur. Ama egemen güçlerin basın yayın dünyamızı ele geçirmesinden sonra, birdenbire, kuyruklu yıldız gibi de değil, adeta “starling uydusu” gibi siyasal yaşamımızda parlayıveren ne denli çok hileli ürün gördük. Ne yazık ki bu hileli ürünlerin sahtelikleri gıda maddeleri gibi daha ilk kullanımlarında değil, uzun yıllar sonra ortaya çıkıyor. Nice cemaatçiyi laikliği savunan partilerde, dün denecek bir zamanda Atatürk’e ağza alınmayacak hakaretler sıralayanları Atatürkçü geçinen partilerde, nice patron yanlısını işçiyi savunduğu sanılan partilerde, nice uluslararası bağlantısı olanı bağımsızlığı savunduğunu söyleyen partilerde görebiliyoruz.

Hileli gıda ya da tüketim maddesinin zararını bireyler görüyor. Ne yazık ki hileli siyasetçinin zararını toplumun tüm kesimleri görüyor. Eskilerin deyimiyle “zarfa değil mazrufa bakmak(görünüşe değil içeriğe, öze) gerekiyor. Parlak ambalajlar kimseyi aldatmasın.

Buzlanan yüzler, uyuşan beyinler

27 Eylül 2023, Cumhuriyet

 

Olay Konya’da yaşandı. Karatay Müftülüğü, 2023 yılı II. Dönem Hafızlık Tespit Sınavı’nda başarılı olan hafızlara belge takdim programı düzenledi. 172 kadın ve erkek hafıza diplomalarını Konya İl Müftüsü Ali Öge verdi ve törende çekilen fotoğrafları sosyal medyada paylaştı.

Ancak görüldü ki, fotoğraflarda kadın hafızların yüzleri buzlanmış. Aynı fotoğraflar müftülüğün resmi internet sitesinde ve sosyal medya hesaplarında da yine kadınların yüzleri buzlanmış olarak yayımlandı!

Görüntüler tepki çekince, Öge, “fotoğrafların buzlanmasıyla ilgili bir talimatı olmadığını” belirterek “Muhtemelen oradaki hanım kardeşlerimizin ve ailelerinin isteğiyle yüzleri buzlanmıştır.” dedi.

Ne ilginçtir ki, 5 Eylül’de İzmir Dini Yüksek İhtisas Merkezi’nde düzenlenen “Diyanet Akademisi 2023 – 2024 Yüksek İhtisas Eğitimi Açılış Programı” töreninde de erkek personel, eğitim görevlisi ve kursiyerler ön koltuklara oturtulurken kadınlara arka sıralar ayrılmıştı.

Bu olaylar rastlantı değildir. 

Kadınları sosyal hayattan silip eve tıkmak isteyen… 

Kadınların temel görevini “en az üç çocuk doğurmak” olarak gören… 

Kadınları görünmez kılmak için çarşafa, peçeye sokan… 

Kadın voleybol takımımızın uluslararası alandaki başarılarından gurur duyacakları yerde rahatsız olan gericiliğin sonuçlarıdır. 

Aklı başında hiçbir kadın, başarılı olup diploma aldığı bir törende çekilen fotoğrafta yüzünün buzlanmasını istemez. Bunu isteyen, olsa olsa çevresindeki yobazlardır.

Geçenlerde İran devlet televizyonu muhabirinin okullar açıldığında bir kız çocuğu ile konuşmasının kaydını gördüm. Muhabir soruyor; “İran Cumhurbaşkanı Reisi’ye ne söylemek istersin?” Yüzü buzlanan çocuk yanıt veriyor:

  • Hiçbir zaman hicab giymek istemem.”

KISA TİŞÖRT GİYMEK, ŞARKI SÖYLEMEK SUÇ…

Buzlanma meselesi, geçen ay Taliban’ın Afganistan’da iktidarı ele geçirişinin ikinci yıldönümünde internette izlediğim bir videoyu hatırlattı. Kimliklerini gizleyen kadın müzisyenlerden oluşan “Son Meşale” adlı grup, Afgan kadınlarının zincirlendiğini anlatmak için bir şarkı yayımlamıştı.

Videoda burka içindeki iki kadının şarkı söyleyişini izlerken ne dediklerini anlamasam da takılıp kaldım. O etkileyici seslerin sahiplerini görememenin yarattığı sarsıcı bir duyguyla izledim. Yeraltında faaliyet gösterip şarkı yapmak ve onu dünyaya duyurmak için gösterdikleri çaba öylesine büyük ki…

Ardından İran’da, Mahsa Amini’nin birinci ölüm yıldönümünden sonra İran parlamentosunun onayladığı yeni “İffet ve Hicab Yasası” ile ilgili haberleri okudum. Artık İran’da başını örtmeyen kadınlara uyuşturucu kaçakçılarından daha ağır cezalar verilecekmiş. Sokakta “uygunsuz kıyafet” giyen kadınlar, 10 yıla kadar hapis ve yüzlerce dolar para cezasına çarptırılabilecekmiş.

Uygunsuz kıyafet” neymiş biliyor musunuz? Kısa kollu giysiler, yuvarlak yakalı tişörtler, üç çeyrek boy pantolonlar ve yırtık pantolonlar! 

Düşünsenize İran’da kısa kollu, yuvarlak yakalı bir tişört giymeniz 21. yüzyılda hapsedilmenize ya da Afganistan’da kadınların özgürlüğü için şarkı söylemeniz, kırbaçlanmanıza yol açabilir!

GERİCİLİĞE GEÇİT VERMEYECEĞİZ

Türkiye’de Aydınlanma’nın yolunu açan Cumhuriyet Devrimi yaşanmasa, laiklik bir ilke olarak anayasada yazmasa, bugün ülkemizde de kadınlar için İran’daki gibi cezalar olurdu.

Gericiliğin cenderesini 100 yıl önce laik Cumhuriyet Devrimi ile kıran Türkiye’de, bugün A Milli Kadın Voleybol Takımımıza karşı yobaz saldırısı da sıradan bir olay değildir; toplumun 21 yıldır siyasal İslamın ablukası altında yeniden tasarlanmasının bir sonucudur. 

Sporcuların bedenleri üzerinden yapılan iğrenç yorumlar, bu ülkede şeriat hukukunu uygulamak isteyen ve halifelik özentisi çeken yobazlara aittir.

Ama karşıdevrimcilerin öğrenemediği şudur:

Türkiye’de laik Cumhuriyet Devrimi sahipsiz değildir.
Gericiliğe asla teslim olmayacağımızı,
kadınların yüzlerini buzlarken beyinleri uyuşanlara,
bir kez daha göstermesini biliriz!


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 27 Eylül 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ALDATMA

RTE, seçim öncesi 1 milyonunun gönderileceğini söylemişti.

ABD’de muhalefeti şikayet ederek, kendilerinin mültecileri göndermeyeceğini söyledi.

Halkını aldatan, vatandaşını yabancıya gammazlayan cumhurbaşkanı!..

SÖZ

RTE mülakat konusunda, “Seçim vaatlerim içinde böyle bir söz verdiysem, bunu Milli Eğitim ve İçişleri bakanlarımla görüşerek yeni bir yol haritasıyla ilerletiriz.” dedi.

Sözün önemsizliği bu kadar güzel dillendirilebilir…

UCUZ

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda RTE’ye yamanan Sina Oğan, arabasının 12 değil 6 milyon değerinde olduğunu söyledi.

Çok ucuzmuş. “Nereden buldun?” a gerek yok!..

YARDIM

Gençlik ve Spor Bakanlığı sporcusu olmayan bir derneğe 1,6 milyon lira yardım vermiş.

AKP’yi desteklesin yeter, sporcu her yerde var…

YUVARLAMA

Sayıştay, ödememesi halinde borçları devlete kalacak olan bir şirketin  nakit akışının 935 bin dolardan bir milyar dolara yuvarlandığını tespit etmiş.

Yuvarla gitsin, devlet/millet ödesin…

TÜRKÜM

İktidar yanlısı 16 gazete, mültecilere gösterilen tepkilere karşı, ”Hepimiz bir milletiz” açıklaması yaptı.

Millet ile ümmetin ayırdına varamamışlar.

AKP iktidarının Türk ve T.C.’yi silmeye başlamasından beri “TÜRK VATANDAŞI” sıfatını kullanıyorum.

Biz Türk milletinin bireyleriyiz, herkes yoluna…

YALANCI

Çıkarı için AKP’ye yamanan AK Çelebi, bir iş adamının 45 milyonluk arabasını annesini hastaneye götürmek için kullandığını söyledi.

AKP’li büyüklerinden yalan söyleme eğitimi almalı…

BUZLAMA

Konya/Karatay Müftülüğü, fotoğraf çekiminde, hafızlık belgesi alan kadınların yüzlerini buzladı.

AKP Eskişehir Milletvekili ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Ayşen Gürcan, sosyal medya hesabından paylaştığı tebrik mesajında milli sporcuların bacaklarını buzladı.

Kadın yüzü içki, sigara değildir.

Sporcunun bacağını, yüzünü değil kafanızdaki örümceği buzlayın…

AFET

Deprem döneminde çadır satarak Kızılay’ın güvenilirliğini yerlere düşüren Kerem Kınık, Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nde Afet Tıbbi Anabilim Dalı Başkanı yapıldı.

Afet durmuyor…

Cumhuriyetin 100’üncü yılında ‘Dil Bayramı’mız

Sevgi ÖZEL
Dil Derneği Başkanı

26 Eylül 2023, Cumhuriyet

Cumhuriyetin 100’üncü, Harf Devrimi’nin 95’inci, Dil Devrimi’nin 91’inci yılına eriştik. 100’üncü yılı, devrimlerimizin yıldönümlerini alanlarda, bütün okullarda kutlamak isterdik. Sözde milliyetçiler Cumhuriyetin devrimleriyle hesaplaşarak ulusal günleri unutturmak istediler. Bugün genç akıllar ülkeyi terk ederken, ekmek askıda bile değilken Cumhuriyetin olanaklarıyla Meclis’e girenler laik eğitime savaş açtılar; “şeriat” diyeni yüreklendiriyorlar. Her sokakta Atatürk’le devrimler karalanıyor. Bugün tek sorunumuz ekonominin ayar bozan öğesi “enflasyon” değil, tepeden tırnağa kullanılan dildir. Her alanın bilimi varken tüm sorunlar dinsel kavramlarla açıklanabiliyor; oysa yalanlar doğrular, eksikler fazlalar salt dille anlatılabilir; dil bilinciyle ayıklanabilir. Dilin de geçmişi ve bilimi var.

TÜRKÇENİN VARSILLIĞI

Türklerin Orta Asya’da kurdukları devletlere ilişkin kısıtlı kaynaklar bile Türkçenin varsıllığını gösterir. 10. yüzyılda İslamiyete geçen Oğuz boyları, İranlılar ve Araplarla yakınlaşarak Selçuklu İmparatorluğu’nu kurmuş; yöneticiler ve din adamları halkı, “Peygamber Arap, Kuran Arapça, cennette Arapça konuşuluyor” diye etkilemiştir. Yönetimde Arapça, sanatta Farsça yeğlenerek Türkçeden vazgeçilmiştir. Osmanlı’nın yönetici ve aydınları da Selçuklu gibi Arapça-Farsçayı baş tacı yapınca Türkçe ötelenmiş; iki dilin boyunduruğu altındaki Osmanlıca denen yapay dil doğmuştur. Halife padişahlarla Arapçaya yöneliş pekişmiş;

  • Türkçe, “kaba Türkün” dili diye aşağılanmıştır. 

ÖNGÖRÜSÜ YÜKSEK DEVRİMCİ

İmparatorluklar kuran Türklerin sarayları, güce yaslanan aydınları Türkçeyi hiç sevmemiştir. Kendine Osmanlı, diline Osmanlıca diyen imparatorluk yükselişin ardından hızla toprak yitirirken Rönesansa, dinde reforma, Fransız Devrimi’ne, eğitime, insan haklarına, hukuka, teknolojiye yönelik değişimleri de görememiş, “matba”yı yüzyıllar sonra kullanmasının bedeli dile yazılmıştır. 1800’ler biterken aydınlar, Türkçenin yalınlaştırılması için atağa geçmiş; şairler yazarlar her alanda dili tartışmıştır. Ne ki kapağında Türkçe sözlük yazan tek yapıt yoktur; olanın da adı Türkçe değildir. Aydınlar dili tartışırken başlayan Kurtuluş Savaşı utkuyla sonuçlanmıştı. Öngörüsü yüksek bir devrimci olan Mustafa Kemal yaşananların tanığı bir Osmanlı aydınıydı. Dinsel anlam yüklenen yazı ve dilin büyük bir sorun olduğunu biliyordu.

ÜÇ YASA

Cumhuriyet Devrimlerinin önemli ayağı 1924’te Hilafeti, Şeriye-Evkaf Vekâleti’ni kaldıran, Öğretim Birliği’ni sağlayan üç yasadır. Atatürk, bu üç yasayla “ümmi kul” olan, ulus (millet) duygusu taşımayan “ümmet”ten, din ve ırkın baskın olmayacağı bir ulus yaratmıştır. Cumhuriyet Devrimlerinin öteki güçlü ayakları 1928’deki Harf Devrimi, 1932’deki Dil Devrimi’dir. Bu devrimler düşünce özgürlüğünün ve laik eğitimin özüdür. 12 Eylül darbecileri, Atatürk’ün eliyle yazdığı vasiyetnameyi çiğneyip dernek olarak kurduğu Türk Dil Kurumu’nu 1983’te kapattılar.

  • Vasiyetnamesinin çiğnenmesi, kurumlarının kapatılması Atatürk’e ve Cumhuriyete ihanetti!
  • Dil Devrimi çok yasak gördü; durdurulamadı. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Dil Devrimi adı altında Türkçemiz tatsız, tuzsuz, ruhsuz, renksiz kelimelerin tasallutunda” demesi; devrimi, “tarihinin en büyük kelime katliamı” diye nitelemesi; “Bugün genç birinin; Mehmet Akif’i, Ömer Seyfettin’i ve Ahmet Haşim’i dahi anlayamıyor olmasının, bu dönemde Türkçeye yapılan suikastın sonucu olduğunu” söylemesi danışmanlarının yanlış bilgi aktarmasından kaynaklanıyor olabilir; çünkü bu yazarlar Türkçe ve edebiyat derslerinde okutuluyor. Cumhurbaşkanı da doğallıkla devrimin sözcüklerini kullanıyor.

Dün saraylar, saraylara öykünenler “yerli ve milli” iken Dil Devrimi’ni savunanlar solcu, bölücü, komünistti; bugün devrimin gücü herkese ders veriyor.

  • Cumhuriyetin 100’üncü,
  • Harf Devrimi’nin 95’inci,
  • Dil Devrimi’nin 91’inci yılı kutlu olsun!
    =======================================================
    Aşağıdaki 2 görsel tarafımızdan eklenmiştir (Dr. Ahmet SALTIK, Dil Derneği Üyesi, 26.9.23)

 

Cumhuriyetin 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
25 Eylül 2023, Cumhuriyet

 

29 Ekim 2023 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı kutlanacak.

Böylesine önemli bir tarihte, bir yandan Cumhuriyetin anlamını, bir yandan da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamak, herkes için yaşamsal önemde bir konudur.

13. yüzyılda kurulup 20. yüzyılda çöken Osmanlı İmparatorluğu’nda monarşi, teokrasi ve feodalizm geçerliydi.

Başka bir deyişle Osmanlı’da egemenlik, padişahta, ruhban sınıfında ve toprak ağasında idi.

Cumhuriyet ise halkın egemenliğine dayalı yönetim biçimidir.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte egemenlik, padişahtan, halifeden şeyhülislamdan, ulemadan, tarikattan, cemaatten ve toprak ağasından alınıp, halka devredildi.
***
Ancak Cumhuriyet düşmanı karşıdevrimci odaklar, daha Cumhuriyetin kurulma süreciyle birlikte, Cumhuriyet yönetimini yıkmak için devreye girdiler.

Çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra ortaya çıkan sağ görüşlü siyasal hareketler ve partiler ne yazık ki, Cumhuriyete sahip çıkmadılar, aksine, Cumhuriyetin yıkılmasını amaçlayan odaklara büyük bir altyapı hazırladılar ve büyük tavizler (ödünler) verdiler.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi bu siyasal partilerin arasında yer aldılar.

Onların hazırladığı ortamın sonucunda, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Yeniden Refah Partisi gibi, Cumhuriyeti yıkmayı temel amaç durumuna getirmiş siyasal partiler türediler.
***
Laiklik, Cumhuriyetin özünde olan temel ilkelerden birisidir.

  • Laikliğin olmadığı bir yerde cumhuriyet olmaz.

Laikliğin olmadığı yerde ruhban sınıfının, halifenin, şeyhülislamın, ulemanın, tarikatların, cemaatlerin egemenliği olur.

  • Laikliğin olmadığı yerde cumhuriyet ve demokrasi olmaz, teokrasi olur.

Bu nedenle kendisini kâğıt üzerinde, resmi biçimde, cumhuriyet olarak nitelendiren teokratik yönetimler, aslında ve fiilen bir cumhuriyet değildir.

Laiklik karşıtı olan MSP, RP, AKP, YRP gibi siyasal partilerin cumhuriyeti savunmaları da, kategorik olarak olanaksızdır.
***
Laiklik dinin, devlet, siyaset, hukuk, eğitim işlerine karışmaması ve devletin de bu koşulla, dindar vatandaşın dinsel inanç ve ibadet özgürlüğünü ve dindar olmayan vatandaşın dünya görüşünü ve yaşam biçimini güvence altına almasıdır.

Atatürk, laiklik olmadan Cumhuriyetin yaşayamayacağını kavrayacak ölçüde bilgili ve akıllı olduğu için, laik bir düzenin sağlanması için birçok önlem aldı ve devrim gerçekleştirdi.

Bu çerçevede, 1924 yılında halifelik kaldırıldı; ayrıca tüm vatandaşların laik ve bilimsel bir eğitim sisteminden yararlanmasını sağlayan Öğretim Birliği Yasası kabul edildi.

1925 yılında, tarikatların ve cemaatlerin yuvalandığı tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatıldı ve bunlarla bağlantılı unvanlar (sanlar) yasaklandı.

1926 yılında, Medeni Kanun ile kadınların ve erkeklerin hukuk önünde eşit olması sağlandı ve şeriata dayalı tüm yasalar ortadan kaldırıldı.

1928 yılında, 1876 Osmanlı anayasasından kalan “Devletin dini İslamdır ifadesi anayasadan çıkartıldı; böylece devletin, tüm dinlere, mezheplere ve dünya görüşlerine eşit uzaklıkta  durması ve din konusunun vatandaşın özgür iradesine bırakılması sağlandı.

1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

1937 yılında laiklik bir anayasa maddesi haline geldi.
***
Atatürk’ün gerçekleştirdiği bu devrimler ve laiklik ilkesinin önemi anlaşılmadan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını kutlamanın da hiçbir anlamı yoktur.

Bu çerçevenin dışında gerçekleşecek tüm kutlamalar, Cumhuriyetin özüne ve ruhuna aykırıdır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin 100. yılı11 Eylül 2023

90 aydın ‘Laiklik Meclisi’ni kurdu

90 aydın ‘Laiklik Meclisi’ni kurdu

Aralarında avukat, akademisyen, yazar ve gazetecilerin yer aldığı 90 aydın, ‘Laiklik Meclisi’ni kurduklarını duyurdu. Açıklamada,

  • “Laiklik Meclisi devlet mekanizmalarını işgal eden, holdingleşen ve toplumun her tarafına yayılan tarikatların egemenliğine karşı çıkışta önemli bir direnç odağı olacaktır. Laiklik Meclisi’nin önemli mücadele başlığı yeni anayasa aracılığı ile laikliğin tasfiyesine karşı çıkış olacaktır. Bu kapsamda yürütülecek laiklik mücadelesinin aynı zamanda ülkemizin geleceğini kazanma mücadelesi olduğunun bilinciyle Laiklik Meclisi’nde buluşuyoruz.”

denildi. 25.09.2023, BİRGÜN

FOTOĞRAF: Depophotos

Aralarında avukat, akademisyen, yazar ve gazetecilerin de yer aldığı 90 aydın, bu gün ‘Laiklik Meclisi’ni kurduklarını duyurdu. Kurucuları arasında Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Bilsay Kuruç, Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir, tiyatro sanatçısı Betül Arım, gazeteci Barış Terkoğlu’nun da bulunduğu Laiklik Meclisi’nin yazılı açıklaması şöyle:

“ÜLKEMİZ GERİCİ DALGANIN ÖNEMLİ BİR AŞAMASI İLE KARŞI KARŞIYADIR”

“Cumhuriyet’in 100. yılında ülkemizin, idari, hukuki ve toplumsal yapısını değiştirme amacıyla atılan adımlara ve artan saldırılara karşı verilecek mücadelede laikliğe sahip çıkılması büyük önem taşımaktadır. Ülkemiz 20 yılı aşkın süredir hız kazanmış olan gerici dalganın önemli bir aşaması ile karşı karşıyadır. Bu karşı devrim sürecinin yürütücüleri hukuki, idari, siyasi ve eğitim alanları ile birlikte toplumsal yaşamın güvencesi olan laikliği ayaklar altına almakla kalmamakta, artık açık bir biçimde tasfiye etme niyetlerini ortaya koymaktadırlar. Tarikat ve cemaatlere büyük bir mali güç kazandırılmıştır. Toplumsal yaşamı adeta belirler hale gelen bu yapılar, devlet kademeleri ile hukuki mekanizmaların en kritik noktalarını ve eğitim alanını işgal etmiştir. Eğitim dini referanslarla düzenlenmekte, Milli Eğitim Bakanı karma okullara karşı olduğunu açıkça ifade edebilmektedir. Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere Bakanlıklar Diyanet İşleri Başkanlığı ve tarikat uzantılarıyla imzaladıkları protokolleri yaşama geçirmektedir.

“İKTİDAR ‘KADINLARI SAHİPLENDİRMEKTEN’ BAHSEDEN KARANLIĞI MECLİSE TAŞIMIŞTIR”

Kadının – erkek ile eşitliğini reddederek gericilikle kuşatan, çocukları ve gençleri tarikat ve cemaatlerin karanlığına teslim eden siyasi iktidar, ‘kadınları sahiplendirmekten’ söz eden karanlık bir odağı da Meclise taşımıştır. Kadın cinayetleri cezasız kalırken, failler adeta ödüllendirilmekte, kadın haklarını düzenleyen yasalar ve uluslararası andlaşmalar gözden çıkarılmakta, 6284 sayılı Yasa ile birlikte Medeni Yasa da hedef alınmaktadır. Bununla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı, adeta şeyhülislamlık ve hatta Şer’iye Vekâleti gibi faaliyet yürütmekte olup, tarikat ve cemaatlerle birlikte devletin bütün kurumlarında belirleyici duruma gelmiştir. Diyanet İşleri Başkanı, fiilen ruhani lider konumuna taşınmıştır.

“YENİ ANAYASA LAİKLİĞİN TASFİYESİ ANLAMINA DA GELMEKTEDİR”

Anayasa ve yasalar ayaklar altına alınırken, adliyeler dinci uygulama yerleri durumuna getirilmektedir. Siyasal iktidar, TBMM bileşiminden de güç alarak ‘Yeni Türkiye’ ifadesiyle kurduğu rejimin Anayasası’nı hazırlama niyetini açıkça ortaya koymaktadır.

  • Yeni Anayasa’nın laikliğin tasfiyesi anlamına da geldiği gözden kaçırılmamalıdır.

Toplum, dinci kurallarla yeniden yapılandırılmakta, halkımız tarikat ve cemaat ağlarıyla kuşatılmaktadır.

– Bilim hurafelerle,
– hukuk şer’i hükümlerle,
– yurttaş tebaa,
– halk ümmet ile değiştirilmeye çalışılmaktadır.

Bütün bu gerici hamleler karşısında gericiliğe karşı laiklik ve aydınlanma mücadelesini yükseltmek, ülkemizdeki ilerici direnci büyütmek üzere ‘Laiklik Meclisi’ adı altında buluşuyoruz. Ülkemizin ilerici birikimi çok daha büyük bir zenginliğe sahiptir.

Bu nedenle çalışmalarımızın genişleyerek büyümesini ve güçlenmesini hedefliyoruz.

“LAİKLİK ÖNEMLİ BİR DİRENÇ ODAĞI OLACAKTIR”

Laiklik Meclisi gericiliğin güncel ‘açılımlarına’ karşı bir duruş sergilemekle kalmayacak, bu mücadelede bütünlüklü olarak sözünü söyleyecektir.

Laiklik Meclisi, devlet mekanizmalarını işgal eden, holdingleşen ve toplumun her tarafına yayılan tarikatların egemenliğine karşı çıkışta önemli bir direnç odağı olacaktır.

Laiklik Meclisi Türkiye’nin aydınlanmacı, ilerici birikiminin kendini ifade edeceği bir merkez olacaktır. Laiklik Meclisi’nin önemli mücadele başlığı yeni Anayasa aracılığı ile laikliğin tasfiyesine karşı çıkış olacaktır.

Bu kapsamda yürütülecek laiklik mücadelesinin aynı zamanda ülkemizin geleceğini kazanma mücadelesi olduğunun bilinciyle Laiklik Meclisi’nde buluşuyoruz.”

BİLDİRİDE İMZASI OLANLAR

  1. Abdurrahman Bayramoğlu – Avukat
  2. Dr. Ahmet Saltık – Hekim, Hukukçu, Siyaset Bilimci
  3. Dr. Ahmet Yıldız – Eğitimci
  4. Akasya Kansu Karadağ – Hukukçu, İKD GYK Üyesi
  5. Ali Güler – Tüm Yerel Sen Ankara Şube Yöneticisi
  6. Ali Özgür Dedeoğlu – Eğitimci
  7. Alper Akçam – Tıp Doktoru, Yazar
  8. Anıl Aba – Akademisyen
  9. Arzu Becerik – Avukat
  10. Atilla Hekimoğlu – Emekli Yargıç, Avukat
  11. Atilla Özsever – Gazeteci, Yazar
  12. Aydan Büyükyıldız – Emekli Yargıç, Avukat
  13. Doç. Dr. Ayhan Ural – Eğitimci
  14. Aysel Tekerek – Avukat, Siyasetçi
  15. Ayşenur Yazıcı – Sunucu, Yazar
  16. Aytaç Ural – Alevi Bektaşi Federasyonu Eğitim Sekreteri, MYK Üyesi
  17. Barış Terkoğlu – Gazeteci, Yazar
  18. Başar Yaltı -Avukat
  19. Bayram Kapucu – Emekli Yargıç, Avukat
  20. Berkay Çelen – Avukatlar Sendikası Başkanı
  21. Betül Arım – Tiyatro, Sinema ve Seslendirme Sanatçısı
  22. Bilgütay Hakkı Durna – Avukat
  23. Dr. Bilsay Kuruç
  24. Doç. Dr. Candan Badem – Akademisyen, Tarihçi
  25. Caner Beklim – Radyo Yapımcısı
  26. Cem Alptekin – Avukat
  27. Cemil Ozansü – Akademisyen, Hukukçu
  28. Ceyda Cimili Akaydın – Avukat
  29. Damla Özen – Tiyatro Sanatçısı
  30. Deniz Şenkal – Genel Sağlık İş Merkez Denetleme Kurulu Üyesi
  31. Deniz Hakyemez – Yazar
  32. Elif Yar – Avukat
  33. Engin Ayça – Sinema Yönetmeni
  34. Erendiz Atasü – Yazar
  35. Esin Köymen – Mimar
  36. Dr. Gamze Yücesan Özdemir
  37. Güldal Okuducu – Yazar, Siyasetçi, TBMM 22. Dönem Milletvekili
  38. Güldeste Dedeoğlu – Genel Sağlık İş Merkez Denetleme Kurulu Üyesi
  39. Gülsen Tuncer – Sinema ve Tiyatro Sanatçısı
  40. Güvenç Dağüstün – Müzisyen
  41. Hande Heper – Akademisyen, Hukukçu
  42. Hasan Sivri – Gazeteci, Yazar
  43. Hürriyet Yaşar – Yazar
  44. Hüseyin Gündoğdu – Birleşik Kamu İş Balıkesir İl Temsilcisi
  45. İbrahim Fikri Talman – Emekli Yargıç
  46. İlke Kızmaz – Müzisyen
  47. Dr. İlker Cenan Bıçakçı
  48. Dr. İzge Günal
  49. Dr. İzzeddin Önder
  50. Dr. Korkut Boratav
  51. Dr. Korkut Kanadoğlu
  52. Mahmut Aslan – Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Genel Sekreteri
  53. Dr. Mehmet Tomanbay – TBMM 22. Dönem Milletvekili
  54. Mercan Erzincan – Müzisyen
  55. Merdan Yanardağ – Gazeteci, Yazar
  56. Murtaza Demir – PSAKD Kurucu Başkanı
  57. Mustafa Bağarkası – Emekli Yargıç, Avukat
  58. Mustafa Karadağ – Emekli Yargıç, Avukat
  59. Mustafa Kemal Erdemol – Gazeteci, Yazar
  60. Mustafa Köz – Edebiyatçı, Yazar
  61. Naciye Füsun Çağlar – Emekli Yargıç
  62. Namık Koçak – Gazeteci, Yazar
  63. Nazan Moroğlu – Avukat
  64. Nida Açıkalın – Avukat Hareketi Yürütme Kurulu Üyesi
  65. Ozan Çoban – Müzisyen
  66. Ömer Faruk Eminağaoğlu – Hukukçu
  67. Özgür Eryılmaz – Avukat
  68. Özkan Rona – Eğitimci
  69. Dr. Rıfat Okçabol – Akademisyen, Eğitimci
  70. Dr. Saadet Ülker – Hemşire
  71. Sadık Albayrak – Yeni Gelen Dergisi Yazı İşleri Müdürü
  72. Doç. Dr. Savaş Karabulut – Jeofizik Mühendisi – Akademisyen
  73. Selcik Ulusoy – Avukat, Ankara Barosu Cumhuriyet Kurulu Başkanı
  74. Selin Nakıpoğlu – Avukat
  75. Semiha Özalp Günal – İKD GYK Üyesi
  76. Serdar Şahinkaya – İktisat Tarihçisi
  77. Şenal Sarıhan – Hukukçu, TBMM 25. ve 26. Dönem Milletvekili
  78. Ş. Serap Çatalpınar – İTÜ BİRLİK Başkanı
  79. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz – Akademisyen, Hukukçu
  80. Şükran Eroğlu – Avukat
  81. Tamer Akgökçe – Emekli Yargıç, Avukat
  82. Tülin Tankut – Yazar, İKD Danışma Kurulu Üyesi
  83. Türkan Kurtulmaz – Avukat
  84. Ulaş Karadağ – Akademisyen
  85. Umut Kuruç – İKD Genel Başkanı
  86. Veli Demir – Eğitimci
  87. Yavuz Alogan – Yazar, Editör, Çevirmen, Siyasetçi
  88. Yeliz Toy – Eğitimci
  89. Zöhre Aksüt – Dev-Turizm İş İzmir Şube Başkanı
  90. Zülal Kalkandelen – Gazeteci, Yazar.
    ==============================================
    Laiklik, din ile devletin tüzel ya da yasal ayrılmasından daha köklü ve kapsamlı bir dünya görüşü, etik ve varlık felsefesidir.

Dil Devrimi

Dr. Cihangir Dumanlı
E. Tuğgeneral

Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm. 

Cumhuriyet devrimlerinin hepsi önemli ve birbirini tamamlayan bir bütündür. Ancak dilimizin, Arapça ve Farsça etkisinden arındırılarak sadeleştirilmesinin ulus olma bilincinin pekiştirilmesi ve ulusun bölünmezliği aşısından önemli bir yeri vardır.

Dil Devrimi

Dil; düşünce, duygu ve isteklerin bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan ögeler ve kurallardan yararlanarak başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü, çok gelişmiş bir iletişim dizgesidir.[1] Kültür (ekin) de yeniden öğrenilip aktarılması gereken tarihsel ve toplumsal bir kalıt olduğuna göre, onu oluşturan ögelerin öğrenilmesinde ve yeni kuşaklara aktarılmasında dile büyük bir gereksinim vardır.

Türk Devrimi, Aydınlanma denilen büyük düşün akımına dayanan bir kültür devrimidir.[2] Bu nedenle Türk kültürünün ana ögesi olan Türk dilinin yabancı sözcüklerden arındırılması, halkın konuştuğu dille devletin ve okumuşların dilinin birbirlerini anlayacak düzeye getirilmesi; ulusal bilincin yüceltilmesi, ulusal birlik ve kültürümüzün (ekinimizin) gelecek kuşaklara aktarılması açısından önemlidir.

Atatürk, Dili milliyetçiliğin, toplumculuğun, insan olmanın temel taşı sayıyordu. Bu nedenle Kadri Maksudi Bey’in “Türk Dili İçin” adlı kitabına el yazısı ile şöyle yazmıştı: ”Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir”[3]

Devrim İhtiyacı

Osmanlı döneminde Türk dili Arapça ve Farsça sözcüklerin saldırısına uğramış, halkın kullandığı dille okuryazar olanların ve devletin kullandığı resmi dil tümüyle farklılaşmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu ırklar, milletler, dinler ve kültürler toplamı bir imparatorluk olduğundan, Türk dili ancak “reaya dili(Anadolu Türklerinin köylü dili) olarak yaşardı. Yönetici devlet katmanına giren kişilerin dili, Arapçadan, Farsçadan, Rumcadan, Slav dillerinden gelen varsıl (zengin) ama halkın anlamadığı bir Dil olan Osmanlıda birkaç yüzyıl boyunca gelişti. Temeli Türkçe olmakla birlikte içine Türk dilinin kökeni ve yapısı bakımından bağlı olmadığı dil ailelerinden yalnız sözcükler değil, kurallar da sokuldu. Osmanlıca, bu nedenle Türk dili konuşan halk kitlelerinin dilinden uçurumla ayrılan bir dil olmuştu.[4] Buna karşın halk kendi öz diline sahip çıkmıştı.

Atatürk Türk milleti geçirdiği nihayetsiz badireler içinde ahlakının ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin velhasıl bütün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir” diyordu.[5]

Özetle halk kendi öz dilini korurken yönetici ve aydınların dili halkın dilinden farklı bir biçim almış, iki kesim birbirlerini anlamaz duruma gelmişti.

Yeni, çağdaş bir ulus devlet kurulduğuna göre bu ikiliğin ortadan kaldırılması zorunlu idi. Bu aynı zamanda kültürün de gelişmesini sağlayacak, tüm ulusu ortak kültürde birleştirecekti.

 Zamanlama:

Atatürk bir zamanlama ustasıdır. Bütün devrimleri çok önceden tasarlamış, kendi deyimi ile “ulusal bir giz (sır) gibi” saklamış, yeri ve zamanı geldikçe teker teker ve aşamalı olarak yaşama geçirmiştir.

Dil Devrimi, Harf Devrimi ile bir bütündür. Atatürk Harf Devrimine karar verdiğini şu sözlerle açıklamıştı: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir [6]

Türk abecesi (alfabesi) 1 Kasım 1928 tarihli yasa ile yürürlüğe girmiş, okullarda ve Millet Mekteplerinde geniş kitlelere öğretilmiş, coşku ile benimsenişti.  Yazımızı Arapçadan kurtarmıştık. Sıra Dilimizi de yabancı sözcüklerden kurtarmaya gelmişti.

Yeni Türk harfleri ile okuma – yazma başlayınca, Dilin de yabancı saldırılardan kurtarılması ve sadeleştirilmesi zorunluluğu ortaya çıktı. Çünkü Türkçe kökenli olmayan sözcüklerin çoğu türlü türlü okunuyorlardı. Böylece yazı gibi dilin de yeni ve ulusalcı bir anlayışla ele alınması gerekiyordu.[7] Ulusu bir an önce, en son bireyine dek okur-yazar yapmak için Dilin sadeleştirilmesi zorunlu idi.[8] 

Dil Devriminin Amaçları

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Dil Devriminin amaçları şunlardı:

  1. Dilimizi yabancı ögelerden arındırarak sadeleştirmek ve geliştirmek,
  2. Konuşulan dil ile yazı dili arasındaki farkı gidermek,
  3. Halkın dili ile devletin ve okumuşların dili arasındaki farkı gidermek,
  4. Türkçeyi zenginleştirerek bilim ve kültür dili yapmak.

 Neler Yapıldı?

Türkçe’nin Arapçadan arındırılması ile ilgili ilk adımlar din alanında atıldı. Bu kapsamda 3 Şubat 1932’de Ayasofya camisinde Türkçe Kuran okutuldu. 5 Şubat 1932e Sultanahmet camisinde Türkçe hutbe okutuldu.[9] 18 Temmuz 1932’de ilk kez Türkçe ezan okutuldu.[10] 1 Eylül 1929’da okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştı.

Devrimin zamanı geldiğine karar veren örgütçü önder Atatürk, ilk iş olarak 12 Temmuz 1932’de  “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” ni (TDTC, Türk Dil Kurumu) kurdurdu. Bir yıl önce benzer biçimde Türk Tarihi Tetkik Cemiyti’ni (Türk Tarih Kurumu) kurdurmuştu.

Atatürk bu iki kurum için önerilen devlet modellerini geri çevirmişti. Bu iki kurumun yönetsel ve akçal (mali) açıdan devletten ve geleceğin siyasal iktidarlarından bağımsız kalması için onları cemiyet (dernek) olarak kurdurdu ve kendi mirasçıları olarak değerlendirdi.[11] Ancak 12 Eylül 1980 darbe yönetimi tarafından bu kurumlar, özerklikleri yok edilerek Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurulu olarak örgütlenmiştir.

TDTC kuruluş çalışmaları tamamlandıktan sonra, 26 Eylül – 5 Ekim 1932 arasında Dolmabahçe sarayında Birinci Türk Dil Kurultayı her kesimden 917 kişi ile toplandı. Kurultayın tüm toplantılarını kişisel olarak izleyen Büyük Önder Atatürk, öbür devrimlerde yaptığı gibi, Dil Devriminde de konu ile ilgili bilim insanlarının ve uzmanlara danışıyor, onların bilgi ve görüşlerinden yararlanıyordu.

1. Türk Dil Kurultayının toplandığı 26 Eylül günü, Türk dil bayramı ilan edildi. Bu yıl 91. yılını kutluyoruz.

Tüm yurtta Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçe karışlıklarını bulmak için seferberlik başlatıldı. TDTC’ne 100 000 dolayında Türkçe sözcük fişleri gönderildi. Gazeteler kendilerine gönderilen Türkçe sözcükleri yayınladılar.

1. Türk Dil Kurultayında alınan kararların uygulanmasını gözden geçirmek amacıyla 18 Ağustos 1934’te 2. Türk Dil Kurultayı toplandı. Osmanlıca sözcüklerin Türkçe karşıklıklarını bulma çabası genişletildi ve tarama dergileri yayınlandı.

Dil konusunda bilimsel araştırmalar yapmak ve öğretmen yetiştirmek amacıyla 1935’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açıldı.

1945’te anayasa ve hukuk dili Arapça ve farsça sözcüklerden arındırıldı “Teşkilatı Esasiye Kanunu”, “Anayasa” olarak değiştirildi. 1950’de Demokrat Parti ile ivme kazanan karşı devrimle  anayasa ve tüze (hukuk) dili, ile ezan yeniden Arapçaya döndürüldü.

Arapça ve Farsça sözcüklerin karşılığı Türkçe sözcükler zaten halkın kullandığı sözcükler olduğundan, kolayca ve kısa zamanda benimsendi. Böylece Türkçemiz yabancı sözcüklerden arındı ve kendi benliğini buldu.

Sonuç ve Değerlendirme

Özünde bir ekin (kültür) devrimi olan Cumhuriyet devrimi, ekinin en önemli ögesi Dil’i yabancı boyunduruğundan arındırarak sadeleştirmiş (yalınlaştırmış), zenginleştirmiş (varsıllaştırmış) ve Kültür Devriminde önemli bir aşama gerçekleştirmiştir.

Dil Devrimi ile halk ile okumuşlar arasındaki farklılık giderilerek ulus devlet bilinci ve ulusal bütünlük pekiştirilmiştir. Dil Devrimi bu açıdan ulusçuluk ilkesinin bir uygulanmasıdır.

Dil Devriminde yasa çıkartılarak zorlama yapılmamış, ulusun yeni sözcükleri benimsemesi ilkesi uygulanmıştır.

Arapça ve Farsça sözcükler yerine halkın kullandığı “öz be öz Türkçe” sözcükler getirildiğinden, Dil Devrimi geniş kitlelerce benimsenmiş, kimi karşı devrimcilerin tepkileri dışında önemli bir direnişle karşılaşmamıştır.

Zamanımızda kimi karşı devrimcilerin “Atatürk dilimizi de yazımızı da değiştirdi” savları asılsız ve yersizdir. Tam tersine bizim olmayan ögeler atılmış, bizim gerçek, duru dilimiz öne çıkartılmıştır.

Dil Devrimi ve Harf Devrimi birbirini tamamlayan bir bütündür. İkisinin ortak sonucu olarak okur-yazar oranı, kitap sayısı ve kitap okuma alışkanlığı hızla artmış, kültürümüz gelişmiştir.

Üzülerek belirtmek gerekir ki; bugün dilimiz teknolojide dışa bağımlılığın ve kültür emperyalizminin bir sonucu olarak Batı dillerinin etkisi altına girmeye başlamıştır. Özellikle gençlerimizin Türkçeyi doğru kullanamadıkları, kimi kitle iletişim araçlarınca ve yöneticilerce Türkçenin yaygın olarak yanlış kullanıldığı görülmektedir.

Kültürümüzün temel ögesi olan Dilimiz Türkçe’ye sahip çıkmak, gelecek kuşaklara doğru aktarmak her yurtseverin birincil görevidir.

[1] Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2019, s.57
[2] Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, 9. Basım, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2019, s. 31
[3] Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, T. İşbankası yayını, İstanbul, 2017, s. 287
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY yayınları, İstanbul, 2010, s. 255
[5] Mustafa Kemal, Medeni Bilgiler, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 23
[6] Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 316
[7] Goloğlu, a.g.e. s. 287
[8]Maarif Vekaleti, Tarih IV, İstanbul, 1934, s. 263
[9] Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, 1918-1938, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1983, s. 531
[10] Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi 2. Kitap, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 448
[11] Ahmet Taner Kışlalı, Kemalzm Laiklik ve Demokrasi, İmge yayınları, ankara,1995, s. 27

UMUTLAR, UMUTSUZLUKLAR ve SİYASAL ROTALAR

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Tarihsel deneyimler ve bilimsel saptamalara göre; gelecek için, eğer toplumlarda iyimserlikler artar ve toplumsal umutlar doğru yönlendirilip örgütlenebilirse siyasal rejimlerin rotaları genellikle adalete, hukuk devletine, insan haklarına ve demokrasiye doğru yönelir.

Tersine eğer ülkeler ya da toplumlarda, geleceğe yönelik kötümserlikler artar ve umutsuzluklar yeşerir, çoğalır ve örgütlenirse siyasal rejimlerin rotası daha çok baskıcı polis devletine, otoriter, totaliter ve faşist yönetimlere dönük olmaya başlar.

Siyasal önderlerin umut ya da umutsuzluk pompalamalarına göre, devletin ve toplumun birliği ve sağkalımı (bekası), başta siyasal rejim, hukuk, adalet, ekonomik gönenç (refah), din, ırk, töre, eğitim, sağlık, sanat… değerleri olmak üzere kültürel tutum ve davranışlar hatta sağlık, sosyal güvenlik, gündelik yaşam, can ve mal güvenliği… gibi geniş alanları kapsayabilir.

Bu nedenle, demokratik önderler ve kitle partileri sürekli olarak iyimserliği, barışı ve umudu; buna karşın, otoriter ve totaliter liderler ve ideoloji partileri ise, yine sürekli olarak kötümserliği, korkuyu, kuşkuyu ve umutsuzluğu pompalayarak iktidarlarını sürdürmeye çalışırlar. Yaygın umutsuzluklar, toplumun ya da devletin geleceği ile ilgili kuşkular ve korkular çoğaldıkça otoriter önderlere ve rejimlere eğilim (rağbet) çoğalır.

Daha önce de yazmıştım; rahmetli annem “Unum tükensin, fakat umudum tükenmesin; eğer unum tükenirse gider umudumun olduğu yerden alırım. Ancak umudum tükenirse gidecek yerim kalmaz.” derdi. Çok doğruymuş.

Ancak toplumları yöneten ya da yönetmeye talip olan siyasetçilerin; dinbazlığa, ırkçılığa, kindarlığa, baskıya, korkutup sindirmeye, ayrıştırıp bölmeye … giden bir rota izlemek yerine; başta yürürlükteki anayasalar ve bu anayasaların kuruluş felsefesine bağlı (sadık) demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini korumaya, barışa, sevgiye, kardeşliğe, evrensel insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, ekonomik gönenci (refahı) artırmaya, işsizliği yok etmeye, enflasyonu yıllık % 5’in altına indirmeye, adil paylaşıma, gerçek demokrasiye, ayrıca eğitim rotasını da akıl ve bilim eksenine oturtmaya… giden bir rota gerekiyor.

Tıpkı bireyler gibi, toplumlar da var olan sorunlarına gelecekte inandırıcı çözümler üretebilecek partiler ve önderler konusunda umutlu olabilecekleri oranda mutlu olabilirler.

CHP’de değişim isteyenlere de bir anımsatma yapmak gerekir:

Değişim sözcüğü tek başına insanlara umut vermez. Toplumsal, ekonomik ve siyasal açıdan… En önemli konular için salt değişim değil, bu değişimin toplumun zihninde üretebileceği inandırıcı çözümlere dayalı umuttur. Eğer bu umut üretilemezse, değişim çok işe yaramaz. Toplumsal, ekonomik, kültürel… fay hatlarının onarımı ve toplumca beklenen gelişmelerin sağlanması için çözümler ve umutlar üretemeyen değişimler yalnızca slogan olarak kalır. Çok işe yaramaz.

Umudunuz hiç eksik olmasın.

CHP’nin BAŞARILI OLMASI VE İKTİDAR OLMASI GEREKİYOR

Celal TOPKAN
CHP Adıyaman 20. dönem Milletvekili
(8 Ocak 1996 – 25 Mart 1999)

Mustafa Kemal Atatürk halkla görüşerek, halkın görüş ve önerisini alarak halkçılık esaslarına dayalı olarak, 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkasını (CHP’yi) kurdu.

Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetiminde, Halk Fırkası tarafından 29 Ekim 1923 tarihinde, 20. yüzyılın en büyük yenilik, değişim ve dönüşüm projesi olan; Halk Egemenliğine Dayanan, Laik – Demokratik – Sosyal Hukuk Devleti Türkiye Cumhuriyeti’ kuruldu.

1923 yılında dünyada halk egemenliğine dayalı yönetilen devlet yok gibiydi.

Dünyanın emperyalist ülkeleri İngiltere, Fransa, İtalya, Alman, İspanya, Portekiz krallıkla yöneliyorlardı.

Rusya, Çin proletarya diktatörlüğü ile yönetiliyordu.

Afganistan krallıkla, İran Şahlıkla yönetiliyordu.

Afrika ülkeleri, emperyalist ülkeler İngiltere ve Fransa’nın işgali ve sömürüsü altındaydı.

Güney Amerika ülkeleri İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz’in işgali ve sömürüsü altındaydı.

Doğu Asya ülkeleri Pakistan, Hindistan, Japonya, Kore, Endonezya, Malezya, Avusturalya, kuzey Amerika ülkesi Kanada, İngiltere’nin işgali ve sömürüsü altındaydı.

Dünyanın önde gelen tarihçi bilim insanları, siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi uzmanları Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk Kurtuluş Savaşında Osmanlı Devleti’ni işgal eden Emperyalist ülkelerle yaptığı savaşta başarısı ve önderliğini, Kurtuluş Savaşı sonunda halkla birlikte kurduğu, Ulus Egemenliğine Dayanan Laik – Demokratik – Sosyal Hukuk Devleti Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek aldı, örnek gösterdiler.

Emperyalist ülkelerin işgali ve sömürüsü altındaki ülkeler, Atatürk’ün önderliğini, başarılarını örnek aldılar. Ülkelerini işgal eden emperyalist işgalci ülkelere yönelik kurtuluş savaşı başlattılar. Ülkelerini bağımsızlığa kavuşturdular.

Halk Egemenliğine dayanan Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek aldılar. Ülkelerini halk egemenliğine dayalı olarak inşa ettiler.

Siyaset; iktidar olmak, halka yarar sağlamak, sorunlarını çözmek, halkın yaşamını iyileştirmek, yaşam niteliğini yükseltmek;

Devlete hizmet etmek, sorunlarını çözmek, geliştirmek, kalkındırmak, zenginleştirmek, halkın aş ve iş sorununu çözmek, barış ve huzura kavuşturmak için yapılan iştir.

Atatürk’ün yönetiminde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından, halk egemenliğine dayalı laik – demokratik – sosyal – hukuk devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çağdaş kurumlarla inşa edildi.

Devrimler yapıldı. Yapılan devrimlerle insanı merkez alan, insana önem ve değer veren, insanı yüceltmeyi amaçlayan toplumsal, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel değişim ve dönüşümler yaşama geçirildi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sorunları çözüldü, gelişti, gelişti ve zenginleşti.

Halkın toplumsal, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, eğitim, sağlık, aş ve iş sorunları çözüldü, önemli gelişmeler sağlandı.

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölmesinden sonra:

1950- 1980 arasında yapılan seçimlerde CHP, hiç tek başına iktidar olamadı.

12 Eylül 1980’de darbe yapan askerler, siyasal partileri kapattılar. 1980’de kapatılan CHP 1992’de yeniden açıldı. Bu tarihten sonra CHP Genel Başkanı olanlar, Parti içi iktidarla yetindiler. CHP’yi tek başlarına aldıkları kararlarla yönetmeye başladılar. Partinin ana ögesi ve gerçek sahibi olan üye ve örgütler edilgin duruma geldiler.

CHP, 1992-2023 arasında yapılan seçimlerde sürekli başarısız oldu. Atatürk’ün yönetiminde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP, 18 Nisan 1999’da yapılan seçimde %8.7 oy aldı. %10 seçim barajını aşamadı. Kurduğu Büyük Millet Meclisi’nin dışında kaldı.

1980-2023 arasında iktidar olan partiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluş ilkelerinden kopardılar. Cumhuriyeti büyük oranda din devleti yaptılar.

Halk ve ülke yoksullaştırıldı ve geriledi. Barış ve huzur bozuldu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılandırılması, toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlarının çözülmesi; kalkınması, gelişmesi, zenginleşmesi, halkın aş ve iş sorunun çözülmesi barış ve huzura kavuşması için, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP’nin tek başına iktidara gelmesi gerekiyor.

CHP’nin iktidar olabilmesi için                                          :

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savası sonrasında, illeri ziyaret ederek, halkla toplantılar yaparak, halka halkçılık esaslarına dayanan bir parti kurmak istediğini, kurmak istediği partiye yönelik kendi görüş ve düşüncesini anlatıp, halkın görüş düşüncesini sorup, halkın görüşünü, düşüncesini ve önerisini alarak, halkla birlikte halkçılık esasına dayalı olarak kurduğu, Halk Fırkası’nın (Cumhuriyet Halk Partisi’nin) kuruluş felsefesini benimseyen ve savunan;

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğini, Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetiminde, Halk Fırkası (Cumhuriyet Halk Partisi) tarafından kurulan, halk egemenliğine dayanan laik – demokratik – sosyal – hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini benimseyen ve savunan, CHP’yi kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılandırmak isteyen;

Halkta karşılığı, kafasında projeleri, arkasında başarıları olan, siyaseti halk ve ülke için yapan;

CHP’yi, Partinin anayasası olan Parti Tüzüğü ile benimsenen yapılanma ve işleyişe, ideoloji, ilke ve değerlere göre yönetecek olan;

Bilgi ve çözüm projelerine dayalı alanında uzman kişilerden ekip ve takım oluşturarak, siyaset yapacak, halka yarar sağlamak, halkın yaşamını iyileştirmek, yaşam niteliğini yükseltmek için siyaset yapacak olan;

Toplumsal, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunların çözümüne yönelik çözüm projeleri üretme bilgi, beceri ve yeteneğine sahip olan. Milletvekili ve belediye başkan adaylarını önseçimle belirleyecek, gücünü halktan alarak siyaset yapacak olan;

CHP’yi iktidar yapmak, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılandırmak isteyen. Türkiye Cumhuriyeti’nin sorunlarını çözmek, geliştirmek, kalkındırmak, zenginleştirmek, halkın aş ve sorununu çözmek isteyen bir kişinin, CHP Genel Başkan adayı yapılması ve genel başkan seçilmesi gerekiyor. Bu bir gereklilik ve zorunluluktur.

Yapılacak yeni kurultayda, bu bilgi, beceri, yetenek ve siyaset yapma anlayışına sahip olan, CHP’yi iktidar yapmak isteyen bir kişi, CHP Genel Başkanı seçilirse, CHP ilk seçimlerde başarılı olur. Halkın oyunu alır, iktidara gelir!

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesi doğrultusunda yeniden yapılanır.

Halkın ve ülkenin sorunları çözülür.

Türkiye Cumhuriyeti gelişir, kalkınır, zenginleşir. Barış ve huzura kavuşur.

Yüz kızartıcı tükenişe doğru

MERDAN YANARDAĞ HAKSIZ- HUKUKSUZ 91 GÜNDÜR TUTUKLU

Siyaset  24.09.2023

Siyasal İslamcı iktidarın, devlete bütünüyle hâkim olduktan sonra hız verdiği yeni ve kendisine bağlı bir zenginler sınıfı yaratma amacıyla uyguladığı ilkel ve vahşi sermaye birikim modeli artık tıkanmış ve yolun sonu gelmiş görünüyor. Kamu varlıklarının yağmasına ve toplumun ortak malı olan ulusal zenginliklerin talan edilmesine dayalı bu sermaye birikim siyaseti ve modeli ülke kaynaklarını tüketmiş bulunuyor.

Bu sermaye birikim modelinin biri teolojik diğeri de sosyolojik olmak üzere iki ideolojik – tarihsel motivasyon- alanı var. İslamcı iktidar, ‘kâfirlerin devleti’ olarak gördüğü Cumhuriyeti ‘fethettiğini’ varsayarsak, kamusal birikimi ve toplumsal varlıkları – şaka gibi ama- bir anlamda ‘ganimet” ve “kılıç hakkı’ olarak görüyor. Tam bir ortaçağ hukuku olan bu zihniyetin sahipleri de kendilerinin ‘Cihad’ ettiğine inanıyor ya da bu anlayışı savunuyor.

İnanılır gibi değil ama durum budur. Değilse, ayakkabı kutularından çıkan ve rüşvet parası olduğu söylenen milyonlarca Dolar için ‘imam – hatip parası’ yani ‘Cihad için harcanacak’ denilerek aklanmaz ve bu durum İslamcı çevrelerde genel kabul görmezdi.

Bu bahiste İslamcıların samimi olup olmadıkları, söz konusu inançların gereğini yapıp yapmadıkları ayrı bir tartışma konusudur. Yaklaşım ve ideolojik-teolojik gerekçe ve arka plan budur. Ben de bu konuda bir samimiyet olmadığını biliyorum. Çünkü siyasal İslamcılar, Kutsal bir davaları ve dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçlarının olmadığına inanan ve böyle düşünen, hareket eden bir yapıya sahiptir. Takiyye bu anlayışın (çağımızda) ürünüdür.

AKP iktidarının – ki İslami akımlar, tarikatlar ve cemaatler koalisyonuna dayalıdır – İslami faşist bir rejim ve şeri bir düzen kurma hırsı; kasaba yobazlığına kadar savunulan değerler dünyası; Cumhuriyet ve aydınlanmaya/moderniteye yönelik derin ve bitmek bilmeyen kini, ülkenin kurumsal birikimini de çökertmiş durumda. Bugün Türkiye’nin içine sürüklendiği yıkıcı ve can yakıcı ekonomik krizin, yoksullaşma ve kuralsızlaşmanın; toplumsal dokunun ve insanın bozulmasının asıl nedeni bu tablodur.

Uygulanan sermaye birikim modeli bir ahbap çavuş kapitalizmi de yaratmış, iktidar mensupları İslamcı siyaset sınıfı ve bu kesimin aileleri (bu geniş ailedir) açıklanamaz biçimde zenginleştirmiştir. Bu anlamda AKP iktidarı, sermaye içi dengeleri ve görece var olan kurallı düzeni, dolayısıyla adaleti de bozarak dar bir kesimin, deyim uygunsa İslamcı-muhafazakâr bir oligarşinin yönetimine dönüşmüştür.

İç/ulusal kaynakları tüketen İslamcı AKP iktidarının, dış kaynak bulmaktan başka çaresi yoktur. İktidarın ‘kıl payı’ denebilecek bir farkla yalan, iftira ve kara propaganda ile ancak uzatabilen AKP-MHP koalisyonu, içeride sömürüyü daha da artıracak ve ülkeyi daha fütursuzca emperyalizme peş keş çekecek demektir.

Siyasal İslamcılık, diğer hedeflerinin yanı sıra; ulusal zenginliklerin yağma ve talan edilmesine dayalı ilkel bir sermaye birikim modelinin ideolojisi haline gelmiştir. 21.yy’da modern bir ülkeyi ve toplumu yönetme yeteneği ve kapasitesine sahip olmadığı ortaya çıkan İslamcı hareketin, tükendiği ya da iflas ettiği alanlardan biri de işte bu yağmacı ve yalana dayalı sermaye biriktirme modelidir.

Ülkenin kurumsal birikimi ve geleneğinin imha edilmesinin de ağır sonuçları olacaktır. Nitekim 6 Şubat depreminin bu kadar yıkıcı olmasının, can kayıplarının bile tam olarak tespit edilememesinin, İstanbul ve Marmara Bölgesinin kurbanlık bir koyun gibi depremi beklemesinin nedeni bile; bu kurumsal birikiminin ulusal ölçekte imha edilmesidir. Her şey, ülkenin bütün birikimi, şeri bir düzen kurma uğruna imha ediliyor.

İdeolojik bakımdan Necip Fazılcılık ile selefi Arap gericiliğinin (daha çok İhvancı anlayışın) bir sentezi diyebileceğimiz AKP İslamcılığı, bütün heyecanını yitirmiş ve yozlaşmış bir dinciliktir. Kurumsal birikiminin çöküşü, ülkenin varlığını ve geleceğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. İmha edilen sadece Cumhuriyetin yüz yıllık seküler ve modern kurumsal birikimi değil, bin yıllık Selçuklu – Osmanlı Türk devlet geleneğidir aynı zamanda. Ülke modern bir ulus devletten, aşiret düzeyine iade edilmiş gibidir. Necip Fazıl’ın İslamcı faşist ideolojik kurgusuna dayalı bir ‘başyüce’ rejimi kurulma sürecinin içinden geçiyoruz.

Bu nedenle 14-28 Mayıs seçimlerini yitirmek dünyanın sonu olmasa da, sonuçları bakımından toplumsal ve siyasal maliyeti ağır olacak bir tablo yaratmıştır. Dolayısıyla önümüzdeki yerel seçimler, olması gerekenden daha yüksek ve büyük bir anlam kazanmıştır. Yerel seçimler; adil ve demokratik olmayan 14 – 28 Mayıs’ın sağlamasının yapılması, bir anlamda rövanşının alınması ve ülkeyi bir erken seçime zorlayarak (sonuçlarına göre) bir 5 yıl daha bekleme kâbusunu aşma imkânı sunabilecektir. Tam bu noktadaki temel sorun; muhalif toplum kesimlerinin seçim yenilgisinin ardından içine sürükledikleri karamsarlık, muhalefete duyulan öfke ve ağır yenilmişlik duygusuyla siyasetten uzaklaşma tutumunu aşmayı becermektir. Asıl zor olan budur. Ama toplum mutlaka ayağa kaldırılmalıdır. Yerel seçimleri almak, 28 Mayıs’ın hemen ertesi günü başlatılan ve kişilere sıkıştırılan CHP’deki ‘değişim’ tartışmasının yol açtığı derin bozulmayı da geride bırakmayı sağlayacaktır. Çünkü, yönü ve kapsamı belli olmayan ideolojik bir oylumu bulunmayan bu tartışma (en azından başlangıçta), seçimlerin ve AKP – MHP iktidarının meşrutiyetini sorgulamayı önlemişti. Bu durum, yenilgi psikolojisinin derinleşerek hastalıklı bir toplumsal ruh haline dönüşmesine yol açtı.