Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

LOZAN UTKUDUR (Zaferdir)!

Dr. Cihangir DUMANLI
Em. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm. 
101. Yıl, 24 Temmuz 2024

Atatürk ve Cumhuriyet karşıtları Ege adalarını ve Musul’u Lozan’da verdiğimizi ileri sürerek 101. yılını kutladığımız Lozan Barış Andlaşması‘ nın bir yenilgi olduğunu savlamaktadır. Önyargılı ve bilgiye dayanmayan bu savın çürütülmesi için anlaşmanın hangi koşullarda yapıldığını anımsatmak ve kazanımlarımız ile yitiklerimizi karşılaştırmak gerekmektedir.

Koşullar

  • Lozan barış görüşmelerinin tarihsel niteliği, dünyanın % 85’ini sömürge durumuna getirmiş emperyalist devletlerin ilk kez yarı sömürge durumundaki bir devlet karşısında savaşta yenik durumda olmalarıdır Gururlu emperyalistler, Mustafa Kemal önderliğindeki Türk kurtuluş savaşında aldıkları yenilgiyi kabul edememekte, Türkiye’yi yenen devlet olarak değil, Birinci Dünya Savaşında yendikleri devlet olarak görmektedirler. Kurulumuzu en çok uğraştıran konu, emperyalistlerin bu önyargılarını yıkmak, masaya yenilen değil, yenen devlet olarak oturdukların ve eşit koşullarda görüşeceklerini anımsatmak olmuştur.
  • Türkiye’nin karşısında İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat- Sloven Devleti (Yugoslavya) bulunmakta idi. Bu İtilaf Devletleri, başını İngiltere’nin çektiği bir bütün olarak davranıyorlardı. Ayrıca Sovyetler Birliği ve Bulgaristan, Boğazlarla ilgili görüşmelere katılmış, ABD ise gözlemci konumunda olmasına karşın, İtilaf Devletleri tarafı gibi davranmıştır.
  • Türk kurulunun karşısında deneyimli diplomatlar vardı ve görüşmeler onların dili ile yapılıyordu.
  • Lozan görüşmeleri sürerken İstanbul işgal altındadır. Ulus 11 yıl (1911-22) süren savaşlardan çok yorgun, bitkin çıkmıştır. Yeni bir devlet kurulmaktadır. Ekonomi ve Ordu çok zayıftır. Kısaca Türkiye yeni bir savaşı göze alabilecek durumda değildir.
  • Karşımızdaki devletler bir bütün olarak, başlangıçta tüm tezlerimize karşı çıkmaktadır.
  • Lozan’da görüşülen salt Kurtuluş Savaşının sonucu değildir. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun hesabı da (Doğu Sorunu!) bu görüşmelerin başlıca tartışma konularını oluşturmuştur.
    (Osmanlı borçları, kapitülasyonular, azınlıklar gibi).
  • Lozan ile Ankara arasındaki telgraf hatları İtilaf Devletlerinin denetimindedir.
    Kurulumuzun Ankara ile iletişimini dinleme olanakları vardır.
  • Türk kurulu Lozan’a gelen Ermeni teröristlerin tehdidi altındadır.

Bütün bu güçlüklere karşın İsmet İnönü başkanlığındaki Türk Kurulu, eşit koşullarda görüşerek haklı ve ölçülü (makul) ulusal tezlerimizi başarı ile savunmuştur. Lozan’ının başarı olup olmadığı değerlendirilirken bu koşullar anımsanmalıdır.

Konular

Rauf Orbay Başkanlığındaki Bakanlar Kurulunca 31 Ekim 1922’de Lozan Kurulumuza 14 madde-lik bir Yönerge vermiştir.[1] Bu 14 maddeden ikisi konusunda kesinlikle ödün verilmemesi, gerekirse görüşmelerden çekilebileceği vurgulanmıştır. Lozan’daki amacımızı tanımlayan bu iki konu şunlardır:

  1. Ermeni yurdu söz konusu olamaz. Olursa görüşmeler kesilir.
  2. Kapitülasyonlar kabul edilemez. Görüşmeleri kesmek gerekirse gereği yapılır.

24 Temmuz 1923’te bağıtlanan (imzalanan) Andlaşmada Ermeni yurdundan söz edilmemiş, böylece Ermeni sorunu hukuksal ve tarihsel olarak kapatılmıştır. Aynı biçimde karşımızdakilerin tüm direnmelerine karşın, kapitülasyonlar tümüyle kaldırılmıştır.

Bu iki yaşamsal konuda isteklerimizin kabul ettirilmesi bile başlangıçtaki amacımıza ulaştığımızı ve Lozan’ın büyük bir başarı olduğunu göstermeye yeterlidir.

Diplomatik görüşmeler bir “al-ver” sürecidir. İstediklerinizi almak için karşı yana kimi ödünler vermek gerekir. Önemli olan verdiğimizden daha çoğunu ve önemlisini, almaktır. Lozan’da da
asıl isteklerimizi kabul ettirebilmek için aşağıdaki konularda ödün verilmiştir:

  1. Boğazların askersizleştirilmesi ve yönetiminin uluslararası bir Kurula bırakılması,
  2. Hatay’ın Suriye’ye bırakılması.
  3. Musul sorununun çözümünün İngiltere ile yapılacak ikili görüşmelere bırakılması.

Verilen bu ödünler sonraki yıllarda Atatürk’ün başarılı dış politikası ile geri alınmıştır. Bu kapsamda Boğazların Konumu (statüsü) 1936 Montrö Sözleşmesi ile ulusal güvenlik çıkarlarımız doğrultusunda saptanmış, Hatay ise 1939 yılında savaşsız olarak anavatana katılmıştır. Musul görüşmelerinde İngiltere’nin Hakkâri’yi istemi kabul edilmemiş, petrol gelirlerinden bir süre pay alınmış, sorun İngiltere’nin egemen olduğu Milletler Cemiyeti (günümüzün Birleşmiş Milletleri) kararı ile İngiltere’nin istediği biçimde çözülmüştür (1926).
O dönemde Türkiye Musul için yeni bir savaşa girecek durumda değildir. Öncelik Cumhuriyet kurumlarının ve devrimlerinin yerleştirilmesindedir.

Ege adalarını Lozan’da vermedik!

Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları Ege adalarını Lozan’da verdiğimizi söyleyerek Lozan’ı eştirmekte. Ege adalarının Lozan’da verilmediği, Ege’de deniz üstünlüğünü yitiren Osmanlı imparatorluğunca savaşlarda yitirildiği tarihsel bir gerçektir.

2. Abdülhamit darbe korkusu ile donanmayı Haliç’te çürütünce, Ege’de deniz üstünlüğüne sahip olan Yunanistan 1912 Balkan savaşında doğu Ege adalarını (Midilli, Sakız, Sisam, İkarya) ve Boğazönü adalarını (Limni, Semadireık) işgal etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, Balkan Savaşı sonunda imzalanan Atina Andlaşması ile Doğu Ege Adalarının durumunun büyük devletler (İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya) tarafından belirlenmesini kabul etmiştir..

Altı büyük devlet 20 Ocak 1913’te yaptıkları Londra büyükelçiler konferansında, Yunan işgali altındaki doğu Ege adalarının (silahsızlandırılmak koşulu ile) Yunanistan’a bırakılmasına karar vermişler ve bu kararlarını 14 Şubat 1914’te bir Nota ile Türkiye’ye bildirmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu bu kararı kabul etmiştir.

Oniki Ada ise Trablusgarp (Libya) savaşında İtalya tarafından işgal edilmiş, savaş sonunda
Uşi Andlaşması ile İtalya’ya bırakılmıştır (1912).

  • Lozan görüşmeleri başladığında Ege’deki 12 Ada bizim değildir.

Osmanlı İmparatorluğunca Yunanistan’a ve İtalya’ya karşı savaşlarda yitirilmiştir.
Bize ait olmayan bir şeyi başkasına vermemiz olanaklı değildir.

Lozan’da Adalarla ilgili yapılanlar şunlardır

  • Daha önce Osmanlı imparatorluğunca silahsızlandırmak koşulu ile Yunanistan’a verilmiş olan adaların bu durumu (statüsü) tanınmış;
  • Boğaz’ın güvenliği için önemli olan Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adası alınmış,
  • Karasularımız içindeki adaların bize ait olduğunu kabul ettirilmiş; İngilizlerin tüm adaların müttefiklere verilmesi isteği kabul edilmemiştir.

Lozan’ı tümü ile değerlendirebilmek için Osmanlı imparatorluğu ile genç Türkiye cumhuriyeti arasındaki temel bir farkı belirtmek gerekir:

Bir din –  tarım toplumu olan Osmanlı imparatorluğunda temel üretim aracı  topraktır. Bu nedenle Osmanlı olabildiğince çok toprağa sahip olmak ister. Bu toprakları korumak / kaptırmamak için güçlü devletlerin yardımına gereksinim duyar, bağımsızlığını yitirir.

Türkiye cumhuriyeti ise “yetecek ölçüde (kendi gücümle koruyabileceğim) toprağım olsun,
ama bu topraklarda tam bağımsız olayım” anlayışına sahiptir.

İşte Lozan Andlaşması, “Misak-I Milli sınırları içinde tam bağımsızlık” anlayışına göre kurgulanmış ve bu hedefe ulaşılmıştır.

Lozan Utkudur, çünkü:

  • Çok zor koşullara ve sömürgecilerin direnmesine karşın kapitülasyonlar tümüyle kaldırılarak tam bağımsızlığımız kabul ettirilmiştir.
  • Ermeni yurdu istemleri kabul edilmeyerek Ermeni sorunu hukuksal olarak çözülmüştür.
  • Ege adalarının Osmanlı tarafından kabul edilen askersiz konumu doğrulanmış, kimi Boğaz önü adaları alınmış, karasularımız içindeki adaların bizim olduğu kabul edilmiştir.
  • Türkiye’deki müslüman olmayan dinsel azınlıklara öbür devletlerdeki azınlıklara verilen haklar ölçüsünde hak verilmiştir. ”Müslüman azınlık” konumu (statüsü) kabul edilmemiştir.
  • Osmanlı borçları bu devletten ayrılan ülkelere paylaştırılmış, 30 yıla taksitlenmiştir.
  • Kazanımlarımız korunurken, karşılık olarak verilen kimi ödünler zamanla geri alınmıştır; Hatay (1939), Montrö Sözleşmesi (1936) gibi..

Lozan’ın gizli maddeleri olduğu ve 100 yıl geçerli olduğu savları da somut kanıta dayanmayan asılsız söylemlerdir. (A. Saltık : Bizim bu konuda belge ekimiz şöyle..

  • CİMER‘e, Lozan Barış Andlaşması’nda gizli madde olup olmadığı sorusu yöneltildi. Bahtiyar Süha Keskin adlı kişinin Lozan Barış Andlaşması’nda Türkiye’nin maden çıkarmasına engel olan bir madde olup olmadığına ilişkin sorusuna CİMER Hukuk Müşavirliği yanıt verdi:
  • “Sayın Bahtiyar Süha, T.C. Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CIMER) 20.03.2022 tarihinde yapmış olduğunuz 2201301208 sayılı başvurunuz incelenmiştir. Lozan Barış Andlaşmasında gizli maddeler bulunmamakta olup, maden çıkartmamıza engel teşkil eden herhangi bir madde yer almamaktadır. Lozan Barış Anlaşması metnine Bakanlığımızın internet sitesinde bulunan Kaynaklar / Kurucu Andlaşmalar linkinden ulaşılabildiği hususunda bilgilerinizi saygılarımla rica ederim.” https://www.gazetevatan.com/gundem/lozan-antlasmasi-cimer-yaniti-lozan-antlasmasinda-gizli-madde-var-mi-lozan-antlasmasi-maden-maddesi-nedir-cumhurbaskanligi-iletisim-merkezi-acikladi-2034955 26.04.2022)

Lozan’ın Türkiye’nin başarısı olduğunu karşımızdaki uluslar bile kabul etmişlerdir. Bu konuda yazılan ve söylenenlerden örnek vermek gerekirse:

  • “Lozan’da onursuz bir barış imzaladık. Bu İngiltere’nin şimdiye dek imzaladığı andlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür.” Sir Andrew Ryan.
  • Lozan manzarasının Avrupa diplomasisinde eşi yoktur. Türkiye müttefikleri yenilgiye uğratarak onları aşağılamıştır. Lozan barışı Avrupa çöküntüsünün yazılı bir belgesi olacaktır.”
    Yunan Patris gazetesi
  • Hilal, Haç’a böyle bir yenilgi darbesi indirmemiştir.” Fransız Eclair gazetesi.

Andlaşma imzalandıktan sonra Atatürk, İsmet Paşa‘ya şöyle bir telgraf çekmiştir:

  • “Lozan’da Heyet-i Murahhas Reisi (Temsilciler Kurulu Başkanı) Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı)
    İsmet Paşa hazretlerine,
  • Millet ve hükümetin zat-ı alilerine (yüce kişiliğinize) tevcih etmiş olduğu (verdiği) yeni vazifeyi muvaffakiyetle itmam buyurdunuz (başarı ile tamamladınz). Memlekete bir silsile (dizi) faydalı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir muvaffakiyetle teçviz ettiniz” (başarı ile taçlandırdınız).”[2]

Sonuç                       :

-Lozan büyük bir siyasal-diplomatik utkudur (zaferdir).
-Kurtuluş savaşındaki askeri utkumuzun sonucudur.
-Cumhuriyetimizin TAPU’sudur. (AS : ve TABU’sudur – dokunulmazıdır)
-Yıldönümlerinde coşku ile kutlanmalı ve yapanlar saygı ve şükran ile anılmalıdır.

(A. Saltık: Bizim aile büyüklerimizden hukukçu Prof. Veli SALTIK, Lozan görüşmelerinde ilk dönem, İsmet Paşa’nın hukuk danışmanlarındandır..)

[1] Bilal Şimşir. Lozan Günlüğü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2012, s.67.
[2] Şevket Süreyya Aydemir. Tek Adam III. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul,1965, s.129

ABD, Trump ve Biden

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
22 Temmuz 2024, Cumhuriyet

ABD’nin bir önceki devlet başkanı ve bu yılın Cumhuriyetçi Parti devlet başkanı adayı Donald Trump’a yönelik gerçekleşen suikast girişimi sadece ABD’de değil, tüm dünyada büyük yankı uyandırdı.

Cumhuriyetçi Parti’nin devlet başkanı adayının parti delegeleri tarafından resmen belirleneceği Kurultay’dan iki gün önce, bir seçim mitingi sırasında gerçekleşen suikast girişiminde, Trump milimetrik bir farkla ölümden döndü, kurşun kulağını sıyırdı, olayda bir kişi öldü, Trump ile birlikte üç kişi yaralandı.

Suikastı gerçekleştiren 20 yaşındaki Thomas Matthew Crooks ise olay yerinde öldürüldü; ifadesi alınamadığı ve sorguya çekilemediği için, suikast girişimi aydınlatılamadı.

Ayrıca, suikast girişimi sırasında büyük bir güvenlik ihmalinin olduğu, suikastçının ateş açtığı binanın ve bina çatısının güvenlik çemberi içine alınmadığı, suikastçının kolayca binanın çatısına çıktığı ve Trump’ı hedef aldığı ortaya çıktı.
***
ABD devlet başkanı Joe Biden’ın ve Trump’ın uluslararası politikaları ve stratejileri karşılaştırmalı olarak dikkate alındığında, bu suikast girişimini “bireysel bir çılgınlık” eylemi olarak nitelendirmek ve tek başına 20 yaşında bir tetikçiye yüklemek oldukça zor bir duruma gelmektedir.

Biden, Rusya karşıtı ve NATO genişlemesi yanlısı politikalarıyla, Ukrayna’daki savaşı körükleyen, Rusya’yı ekonomik, siyasal ve stratejik açıdan zayıflatmak için mücadele veren, ABD’nin dünyada siyasal, ekonomik ve askeri bir egemenlik kurması doğrultusunda politikalar üreten birisidir.

Trump ise NATO’nun genişlemesi yoluyla Rusya’nın kışkırtılmasına karşı çıkan, Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın sonlandırılması gerektiğini düşünen, Rusya’nın düşmanlaştırılmasını eleştiren ve kendi başkanlık döneminde dünyada hiçbir savaşa yol açmadığını söyleyen, önceliğinin dünya değil, ABD olduğunu savunan bir kişidir.

Trump, anti-emperyalist bir siyasetçi olarak nitelendirilemese de, kapitalist düzenin bir temsilcisi olsa da, ayrıca iç politikadaki popülist, şovenist, muhafazakar, ayrımcı söylemleri, olguları  çarpıtma alışkanlıkları ve devlet adamlığından uzak tavırları eleştirilebilse de, Trump’a suikast girişimi, ABD seçimleri ve dünyanın geleceği konusunda bir değerlendirme yapılırken, bu gerçek de dikkate alınmalıdır.
***
Demokratik Parti, Bernie Sanders gibi, hem iç politikada ekonomik ve sosyal adaleti savunan, hem de dış politikada ABD emperyalizmini eleştiren bir devlet başkanı adayını çıkartabilmiş olsaydı, ABD seçimleri bambaşka bir paradigma içinde değerlendirilebilirdi.

Ancak Biden ne yazık ki, ABD emperyalizmi konusunda, Cumhuriyetçi Parti’nin eski devlet başkanları olan Ronald Reagan, George Bush ve George W. Bush dönemlerini aratmayan,
ABD “savunma” sanayisi, CIA ve Pentagon üçlüsü üzerine inşa edilmiş bozuk düzenin temsilciliğini yapan, “Soğuk Savaş”ı sürdürmek için mücadele veren, bu doğrultuda hayali (düşsel) düşmanlar icat eden, 3. Dünya savaşına yol açma kapasitesine sahip olan,
dünyanın güvenliği açısından tehdit oluşturan bir kişidir.

1776 yılında, 1789 Fransız devriminden de önce, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması doğrultusunda büyük bir devrim gerçekleştiren, 300 milyonu aşkın bir nüfusa ve büyük bir yüzölçümüne sahip olan ABD’nin, 21. yüzyılda, doğru dürüst bir devlet başkanı adayı çıkartamamış olması, Biden dün adaylıktan çekilene dek, Biden ve Trump arasında sıkışıp kalması, Demokratik Parti’nin Trump’ın karşısına Biden’dan farklı yapıda bir adayı çıkartıp çıkartamayacağının da belirsizliğini koruması, başlı başına trajik bir olaydır.

Bunun tarihsel, siyasal, ekonomik ve jeo-stratejik nedenleri araştırılıp anlaşılmadan, ABD’nin de dünyanın da geleceği üzerine sağlıklı bir değerlendirmede bulunmak ve geleceğe yönelik olumlu bir öndeyilemede bulunmak olanaklı değildir.


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

ABD, Trump ve Biden22Temmuz 2024

Hepatit B’yi aşı bitirecek

Prof. Dr. Ülkü Sarıtaş Yorumlarını gör ve randevu al - Doktorsitesi.comPROF. DR. ÜLKÜ SARITAŞ

22 Temmuz 2024, Cumhuriyet

Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nın Hepatit B ile ilgili bilgilendirme sayfasında “Bütün gebe kadınlara kan testi bakılarak hepatit B virüsü taşıyan annelerin bebeklerine doğum sonrası ‘Hepatit B Koruyucu Serumu (Hepatit B İmmünglobülin)’ ve hepatit B aşısı uygulanmalıdır; hepatit B virüs enfeksiyonlarından korunmanın en etkin yolu aşılamadır.” bilgisi yer almaktadır. Bu çok doğru ve bilimsel temellere dayalı bir bilgidir.

Aynı bilgilendirme sayfasında “Hepatit B virüs enfeksiyonlarının kronikleşmesi dolayısıyla ilerleyici sonuçlar doğurması yaş ile ters orantılıdır. Anneden HBV virüsü alan bebeklerin %90’ı, 1-5 yaş arası HBV ile enfekte çocukların ise % 30-50’si kronik olarak enfekte olur. Yetişkinlerde kronik HBV enfeksiyonu gelişme riski yaklaşık %5’tir. Bu nedenle bebeklik ve çocukluk dönemi aşılaması daha da önem kazanmaktadır.” bilgisi de oldukça önemli bir bilimsel gerçektir. Bu nedenle hepatit B’li anneden doğacak çocukların aşılanması hem kendilerinin kronik hastalığa yakalanma riskini hem de toplumsal hepatit B vakalarını azaltmak için hayati önem arz etmektedir. (AS: yaşamsal önem taşımaktadır)

Türkiye’de hepatit B taşıyıcılığı sıklığı yaklaşık %3-4 dolayındadır, yani toplumuzda yaklaşık 2–3 milyon hepatit B taşıyıcısı vardır. Bu sayının büyük çoğunluğunu anneden bebeğe geçen hepatit B vakaları oluşturmaktadır.

Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgesinde hepatit B’li anneden doğan çocukların hemen hepsinin hepatit B’li olduğu klinik olarak tarafımızdan da gözlemlenmiştir. Bu hastaların birçoğu tedavi edilebilir kronik hepatit B aşamasında tesadüfen (rastlantıyla) yapılan kan tetkikleri ile saptanırken, önemli bir bölümü de karaciğer sirozu ve karaciğer kanseri gibi oldukça ciddi karaciğer hastalığı ile teşhis edilmektedir. Kronik hepatit B evresinde tedavi olanağı olsa da bu yaşam boyu sürmesi gerekmektedir; siroz veya karaciğer kanseri vakaları, karaciğer nakli olanağı olmaz ise ölüm riski taşımaktadır. Kadavradan karaciğer naklinin organ bağışı kısıtlılığı nedeniyle neredeyse olanaksız olduğu ülkemizde sıklıkla canlı vericili karaciğer nakli yapılmakta, bu durum ise sağlam bir insanı karaciğer rezeksiyonu gibi büyük bir ameliyat riski altına atmaktadır. Kronik hepatit B’li hastaların antiviral tedavi olarak adlandırılan hepatit B virüsünü vücuttan temizlemeye yönelik tedavisi bugünkü bilgilerimize göre ömür boyu sürmesi gerekmektedir, çünkü ilaç kesilince vakaların birçoğunda hastalık nüks etmektedir. Ömür boyu sürecek tedavi maliyetinin, hepatit B’den korumak için yapılacak üç doz aşı ile karşılaştırılamayacak derecede yüksek olacağını öngörmek zor değildir. Hal böyle olunca hepatit B’yi azaltmanın en önemli yolunun aşı olduğu görülmektedir.

17 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan “Aşı Krizi Kapıda” başlıklı haberde başta hepatit B aşısı olmak üzere birçok aşının aile hekimlerince dikkatli kullanılması gerektiği yönünde il sağlık müdürlükleri tarafından aile hekimlerine yazı gönderildiği öğrenildi. Bu haber bizde hepatit B aşısında bir duraklama mı olacak endişesi yarattı.

SÜREN ÇALIŞMALAR

Çok şükür ki geç olmadan 18 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinde 3 milyon doz hepatit B aşısı için ihaleye çıkıldığı haberi yer aldı. Bu konuyu gündeme almamızın nedeni hem haber konusu olan hepatit B aşısının yaşamsal önemini vurgulamak hem de yaklaşan 28 Temmuz Dünya Hepatit günü nedeni ile konuya bir kez daha dikkat çekmektir. Umarız önümüzdeki zamanlarda da hepatit B aşısı temini ile ilgili bir sıkıntı olmaz ve son yıllarda toplumumuzda azalma yönünde ilerleme kaydedilen hepatit B ile savaş aynı ivme ile sürer. Dünya Sağlık Örgütü tarafından viral hepatitler konusunda öngörülen hedef olan 2030 yılında test, aşı ve tedavi ile hepatit B ve C’nin ortadan kaldırılması, Covid-19 pandemisi döneminde sekteye uğramakla birlikte, bizim Sağlık Bakanlığı tarafından da benimsenmiş ve buna yönelik çalışmalar sürmektedir.

İNÖNÜ Vakfı’ndan : Heybeliada Lozan Konferansı Konuşmamız

Değerli Dostlarımız,

Lozan Barış Antlaşması’nın 101. yıl dönümü nedeniyle,
24 Temmuz 2024 Çarşamba günü
İnönü Vakfı,
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği,
Adalar Belediyesi ve Şişli Belediyesince
saat 18.00’de Heybeliada İnönü Müze Evi’nde

“Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması’nın 101. Yılı” konulu toplantı düzenlenecektir.

Konuşmacı olarak Sayın Prof. Dr. Ahmet Saltık katılacaktır.
Konu:

  • “21.Yüzyılda Küresel Sağlık Sorunsalı:
    Sağlığa Erişim Hakkı ve Koruyucu Sağlık Hizmetleri”

Davetiyesi ekte bilgilerinize sunulmuştur.

Saygılarımızla,

İnönü Vakfı

PROGRAM : 24 Temmuz 2024 Çarşamba
“Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması’nın 101. Yılı”

18.00 Açılış, Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı
18.10 Açılış Konuşmaları:
Özden Toker – İnönü Vakfı Başkanı
Prof. Dr. Ayşe Yüksel – ÇYDD Genel Başkanı
Ali Ercan Akpolat – Adalar Belediye Başkanı
18.45 Konuşmacı: Prof. Dr. Ahmet Saltık MD, BSc, LLM
Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
Konu : “21.Yüzyılda Küresel Sağlık Sorunsalı :
Sağlığa Erişim Hakkı ve Koruyucu Sağlık Hizmetleri”

19.30 Lozan Marşı
İkram
Yer: İnönü Evi Müzesi, Refah Şehitleri Cd. No:59 Heybeliada – İSTANBUL
Tel: 0 216 351 84 49

Adres: Pembe Köşk Şehit Ersan Cad No:14 Çankaya Ankara
Tel: (0312) 428 18 41 – (0312) 427 15 26
www.ismetinonu.org.tr
E-posta: inonuvakfi@ismetinonu.org.tr

2024 NATO DORUĞU ve ERDOĞAN’ın DIŞ POLİTİKASININ İFLASI!

ABD’de yapılan son 75. Yıl NATO doruğu (9-11 Temmuz 2024) sonuç bildirisinde :

  1. İsrail’in Suriye ve Lübnan’a yönelik saldırılarından ve Gazze’den söz edilmedi.
    RTE suskun, çaresiz!
  2. Türkiye, Filistin ve Gazze konusuna yer verilmesinde ısrarcı olamadı, RTE etkisiz, ezik..
  3. Önceki doruklarda (zirvelerde) olduğu gibi, ülkemize terörist saldırıların NATO Sözleşmesi md.5 kapsamına alınması gündeme gene gelmedi. Ama ABD İkiz Kulelerine saldırı
    bu kapsama alınmıştı 11 Eylül 2001’de.
  4. Suriye’de “müttefiklerimizce” (!) kurulan ve desteklenen emperyalizmin maşası terör örgütü PKK ve uzantıları PYD/YPG’nin ABD tarafından da terör örgütü sayılması dileğimiz
    gene kabul görmüyor.
  5. Geçelim F35’leri, ABD’nin ülkemize vermeyi yüklendiği, bedelini ödediğimiz F-16’lar konusunda bile çözüm yok! Başkan Biden, pürüzleri birkaç hafta içinde kaldıracakmış??!
    RTE gene oyalanmakta..
  6. Son NATO doruğu, Ukrayna’yı Rusya ile vekalet savaşına iterek ve bunu kararlılıkla, genişleterek sürdürerek, Karadeniz’de kıyısı olan yeni üyeler almayı düşünerek;
    Rusya’yı, Çin’i, K. Kore’yi kuşatma çabasıyla adeta soğuk savaş koşulları yaratarak, üyelerini askeri harcamalarını artırmaya zorlayarak… dünyada barış ve güvenliğin yakın gelecekte sağlanabilmesi için asla umut vermedi.

Üstelik NATO’da kararlar oybirliği ile alınabiliyor. Türkiye’nin de veto yetkisi var. 

Tersine NATO bir terör ve tehdit örgütüne dönüşüyor, dönüştü.
Karşısında Varşova Paktı da yok! SSCB Rusya Federasyonu’na dönüştü.

SONUÇ                      :

Türkiye neden hala NATO üyesi?
Bu akıl tutulması daha ne denli sürecek?
Güvenliğimize tehdit Batı’dan ve militer örgütü NATO’dan, Atlantik’ten geliyor;
Rusya’dan değil, kurgu tersine döndü! Bir de “stratejik müttefik”(!)  maskesi gerisinde!
**
RTE için bu toplantı tam bir fiyasko! Üstelik 3-5 uçakla, hastalıklı paranoya ile zırhlı araçlar
okyanus ötesine taşındı. Çok yüksek ve kesinlikle yersiz – israf harcama yapılmıştır.
Elde kocaman bir balon!
Uygar bir ülkede bu skandal hükümet düşürür.
Yazık oluyor güzelim Türkiye’ye.
Muhalefet ve kamuoyu, bu kabul edilemez tabloyu mutlaka ve etkili sorgulamalı.
AKP/RTE dosyası böylesi sabıkalarla dolup  taşıyor..
Artık yeter!
Bu ucube siyasal kadro ile normalleşilemez.
Türkiye ittifakı” örgütleyerek İVEDİ erken seçim!

Sağlıkta özelleştirme hizmet kalitesini bozuyor

Bayazıt İlhan

Bayazıt İlhan

Güncel 19.07.2024, BİRGÜN

Son 40 yıldır dünyanın pek çok yerinde sağlık hizmetlerinde yaygın özelleştirmeler yapıldı. Türkiye de bundan nasibini fazlasıyla aldı, üstelik şehir merkezindeki devlet hastanelerini kapatıp kamu özel işbirliği ile dev şehir hastaneleri yaptırarak, kendi binalarını bırakıp buralara kiraya çıkarak benzersiz özelleştirmeler gerçekleştirdi. Kamu hastanelerindeki pek çok iş de hizmet alımı yoluyla özel sektöre devredildi. Hemen her sektörde olduğu gibi sağlıkta da özelleştirmenin değişik türlerini gördük.

Bu işlerin kamuya ekonomik yükü bir yana, sağlığımıza etkisi nasıl? Bu konuda bilimsel yayınların bir derlemesi saygın tıp dergisi Lancet Public Health’de Mart 2024’de yayımlandı. Türk Toraks Derneği’nin yayın organı Toraks Bülteni’nde de Türkçe bir özeti geçtiğimiz ay yer aldı. Goodair ve Reeves tarafından hazırlanan derleme Oxford Üniversitesi Sosyal Politika bölümünden. Çalışma

  • Sağlıkta özelleştirmenin hiç de yıllardır propagandası yapıldığı gibi
    hizmet kalitesini artırmadığını, tam tersine düşürdüğünü gösteriyor.

Özellikle vurgulamak gerekiyor, burada özel hastanelerle kamu hastanelerinin verdiği hizmetin kalitesini karşılaştırmak hedeflenmiyor. Çünkü bunu yapan çalışmalar özel hastanelerin varlıklı ve görece daha sağlıklı kesime hizmet vermesi, kâr getirici alanlara yönelmesi gibi nedenlerle sorunlu bulunuyor. Bu çalışma, yüksek gelir grubundaki ülkelerde, sağlıkta özelleştirmelerin zaman içinde hizmet kalitesinde ortaya çıkardığı değişiklikleri ortaya koymayı hedefliyor.

ÖZELLEŞTİRMENİN MANTIĞI ve SONUÇLARI

Sağlık dahil, özelleştirme savunucularının hep söyledikleri nelerdi? Pazar rekabeti, özel sektörün daha esnek ve hasta merkezli çalışması, dışarıdan hizmet alarak daha ucuza daha kaliteli hizmet vermenin mümkün olacağı, özel sektörün gelişmelere açık olduğu, gereksiz bürokrasinin ortadan kalkacağı gibi argümanlar.

Oysa sonuçlar bunları doğrulamıyor. Hizmeti satın alan kamu için kaliteyi ölçmek, gözlemek ve öncelenmesini sağlamak çok zor oluyor. Şirketler hizmet kalitesini açıklamaktan geri durulabiliyor, onlar için maliyet azaltıcı tedbirlere odaklanmak daha kolay geliyor. Özel şirketler sıklıkla personel azaltmaya, ücretleri düşürmeye, daha fazla kâr getirecek hasta gruplarını seçmeye, alacakları şişirmeye ve hastaları daha erken taburcu etmeye yöneliyor.

Araştırmalardan birkaç örnek ele alalım. ABD’de kamudan özel sektöre geçen hastanelerde daha yüksek kazanç sağlayan sigortalara sahip hastaların tercih edildiği, az kâr getiren sigortalara sahip hastaların ya da sigortasızların sağlık hizmetinden dışlandığı tespit ediliyor. Yine ABD’den bir çalışma, hapishanelerdeki sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ile ilgili. Özelleştirme sonrası taşeron sağlık çalışanlarının sayısının ve mahpuslardaki ölümlerin arttığı ortaya konuyor. İngiltere’den bir çalışma temizlik hizmetinin dış alımla sağlandığı hastanelerde hastane enfeksiyonlarının arttığını gösteriyor.

  • Özelleştirmenin hastaların sağlık durumunda daha iyi sonuçlara yol açtığını gösteren
    bir çalışma yok.

Çalışmaların özelleştirme öncesi ve sonrası sağlık verilerini içermemesi literatürdeki eksiklik olarak vurgulanıyor.

Sıklıkla özelleştirmeler kâr amacı güden ya da gütmeyen organizasyonlar olarak sınıflandırılıyor. Kâr amacı güdenlerde hizmet kalitesindeki düşüş daha belirgin olsa da, her iki grupta da dikkat çekiyor. Bu durum, kâr amacı gütmeyen özel organizasyonların da güdenlere benzer biçimde hareket etmelerine bağlanıyor.

PERSONEL REJİMİNE ETKİSİ

Bu konu çok daha iyi çalışılmış ve bulgular net. Hasta başına düşen sağlık personeli sayısı özelleştirmeyle azalıyor. Genellikle hekimlerin sayısında azalma olmazken, en kalifiye hemşirelerin ve diğer tüm sağlık çalışanlarının sayısının azaltıldığı belirleniyor. Özelleştirmeyle çalışanların ücretlerinin düştüğü, ücret eşitsizliğinin, iş güvencesizliğinin ve iş yükünün arttığı gösteriliyor.

Sağlık hizmetlerine erişimde farklı bulgular dikkat çekiyor. Daha fazla kâr getiren alanlara yönelme ya da bazı hizmetlerin durdurulması erişimde bir zorluk yaratırken daha kısa bekleme süreleri ve düzgün randevu sistemiyle, mesai dışı telefonla ulaşma gibi kolaylıklarla özelleştirmenin yararlı sonuçlarını vurgulayanlar da var.

Özelleştirme hastaların sağlığını olumsuz etkiliyor. Bulgular sağlıkta özelleştirmenin desteklenmesini sorgulatıyor ve daha fazla özelleştirmeyi destekleyen bilimsel kanıt da yok. “Bu kadar özelleştirme neden yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor?” diyeceksiniz. İşte orada devlet denen aygıtın kimin elinde olduğu, halkın örgütlülüğü ve kendi haklarına, varlıklarına sahip çıkabilme gücü, nihayet sınıf mücadelesi kavramları belirleyici oluyor. Bilim kamucu sağlık sisteminin avantajlarını ortaya koyuyor, uygulanması ise yüzü halka dönük iktidarın kurulmasına bağlı.
==============================================
Yazarın Son Yazıları

Öğretmenlik meslek (2022) mesleği (2024) yasaları!

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 18.07.2024, BİRGÜN

Aynı konuda iki yıl arayla iki yasa. İlki, 7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanun (ÖMK-1); gündemdeki, Öğretmenlik Mesleği Kanun Teklifi (ÖMK-2).

Milli Eğitim Komisyonu Başkanı M. Özer, ilkinde MEB’di. Ama TBMM’deki görüşmelere hiç katılmadı. Görevdeki Bakan Y. Tekin de, ikinci teklif görüşmelerine katılmıyor. Oysa her iki öneri Bakanlıktan geldi.

İlkinde, CHP, HDP ve İYİ P.’nin yapıcı eleştiri ve önerilerinin hepsini AKP-MHP koalisyonu geri çevirdi. İkinci teklif görüşmeleri son dakikada ertelendi.

Süreç, ‘Yasamanın cılkı nasıl çıkartılır?’ sorusunun da yanıtı.

Ö. MESLEK K.-1

Milli Eğitim Komisyonu (10.01.22): “Sayın Başkan, Komisyon 90 kez toplandı… 52’sine fiilen katıldım, 48’ine ya muhalefet şerhi (karşı oy yazısı) yazdım ya da katkıda bulundum. İlk kez bir Başkan, ‘Hayır, Komisyon dışından gelen bir kişi, anayasallık üzerine de olsa konuşamaz.’ dedi. Bu da siz oldunuz.”

Bu tepkim ve CHP Grubu’nun itirazı üzerine Komisyon Bşk. E. İşler söz verdi. Uyarı ve önerilerim karşısında AKP-MHP’li vekiller, konu dışı laf atma yarışı ile yetindi.

“… AKP-MHP ittifakı, öğretmen atamalarında liyakat (yaraşırlık) ilkesini sistematik şekilde çiğnemek, ülkemizin yetenekli gençlerinin önünü kesmek ve haklarını gasp etmek için bu kanun teklifini getirdi… Bu yasak savmaya yönelik, özensiz biçimde hazırlanmış ve kötü Türkçeli teklif; ataması yapılmayan öğretmenler sorununu çözmediği, sözleşmeli öğretmenlere kadro vermediği, engelli öğretmenleri kapsamadığı gibi; oluşumu bile belli olmayan Adaylık Değerlendirme Komisyonu öngörerek,
siyasal kadrolaşmayla, bugünkü yetenekli öğretmen adaylarının kamu hizmetine giriş hakkını ve gelecek kuşakların nitelikli eğitim alma hakkını ortadan kaldıracaktır”
(Basın açıklaması, 17.01.22).

Anayasa’ya aykırılık üzerine usul tartışması da açtığımız Genel Kurul’da son konuşmamı şöyle noktaladım: “Demokratik meşruluk eksikliği var, gerekçe yokluğu söz konusu; ama bu yasa sayesinde, burada bir anayasal demokrasi bloku oluşmuştur, tek olumlu tarafı da budur.”

“7354 sayılı Öğretmenlik Meslek Kanunu, aday öğretmen, öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen gibi öğretmenler arasında ayrımlar yaparak hiyerarşik (katmanlı) yapı oluşturuyor. Yasa ile doğrudan düzenlenmesi gereken birçok konu yönetmeliğe bırakılıyor.

Yalnızca üç nokta; Öğretmen sendikaları bütünü yasaya karşı çıktı. On maddelik yasa, o denli özensiz yazılmış ki, “yasa dili” sınavı yapılsa, “0” çeker.

Milli Eğitim Bakanı, yasa sürecine hiç katılmıyor; yardımcısını gönderiyor. Haliyle Meclis’e uğrama gereği bile duymayan Bakan’a geniş bir yönetmelikle düzenleme alanı bırakılıyor.” (‘Sipariş yasa’ dayatmalarına hayır!!! ,17.03.2022, BirGün).

CHP TBMM Grubu, 12 kalemde iptal istemi içeren 191 sayfalık dilekçe ile AYM’ye başvurdu. İzleyen aylarda eğitim sendikaları, ortak bir metinle AYM’ye  Amicus Curiae (Mahkemenin dostu) başvurusu yaptı. AYM, sendika temsilcilerini dinledikten sonra 13/7/2023’te, yasayı kısmen iptal etti.

Ö. MESLEĞİ K.-2

‘Meslek’ yerine ‘mesleği’ değişikliği ile 39 maddelik teklif, 7354 sayılı ÖMK’yi kaldırarak Milli Eğitim Akademisi kurmayı da öngörüyor.

Teklif sahibi Bakan Y. Tekin, TBMM’de yok. Eğer teklif yasalaşırsa Yasayı, tarikat ve cemaatleri sivil toplum örgütü olarak gören Bakan uygulayacak.

KATILIMCI MEŞRULUK

Kadına soyadı dayatması (kadın), bilimdışı eğitim (çocuk), ötenazi (hayvan) “şeytan üçgeni“,
15 Temmuz 2024 haftası TBMM’nin gündemi.

ÖMK teklifi görüşmelerinin ertelendiği haberine karşın yazıyı değiştirmedim; çünkü tıpkı sansür ve güvenlik soruşturması düzenlemelerinde olduğu gibi AKP-MHP, tepkileri kavurucu sıcakta serinleterek (!) Ekim başı gündemi yapacak.

Bu nedenle şimdi CHP’ye önemli bir görev düşüyor: Tıpkı adil yargılanma yasa önerilerinde yaptığı gibi (2019), katılımcı yöntemle çok güçlü bir meşruluk temelinde, öğretmenlik meslek yasa önerisi hazırlığına öncülük etmek.

Çünkü sürecin yaşamsallığı, ‘Türkiye Yüzyılı mı, yoksa Cumhuriyet’in 2. Yüzyılı mı?’ sorunsalında düğümleniyor.
_________________________________________________
Yazarın Son Yazıları

ZAVALLI BİLİM !

Dr. Levent Seçkin | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLMYusuf Samim Lütfü

Başlık sizi aldatmasın. İnsanın doğanın gizlerini anlama (ya da doğa yasalarını ortaya çıkarma) çabası olarak tanımlayabileceğimiz bilimsel edim (faaliyet) değil asla zavallı olan. Tıpkı din (inanç) gibi bilimi de kendi çıkarları için eğip büken, biçimden biçime sokan insanların yaptıkları bilimi zavallılaştıran. Anlatayım izninizle.

17. yüzyılda (Dahiler Çağı da denir) insanlık büyük bir bilimsel devrim yaşadı ve

– deney ve gözleme dayalı
yeni bir episteme (bilgi kuramı) ile
– olgucu (pozitivist),
– deneyci (empirist),
– gerekirci (determinist ),
– mutlakçı (certainty),
– maddeci (materyalist)

yeni bir bilim ortaya çıktı.

Deneysel doğrulama yönteminin bilimin temeli olmasını sağlayan Francis Bacon, Kraliçe I. Elizabeth tarafından “Sir” unvanı ile onurlandırıldı.

Aydınlanmacı Kant tarafından, bir bilim olmadığı kanıtlanana dek Metafizik (doğa üstü),
bilimin temeli olarak kabul ediliyordu.

Deneye ve gözleme dayalı bilimsellikle birlikte Metafizik yerini fiziğe (doğa bilimi) bıraktı.

Atom bombasından kanser ilaçlarına, internetten robotlara ne yaptıysa insanlık,
bu deney ve gözleme dayalı bilimsellikle yaptı.

Ancak zamanlar 20. yüzyıl başlarını gösterdiğinde garip şeyler oldu. Bilimselliğin mutlaklığı
(ve bu bağlamda öngörüleblirliği) sorgulanır oldu. Önce Einstein ile mutlaklığın (certainty) yerini görelilik (relativity), sonra N. Bohr ile olasılık (probability) ve son olarak da Heisenberg ile belirsizlik (uncertainty) aldı. Bu insanlığa büyük katkılarda bulunan deney ve gözleme dayalı 17. yüzyıl kökenli bilimselliğe büyük bir darbe oldu.

Bitirici darbe bilimselliğin temelinin deneysel doğrulama değil, yanlışlama (falsification) olması gerektiğini söyleyen Karl Popper‘dan geldi. Popper bu kez Kraliçe II. Elizabeth tarafından “Sir” sanı (unvanı) ile onurlandırıldı. Deneysel doğrulamayı baş tacı edenin de, fırlatıp atanın da “Sir” sanı ile onurlandırılması size garip gelse de, unutmamanız gereken şey “üzerinde güneş batmayan” Krallığın yüce çıkarlarıdır.

Bu arada Yeni Kantçı Baden Okulu’ndan Max Weber, Kant’ın “bilebildiklerimiz yalnızca olgulardır (olaylardır)” sözünden hareketle, insana ve topluma ilişkin alanlarda (beşeri ve sosyal alanlarda) doğada (fizikte) olduğu gibi öngörülebilir ve mutlak yasalar olamayacağını öne sürdü. Bu yalnızca o zamana dek otorite konumundaki 17. yüzyıl bilimselliğini değil, kendine bilimsellik yükleyen (atfeden) başta Marksizm olmak üzere bir küme (grup) ideolojiyi de derinden sarstı.

Açıkçası 17. yüzyıl bilimselliği ne denli hırpalanırsa, bilimsellikten nemalanan ne varsa o denli değer yitiriyordu.

Popper’ın “Sir” sanı ile taçlandırılmasının ve ardılları ile birlikte (Khun, Lacatos, Feyerabend vd.) bilim tarihinin kahramanları olarak üniversite müfredatında (yetişeğinde) yer almalarının nedeni zamanın ruhudur; rüzgarlar artık Liberalizmin yelkenlerini şişirmektedir.

Bana sorarsanız Popper’ın doğruları pek azdır:

Bir şey ne denli eleştiriye açıksa o denli bilimseldir.” önermesi doğrudur.

Bilimin temeli deneysel doğrulama değil, yanlışlamadır.” önerisi de doğrudur.

Popper bunu, Tarihsel ve Diyalektik Materyalizm’in (Marksizm’in) “sahte bilim” olduğunu kanıtlamak için kullanmıştır.

Bilim yanılabilir çünkü insan aklının ürünüdür.” önermesine gelince.. Doğru gibi gözüken bu önerme çok kötü niyetli bir önermedir çünkü kanser ilacını bulan da aklımızdan başkası değildir, atom bombasını yapan da. Yoksa doğal ki bilim de yanılabilir, bilimsel yöntemle bu kanıtlanırsa bilimsel ilerleme sağlanmış olur. (AS: Bilimsel bilginin güvencesi yöntembilimdir; zamanla doğrulayıp pekiştirebilir, yasalaştırabilir de, yanlışlayıp geçersizleştirebilir de..)

Popper’ın bu saçmalamasına en iyi yanıtı, Wittgenstein’ın tahtını O’na sağlayan patronu Bertrand Russell vermiştir. “Kural olarak, bilimsel olanın bilimsel olmayana göre doğru olma şansı her zaman daha çoktur. Bu nedenle akılcı olan, hipotetik olarak bilimi kabul etmektir.

Popper’ın “Bilgi kaynaklarının (akıl dahil) otoritelerine güvenilemez, tüm otoritelerin yıkılması gerekir.” saçması ise, aklın ve bilimin otoritesine son vermek için fırsat kollayan post-modernler için gollük orta olmuştur.

Benim gözümde Karl Popper asla bir Francis Bacon olmadığı gibi, bilimin ve bilimselliğin ideolojik amaçlarla, kötüye kullanılmasının bir aracıdır.

Neoliberalizmin yaşam biçimi olan ve bilimin otoritesini baskıcı ve dayatmacı (faşizan) bulan post-modernitenin; Görelilik, Kuantum, Belirsizlik kuramları ile başlayıp Kaos kuramı ile çeşitlendirilen bilimselliği “post-normal bilim” (Javertz ve Fancowicz) olarak adlandırılmaktadır! İnsanlığa katkısı konusunda henüz bir veri bulunmamasından hareketle, beni dinlerseniz, siz bilim ve bilimsellik konusunda Albert Einstein’dan şaşmayın derim.

  • Gerçeklikle kıyaslandığında tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalsa da
    , gene de sahip olduğumuz en değerli şeydir bilim
    .”

Başka bir dahinin anlatımı ile “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir!

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 17 Temmuz 2024

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

İTİBAR

RTE, ABD’ye beş uçakla gitti. Havaalanında bizim Meclis başkanına kendini karşılattı. İtibarı patlattı.

Almanya’da maça giderken Türkiye’deki gibi konvoy yaparak Almanları çatlattı.

Gariban İsveç’in başbakanı ile Finlandiya’nın cumhurbaşkanı ise NATO toplantısına birlikte tek uçakla gittiler.

İtibarsız şeyler ne olacak!..

LİDER

RTE, “Kendi halkından bir milyon kişiyi öldüren katille görüşmem.” demişti.
Şimdi “İnşallah bu dargınlığı aşmak istiyoruz.” diyor.

Kardeşim Esad, Katil Esed, Sayın Esed.

Dünya lideri 13 yıl sonra doğruyu mu gördü, ABD yeni yol haritası mı verdi?..

UMUTLUYUZ

İstanbul’da halkın %18’i ekonominin düzeleceğini umuyormuş

Onlara duacıyız…

BİAT

Dinci Eğitim Bakanı Yusuf Tekin,
“Bizde lidere sadakat ve biat esastır. Cumhurbaşkanı’mızın sonuna kadar arkasındayız.”

Bakan mısın, liderin ağzına bakan adam mısın?

Biat eden bakan mı olur, adam gibi adam mısın?..

AF

RTE,15 Temmuz’a tiyatro diyenleri kıyamete kadar affetmeyeceğiz.

Biz de FETÖ’nün siyasal ayağını ortaya çıkarmayıp darbenin aydınlatılmasını önleyenleri…

15 TEMMUZ

Suay Karaman 

Bu gün 15 Temmuz (2024); devlet memurlarının zamlı maaşlarını aldığı gün olarak bilinir ancak 2016’dan sonra bunun yanına bir de olmayan demokrasiye sahte darbe söylemi eklendi. Güzel ülkemiz yıllardır yalana, talana, yolsuzluğa alıştırıldı; ekonomik sıkıntılar içinde yaşamaya, hukukun ayaklar altına alınmasına, laiklik karşı tutumlara, eğitimin dincileştirilmesine, tarımın, hayvancılığın bitirilmesine kısaca sömürge olmaya alıştırıldı. 

15 Temmuz darbe girişiminin bir numarası kimdi, bu girişim kimi ya da kimleri hedef almıştı, geçen sekiz yıla karşın bunlar hiç öğrenilemedi? 15 Temmuz günü saat 16’da haber alınan darbe girişimi nasıl ve neden önlenemedi? Birçok vatandaşımızın yaşamını yitirmesine ve yaralanmasına yol açan bu önlenemeyen darbe girişiminin, kimlere ve neye yaradığı da yeterince dillendirilmedi, sorgulanmadı. Dünden, bugüne “Ne istediler de vermedik?” söyleminden, “Rabbim de, milletim de bizi affetsin” noktasına gelindi. Cehaletin ve ihanetin adı, demokratlık olarak sunulmaya başlandı. 

Bu konularda çok söz söylendi ama en vurucularından biri de TBMM eski başkanı ve Adalet eski Bakanı Cemil Çiçek’in sözleridir: “Bu yapı, 70’li yıllardan beri var olan bir yapı. Bunların bu noktaya gelmesinde hepimizin günahı, vebali var. Belki benim vebalim %90, başkasının % 5, %1; ama % 1 bile zehirlemek için yeterlidir unutmayın. Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi. Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din. O yüzden sık sık kayıt dışı dine vurgu yapıyorum. Her şey şeffaf olursa, denetime tabi olursa, bunlar yaşanmaz. Şimdi devletin içinden temizleniyorlar. Ama yerine kimlerin getirileceği çok önemli. Bu kişiler, liyakat esas alınarak çok iyi kontrol edilerek alınmalı. Yoksa FETÖ gider, ÇETÖ gelir.” 

Bugün “kandırılan” yöneticilerin bulunduğu ülkemizde, 15 Temmuz 2016’dan beri ne değişmiştir? Hukuksuzluk, demokrasi dışı tutumlar, laikliğe karşı darbeler artarak sürmektedir.

  • Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırarak, gücünü ve etkinliğini azaltarak
    demokrasi savunulmaz.

Askeri darbe olmasın” mantığıyla askeri liseleri, harp okullarını, harp akademilerini, askeri hastaneleri kapatarak, siyasal iktidarın yaptığı sivil darbe gölgelenmek istenmektedir. Türk ordusunun etkili gücü kırılmıştır.

  • Bu bağlamda 15 Temmuz’da askeri darbe değil, askere darbe yapılmıştır.

Yıllardan beri emperyalist güçlerin ordumuza karşı söylemleri, 15 Temmuz ile gerçekleştirilmiştir. Askere yapılan darbeye ne askerlerden, ne de muhalefetten ses çıkması unutulmamıştır. 15 Temmuz olayının siyasal boyutunun araştırılması AKP ve MHP’nin oylarıyla reddedilmektedir. (AS: Meclis Araştırma Komisyonu raporu yok edilmiştir!)

Detroit Free Press fotoğrafçısı David Turnley, Körfez Savaşı’nda çektiği fotoğrafla 1991’de ‘Yılın Dünya Basın Fotoğrafı Ödülünü’ kazanmıştı. Ödül kazanan fotoğrafta bir Amerikan askeri, ölmüş arkadaşının cesediyle ve öbür yaralı askerlerle birlikte bir kamyonun arkasında sahra hastanesine gidiyor. Bu askerin yüzü ile 2017’de 15 Temmuz için hazırlanan afişte ellerini kaldırmış askerin yüzünün aynı olması düşündürücü olduğu ölçüde tuhaftır da. Başka asker fotoğrafı bulamayanlar, alıştıkları üzere yine çalma yoluna gitmişler, olay ortaya çıkmış ve günlerce kamuoyunu meşgul etmiştir. Bu olay bile savunmaya çalıştıkları olayı küçültmektedir. 

Üzerinden sekiz yıl geçmesine karşın hemen hemen her gün çeşitli kentlerde yapılan operasyonlarda FETÖ ile ilgili kişilerin yakalanması da ilginçtir. Yakalanan kişilerin sonları hakkında topluma bilgi de verilmemektedir. Sekiz yıldır sürekli olarak FETÖ ile ilgili kişilerin bulunması bir algı operasyonu olarak değerlendirilmelidir. Üstelik telefonlarında “by lock” çıkanlar, devlette üst kademelerde yönetici olurken, Bank Asya’ya evinin aylık kirasını yatıranların hapse atılması anlaşılır gibi değildir. Hukuk, bir gün mutlaka, hukuksuzluk yapanlara da, hukuku ayaklar altına alanlara da gerekecektir.

  • 15 Temmuz olayının siyasal boyutlarının ortaya çıkarılacağı günler de gelecektir. 

Demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti emperyalizmin dümen suyuna sokularak, büyük bir hızla parçalanmaya doğru sürüklenmek istenirken;

Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile Bursu Nutku’ndan güç alan bu ülkenin aydınlık güçleri ve gençleri, tüm yapılanlara karşı sessiz kalmayacaktır. 

Azim ve Karar, 15 Temmuz 2024