Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

EVRENSEL AHLAK ve ADALET NEDİR?

Prof. Dr. Halil ÇİVİ
İnönü Üniv. Eski İİBF Dekanı

İnsanlık tarihinin her devrinde ve her ülkesinde, bireysel, ailesel, toplumsal ve yönetsel alanlarda ortaya çıkan her türlü inançsal, ırksal, bedensel, siyasal, yönetsel, sosyal, ekinsel (kültürel) … ve ekonomik ayrımcılıklar, ötekileştirmeler, haksızlıklar, zulümler ve şiddetlere karşı, insanlar ve halkların ortaklaşa yaşamlarını kesintisiz barış ve esenlik içinde sürdürebilmek için bütün insanlık aleminin ortak sağduyuları ve ortak vicdanlarından doğup, zaman ve yerden (mekândan) bağımsız olarak, evrensel kabul ile perçinlenen düşünceler ve bu düşüncelerden türeyen güzel davranışlara evrensel ahlak ve adalet denir.

Evrensel ahlak ve adalet, göksel (semavi) büyük dinlerin de ana – ortak özellikleridir.

Çağımızdaki ırk, dil, din, cinsiyet, inanç, mülkiyet, siyasal düşünce… ayrımı gözetilmeksin herkesin yaşama hakkına, din ve vicdan özgürlüğüne ve temel insan haklarına sahip olması evrensel ahlak ve adalet düşüncesinden türetilmiştir.

Uzak Doğu ve Orta Doğu’da tarih sahnesine çıkan bütün kutsal inançlar, büyük dinler ve hatta önemli düşünürlerin (filozofların) temel ortak amaçları, insanları ve toplumları kesintisiz olarak, esenlik, barış, kardeşlik, adalet ve sevgi içinde yaşatmak olagelmiştir.

Din ve dinlerden türetilen kutsalların kötüye kullanılması, genellikle devletlerin, ruhban ya da ulema sınıfı ile işbirliği yaparak, dini bir ahlak ve adalet aracı olmaktan koparıp devlet katında resmi bir din ya da inanç tekeli oluşturarak dinler ve dince kutsallardan siyasal iktidar ve güç devşirme olgusudur.

Ayrıca dinler ve inançlar üzerinde resmi din tekeli kurmuş olan devletlerin, kendi siyasal güçlerini koruyabilmek için dinler ya da inançları bir disiplin kırbacı ya da kılıcına dönüştürdükleri de görülmektedir.

Dinleri siyasal iktidarların isteklerine göre çarpıtarak (tahrif ederek) yorumlamak istemeyen ruhban – ulema sınıfındaki kimi yüksek erdemli (örneğin İmamı Azam – Ebu Hanife gibi) din adamları ise devlet katından kovulma, zulme uğrama ve hatta ölüme mahkum edilmişlerdir. Tarih bunların örnekleri ile doludur.

Kısacası dinler ve dinden türetilen kutsallar güzel ahlak ve evrensel adaletin zamanla, giderek tanrısal (ilahi) egemenlik alanından koparılıp krallar, şahlar, hanlar ve sultanlarla ruhban-ulema sınıfının ortak egemenlik alanını koruma aracına dönüşmüştür.

Siyasal iktidarın dışındaki kimi ikiyüzlü kişilerin sahte dindar görüntüsü altında dinbazlık yaparak orun (mevki), makam, saygınlık (itibar) ve çıkar devşirdikleri de işin bir başka yönüdür.

Peki çözüm nedir          ??

Çözüm; devletlerin ve devletlerle çıkar işbirliği yapan, çoğu ikiyüzlü, ruhban ya da ulema sınıfının resmi din tekeline son vermektir.

  • Din konusunu hukuk, eğitim, yönetim, ekonomi, sağlık, sanat…. her alanda devletten ayırmaktır. Başka bir deyimle de devletin laikleşmesi, sivilleşmesi, demokratikleşmesi, çağdaş ve evrensel ve bir laik hukuk anlayışını benimsemesidir.
  • Irklara, dinlere, mezheplere, cemaatlara… dayalı, ayrımları dışlayıcı ve tekelci bir siyasal yönetim anlayışından birlikte, ortak ideallere, hukukun üstünlüğüne, yasalar karşısında eşitliğe, ortak çıkarlara, ortak yaşama sevinci ve işbirliğine dayalı çoğulcu bir yönetim anlayışına yükselmektir.

Son çözümlemede; Yüce Önderimiz Gazi M. K. Atatürk‘ün Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurarken yapmak istediği tam da budur.

Feodal, dogmatik ve dinci (teokratik) Ortaçağ özlemlerine dayalı siyasal tasarımların (projelerin) yaşayabilme ve toplumu gönenç (refah), barış ve mutluluk içinde yaşatma şansı hiç yoktur ve hiç de olmamalıdır.

İHEB’in 75. yılında yol ayrımındaki Türkiye

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 10/12/1948 tarihli ve 217 (111) sayılı kararıyla kabul edilen ilişik “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‘nin Resmi Gazete ile yayımlanması ve yayımdan sonra okullarda ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması, Dışişleri Bakanlığının 28/3/1949 tarihli ve 36084/122 sayılı yazısı üzerine Bakanlar Kurulu’nun 6/4/1949 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.” (Resmi Gazete: 27 Mayıs 1949-7217).

Cumhuriyet’in 25. yılında kabul edilen ve 6 ay geçmeden iç hukuka eklemlenen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), temelinde İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ni (İHAS) hazırlayan Avrupa Konseyi kurucularından Türkiye Cumhuriyeti, ilerleyen on yıllarda hazırlanan çok sayıda Birleşmiş Milletler Örgütü (BMÖ) insan hakları belgesine taraf oldu.

Anayasal ve siyasal kopmalara karşın, insan hakları alanında gerek iç hukuk düzeninde gerekse uluslararası ölçekte önemli kazanımlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin “uluslararası toplumun onurlu üyesi” olma özelliğinin başlıca ölçütü oldu.

2. büyük yıkımın ardından Dünya, BM ve İHEB ile insan hakları çağı olarak adlandırılabilecek bir evreye girdi.

1961 Anayasası, İHEB ve İHAS’a göre daha güvenceli bir düzenleme yaptı:

  • İnsan haklarına dayanan Devlet.

1980’li ve 90’lı yıllarda İHAS sistemi ile bütünleşen Türkiye Cumhuriyeti, 2001 Anayasa değişikliği ile 1971 ve 1982’de zedelenen ve sonlandırılan ileri koruma ilkesini yeniden öngördü:

  • İnsan haklarına dayanan Cumhuriyet.

2003’te, kaynağı İHEB olan
Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi
ile
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hakları Uluslararası Sözleşmesi
onaylandı.

2004 Anayasa değişikliği, uluslararası insan hakları sözleşmelerinin yasalara üstünlüğünü öngördü.

2010’da, İHAS kapsamında Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanındı.

2012’de İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe konuldu.

Değinilen bu gelişmeler, anayasal ve siyasal düzende kırılma ve kopmalara karşın, insan hakları üzerine genel bir oydaşma (consensus) anlamına gelir.

Gel-gitler olsa da, kurumlar ve kurallar düzleminde belli ortak paydalar ve asgari standartlar oluştu. En baskıcı askeri yönetim döneminde bile ‘Anayasa Mahkemesi kapatılabilir, Anayasa askıya alınabilir veya Avrupa Konseyi üyeliği sonlandırılabilir’ biçiminde, ortak kazanımları yadsıyıcı çıkışlar olmadı.

Cumhuriyet’in son on yılı ise kurumlar, kurallar ve değerler üçlüsünde “oydaşma alanları”nın sorgulandığı ve belirsizleştiği bir Anayasasızlaştırma dönemi oldu.

Son beş yılda, kazanımları yadsıma ve sonlandırmaya yönelik düşünsel ve eylemsel girişimler öne çıktı.

Bu olumsuzluklar, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi / CBHS (aslında Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme/ PBDBY) dönemi ile örtüştü.

Soru                       :

  • Ulusal ve uluslararası insan hakları kazanımlarının sorgulanması ve oydaşma alanlarının ortadan kalkması, CBHS’nin zorunlu bir sonucu mu?

CBHS, üzerinde Osmanlı’dan bu yana oydaşma bulunan kurum ve kuralları lağvetti (kaldırdı); Hükümet ve siyasal sorumluluk gibi.

Kalan Anayasal kurum ve kuralların sorgulanması ve ilga girişimi ise CBHS mimarlarının demokratik hukuk devleti gereklerine (md.2) inançsızlıklarının ve hedeflerinin açık bir göstergesi.

Böylece ‘‘2017 kurgusunun (AS: tuzağının!) otoriter özelliği, madde 2 ışığında demokratik bir uygulamaya yönlendirilebilir mi?’’ sorusu mimarlarınca yanıtlanmış oldu: HAYIR!

Aksi halde, sistematik Anayasa ihlalleri (çiğnemleri), anayasal kurumları kaldırma girişimi ve Türkiye’nin uluslararası kazanımlarının sorgulanması bu denli günışığına çıkmazdı.

Özetle 100. yıl vesilesiyle kullandığım ve Anayasa madde 2 bağlamında test niteliği taşıyan Cumhuriyet ‘kurtarılabilir” mi? başlık sorusunun yanıtı, CBHS’de HAYIR! dır.

Bu nedenle,

  • Ulusal ve uluslararası ölçekte insan hakları kazanımlarını ve Cumhuriyeti kurtarmanın yolu, CBHS yanılsamasından kurtulmaktan geçiyor.

Yol ayrımı şu                     :

2. yüzyıl,
– “İnsan Haklarına dayanan Cumhuriyet” mi, yoksa
– kişisel muktedirlerin insanları hakladığı Türkiye yüzyılı mı olacak?

Yanıt anahtarı: İHEB’in tanıdığı direnme hakkı, Cumhuriyetçiler için meşru ve haklı dayanak.
===============================
Dostlar,

Sayın Prof. Kaboğlu dostumuz ile bu gün, birbirimizden tümüyle habersiz olarak
İNSAN HAKLARI konusunu işlemişiz köşe yazılarımızda!..

Biz yazımızı Sn. Kaboğlu’na yolladığımızda
– “Ne güzel örtüşme, hemen okuyacağım..” yanıtını verdi ve değerli geribildirimi de ulaştı.

Bizim Cumhuriyet’teki köşe yazımız :
BİZ DÜNYALILARIN İNSAN HAKLARI KARNESİ | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM

Anadolu Aydınlanmacılarının sorumluluğuna sunuyoruz…

Dr. Ahmet SALTIK
07 Aralık 2023

BİZ DÜNYALILARIN İNSAN HAKLARI KARNESİ

Olaylar Ve Görüşler: Cumhuriyetimiz din kıskacı altında - Av. Erol ERTUĞRULCumhuriyet Gazetesi köşe yazımız

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-saltik/biz-dunyalilarin-insan-haklari-karnesi-2148910, 07 Aralık 2023

BİZ DÜNYALILARIN İNSAN HAKLARI KARNESİ

10 Aralık 1948, uygarlık tarihinde çok önemli bir dönemeç. Henüz 3 yaşındaki Birleşmiş Milletler (BM) örgütü,  Genel Kurulda “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ni (İHEB) Doğu-Batı blokunun büyük uzlaşması (Mülkiyet hakkı ikilemi!) ile benimser. Temel hedef yeryüzünde kalıcı bir barış, gönenç, uygarlık yaratmaktır. İlk maddesinde çok doğallıkla, tüm insanların özgür doğduklarına (köleliğin reddi!), hak ve özgürlükler bakımından hukuk önünde eşit olduklarına güçlü vurgu yapar. Kabul edilmesinden bu yana geçen 75 yılda, insan hakları alanında gerek uluslararası gerek ulusal düzeyde bütün olumlu gelişmelerde etkili olmuştur. Türkiye, Bakanlar Kurulu kararı ile Bildirgenin resmi Türkçe çevirisini Resmi Gazetede yayınlanmıştır (27.05.1949, 7217 s. RG).  İHEB, insan haklarının evrensel kabul gören ilkelerini belirlemektedir ve insan hakları alanında önemli bir öncü belgedir. İnsanların doğal varlığındaki onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu vurgulamaktadır. İHEB, insan haklarının, bu haklar temelli hukukun üstünlüğüyle korunmasının önemli, gerekli ve olanaklı olduğunu belirtmektedir.

Bu yıl İHEB 75. yaşını bitiriyor, kısa bir süre sayılmaz. Kapsamlı bir özdeğerlendirme yapılması gerekir. BM, bu 3 çeyrek yy’da ne yazık ki pek çok çatışmayı, bölgesel savaşı önleyemedi. Yaptırım organı UAD (Uluslararası Ceza Mhk.) etkili olamadı. Güvenlik Konseyi (BMGK) yaptırımları da. BMGK kurgusunda 5 Kalcı Üyenin (5Ps) veto yetkisi sorun alanlarından biri.
Batı emperyalizmi insan hakları bağlamında çifte standartlı. Özellikle SSCB’nin çökmesini izleyen son 3 onyılda tek kutuplu küresel hegemonya dayatmakta. Küreselleşme, neo-liberal kapitalizm, post-modernite.. bu sürecin algı yönetimi araçları. Hedef seçilen ülkelere “demokrasi ve insan hakları götürmek” savı ise kocaman bir dez-enformasyon. Vietnam, Kore, Kamboçya, Laos, Yugoslavya, Sudan.. ülkesi ve halkı ile kanlı iç savaşlarla parçalandı. Sözde “Arap Baharı” Irak’ı, Suriye’yi, Libya’yı böldü, BOP ile TÜRKİYE DAHİL 22 ülkenin sınırları ve rejimi değiştirilecek! Gerekçe, büyülü hatta kutsal : Bu ülkelere “demokrasi ve insan hakları götürmek” (!). BOP, Gazze’de soykırımla sahnede, BM felç; kendinin de sonudur!

İHEB ilkeleri ne kağıt üstünde gerçekleşti ne de ekonomik demokrasi temellendirilebildi. Küresel gelir dağılımı tüm zamanların en eşitsizi. 8,1 milyar nüfusun 1/100’ü (80 milyon) toplam küresel gelirin yaklaşık yarısına el koyuyor. Kalan %99 nüfus, yaklaşık 8 milyar insan, pastanın öbür yarısı ile yetinmek zorunda. İklim faciası bir başka insan hakları çiğnemi (ihlali). Göçmen nüfus 184 milyona dayandı, daha da artacağı kestirilmekte. “İlginç” biçimde insan hakları karşıtı sermaye yandaşı iktidarlar görüyoruz; Macaristan, Arjantin, Hollanda, İngiltere..

Türkiye’nin hali “pür-melal”! Yüz milyona yakın insanın geleceği, 2017’den bu yana
TEK ADAM”a teslim. Üstelik halkoylaması ile! Tipik bir Stokholm sendromu örneği, bu
“Tek Adam”, ama öyle – ama böyle seçim kazanıyor! Klasik kapitalist-emperyalist baskı-sömürüye ek, Türkiye’de bir de dinci faşizm sahnede : Bizdeki soslu ya da çifte kavrulmuşu.
Üç basamaklı enflasyon (=sermaye iktidarı eliyle halkın toplu soyulması!) her şeyi çürütüyor. Fuhuş, yatılı Kuran kurslarında çocukların ırzına geçme (utançtan kahroluyoruz!),
ucuz cinayetler, on milyarlarca $ kara para, mafyalaşan devlet, yargının çökertilmesi,
basının tutsak alınması, partileşen devlet, kurgulu yoksullaşTIRma..

Türkiye’nin de uluslararası toplumun da insan hakları karnesi, İHEB’in 75. yılında perişan.

Ne yapmalı                                           ??

   Mustafa Kemal Paşa,

  • Eğer sürekli barış isteniyorsa, insan yığınlarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün gönenci, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya yurttaşları çekememezlik, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir. demişti.

Prof. N. Chomsky ise “Bunların hiçbiri kaçınılmaz değil. M. Chossudovsky’nin
YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ kitabı, olayları tersine çevirecek savaşımda önemli adım :

  • DİRENİŞİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİ!.. diye yazdı.

Son söz M. Chossudovsky’nin :

  • Dünyanın tüm önemli bölgelerindeki toplumsal hareketleri, yoksulluğun ortadan kaldırılması ve kalıcı bir dünya barışının sağlanması ortak hedef ve kararlılığı ekseninde bir araya getiren büyük atılıma gereksinim var.”

Bütün dünyanın ezilen halkları, uyanın ve birleşin!!
Spartaküs iki bin yıl önce başardı; çaresi isyandı!

============================

Dostlar,

Sayın Prof. Kaboğlu dostumuz ile bu gün, birbirimizden tümüyle habersiz olarak
İNSAN HAKLARI konusunu işlemişiz köşe yazılarımızda!..

Biz yazımızı Sn. Kaboğlu’na yolladığımızda
– “Ne güzel örtüşme, hemen okuyacağım..” yanıtını verdi ve değerli geribildirimi de ulaştı.

Kaboğlu hocamızın BİRGÜN‘deki makalesi web sitemizde :

İHEB’in 75. yılında yol ayrımındaki Türkiye | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM

Anadolu Aydınlanmacılarının sorumluluğuna sunuyoruz…

Dr. Ahmet SALTIK
07 Aralık 2023

ZEKİ SARIHAN’IN 80. YAŞ BİLDİRİSİ

Dinmeyen Fırtına Zeki Sarıhan’a Armağan”
Kitabın tanıtımı nedeniyle Ankara Fatsalılar Derneğinde yapılan toplantıdaki konuşmadır. 02 Aralık 2023  

Hoş geldiniz…

Bir kişi hakkında Armağan Kitap hazırlanması genellikle üniversitede bir usuldür. Emekli olan hocaları için öğrencileri tarafından hazırlanır.

Hakkımda bir Armağan Kitap hazırlanması fikri bana ait değildir. Derslerine girmediğim ama Öğretmen Dünyası’nda bir ara birlikte çalıştığımız, şimdi Sosyoloji Profesörü Mehmet Devrim Topses’e aittir. Önceki yıl böyle bir kitap hazırlamak istediğini söylediğinde kabul etmedim. Beş altı ay sonra yeniden önerince kabul ettim. Anlaşılan beni de hocalarının arasına koymuş. Zaten uzunca bir süredir gerek benim kitaplarıma ve paylaşımlarına gösterdiği ilgiden, gerek kendi yazı ve kitaplarından aynı ekolün insanları olduğumuzu hissetmemek mümkün değil. Bu ekol, onun ifadesiyle Halkçılık ideolojisidir. İçinde milliyetçilik değil yurtseverlik olan, emeği en yüce değer kabul eden, emekçilerin iktidarını öngören ve sınıfsız bir topluma ulaşmayı ülkü kabul eden bir HALKÇILIK.
*
70 yaşıma bastığımda duygularımı paylaşmıştım. 75. Yaşıma bastığımda yeni bir bildiri ile dostlarımı selamladım. Gele gele 80. yaşa geldik ve bu yaşta da söylenecek şeylerin olduğunu düşünüyorum. Beş yıl sonra kim öle, kim kala. Muhtemelen bu son yaş paylaşımım olacak.

Zira bu yaşta insanlar için toprağın nazik davetini hissetmemek mümkün değildir. Babam ben sekiz yaşımda iken 49 yaşında aramızdan ayrıldı. Onun yaşının üstündeki her yaşı fazladan yaşadığım duygusuna kapılmıştım. Öldürmeyen Allah öldürmüyor! Elim kalem tuttuğu, dilim döndüğü, beyin sağlığım yeterli olduğu sürece yazmaya, konuşmaya, okumaya ve (tabii dinlemeye) devam edeceğim. Ancak gene de bu buluşmamızı bir veda töreni saymak yerinde olur.

80 yıl boyunca öğrenmem gereken şeylerin pek azını öğrenebildiğimin farkındayım. Ailemden, öğretmenlerimden, arkadaşlarımdan, kitaplardan öğrendiklerime göre insanlığa yararlı olabilmek için durup dinlenmeden çalışmak ancak bunun karşılığında toplumdan kendim için hiçbir şey istememek esastır.

İnsanlığın yarası pek derindir.

  • En büyük yara insanlığın sınıflara ayrılmış olmasıdır.
    İnsanlık için bundan daha büyük bir felaket yoktur.

Bu büyük gerçeğin farkına vardığımdan beri, (17-18 yaşlarındaydım) köle ayaklanmalarından başlayarak aralıksız devam eden sınıf mücadelesi içinde kendimi buldum. Sevgili arkadaşlarıma hatırlatırım: hâkim sınıflar için yani toprak ağaları, burjuvalar, onların hizmetindeki bürokratlar için SINIF kavramından daha tehlikeli bir şey yoktur. Bu bilinci yok etmek için bütün araçlarını kullanıyorlar. Ordularını, mahkemelerini, Meclislerini, kanunlarını halk sınıflarının mücadelesini bastırmak, halkın bilincini köreltmek için kullanılmaktadır. Benim kuşağımın devrimci aydınları da bundan payımıza düşeni aldık. Yanarım yanarım da öğretmenlikte 25 yılımım yedi yılını öğrencilerimden uzakta geçirmek zorunda bırakılmama yanarım. Halkımız için helal olsun fakat o zulümleri yapanları ve yapmakta devam edenleri, sevgili kardeşim Ayhan Sarıhan’ın bir kitabına ad olarak koyduğu gibi “Unutmayacağız, barışmayacağız, affetmeyeceğiz!”

  • Hayatımda en ağırıma giden iki sözden biri Mamak’ta tutukluyken öğrencim yerinde bir askerin beni “Lan!” diye diye azarlaması,
  • öbürü de askerdeyken bir başçavuşun solcuyum diye düpedüz anama sövmesidir!

Arkadaşlarımdan, yaşadıklarını kaleme almalarını hep istemişimdir. Bunlar, içinden geçmekte olduğumuz karanlık labirente ışık tutan metinlerdir. Bu nedenledir ki, çocukluğumun geçtiği dönemi, öğretmen okulu yıllarını, öğretmenliğimi, hapisliklerimi yazıp yayımlamakta tereddüt etmedim. Bunlar da gerçekte birer tarih çalışması değil midir?
*
Tanıtımı için toplandığımız beni anlatan kitabımın adını “Dinmeyen Fırtına” olarak ben koydum. Nedeni, ortalık zaman zaman sakinleşiyor görünse bile benim içimdeki fırtınanın hiç dinmemekte oluşudur. Bazı milletler, hâlâ kimliklerini kazanamamışken, İşçilerin emeklerine el konulurken, din ve mezhep ayrımları sürüp giderken, çocuklar öldürülür, kadınlar boğazlanırken, cehalet kol gezer ve korunurken, bilim ayaklar altına alınırken büyük insanlığın gözüne nasıl uyku girer?

Geri dönmemek üzere sonsuz bir yolculuğa çıkmadan önce, ortalığı toplamak, borçlarımızı ödemek, eş dostla vedalaşmak gerekir. Ben de bu duyguyla ne zaman geleceği belli olmayan ayrılık gününe hazırlık olarak birkaç yıl önce vasiyetimi yazdım. Klasörler dolusu evrakımın, 50 defteri aşan günlüklerimin, basılmış ve basılmamış çalışmalarımın tarumar olmasını, sahipsiz kalmasını istemem. Sayısı beş bini bulan kitaplarımın çuvallara doldurulup sahafların önünde elma çuvalı gibi boşaltılması hoş olmaz. Bunlar artık geride kalanların sorumluluğunda olacak.

Gözlerimi sonsuza dek kapadığımda, kırlarında hayvan otlattığım, derelerinde çimdiğim, her metrekaresinde ayak izimin bulunduğu köydeki aile mezarlığına, dördü daha yedi yaşına basmadan salgın hastalıklardan ölen kardeşlerimin ayak ucunda toprak anaya teslim edilmemi istedim. Cenaze töreninde köylülerime iletilecek mesajımı da kaleme aldım. Mezar taşıma bir kitap figürü, onun ortasından da ışık saçan bir güneş kazıtsalar iyi olur. Bu, köy mezarlığı için de bir yenilik olur. Burada, Ankara’da birkaç yıl sonra aile bireylerinin bile yerini unutacağı bir mezarlığa gömülmek istemem.
*
Rahmetli Hasan Yalçın benim için “tip” tanımında bulunurken, inandığı doğrulardan hiçbir koşul altında vazgeçmeyişimi, bunları her yerde açıkça dile getirişimi, otoriteye boyun eğmeyişimi, bağımsızlığına son derece düşkün olmamı kast etmiş olmalıdır. Bunun için toplantılarda “Önce sen konuş” derdi. “Neden?” diye sorduğumda “sen özgür düşünüyor ve konuşuyorsun” derdi. Bu özelliklere “sabır” kavramını da eklemek gerekir sanırım. Zira, ani kararlar yerine sabretmek, çözümü zamana bırakmak, kurduğumuz düzeni bugüne kadar yıkılmadan getirmeme katkı yaptı.
*
Teşekkürler: Çağrımıza uyup bu toplantıya katıldığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Dinmeyen Fırtına’nın editörü Devrim Topses arkadaşıma, onu yayımlayan Paradigma Yayınlarına da teşekkürler.

En büyük teşekkürü, 36 yaşında 5 çocuğu ile dul kalan ve aileye kol kanat geren anne hak ediyor. Geniş aileme, 49 yıl önce kurduğumuz çekirdek ailenin emektar dişi kuşuna ve yüzümüzü karartmayan iki erkek evladıma da büyük teşekkürler. Mahkeme kapılarında dara düştüğüm zamanlar, beni gönüllü olarak savunan ve bütün davalarımı her-geç kazanan avukatlarımı da unutmuş değilim. Çalışma hayatında birlikte ürettiğimiz, birlikte başardığımız arkadaşların dostluklarını ömrümün kalan kısmında da minnetle anacağım.

Biz burada yok iken ve var iken, geçmiş mücadele geleneğini omuzlayan ve bize engin bir halkçılık mirası bırakan ustalarımıza selam olsun.
==================================
Dostlar,

Biz de dostumuz Zeki Sarıhan arkadaşımıza ülkemize kattıkları için teşekkür ediyoruz. Bir Aydınlanma öğretmeni – emekçisi olarak insanımıza verdikleri unutulmayacaktır.

– Yazdığı çok sayıda kitap..
– 30+ yıl yayın yaşamını sürdüren aylık dergi Öğretmen Dünyası
– Kurup yıllarca yaşattığı, bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği
….
bir çırpıda usumuza canlananlar.

Törene katılamadık, üzgünüz..
Zeki Sarıhan yoldaşımıza daha uzun yıllar SAĞLIKLI – ONURLU – ÜRETKEN bir yaşam dileriz. Ufuk açıcı yazılarına web sitemizde ve sosyal medya hesaplarımızda yer vermek isteriz. O’nunla ve saygın – yurtsever eşi Av. Şenal hanımla dostluğumuzu sürdürmek isteriz.

Sevgi ve saygı ile. 06 Aralık 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 07 Aralık 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

VİRÜS

Kemalizm bir virüstür” diyen Prof. Selman Öğüt, RTE tarafından Esenyurt Üniv. Rektörlüğüne atandı.

Ticaret Bakanı Bolat ve Lahey Büyükelçisi Selçuk Ünal; Atatürk’e “deccal” diyen, Rotterdam İslam Üniversitesi’nin Nurcu Rektörü  Ahmet Akgündüz’ü ziyaret etti.

Cumhuriyetin virüsleri…

KAYIP

Sayıştay raporuna göre, MHP’li Kastamonu Belediyesi’ne ait 22 araç kayıpmış.

22 araç az, birilerinin cebine girmiştir…

KISKANÇLIK

İstanbul’un Kasım ayı enflasyonu %3.78 olmuş.

Almanların yerinde ol da kıskanma. Adamlar bir yılda bu oranı tutturamıyor…

BATAKÇILAR

AKP iktidarının Sudan’a tarım için yatırdığı 10 milyon dolar batmış.

Bizim çiftçiye verilip batsa üzülürdük…

ÇÖKÜŞ

İ. Melih’in çöktüğü evlerin mobilyalarını da belediyeye aldırttığı ortaya çıktı.

Yolsuzluğun kitabını yazabilir misin Abidin?

Yazamazsan İ. Melih’e sor…

HAYIR

İYİ Parti yerel seçimlerde CHP ile işbirliğine “hayır” diyerek AKP’nin koltuk değneğini bir artırdı.

Halk kime “hayır” diyecek göreceğiz…

YAN YANA

RTE’nin ve Soylu’nun fenomen denen soytarılarla birlikte görüntüleri çıktı.
RTE’nin tefeci futbolcuların sorunun çözülmesi için talimat verdiği açıklandı.

Bulaşık…

CADDE TV Programımız..

Dostlar,

CADDE TV‘den Sayın Rahmi Aygün‘ün konuğu olduk, 04.12.2023 akşamı.
Ankara Üniv. Tıp Fakültesinde birlikte çalışıp emekli olduğumuz Psikiyatri Uzmanı  meslektaşımız Sayın Prof. Dr. Abdülkadir Çevik ile. Prof. Çevik ayrıca Politik Psikoloji Derneği kurucu başkanı ve biz de bu derneğin üyesiyiz.

Eski TRT” de yetişen deneyimli gazeteci Aygün, ülkemizin yakıcı gündemi ile  ilgili sorular yöneltti biz 2 kıdemli hekime.. Prof. Çevik daha çok sosyal psikoloji – sosyal psikiyatrik yaklaşımla soruları yanıtladı. Biz de bir Toplum Hekimi, Hukukçu, Siyaset Bilimci şapkalarımızla yanıtlar verdik.

Son kritik soru, “Toplum hasta mı, öyle ise ne yapmalı??” idi.

Bizim yanıtımız ne acı ki;

  • “Evet! Sosyal şizofreninin eşiğindeyiz.. cinnet sınırındayız.. “ oldu.

AKP = RTE iktidarı kurgulu bir yoksullaşTIRma politikası izleyerek toplumu çürütüyor ve yurttaşlıktan ümmete indirgiyor, oy deposuna dönüştürüyor..

  • Ülke talan edildi.
  • Laiklik özellikle hedef.
  • Amaç bir sultanlık rejimine dönüşmek ve dinci – tek adam diktası (teokratik monarşi) ile sürekli iktidarda kalmak… diye vurguladık.

Bu hukuk ve demokrasi dışı dayatmanın iyi bir gidiş olmadığını, baskı ve zulmün meşru direniş hakkı doğuracağını ve siyasal tarihte bu tür yönetimlerin önünde sonunda halk tarafından görevden uzaklaştırıldığı ve hesap sorulduğunu… belirttik.

Muhalefeti, dağınık, kutuplaştırılmış toplumu hızla örgütlemeye çağırdık.

Çözüm olarak                    :

Derhal normalleşmeye geçilmesini,
Talan edilen yüzlerce milyar Dolar ulusal servetin en az yarısının yerine konmasını
“Demokrasi – insan hakları – hukuk devleti” sacayağına ivedilikle dönülmesini… önerdik.

Yaklaşık 2 saat süren programın youtube kaydının erişkesi (linki) aşağıda.
İzlenmesini, paylaşılmasını ve geç kalmadan gereklerinin yapılmasını dileriz.

https://www.youtube.com/live/ggl4OrWUv_M?si=-XR1-A2ALfVb2UoH

Sayın Aygün ve CADDE TV’ye bu fırsat için teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 06 Aralık 2023, Ankara
 
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     X : @profsaltik

Emperyalizmin maskeleri

Örsan K. Öymen

Örsan K. Öymen

Kapitalizm, sermaye sınıfının, çalışan, üreten, hizmet veren emekçi sınıfı sömürdüğü düzendir. Sermaye sınıfı bu sömürü düzeni sayesinde zenginleşir.

OXFAM adlı araştırma kurumunun verilerine göre, dünyadaki refahın (gönencin) %82’si, nüfusun yüzde 1’inin elindedir. 

Gelir dağılımındaki dengesizliğin kaynağı olan kapitalizm, yalnızca sermaye sınıfının çıkarlarını koruyan bir düzendir.

  • Kapitalizmden, halkın ve toplumun yararına bir şey beklemek,
    boş bir umuttan ve zaman yitirmekten ibarettir.

Emperyalizm, kapitalizmin küreselleşmiş biçimidir.

Kapitalizmden bağımsız olarak emperyalizmi anlamak olanaklı değildir. Yasal, idari (yönetsel), siyasal ve ekonomik nedenlerle ve sınırlamalarla, kendi ülkesindeki vatandaşları sömürme kontenjanını dolduran veya azami seviyeye (en üst düzeye) çıkartan sermaye sınıfı, başka ülkelerdeki insanları sömürme yoluna başvurarak, emperyalist bir eyleme girişmiş olur.

Ancak kapitalizmle ve emperyalizmle ilgili bu gerçeği örtbas etmek için çeşitli yöntemler kullanılır. Kamuyu doğru bir biçimde olgularla bilgilendirmekle yükümlü olan medyayı denetim altına almak, bu yöntemlerden biridir. Medya bu yolla, bozuk olan düzeni ayakta tutmak işlevini gören bir propaganda aygıtına dönüşür.
***
Medyanın meydanı boş bırakmasının da etkisiyle, olgulara aykırı kurgusal komplo teorileri (tuzak kuramları) yaygınlaşır. Bu komplo teorileri (tuzak kuramları), kapitalizm ve emperyalizm gerçeğini örtbas etmek işlevini gören mekanizmanın (düzeneğin) bir parçasıdır.

Dünyayı 5-10 ailenin ve ezoterik gizli örgütlenmelerin yönettiği; İlluminati”, “Masonluk”, “Siyonizm”, “Musevilik”, “Evangelizm gibi örgütlenmelerin dünyadaki her şeyi veya hemen hemen her şeyi denetlediği gibi uydurma savlar, bunlara ilişkin örneklerin arasında yer alırlar.

Bu tür komplo teorileri (tuzak kuramları) özellikle ırkçı, dinci, popülist ve cahil ortamlarda ve ekonomik krizlerin (bunalımların) büyük sarsıntılara neden olduğu koşullarda büyük yandaş kitlesi bulurlar.

Örneğin 1920’li ve 1930’lu yıllarda Almanya’da, Adolf Hitler’in öncülüğündeki Naziler, komünistlerle birlikte Musevileri ve Siyonistleri de hedef haline getirdiler ve onları dünyadaki adaletsizliklerin kaynağı olarak ilan ettiler. Hitler, anti-komünist ve anti-semitist bir temel üzerinden, Almanya’da faşist ve ırkçı bir diktatörlük rejimi kurdu; Avrupa’nın yarısını işgal etti; Musevilere soykırım uyguladı.
***
İslamcı faşizmin yaygın olduğu ve ekonomik bunalımlarla boğuşan Türkiye gibi ülkelerde de, bu tür komplo teorilerinin (tuzak kuramlarının) yandaş bulması boşuna değildir.

Bu sayede kapitalizm ve emperyalizm gerçeği kamufle edilir, bozuk düzenin üzerine bir maske takılır ve hedef şaşırtılır. Böylece insanlar, ekonomik, siyasal ve bilimsel analizler (çözümlemeler) yapamaz duruma gelirler, çektikleri tüm acıların ve mağduriyetlerin nedeni olarak, kapitalizmi ve emperyalizmi görmek yerine, belli başlı kişileri, aileleri, örgütleri, dinleri, mezhepleri, etnik kimlikleri görürler, olayları basite indirgemiş olurlar, işin kolayına kaçarlar.

Bu yanılsama, kapitalizm ve emperyalizm için bulunmaz bir fırsattır. Çünkü bu sayede kapitalizm ve emperyalizm deşifre olmaz ve hedef durumuna gelmez.

İnsanların Karl Marx’ın, Friedrich Engels’in, Vladimir Lenin’in, Leon Trotsky’nin, Karl Kautsky’nin, Eduard Bernstein’ın ve Rosa Luxemburg’un kitaplarını okumak yerine, masal kitabı okur gibi komplo teorileri (tuzak kuramları) kitabı okumaları, uyuşturucu işlevini görür.

Laiklik karşıtı hareketler, dincilik, tarikatlar ve cemaatler nasıl ki kapitalizm ve emperyalizm gerçeğini örtbas etmek işlevini gören uyuşturucular ise, kurgusal komplo teorileri de (tuzak kuramları) aynı işlevi görürler.

Olguyla kurguyu ayırmamızı engelleyen post-modernizm saçmalığının ve şarlatanlığının bertaraf edilmesi (dışlanması), bu nedenle de yaşamsal önemde bir konudur.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Ukrayna ve Filistin27 Kasım 2023

Cumhuriyet Kadın Devrimidir

Dr. Cihangir DUMANLI
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Geri bıraktırılmış, yarı sömürge durumuna getirilmiş, savaş yorgunu, yoksul, hastalıklı, cahil (eğitimsiz) bir toplumu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmayı amaçlayan Cumhuriyet Devrimi Türkiye’nin 500 yıl önce kaçırdığı Aydınlanma devrimini yakalama çabasıdır. Bu kapsamda Ortaçağ kurum ve kurallarını yıkmış, yerine çağdaş kurum ve kuralları getirmiştir.

Yıkılan Ortaçağ kurallarının en önemlerinden biri, toplum yaşamından (üretimden) dışlanmış, ikinci sınıf insan durumuna getirilmiş kadını bu durumdan çıkarmak ve layık (yaraşır) olduğu eşit yurttaş statüsüne (konumuna) kavuşturmaktır.

Devrim Gereksinimi

Türkler Müslüman olmadan önce anaerkil (matriarkal) bir toplumsal düzene sahipti. Aile içinden en üst yönetime dek kadının sözü geçer, saygı duyulurdu.

Kadının bu toplumsal konumu Müslümanlıkla birlikte Arap kültürünün etkisi altında zamanla geriledi. Osmanlı’nın son, Cumhuriyetin ilk yıllarında kadın toplumdan tümüyle dışlanmış, erkeklerle eşit hakka sahip olmayan ikinci sınıf tebaa, giderek vatandaş konumunda idi. Toplu taşıma araçlarında ayrı oturur, tek başına a dışarı çıkamaz, eşi bile olsa bir erkekle yan yana yürüyemezdi. Eşinin onayı olmadan meslek edinemez, çalışamazdı. Eşini seçme hakkı olmadan küçük yaşta evlendirilir, boşanma isteminde bulunamazdı. Eşinin 3 kez “boş ol” demesiyle evliliği biterdi. Siyasal hakları da yoktu.

Bu durum çağdaş uygarlığı hedefleyen genç Cumhuriyet’e yakışmıyordu. Egemenlik hanedandan ulusa geçtiğine göre ulusun yarısını oluşturan kadınların da egemenlik hakkını kullanmaları gerekiyordu. Ayrıca büyük bir kalkınma atılımı yapan Türkiye’nin kadın emeğine gereksinimi vardı. Kadın ne denli eğitimli, bilgili, kültürlü olursa çocuklarını o denli iyi eğitir, eğitim devrimine de katkı sağlayabilirdi. Kurtuluş savaşımızın kazanılmasında kadınlarımızın çok büyük özverileri önemli katkı sağlamıştı.

Tüm bu nedenlerle kadınlarımızın Cumhuriyetin getirilerinden erkeklerle eşit düzeyde yararlanmaları, hak ettikleri toplumsal ve tüzel (hukuksal) konuma kavuşmaları çağdaş uygarlığa ulaşabilmenin ön koşulu idi.

 Devrim

Kadınların konumlarının yükseltilmesinde Devrim önderliğinin yanında, zamanın güç koşullarına karşın kadınların örgütlü savaşımları (mücadeleleri) önemli rol oynamıştır.

1919 yılında Kadınlarımız Sivas’ta “Anadolu Kadınları Müdafaa-yı Vatan Cemiyeti”ni kurmuşlardı.

1923 ‘te Nezihe Muhittin başkanlığındaki kadınlar şurasında “Kadınlar Halk Fırkası” adında bir parti kurulmuştur. Kuruluş dilekçesi kabul edilmeyince parti “Türk Kadınlar Birliği” olarak örgütlenmiştir. Birliğin amacı kadınlara genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkının kazanılmasıdır.

Bu konuda en önemli aşama 17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni Yasasıdır. Bu yasa ile;

  • Kadın-erkek her yurttaşın eşini seçme özgürlüğü,
  • Kadına kocasının tek eşi olma hakkı,
  • Kadına boşanma isteminde bulunma hakkı,
  • Boşanmanın yargıç / mahkeme kararına bağlanması,
  • Evlenme yaşının kadının fiziksel ve ruhsal gelişimine uygun düzeye getirilmesi,
  • Miras hakkı ve çocuklar üzerindeki velayet hakkında kadının erkekle eşit kılınması,
  • Kadına meslek edinme ve ev dışında çalışma hakkının verilmesi ve
  • Resmi (medeni) nikah zorunluluğu getirilmiştir.

Kadınların siyasal haklarına kavuşmaları, öbür devrimlerde olduğu gibi adım adım gerçekleştirilmiştir:

  • 3 Nisan 1930’da belediyeler yasasında değişiklik yapılarak kadınlara yerel seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

26 Ekim 1933’te Köy Yasasındaki değişikle kadınlara muhtar ve köy meclisine (İhtiyar Heyetine) seçilme hakkı tanınmıştır.

Son olarak  5 Aralık 1934’te yapılan anayasa değişikliği ile seçme – seçilme hakkını düzenleyen 10. ve 11. maddelerdeki “Her erkek Türk” ifadesi “kadın-erkek her Türk” olarak değiştirilerek kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı anayasal güvenceye bağlanmıştır. Değişikliği izleyen ilk seçim olan 8 Şubat 1935 seçiminde 17 kadın milletvekili seçilmiştir. TBMM’deki kadın milletvekili oranı % 4,6 olmuştur. 89 yıl sonra günümüzde bu oran %19’dur.

Avrupa ülkelerinde kadınlara milletvekili seçme ve seçilme özgürlüğünün tanınması bizden çok sonra, 2. Dünya Savaşı sonrası gelişen demokrasi ortamında gerçekleşebilmiştir.

Sonuç

Cumhuriyet bir kadın devrimidir!

Kadınlarımız Cumhuriyetle birlikte toplumsal yaşamın her alanında erkekle eşit yurttaş konumuna getirilmiş, övünç verici başarılar kazanmışlar, Devrimlerin yerleşmesine ve gelişmesine önemli katkı sağlamışlardır.

Kadın devriminde kadınlarımızın zamanın güç koşullarına karşın örgütlü savaşımı önemli
rol oynamıştır.

Devrim ile kadının insan olarak doğuştan sahip olduğu haklarının kullanılmasındaki engeller ortadan kaldırılmıştır.

Günümüz Türkiye’sinde kadının konumu önemli bir aşamaya gelmesine karşın, Devrimin amaçladığı düzeyin altındadır. Kızlarımızın eğitimden uzaklaştırılmaları, çocuk yaşta dinsel nikahla evlendirilmeleri, kadına karşı şiddet, demokratik-laik cumhuriyete yakışmamaktadır. Karşı devrimci çevreler kadını “eşit yurttaş” olarak görmek yerine, “karşı cins” olarak görmekte, erkeklerle eşitliğinin “fıtrata aykırı” olduğunu söylemektedirler. Oysa eşitlikten anlaşılması gereken fıtratta (yaradılışta) eşitlik değil; hukuk karşısında haklar, özgürlükler ve onur bakımından eşitliktir.

Cumhuriyetin 100. ve genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkının verilmesinin 89. yılında  (1934-2023) Parlamentoda ve yönetim kademelerinde kadınlarımızın % 50 oranına ulaşmaları
ve yukarıda belirtilen utanç verici olayların son bulması gerekmektedir. Bu amaçla kadınlarımız, 1930’lardaki büyüklerini örnek alarak günün daha elverişli koşullarında daha etkili örgütlü demokratik savaşım vermelidir.

Sorun yalnızca bir “kadın sorunu” olarak görülmemeli, erkekler de dahil, tüm toplumu ilgilendirmelidir.

Medeni Yasanın TBMM’de kabul edildiği 17 Şubat (1926) veya genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkının kabul edildiği 5 Aralık, “Türk kadınlar günü” olarak kutlanmalıdır.

Türk siyasetinin kronikleşmiş sorunları

Prof. Yüzbaşıoğlu: Hükümet kurulmadan da meclis tüm yetkilerini  kullanabilir - Son Dakika HaberlerProf. Dr. Necmi YÜZBAŞIOĞLU
Anayasa Hukukçusu
Cumhuriyet
, 04 Aralık 2023
Olaylar ve Görüşler: Türk siyasetinin kronikleşmiş sorunları – Prof. Dr. Necmi YÜZBAŞIOĞLU (cumhuriyet.com.tr)

Cumhuriyetin 2. yüzyılına girerken Türkiye’nin insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ölçekleri bakımından içine düştüğü hazin durumun ve son seçimler ile halkoylamalarında ikiye bölünmüş bir toplum görüntüsünü yaratan kutuplaştırmanın nedenlerini ve sorumlularını sorgulamak gerekir. Kanımca bütün bu sorunların ana kaynağı, Türkiye’de ve özellikle Türk siyasetinde “yöneten demokrasi” anlayışının benimsenememiş olmasıdır.

Siyaset bir yönetme sanatı olduğuna göre, demokrasiyle yönetememe sorununun birinci derecede sorumlusu da iktidar ve muhalefetiyle siyaset kurumudur.

YÖNETEMEME SORUNLARI

Türkiye’nin fiilen çok partili siyasal yaşama geçtiği 1950’den bu yana 70 yılı aşkın süre geçmiştir. Bu süre içinde Türkiye iki askeri darbeye (1960 ve 1980), bir askeri muhtıraya (1971) ve bir başarısız darbe girişimine (2016) maruz kalmıştır. Bunun, sivil siyasetin ve demokrasinin vazgeçilmez aktörleri siyasal partilerin kurumsallaşamamasında kuşkusuz büyük etkisi olmuştur. 1982 Anayasası özellikle ilk metni ile Milli Güvenlik Kurulu üzerinden askeri yönetime ortak ederek esasen askeri vesayeti kurumsallaştırmıştır. 28 Şubat süreci de bunun tezahürüdür (AS: yansımasıdır). Bu noktada Türkiye’de askerin kimi Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde olduğu gibi yönetime keyfi müdahalede bulunmadığının da dikkate alınması gerekir. Gerek 27 Mayıs 1960 öncesi gerekse 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye oldukça ciddi insan hakları, demokrasi ve yönetememe sorunlarıyla karşı karşıyadır. Elbette ki bu sorunlar askeri darbelere haklı neden olamaz; ancak sivil siyasetin de ülkeyi demokratik ortamda yönetme ve yönetebilme sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk, yöneten demokrasinin gereği olarak, ülkeyi darbelerden koruma ve askeri sivil otoriteye tabi (bağlı) kılmayı da kapsar.

Türkiye’de sivil/asker ilişkileri Osmanlı devletinden bu yana Batı demokrasilerinden farklı gelişmiştir. Çünkü, Batı demokrasilerinde toplumsal dönüşümler ve anayasacılığın gelişmesi tabandan gelen istemlere, sınıflı/örgütlü topluma dayanırken, geri kalmış ülkelerde olduğu gibi bizde de modernleşme ve çağdaşlaşma arayışıyla, yukarıdaki asker/sivil bürokrat elit kesimden gelmiştir. O elit kesimin öncülüğünü de uzun süre askerler yapmıştır.

Bunu, meşrutiyet dönemleriyle Cumhuriyetin ilk yıllarında açıkça, sonrasında da örtülü olarak görmek mümkündür. Bu tarihsel asker/sivil bürokrat işbirliği geleneğinden olacak ki, sivil siyaset askeri vesayetten kurulmak için ciddi bir mücadele vermemiştir. Hatta konjonktürel olarak işine geldiğinde askeri vesayeti kullanmıştır.

ANAYASAL DÜZEN

Sivil siyasetin cumhurbaşkanı seçimlerinde asker adaylar göstermesi ve askerler üzerinde uzlaşabilmesi bunun tipik örneğidir. Yine, bu tarihsel gelenekten olacak ki, asker başta laiklik ve ülkenin bütünlüğü olmak üzere anayasal düzenin korunması konularında duyarlı olmayı, hatta gerekirse siyasete müdahale etmeyi kendisine görev addetmiştir (saymıştır).

Türkiye’nin Batı toplumlarından ayrıldığı bir başka özelliği de siyasal partilerin toplumdaki sınıfsal temellere dayalı kurulup örgütlenmemiş oluşlarıdır.

Devleti kuran CHP, toplumdaki sınıfsal farklılıkları reddederek, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir anlayışla örgütlenip faaliyet gösterme çabası içinde olmuştur. Halkçılık ilkesi bunu açıkça ifade eder. Bu yaklaşım tek parti döneminde olağan görülebilir. Ama Türkiye çok partili siyasal yaşama geçtiğinde partilerin toplumda sınıfsal karşılıklarının olması gerekirdi. Ama, başta DP olmak üzere daha sonra kurulan, iktidar ya da iktidara ortak olan öbür partilerin de sınıfsal karşılıkları olmamıştır.

Bunun içindir ki bugün de partiler sınıfsal temelleriyle değil, daha çok milliyetçilik, muhafazakârlık (tutuculuk), dindarlık, laiklik gibi etnik, dinsel, kültürel aidiyet ve kimlikleriyle görünür olarak halktan destek istemektedirler. Batı’da siyasal partiler, toplumdaki farklı kimlikleri ortak sınıfsal çıkarları doğrultusunda birleştirip bütünleştirirken, bizde siyasal partiler kültürel kimlikler üzerinden adeta toplumu ayrıştırmaktadır. Bu da, çoğunluğu Türk-Sünni Müslüman olan Türkiye’de, bu kimlik üzerinden siyaset yapan sağ partilere büyük avantaj sağlamaktadır.

Bu blok içinde yer alan partilerden daha geniş tabanı olan sağ partiler, tek başına iktidara gelebilmek ve iktidarda kalabilmek ya da sağ ittifakları ayakta tutabilmek için, başta laiklik olmak üzere demokrasinin temel değerlerinden ödün verebilmektedirler. Hatta bu yolda dini siyasete alet etmeyi olağan duruma getirebilmektedirler. Bu da giderek toplumu kutuplaştırdığı gibi, başta laiklik olmak üzere, Cumhuriyetin temel değerleri yönünden toplumun öbür kesimlerinde haklı kaygılara yol açmaktadır. Nitekim Türkiye’deki askeri müdahalelerin arkasında bu duyarlılıklar da vardır.

SOL PARTİLER

1960 öncesi DP iktidarı, 1980 öncesi Milliyetçi Cephe hükümetleri, 28 Şubat 1997 sürecinde Refah-Yol koalisyonu, 2. döneminden itibaren (başlayarak) AKP iktidarı bunun örnekleri olarak gösterilebilir.

Bu noktada bir diğer tespit (başka saptama) de demokrasi ile yönetmeye çalıştığımız 70 yılı aşkın süre içinde, darbe dönemleri hariç (dışında) hep sağ partilerin iktidarda olduklarıdır. Sol partiler hiçbir zaman tek başına iktidar olamamış, farklı zamanlarda ve kısa sürelerle iktidar ortağı olabilmişlerdir.

Askeri müdahalelerin ya bir sağ partinin tek başına iktidar olduğu (1960’ta DP, 1971’de AP) ya da sağ koalisyonların iktidarda olduğu (1980’de Milliyetçi Cephe, 1997’de Refah-Yol) dönemlerde yapılmış olması da dikkate alınması gereken bir başka husustur.

Bütün bu somut veri ve tespitler (saptamalar) bize, Türkiye’nin Cumhuriyetin
100. yılına düşük profilli insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti standartlarıyla girmesinin ve toplumun yarısının huzursuzluğuna neden olan kutuplaştırmanın birinci derecede sorumlusunun,
70 yıldır iktidarda olan sağ partiler olduğunu göstermektedir.

Bu partiler iktidarda iken demokrat olamamış, demokrasilerin olmazsa olmazı uzlaşma, ödünleşme kültürünü benimseyememişlerdir. Bu noktada Türkiye’nin öncelikli ihtiyacının (gereksiniminin), Cumhuriyetin temel değerlerini özümsemiş ve iktidardayken de bunlara sadık kalacak merkez sağ partiler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

LAİK ve ULUS DEVLETE DÖNÜŞME

Kuşkusuz, başta Cumhuriyeti kuran CHP olmak üzere Türkiye’de sol yelpazede siyaset yapan partilerin de yetmiş yıldır iktidar olamayışlarını öncelikle kendilerinin sorgulamaları gerekir. Keza, parti içi demokrasinin yokluğunun kanayan yaraya dönüştüğü Türk siyasetinde, kendi örgütleniş ve işleyişlerinde demokrasiyi hazmedememiş siyasal partilerden Türkiye için demokrasi umut etmek, ayrı bir soru işareti olacaktır.

Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin geçtiğimiz yüzyıl içinde, hilafetli / çokuluslu bir imparatorluktan laik / ulus-devlete dönüşmenin sancılarını yaşadığı da göz ardı edilmemelidir. Nitekim, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze dek bunun izlerini, zaman zaman travmalarını görüyoruz. Askeri müdahaleler, kapatılan siyasal partiler ve Cumhuriyet tarihinde sıkça ve uzun sürelerle yaşadığımız olağanüstü yönetimler bunun açık göstergeleridir. Bu dönüşüm sürecinde direnmeler ve zaman zaman kırılmalar, Türkiye’de iki temel fay hattına işaret etmektedir.

  • Bunlar laiklik ve ulus-devlet yapılanmasıdır.

Kapatılan çok sayıda siyasal partilerin kapatılma nedeni laiklik ya da ulus-devlet karşıtlığıdır. 20+ yıldır iktidarda olan AKP’nin, 2008 yılında açılan kapatma davasında, Anayasa Mahkemesi’nce laiklik karşıtı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin saptanarak devlet yardımından yoksun bırakılması; ulus-devlet yapılanmasına karşıtlıkları nedeniyle selefleri kapatılan HDP’nin kapatılma istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde yargılanıyor olması, bu iki fay hattının canlılığını sürdürdüğünü göstermektedir. Kuşkusuz, bu sorunların hâlâ aşılamamasında Türkiye’nin bulunduğu kritik coğrafyanın ve bundan kaynaklanan dış etkenlerin de payı vardır. Ancak, bunun ana nedeni Türk siyasetinde kutuplaşma kültürünün egemen olmasıdır. Bu sorunların iç ve dış etkenlerini kurutacak olan, Türk siyasetinde olması gereken uzlaşma ve ödünleşme iklimidir. Bunun yolu da siyaset kurumunun,

– insan hakları,
– demokrasi ve
– hukukun üstünlüğünü

etkin kılacak bir anayasal düzen içinde, uzlaşma ve ödünleşme kültürüyle ülkeyi yönetmesidir.

TEMEL HAK ve ÖZGÜRLÜKLER

Türkiye’nin Cumhuriyetin 2. yüzyılına dönük önceliğinin insan haklarını, demokrasiyi, hukuk devletini etkin kılacak, onun zeminini ve iklimini oluşturacak, nitelikli bir toplumsal uzlaşma ile yapılacak yeni bir anayasa olduğunu da vurgulamak gerekir. 1982 Anayasası bu bakımlardan daha baştan sorunlu idi. Anayasada 19 kez değişiklik yapıldı. Bunlardan 2004’e dek yapılan değişikliklerin olumlu yönde oldukları kabul edilebilir. Ancak, 2007, 2010 ve özellikle de 2017’de yapılan değişikliklerle gelinen

  • “tek adam” rejimi ile Türkiye’nin anayasasızlaşmaya sürüklendiği söylenebilir.

Anayasalar temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan ve bunun için de siyasal iktidarı sınırlayıp kurumsallaştıran hukuk metinleri olarak tanımlanır.

Nitekim 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde,

  • Bir ülkede temel hak ve özgürlükler güvenceye alınmamışsa ve güçler ayrılığına
    yer verilmemişse o ülkenin anayasası yoktur!
    denmektedir.

Yürürlükteki tek adam rejiminde güçler ayrılığının kalmadığı,
bütün devlet gücünün tek adam üzerinde toplanıp işlediği,
O’nu sınırlayacak bir gücün olmadığı, beş yıllık uygulamada açıkça görülmüştür.

Böyle bir düzende temel hak ve özgürlüklerin de
“tek adam”ın keyfiyetinde olduğu ve olacağı açıktır.

Cumhuriyetin 100. yılına böyle bir tablo ile girmek kuşkusuz oldukça hazindir.

Bu tabloyu değiştirmek ise başta siyaset olmak üzere herkesin öncelikli sorumluluğudur.

Son olarak, Cumhuriyetin 100 yıllık kazanımları da anımsatılmalı ve asla karamsar olunmamalıdır.

Bütün bu sorunlara karşın Türkiye Cumhuriyeti bu coğrafyada laik/ulus-devlet olarak ayakta kalabilmiş ve

  • 100. yıl kutlamalarında halkımız Cumhuriyete yürekten ve coşkuyla sahip çıkmıştır.

Bu, Cumhuriyetin 2. yüzyılı için çok önemli bir kazanım ve umut kaynağıdır.

Yargının çığlığı ve insan onuru

Dr. Enver KUMBASAR
YARGIÇ

02.12.2023, Cumhuriyet https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/yarginin-cigligi-ve-insan-onuru-dr-enver-kumbasar-2147140

Milletvekili Av. Can Atalay, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce (ACM) Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçundan 18 yıl hapis cezası ile cezalandırılmış ve hükümle birlikte tutuklanmıştır. İstinaf başvurusu reddedilmiş, hüküm temyiz edilmekle dava Yargıtay’a taşınmıştır. Dava temyiz aşamasındayken 14 Mayıs 2023’te yapılan genel seçimlerde Hatay’dan milletvekili seçilmesi üzerine, Anayasanın 83. maddesi uyarınca yasama dokunulmazlığı kazandığından bahisle yargılamanın durması ve tahliye istemiyle yapılan başvuru Yargıtay’ca reddedilmiş, hak ihlali gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru yapılmıştır. Bu başvuru henüz karara bağlanmadan Yargıtay 3. Ceza Dairesi (CD) 28 Eylül 2023 tarihli kararıyla ilk derece mahkemesinin (İstanbul 13. ACM) mahkûmiyet hükmünü onamış ve karar kesinleşmiştir.

HAK İHLALLERİ

Anayasa Mahkemesi 27 Ekim 2023 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kararla, başvurucunun bireysel başvurusunu kabul etmiş, milletvekili seçilmekle yasama dokunulmazlığını (Anayasa m. 83) kazandığı gerekçesiyle, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı (Anayasa m. 19) ile seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının (Anayasa m. 67) ihlal edildiğine, kararın bir örneğinin

– hak ihlallerinin ortadan kaldırılması için başvurucunun yeniden yargılanmasına başlanması,
– mahkûmiyet hükmünün infazının durdurulması,
– ceza infaz kurumundan tahliyesinin sağlanması

şeklindeki işlemlerin yerine getirilmesi için kararın İstanbul 13. ACM’ye gönderilmesine karar vermiştir.

TARTIŞMALAR

İstanbul 13. ACM, AYM kararının gereğini yerine getirmekten kaçınarak dosyayı bir yazıyla Yargıtay 3. CD’ye göndermiştir. Yargıtay 3. CD, 8 Kasım 2023’te AYM kararına uyulmamasına karar vermiştir. Böylece

Av. Can Atalay’ın, milletvekili seçildiği tarihte dosyanın bulunduğu yetkili Yargıtay 3. CD’ce, AYM’nin hak ihlali kararı verdiği tarihte ise yetkili İstanbul 13. ACM’ce tahliye edilmesi gerekirken tahliye edilmeyerek hukuka aykırı olarak özgürlüğünden yoksun bırakılma durumu sürdürülmüştür.

  • Anayasa hükümleri Yasama, Yürütme ve Yargı organlarını, idare makamlarını ve öbür kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır (Anayasa m. 11).
  • Anayasa Mahkemesi kararları Yasama, Yürütme ve Yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar (Anayasa m. 153).

Anayasanın bu açık, tartışmaya yer vermeyen emredici hükümleri karşısında, hak ihlalini ortadan kaldırmak amacıyla derhal tahliye kararı vermeleri gerekirken bundan kaçınan İstanbul 13. ACM yargıçları, Prof. Dr. Doğan Soyaslan’ın da haklı olarak belirttiği gibi (16 Kasım 2023, Cumhuriyet) Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen görevi kötüye kullanma (m. 257) ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma (m. 109) suçlarından işleme muhatap olabileceklerdir.

(AS : Prof. Soyaslan’ın makalesi : Can Atalay, Yargıtay, AYM ve görev sorunu, Prof. Soyaslan)

VİCDANİ KANAATLER

İnsan onuru, hukukun koruduğu en yüce değerlerden biridir.
Kişi özgürlüğü, insan onurunun ayrılmaz parçasıdır.

Yargıçlar görevlerinde bağımsız, anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler (Anayasa m. 138/1).

Cezaevinde bulunan bir insan yargı sisteminden hak/adalet isteminde bulunuyor, hukuksal süreçler işliyor, en son aşama olarak AYM istemi kabul ediyor, tahliye edilerek hak ihlalinin giderilmesine karar veriyor ancak yargı sistemi kişiyi tahliye etmiyor, edemiyor.

Bu sonuç insan onuru, hukuk ve vicdan karşısında kabul edilebilir bir durum değildir.

  • Burada yargı pratiğinin anayasal sisteme ve Anayasa Mahkemesi kararına karşı
    açık bir meydan okuması söz konusudur.
  • Bu durum hukuka, vicdana, insan onuruna ve kişi özgürlüğüne karşı da bir meydan okumadır aynı zamanda.
  • Yargı, bu yükü kaldıramaz, bununla devam edemez.

ANAYASANIN AÇIK HÜKMÜ

AYM kararında açıkça belirtildiği gibi, hak ihlalini giderme yetkisi ve görevi ilk derece mahkemesine aittir.

  • O nedenle Yargıtay 3. CD’nin “uyulmaması” kararı hukuken yok hükmündedir.

Milletvekili Av. Can Atalay olayında yaşanan sorun Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi arasında bir görüş ayrılığı değil, anayasanın açık hükmüne karşın ilk derece mahkemesinin AYM kararının gereğini yerine getirmemesidir.

Çözüm olarak ilk çağrım İstanbul 13. ACM yargıçlarına yönelik; hukuk, adalet, vicdan adına AYM karanının gereğini gecikmeksizin yerine getirmeleridir.

Bu yapılmadığı takdirde ikinci çağrım Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na olacaktır :

Görevlerini yapmayan ilk derece mahkemesi yargıçları hakkında disiplin ve ceza soruşturmaları başlatmak, beraberinde bu mahkemedeki yetkilerini kaldırmak
ve mahkemeye yeni yargıçlar görevlendirmek suretiyle oluşturulacak
yeni heyet tarafından AYM kararı gereğinin yerine getirilmesini sağlamaktır.

Hukuk ve adalet bunu gerektirir, toplum yargıdan bunu beklemektedir.
***
https://x.com/profsaltik/status/1731033187021705671?s=20

Image